AMÂ

العمى

Mutasavvıfların vâhidiyyet veya ahadiyyet hazretlerini (mertebe) ifade etmek için kullandıkları bir tasavvuf terimi.

“Körlük ve yüksek bulut” mânasına gelen amâ, bir tasavvuf terimi haline gelmeden önce, kâinatın yaratılışını izah eden bazı hadislerde kullanılmıştır. Rivayete göre Ebû Rezîn, “Allah âlemi yaratmadan evvel neredeydi?” diye sorduğunda Hz. Peygamber, “Altında üstünde hava bulunmayan bir amâda idi” cevabını vermiştir (bk. Tirmizî, “Tefsîr”, 12; Müsned, IV, 11). Hadisin râvisi Yezîd b. Hârûn, “Bu ifadeyle, O vardı, O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu, mânası kastedilmiştir” demektedir. Diğer bir hadis meâli de şöyledir: “Allah halkı zulmette yaratmıştır” (Tirmizî, “Îmân”, 18; Müsned, II, 176). İbnü’l-Arabî bu hadiste geçen zulmet kelimesinin amâ kelimesiyle aynı anlama geldiğini söyler. Kur’ân-ı Kerîm’de de (bk. ez-Zümer 39/6) insanların annelerinin karınlarında birbirini takip eden üç “karanlık merhalede” yaratıldığından bahsedilmiştir. İbnü’l-Arabî’ye göre bütün bunlar yaratılışın yokluktan meydana geldiğini, Allah’ın zâtî sıfatının nur, mâsivânın aslî sıfatının ise “karanlık” ve “körlük” olduğunu, ilâhî ışığın karanlığı aydınlatması sonucunda varlığın vücut bulduğunu belirtmektedir.

İlk sûfîler tarafından kullanılmayan amâ kelimesi bilhassa İbnü’l-Arabî’de bir tasavvuf ve felsefe terimi haline gelmiştir. Ona göre Allah’ın vâhidiyyeti (birlik) ile ahadiyyeti (teklik) birbirinden farklıdır. Hakkında hiçbir bilgimiz bulunmayan Allah’ın zâtına ve künhüne ahadiyyet*, isim ve sıfat tecellîlerine vâhidiyyet* denir. İbnü’l-Arabî Fuśûśü’l-ĥikem’de Hûd ismindeki ahadiyyeti izah ederken zât-ı bârînin mutlak surette “gayb” oluşuna amâ ismini verir ve Allah’ın mutlak gayb olduğunu belirtir. Buna göre zât-ı ilâhînin bilinmez, tanınmaz hüviyetine amâ denilir. Feyz-i akdes de aynı mânaya gelir. Amâda mâsivâ yoktur. Zâtı ululuk perdesiyle örttüğü için amâya “celâl hicâbı” denilmiştir. Diğer taraftan İbnü’l-Arabî ilk mazhar*a ve Hak ile halk arasındaki berzah*a yani vâhidiyyet mertebesine de amâ adını vermekte ve bu berzahta mümkin*lerin sıfat ve isimlerle vasıflandıklarını söylemektedir. Bulut, sema ile arz arasında bir perde olup ikisini birbirinden ayırır. Amâ ise “esmâ-i ahadiyyet seması” ile “çokluk ve yaratılmışlık arzı” arasında bir perdedir. Fakat umumiyetle vâhidiyyet hazretine değil ahadiyyet hazretine, yani zâtın belirsiz, mutlak gayb mertebesine amâ denilmiştir. Öte yandan amâ terimi eski İran dinlerindeki “nur-zulmet” düalizmini de hatırlatmaktadır. Yaratmanın karanlıkta beliren bir ışık şeklinde başlaması, eşyanın bu ışıktan aldığı pay nisbetinde gerçek ve saf mânada varlık kazandığı inancı, “Allah’ın, semavatın ve arzın nuru” olduğundan bahseden âyetle de (bk. en-Nûr 24/35) izah edilmiştir.

Abdülkerîm el-Cîlî’ye göre amâ, “hakîkatü’l-hakāik” ve “zât-ı mahz” mertebesidir; onda Hak-halk ikiliği ve ayırımı yoktur. Ahadiyyette olduğu gibi amâda da isim ve sıfatların zuhûru bahis konusu değildir. Fakat yine de amâ ahadiyyete mukabildir. Zâtın zâta olan müteâl tecellisine ahadiyyet, zâtın mutlak bâtın oluşuna amâ denilir. İlkinde zâtî-ahadî zuhûr (açıklık), ikincisinde zâtî-amâî butûn (gizlilik) bahis konusudur. Biri saf tecellî*, diğeri sırf istitâr*dır. İşte bu sebeple ahadiyyetle amâ birbirinin karşıtıdır. Çünkü biri zâtın kendisine olan müteâl tecellisini, diğeri zâtın mutlak gayb oluşunu ifade etmektedir. Aslında zât-ı bârî kendine âşikâr veya gizli (zâhir-bâtın, mütecellî-müstetir) olmaktan münezzehtir. Bu ifadeler sadece bir mânayı zihne yaklaştırmak ve kavranmasını sağlamak için kullanılmaktadır. Zât-ı bârî mutlak ve müteâl gibi kayıtlardan bile münezzeh olarak hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın vardır ve ezelden ebede daima tecelli etmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, II, 176; IV, 11; Tirmizî, “Îmân”, 18, “Tefsîr”, 12; Necmeddîn-i Dâye, Mirśâdü’l-iǾbâd, Tahran 1353 hş., s. 25; İbnü’l-Arabî, Fuśûś (Afîfî), s. 111; a.mlf., el-Fütûĥât, II, 150, 167, 350; Kâşânî, Iśŧılâĥâtü’ś-śûfiyye, Kahire 1981, s. 131; Abdülkerîm el-Cîlî, el-İnsânü’l-kâmil, İstanbul 1300, I, 42; Tehânevî, Keşşâf, II, 1081.

Süleyman Uludağ