ADN

(عدن)

Cennetin en yüksek mevkiine veya değişik yerlerinin tamamına verilen ad.

Sözlükte, “devamlı ikamet edilen yer, bir şeyin merkezi ve ortası, bir cevher veya madenin aslı, yatağı” mânalarına gelir. Tevrat’ta Hz. Âdem’in yaratıldıktan sonra içine konulduğu bahçeden Aden (İbrânîce Eden) diye bahsedilir (bk. Tekvîn, 2/8, 15). Yapılan tasvirlerde Aden’in “Allah’ın bahçesi” olduğu, burada dört kola ayrılan bir nehrin aktığı, görünümü güzel çam ve çınar ağaçlarının, meyvesi tatlı bitkilerin bulunduğu anlatılır (bk. Tekvîn, 2/9, 10, 13/10; Hezekiel, 31/8). İbrânîce Eden kelimesi ise Ahd-i Atîk’te şahıs, kavim ve yer adı olarak da kullanılır (bk. II. Tarihler, 29/12; II. Krallar, 19/12; Hezekiel, 27/23). Eden’in kökü, anlamı ve hangi coğrafî bölgenin adı olduğu meselesi tartışmalıdır. Sumer dilinde “çöl, bozkır; ova” anlamlarına


gelen Edin kelimesiyle ilgisi olduğunu kabul edenler olduğu gibi (bk. E. Cothenet, “Paradis”, DSB, VI, 1178; B. S. Childs, “Eden, Garden of”, IDB, II, 22), Bâbil dilinde “alüvyonlu ova” mânasındaki Edennu (veya Edinnu) kelimesinden geldiğini ileri sürenler de vardır (bk. George A. Barton, “Blest, Abode of the (Semitic)”, ERE, II, 704; John P. Peters, “Cosmogony and Cosmology (Hebrew)”, ERE, IV, 152). Edin, Sumer metinlerinde Dicle ile Fırat arasındaki bölgenin adı olarak geçer. Bir Sumer efsanesinde ilk insanların bu arazi üzerinde yaşadıkları belirtilir. Diğer taraftan kelimenin İbrânîce’de “bolluk” ve “sevinç” anlamlarına geldiği de bilinmektedir (bk. Mircéa Eliade, Histoire des croyances et des idées religieuses, I, 179; Denise Masson, Monothéisme coranique et monothéisme biblique, s. 745). Nitekim Ahd-i Atîk’in Yunanca tercümesinde Eden bahçesi, “bolluk ve sevinç bahçesi” şeklinde ifade edilmiştir.

Adn Kur’an’da cennât kelimesiyle birlikte zikredilerek insanın aslının (Âdem’in) yaratıldığı ve âhirette müminlerin sonsuza kadar kalacağı çeşitli cennetleri tasvir etmek üzere kullanılır. Kur’an’da on bir yerde bahis konusu edilen adn cennetleri, “içinde güzel meskenlerin, tahtların, altın ve incilerle süslenmiş ince ipekten yeşil elbiselerin, sabah akşam ikram edilen türlü yiyeceklerin, gözleri başkasını görmeyecek kadar eşlerine bağlı hûrilerin ve çeşitli ırmakların bulunduğu ebedî bir yurt” olarak tasvir edilir. Boş sözlerin işitilmeyeceği, yorgunluk ve bıkkınlığın hissedilmeyeceği bu yere, sadece, iman edip amel-i sâlih işleyen, Allah’a karşı ahdini yerine getiren, rablerinin rızâsını gözeterek sabreden, namaz kılan, kendilerine verilen rızıklardan gizlice ve açıkça dağıtan, kötülüğe iyilikle karşılık vererek onu ortadan kaldıran, günahlardan tövbe edip temizlenen, hayırda yarışan, Allah yolundan ayrılmayıp bu uğurda malları ve canlarıyla cihad eden müttaki müminlerin (erkek-kadın) gireceği vaad edilmektedir (bk. et-Tevbe 9/72; er-Ra‘d 13/20-24; el-Kehf 18/30-31; Meryem 19/60-63; Fâtır 35/32-35; Sâd 38/49-52; el-Mü’min 40/7-8; es-Saf 61/11-12).

Hadislerde ise bütün eşyaları altın ve gümüşten olan değişik adn cennetlerinin bulunduğu, burada bulunanların rablerini görmek için ilâhî azamet ve kibriyâ dışında bir engelle karşılaşmayacakları, yani her an Allah’ı görebilecek kadar yüksek bir mevki sahibi olacakları bildirilir (bk. Buhârî, “Tefsîr”, 55/1; Müslim, “Îmân”, 296). İbn Kayyim’in naklettiği bazı hadislerde adn cennetinin, Allah’ın bizzat kudret eliyle yarattığı dört şeyden biri (diğerleri arş, kalem ve Âdem’dir) olduğu ifade edilir. İbn kayyim, adn hakkında bilgi veren diğer bazı hadisler de nakletmekteyse de (bk. Hâdi’l-ervâh, s. 89-91) bu hadisler zayıf kabul edilmiştir (bk. İbn Hacer el-Heytemî, Mecmau’z-zevârd, X, 154).

