A‘RÂB

الأعراب

Çölde konar göçer olarak yaşayan Araplar, bedevîler.

Kur’ân-ı Kerîm’de on yerde (et-Tevbe 9/90, 97-99, 101, 120; el-Ahzâb 33/20; el-Feth 48/11, 16; el-Hucurât 48/14) geçen bu kelimeye hadislerde de sıkça rastlanmaktadır. Arab kelimesi bir ırkın ismi olmakla beraber bu ırkın köy ve şehirlerde yaşayanlarına arab, çölde (bâdiye) yaşayanlarına ise a‘râb (bedevî) denir.

Arap dil âlimi Sîbeveyhi, a‘râb kelimesinin tekili olmadığından nisbet halinin a‘râbî şeklinde kullanıldığını söyler ki bu durumda o gruba mensup bir tek kişiyi de ifade eder. İbn Manzûr bu görüşü naklettikten sonra fasih kullanışta a‘râbın çoğulunun e‘ârîb olduğunu kaydeder. Yine İbn Manzûr’a göre, daha önce çölde yaşamış olsalar bile, köy ve şehirlere yerleşmiş oldukları için muhacir ve ensardan olan sahâbîlere a‘râb denilemez; gerçek a‘râbîler de (bedevîler) zaman zaman ihtiyaçları için şehre inseler dahi çöllerdeki vahaları yurt edindiklerinden ve çadırlarda yaşamaya alışkın olduklarından a‘râbî vasfından kurtulamazlar (geniş bilgi için bk. BEDEVÎ).

Mekke’nin fethinden önce, Medine’ye hicret etmenin farz olduğu ilk dönemlerde muhacirler savaşa katılmasalar bile zekât, ganimet ve fey*den pay alıyorlardı. Çölde yaşayan bedevîler ise ancak savaşa katıldıkları zaman ganimete hak kazanırlardı. Ayrıca cihad ve umumi seferberlik halinde muhacirler savaşa katılmakla mükelleftiler; bunlar yeterli olduğu sürece bedevîlerin savaşa katılma mecburiyeti yoktu.

A‘râb kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerdeki kullanılışının zihinlerde bıraktığı imaj cahil, görgüsüz, katı ve inatçı insan tipidir. Medenî ve içtimaî hayatın gereklerinden habersiz, usul ve nizam tanımayan tutum ve davranış sahiplerini ifade eden bu kelime, genel olarak Allah ve Resulü’nün hoşnut kalmadığı kişi ve toplumlara alem olmuştur. İlgili âyetlerden anlaşıldığına göre, bedevîlerin Hz. Peygamber ve İslâm’a karşı tavırları hemen her zaman kendi menfaatlerini gözetme esasına dayalı olmuştur. Bunlar önceleri Arabistan yarımadasındaki nüfuzu sebebiyle Kureyş’in yanında yer almışlar, daha sonra İslâm’a temayülleri ise genellikle menfaatleri doğrultusunda gerçekleşmiş ve görünüşte kalmıştır. Diğer taraftan bedevîlerin hayat tarzları gereği müslümanlarla fazla temasta bulunmamaları ve Resûlullah’ın sohbetinden uzak kalmaları da onların İslâm’ı anlama ve yaşamaları hususunda aleyhlerine bir durum doğurmuştur. Bununla beraber Kur’ân-ı Kerîm’de, iman edip de hayırlı işlere yardımcı olan bedevîlerden övgüyle bahsedilmiştir (bk. et-Tevbe 9/99).

Fıkıh âlimleri cehaletleri, sünnet ve âdâba yabancılıkları sebebiyle namazda a‘râbîye uymanın mekruh olduğunu söylemişlerdir.

BİBLİYOGRAFYA:

Cevherî, es-Sıhâh, “Arab” md.; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Arab” md.; Lisânü’l-ǾArab, “Arab” md.; Kurtubî, Tefsîr, VIII, 232; Ahmet Özel, “Hicret’in Fıkhî Yönü”, Diyanet Dergisi, XIX/3, Ankara 1983, s. 31-32; Ömer Rıza Doğrul, “Â’râb”, İTA, I, 457-459.

Orhan Karmış