ALEVÎ

العلوي

Hz. Ali’ye bağlılık noktasında birleşen çeşitli dinî ve siyasî gruplar için kullanılan bir terim.

Sözlükte “Ali’ye mensup” anlamına gelen kelimenin çoğul şekli Aleviyye ve Aleviyyûn’dur. Alevî terimi İslâm kültür tarihinde Hz. Ali soyundan gelenler


mânasında, ayrıca siyasî, tasavvufî ve itikadî anlamda kullanılagelmiştir. Hz. Ali soyundan, oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed b. Hanefiyye, Ömer ve Abbas vasıtasıyla gelenlere Alevî denilmiştir (Makrîzî, I, 8). Emevîler’in son dönemlerinden itibaren Hz. Ali’nin soyundan gelenler, özellikle Hasan ve Hüseyin’in neslinden olanlar için şerif, seyyid, emîr gibi lakaplar yanında Alevî nisbesi de kullanılmaya başlamış ve bu husus daha sonraki devirlerde devam etmiştir. Günümüzde de aynı nesle bağlı olanlar bu nisbeyi kullanmaktadır (el-Kāmûsü’l-İslâmî, V, 463-466). Emevî ve Abbâsî devirlerinde iktidara karşı Hz. Ali soyuna mensup çevrelerde beliren hareketlerde Alevî nisbesi kendini göstermiş, fakat bazan da Hz. Ali soyu ile hiçbir bağı bulunmayan çevreler, sadece hareketlerine nüfuz ve yaygınlık kazandırmak amacıyla kendilerini Alevîliğe nisbet etmişlerdir. 255 (869) yılında Basra’da ortaya çıkan Zenc İhtilâli buna bir örnek teşkil eder (bk. Mes‘ûdî, VIII, 58).

İslâm siyasî tarihinde ise bu terim ilk defa hilâfetle ilgili anlaşmazlıklar sırasında kullanılmaya başlamıştır. Hz. Peygamber’in vefatını müteakip ortaya çıkan ve üçüncü halifenin öldürülmesinden sonra da şiddetlenen hilâfet münakaşalarında Ali tarafını tutanlara el-Aleviyye veya şîatü Alî (Ali’ye bağlı olanlar, Ali taraftarları), bunların karşısındaki gruplara da el-Ömeriyye, el-Osmâniyye (Ömer ve Osman’a, dolayısıyla Ebû Bekir’e bağlı olanlar) denilmiştir (bk. Abdüsselâm M. Hârûn, el-Osmâniyye [Câhiz], Takdim, s. 5; Câhiz, s. 19, 187; Kādî Abdülcebbâr, II, 377, 380). Bu anlamıyla Alevî terimi Hz. Ali taraftarlarından oluşan siyasî topluluğu ifade eder. Bununla birlikte, Abbâsîler’in iktidarı boyunca merkezî idarenin zayıflaması sonucu İslâm dünyasının muhtelif yerlerinde ortaya çıkan ve mahallî idareyi ellerine geçiren veya müstakil devletler kurabilen sülâleler de kendilerinin Hz. Ali soyuna mensup olduklarını göstermek üzere Alevî nisbesini kullanmışlardır. Fas’ta İdrîsîler ve bizzat Alevî nisbesini taşıyan sülâle, Mısır’da Fâtımîler, Yemen’de Süleymânîler ve Ressîler, Kuzey İran’da Zeydîler, Âmül’de Hasenîler ve İspanya’da Hammâdîler Alevî devletler olarak görülürse de (bk. Bosworth, s. 25, 59, 63) bunların çoğunun gerçekte Hz. Ali’nin soyu ile bağları bulunmadığı bugün bilinmektedir.

Alevî terimi tasavvufta bazı tarikatların ortak adı olarak da kullanılmıştır. Tasavvufun XI. yüzyıldan itibaren tarikatlar şeklinde teşkilâtlanmasından sonra bunlardan bazıları silsilelerini çeşitli maksatlarla Hz. Ali’ye dayandırdıkları için “Alevî tarikatlar” diye tanınmışlardır. Kādiriyye ve Rifâiyye bunlardandır. Bazıları da -Nakşibendiyye gibi- silsilesini Hz. Ebû Bekir’e dayandırdıklarından “Bekrî” diye anılmışlardır (Trimingham, s. 262-263).

Bununla birlikte alevî teriminin asıl anlamını kazandığı ve yaygın olarak kullanıldığı saha, Hz. Ali hakkında beslenen inançlara dairdir. Genellikle Şiîler ve Şîa içinde yer aldıkları kabul edilen bazı mezhepler Alevî nisbesini alırlar. Nitekim Zeydiyye, İŝnâǾaşeriyye gibi mutedil Şiîler’in yanında Beyâniyye, İsmâiliyye ve Bâtıniyye mensupları Alevî diye bilinirler. Fakat çağımızda asıl Alevîler olarak tanınan iki itikadî mezhep vardır. Bunlardan biri, bugün genellikle Lübnan, Suriye, Hatay yörelerinde varlığını sürdüren Nusayrîlik, diğeri ise XIII. yüzyılda Anadolu’daki etnik ve sosyal - dinî kaynaşmaların bir sonucu olarak ortaya çıkan ve XVI. yüzyılda Safevîler’in propagandası ile gelişen Kızılbaşlık’tır. Bu mezhebe bağlı olanlar Osmanlı arşiv belgeleri ve vekayi‘nâmelerinde kızılbaş* veya Râfizîler* diye geçmesine rağmen bunlar kendilerine Alevî nisbesini vermişlerdir (bk. Öztelli, s. 188-189).

BİBLİYOGRAFYA:

Câhiz, el-Osmâniyye (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1374/1955, s. 19, 187; Abdüsselâm M. Hârûn, el-Osmâniyye [Câhiz], Takdim, s. 5; Nevbahtî, Fıraku’ş-Şîa (nşr. H. Ritter), İstanbul 1931, s. 15-16; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), IV, 283, 326, 340-341, 493-495; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-zeheb (Abdülhamîd), VIII, 58; Malatî, et-Tenbîh ve’r-red, s. 18, 156; Kādî Abdülcebbâr, Tesbîtü delâili’n-nübüvve (nşr. Abdülkerîm Osman), Beyrut, ts., II, 377, 380, 535, 553; Bağdâdî, el-Fark, (Abdülhamîd), s. 250; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 174; İbnü’l-Murtazâ, Tabakātü’l-Mutezile, s. 126; Makrîzî, İttiâzü’l-hunefâ, Kahire 1967, I, 8; J. S. Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1971, s. 262-263; C. Öztelli, Pir Sultan Abdal, İstanbul 1971, s. 188-189; Bosworth, İslâm Devletleri Tarihi, s. 25, 59, 63, 91; Altan Gökalp, Tetes Rouges et Bouches Noires, Paris 1980; W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri (trc. E. Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 92; E. Ruhi Fığlalı, Çağımızda Îtikâdî İslâm Mezhepleri, Ankara 1983, s. 200 vd.; el-Kamûsü’l-İslâmî, V, 463-466; Abdülbâkî Gölpınarlı, “Kızıl-baş”, İA, VI, 789-795; W. Kadi, “Alawī”, EIr., I, 804-806.

Ahmet Yaşar Ocak