ÂKILE

العاقلة

Kasıt unsuru bulunmayan bir öldürme veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi yüklenen şahıslar topluluğu.

Kelimenin kökünde “bağlamak, engellemek; anlamak” mânaları vardır. Diyete akl (çoğulu ukul) veya ma‘kule (çoğulu meâkıl), ödemede bulunacak kimselere de âkıle denmesi, diyet olarak verilen develerin mağdurun veya velîlerinin avlusuna getirilip “bağlanması” yahut diyetin ödenmesiyle diğer tarafın intikam almasına “engel olunması” gibi mülâhazalara dayandırılmaktadır.

İslâm ceza hukukunun özellikle sosyolojik gelişimi bakımından önemli bir müessesesi olan âkılenin kökleri Araplar’ın eski kabile dayanışmasına kadar uzanır. Bununla birlikte bu müessesenin İslâm’da hukukî bir hüviyet ve meşrûluk kazanması bizzat Hz. Peygamber’in tatbikatına dayanır (bk. İbn Mâce, “Diyât”, 15; Nesâî, “Kasâme”, 37). Âkılenin meşrûluğu bütün fıkıh mezheplerince kabul edilmiştir. Yalnız Mu‘tezile’den Ebû Bekir el-Esam ile Hâricî çevreleri, Kur’an’da muhtelif âyetlerde ifadesini bulan (bk. Fâtır 35/18; el-En‘âm 6/164; Fussilet 41/46) cezaların şahsîliği prensibiyle bağdaşmadığını ileri sürerek buna karşı çıkmışlardır. Bu mezheplere göre Kur’ân-ı Kerîm’in bu konudaki umumi hükmü, ilgili hadislerle tahsis edilmiştir. Ayrıca Hanefî hukukçular, âkılenin bu sorumluluğunun asıl suçlunun yükünü hafifletme mahiyetinde bir intikal olduğunu belirtmişlerdir. Bunun temelinde, bir taraftan İslâm’a göre mâsum bir kanın heder edilemeyeceği, diğer taraftan da suç işleme kastı bulunmayan kimsenin bir bakıma mâzur olduğu ve dolayısıyla ağır bir cezaya mâruz bırakılmaması gerektiği şeklinde düşünceler yatmaktadır. Buna karşılık, âkılenin sorumluluğunu, onun aynı sosyal grubun bir ferdi olarak suçluyu kontrol hususundaki kusur ve ilgisizliğine bağlayanların bakış tarzı pek sağlam ve isabetli görünmemektedir.

İslâm öncesi Arap kabileleri arasındaki uygulamada, suçta kasıt unsuru bulunup bulunmadığına bakılmadığı gibi, âkıle kavramı yakın akrabalar yanında bütün kabile fertlerine teşmil edilmişti. İslâm hukuku bu müesseseyi kabul ederken bazı sınırlayıcı esaslar getirerek yeni bir düzenlemeye gitmiştir. Başta müessesenin hukukî fonksiyonu, kasıt bulunmayan (hataen) veya kasıt benzeri (şibh-i amd) öldürme ve yaralama halleriyle sınırlandırıldı. Bu tahdit Kur’an’ın (bk. el-Bakara 2/178-179; en-Nisâ 4/92) kasıtlı öldürme ile hataen öldürme arasında yaptığı ayırıma dayanmaktadır. Burada işaret edilmesi gereken bir husus da İmam Şâfiî dışındaki hukukçuların çocuk ve delinin kasıtlı fiilini, irade noksanlığı sebebiyle kasıtsız fiille eş tutmuş olmalarıdır. Diğer bir sınırlandırma da suçun sabit olmasıyla ilgilidir. Suçun delille değil de itirafla sabit olması halinde âkılenin diyeti ödeme mükellefiyeti yoktur. Bunun gibi, diyet ödemeye taraflar arasında varılan bir anlaşma (sulh) ile gidilmesi halinde de âkıle bu ödemeye katılmaz. Bu son iki şartla, âkıle üyeleri aleyhine söz konusu olabilecek her türlü gizli anlaşma yolu kapatılmıştır.