Tefsirlerde İbn Abbas, İbn Mes‘ûd, İbn Ömer ve Hasan-ı Basrî’ye atfedilen rivayetlerde adn cennetinin arşın altında, diğer cennetlerin ortasında bulunan, mukarrebûn (peygamberler, şehidler, sıddîklar ve âlimler) zümresine tahsis edilmiş bir şehir veya saray olduğu, burada altından yapılmış, inci ve yakutlarla süslenmiş, yiyecekler ve hûrilerle donatılmış sarayların bulunduğu, içinde tesnîm* ve selsebîl* pınarlarının aktığı, arşın altından misk kokulu rüzgârların estiği, yani “hiçbir insan gözünün görmediği, hayalinin canlandıramadığı” nimetlerle dolu olduğu zikredilir (bk. Râzî, XVI, 132-133). İbnü’l-Arabî’ye göre adn, cennetin en yüksek mevkilerinden ibarettir ve çeşitli dereceleri vardır. En yükseğinde Hz. Peygamber’e ait olan vesîle makamı vardır ki bunun bir adı da makam-ı Mahmûd’dur. Firdevs, naîm, me’vâ ve diğer cennetler adn cennetlerinin altında bulunur (bk. Şa‘rânî, II, 189-190). Müfessirlerin büyük çoğunluğu, adnın, Kur’an ve Sünnet’te özel isim olarak kullanılmasını ve adn cennetlerinin belli zümrelere ayrılmış olduğunun ifade edilmesini dikkate alarak, cennetin en yüksek mevkiini teşkil eden, fakat kendi arasında da derecelere ayrılan bir yer olduğunu kabul ederler. Bir kısım müfessirler ise adnın sözlükte “ebedî ikamet yurdu” mânasına gelmesini ve Kur’an’da cennât kelimesiyle birlikte (cennâtü adn) kullanılmasını delil göstererek, cennetin tamamına verilen umumi bir ad olduğunu ileri sürerler. Ancak bu görüş pek isabetli görünmemektedir. Çünkü Kur’an’daki tasvirlerinin hepsinde cennetin ebedî bir ikamet yurdu olduğu açıkça belirtildiği gibi firdevs, naîm, me’vâ gibi değişik cennetlerin bulunduğu da haber verilir. Allah’a karşı yaptıkları kulluğun dereceleri farklı olan müminlerin cennette değişik mevkilerde bulunmaları da tabiidir. Buna göre adnın değişik mertebeleri bulunması ve birkaç cennet mevkiinin adı olması kuvvetle muhtemeldir. Bu itibarla cennât şeklindeki çoğul kelimeyle birlikte kullanılması, cennetin bütün kısımlarının adı olmasını gerektirmez.

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Tefsîr”, 55/1; Müslim, “Îmân”, 296; Tirmizî, “Sıfatü’l-Cennet”, 3; Beyhakı, el-Esmâǿ ve’s-sıfât, Beyrut 1405/1985, s. 384; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr (nşr. Muhammed Züheyr eş-Şâvîş v.dğr.), Dımaşk 1384-88/1964-68, III, 468; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1934-62 → Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), XVI, 132-133; Kurtubî, el-CâmiǾ li-ahkâmi’l-Kurǿân (nşr. Ebû İshak İbrâhim), Kahire 1386-87/1966-67, VII, 204; Nizâmeddin en-Nîsâbûrî, Garâǿibü’l-Kurân (nşr. İbrâhim Utve İvad), Kahire 1381-91/1962-71, X, 130; İbn Kayyim, Hâdi’l-ervâh, Kahire 1971, s. 89, 90, 91; İbn Kesîr, en-Nihâye (nşr. Tâhâ Muhammed ez-Zeynî), Kahire 1389/1969, II, 385, 390, 398; İbn Hacer el-Heytemî, MecmaǾu’z-zevâid, Beyrut 1967, X, 154; Aynî, ǾUmdetü’l-karî, Kahire 1392/1972, XII, 298; Şa‘rânî, el-Yevâkıt ve’l-cevâhir, Kahire 1378/1959, II, 189, 190; Denise Masson, Monothéisme coranique et monothéisme biblique, Paris 1976, s. 745; Mircéa Eliade, Histoire des croyances et des idées religieuses, Paris 1984, I, 179; M. W. M. “Eden, Garden of”, JE, V, 36; B. S. Childs, “Eden, Garden of”, IDB, II, 22-23; George A. Barton, “Blest, Abode of the (Semitic)”, ERE, II, 704; John P. Peters, “Cosmogony and Cosmology (Hebrew)”, ERE, IV, 152; E. Cothenet, “Paradis”, DSB, VI, 1178.

Yusuf Şevki Yavuz