Hanefîler dışındaki mezhepler âkıleyi, suçlunun baba tarafından erkek akrabası olan asabe*nin oluşturduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Bunda da yakın asabeden uzak asabeye doğru bir sıralama söz konusudur. Hanefîler ise erkek akrabayı tamamen âkılenin dışında tutmamakta ve onları yardımcı bir unsur olarak kabul etmektedir. Onlara göre suçlunun âkılesi öncelikle onun bağlı bulunduğu “divan ehli”dir. Bunlar, aynı ücret siciline kayıtlı askerî birlik mensuplarından oluşur. Diğer hukukçular Hz. Peygamber zamanındaki uygulamayı esas alarak geleneksel bakış açısına bağlı kalırken Hanefîler âkıle kavramındaki bu ilgi çekici yenilik konusunda Hz. Ömer’in uygulamasını delil gösterirler. Ayrıca bu uygulamanın, temelde cezaî yardımlaşmanın esası olan geleneksel karşılıklı yardımlaşma fikrine dayandığını ileri sürerek görüşlerinin haklılığını ispata çalışırlar. Bu temel noktadan hareketle, Hanefî mezhebi içinde, belli bir bölgedeki aynı sanat ve meslek erbabı ile işçilerin de kendi aralarında âkılenin fonksiyonunu icra edebilecekleri şeklinde bir doktrin geliştirildiği görülmektedir. Hanefîler’in izinden gidilerek divanı belli bir dereceye kadar hesaba katma yolunda bir temayülün Mâlikîler arasında da bulunduğunu belirtmek gerekir.

Mezheplerin âkıle konusundaki temel tavrı bu olmakla birlikte, İslâm’ın süratli yayılışı karşısında kabilelerin bölünmesi ve geniş coğrafî alanlara dağılması, müslüman hukukçuları, yaklaşımları farklı olsa da coğrafî mahiyette ve akrabalık derecesi hususunda bazı sınırlamalara ve yeni düzenlemelere sevketmiştir. Bazı âlimler ayrı bölge ve şehirlerde yaşayanlar arasında âkıleye iştirak olamayacağı hükmüne varırken, bazıları da yakın mesafedeki uzak akrabanın uzak mesafedeki yakın akrabaya tercih edilip edilmeyeceğini söz konusu etmişlerdir. İslâm’ın sosyal hayatta meydana getirdiği değişiklikleri göz önüne alan diğer bazı fakihlerin de şehirli ve göçebeler arasında âkıle birliğini reddettikleri görülmektedir.

Diğer taraftan bütün mezhepler kadın, çocuk, akıl hastası ve fakirleri âkıle dışında tutarlar. Şâfiîler suçlunun usûl* ve fürû*unu da âkıleye iştirak ettirmezler. Hanbelîler’in bu konuda müsbet ve menfi olmak üzere iki ayrı görüşü vardır. Suçlunun bizzat kendisine gelince, Hanefîler’in dışındaki mezheplere göre suçlu âkılenin dışında kalarak diyet ödemeye katılmaz. Mâlikîler’den bazı fakihlerin de bu konuda Hanefîler’in görüşünü benimsediğini belirtmek gerekir.

Şâfiîler âkılenin ödemek zorunda olduğu diyetin miktarı konusunda belli bir ölçüye bağlı kalmazlar. Onlara göre işlenen cinayetin diyeti ister az ister çok olsun âkıle tarafından ödenir. Mâlikî ve Hanbelîler âkılenin ancak bir tam diyetin üçte birinden fazla olan diyetleri ödemekle mükellef bulunduğu görüşündedirler. Hanefîler’in kabul ettiği en alt sınır ise tam diyetin yirmide biridir.


Diyet miktarı bu asgari sınırların altında kalan cinayetlerde diyet suçlu tarafından ödenir, âkıle buna karışmaz. Âkılenin yokluğu veya diyeti ödemede yeterli olmaması halinde diyet beytülmâlden ödenir. Beytülmâlin bulunmadığı durumlarda ise diyeti suçlunun kendisi ödemek zorundadır. Burada, İslâm hukuk düşüncesinin ilgi çekici bir misali olarak, daha çok bu son husus üzerine fıkıh kitaplarında geçen teorik bir tartışmaya dikkati çekmek gerekir. Bu da âkılenin yüklendiği sorumluluğun baştan (ibtidâen) ve doğrudan doğruya bir özellik mi taşıdığı, yoksa suçludan hukukî bir transferin mi (intikal, tahammül) söz konusu olduğudur. Hanefîler’in görüşü açık olup ikinci teoriden yanadır. Diğer mezheplerde de, çok açık olmamakla birlikte, cezanın evvelâ suçlu üzerine terettüp ettiği, ondan da âkıleye intikal yoluyla geçtiği ve dolayısıyla âkılenin yüklendiği sorumluluğun bir hafifletme ve yardım mahiyetinde olduğu kanaatinin daha ağır bastığı anlaşılmaktadır.

Müslümanlar ile gayri müslimler arasında da âkıle hükümlerinin uygulanamayacağı konusunda fıkıh âlimleri arasında görüş birliği mevcuttur. Ancak mezheplere göre bazı farklı şartlar söz konusu olmakla birlikte gayri müslimlerin kendi aralarında âkıle geçerlidir.

Bütün mezhepler âkılenin diyeti bir defada peşin ödeme yerine, üç taksit halinde üç yılda ödeyeceği hususunda görüş birliği içindedirler. Zira bu konuda sahâbenin icmâı vardır. Ancak, taksitlerin başlangıç tarihi bazı fakihlere göre suçun işlendiği, bazılarına göre de mahkeme kararının verildiği tarihtir. Ödenecek diyetin âkıle üyeleri arasında dağılımı konusunda ise mezhepler arasında fikir ayrılığı görülür. Hanefîler diyetin dağılımında üyeler arasında fark gözetilmemesinden yana olmakla birlikte, her şahsa üç veya dört dirhemden fazla yüklenemeyeceği şeklinde bir sınırlandırma getirmişlerdir. Hanbelî ve Mâlikîler ödeme miktarını her üyenin maddî gücüne bağlı olarak hâkimin takdirine bırakmışlardır. Şâfiîler’e göre asgari bir pay söz konusu olup zenginler yarım dinar, orta halliler de dörtte bir dinar ödemekle mükelleftirler. Birinci dereceden âkılenin sayısı diyeti ödemeğe kâfi gelmezse ikinci dereceden âkıleye başvurulur. Diyetin beytülmâlden ödenmesi halinde, âlimlerin çoğunluğu bir defada ödenmesi gerektiği görüşündedir.

İmâmiyye Şîası’nın âkıle konusundaki görüşleri de genel olarak, bazan biri bazan diğeriyle aynı çizgide olmak üzere, Ehl-i sünnet mezheplerinin görüşlerinden farklı değildir.

Âkıle, burada anlatılan hususlardan bazı farklı yönleri bulunmakla birlikte, İslâm ceza hukukunun bir başka müessesesi olan kasâme*de de görülür.

İslâm ceza hukukunun karakteristik bir müessesesi olan âkıle, İslâm’ın ilk zamanlarında temelde kabile yardımlaşmasına dayanırken, hemen ardından görülen hızlı İslâm yayılışına bağlı olarak değişen sosyal yapıya intibakı söz konusu olmuş, bunun üzerine teoride birtakım değişikliklere uğrayarak bir gelişme göstermiştir. Farklı yapılara sahip geniş İslâm coğrafyası göz önüne alınınca, İslâm tarihi boyunca bazı bölgelerde uygulanma imkânı bulunmadığı ve diyetin suçlunun kendisine ödettirildiği de görülmektedir. Bütün bunlar âkılenin teşrîî hikmetine bir halel getirmediği gibi, âkılenin dayandığı hukukî mülâhaza ona her zaman uygulanabilir bir esneklik imkânı vermektedir. Uygulanma imkânı bulunduğu takdirde -ki değişen cemiyet şartları çerçevesinde İslâmî ilkelere ters düşmeyen birtakım sosyal sigorta ve yardımlaşma kurumları, sendikalar vb. kuruluşlar vasıtasıyla bu mümkündür- âkılenin karşılıklı yardımlaşma ve içtimaî zaruret bakımından öneminin inkâr edilemeyeceği açıktır.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Mâce, “Diyât”, 15; Nesâî, “Kasâme”, 37; Sahnûn, el-Müdevvene, VI, 325; Kâsânî, BedâǿiǾ, VII, 256; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire, ts. (el-Mektebetü’t-Ticâriyyetü’l-kübrâ), II, 377-378; İbn Kudâme, el-Mugnî, IX, 492, 504-506; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, Bulak 1315-18, VIII, 402-415; Şirbînî, Mugni’l-muhtâc, Kahire 1958, IV, 80, 95-99; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VII, 91-97; Bilmen, Kamus, III, 56-61; Cevad Ali, el-Mufassal, V, 595-598; İvaz Muhammed İvaz, “Nazariyyetü’l-Ǿâkıle fi’l-fıkhi’l-İslâmî”, ed-Dirâsâtü’l-İslâmiyye, XX/2, İslâmâbâd 1985, s. 22-61; Th. W. Juynboll, “Âkile”, İA, I, 248-249; R. Brunschvig, “ǾAkila”, EI² (İng.), I, 337-340.

Hamza Aktan