BAĞDAT

بغداد

İslâm dünyasının önemli tarih, ilim ve kültür merkezlerinden biri ve bugünkü Irak’ın başşehri.

I. GENEL BAKIŞ

II. OSMANLI DÖNEMİ

III. KÜLTÜR ve MEDENİYET

IV. SON DÖNEM

I. GENEL BAKIŞ

Dicle nehrinin her iki yakasında 33˚ 26 18 kuzey enlemi ile 44˚ 23 9 doğu boylamı üzerinde yer alan şehir, VIII. yüzyılda Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr tarafından kurulmuştur. Kuruluşundan Abbâsî Devleti’nin yıkılışına (1258)


kadar hilâfet merkezi olarak kalan Bağdat Osmanlılar devrinde Bağdat vilâyetinin merkezi ve 1921’de de Irak’ın başşehri oldu.

Bağdat ismi İslâm öncesi döneme ait yöredeki eski yerleşim alanlarıyla ilgilidir. Arap yazarlar kelimenin Farsça kökenli olduğunu düşünerek Farsça kaynakları araştırmışlar ve teorik bazı açıklamalarda bulunmuşlardır. Yaygın kanaate göre kelime “Tanrı’nın ihsanı veya armağanı” anlamına gelmektedir. Modern araştırmacıların çoğu tarafından da kabul edilen bu görüş yanında kelimenin Ârâmîce kökenli olduğunu ve “koyun ağılı” anlamına geldiğini iddia edenler de vardır. Ancak Hamurabi (m. ö. 1792-1750) kanunlarında Bagdadu şehrinden bahsedilir ki bu da kelimenin Farsça’nın muhtemel tesirinden önce de mevcut olduğunu göstermektedir. Kral Nazimaruttaş (m. ö. 1341-1316) zamanından kalma bir sınır taşında da Bagdadi bölgesinden bahsedilir; ayrıca Talmut’un birkaç yerinde Bağdasa kelimesi geçmektedir. Aynı şekilde Bâbil Kralı Mardukapaliddin (m. ö. 1208-1195) dönemine ait bir sınır taşında Bağdat’tan söz edilir. II. Adadnirari’nin (m. ö. 911-891) yağmaladığı yerler arasında Bagdadu da bulunmaktadır. III. Tiglat-pileser ise (m. ö. 745-727) Bağdadu’dan, oraya yerleşmiş olan bir Ârâmî kabile ile birlikte söz eder (bk. EI² [İng.], I, 894).

Halife Mansûr kurduğu bu şehre, Kur’ân-ı Kerîm’de (el-En‘âm 6/127; Yûnus 10/25) “cennet” mânasında kullanılan dârüsselâm kelimesinden ilham alarak Medînetüsselâm adını verdi. Bu isim resmî belgeler, sikkeler ve ağırlık ölçü birimlerinde kullanılmaktaydı. Bağdat yerine Buğdân, Medînetü Ebû Ca‘fer, Medînetü’l-Mansûr, Medînetü’l-hulefâ ve ez-Zevrâ gibi adlar da kullanılmıştır. Arap yazarlar Halife Mansûr’un bu şehri İslâm öncesi devirde pek çok yerleşim alanının bulunduğu bir yerde kurduğunu söylerler. Bunların en önemlisi, Sarât’ın kuzeyinde Dicle’nin batı yakasında bulunan Bağdat köyüdür. Bazıları buranın yıllık panayırların kurulduğu Badurya olduğunu belirtirler ki bu, Kerh’in daha sonra neden önemli bir ticaret merkezi haline geldiğini açıklamakta yardımcı olur. Eski yerleşim merkezlerinden bazıları Dicle’nin batı yakasında ve Kerh yakınında idi ve büyük bir kısmı Ârâmîler’e aitti. Bunlar arasında Hattâbiyye, Şerefâniyye, Verdâniyye, Sünâye, Katuftâ ve Berâsa zikredilebilir. Kerhâye ile Sarât arasında Sâl, Versâlâ ve Benâvrâ adlı üç küçük yerleşim merkezi vardı. Ârâmîce “müstahkem şehir” mânasına gelen Kerh ise adını İran geleneğinde II. Şâpûr’a (309-379) atfedilen eski bir köyden alır. Xenophon’a göre Ahamenidler Bağdat yöresinde geniş bahçelere sahiptiler. Îsâ Kanalı’nın ağzına yakın bir yerde bir Sâsânî sarayı (Kasru Sâbûr) vardı. Halife Mansûr buraya daha sonra bir köprü yaptırdı. Sarât Kanalı’nın üzerindeki eski köprü (el-Kantaratü’l-atîka) Sâsânîler’e aitti. Şehrin doğu tarafındaki Sûkusselâsâ ile Hayzurân Mezarlığı İslâm öncesi devirden kalmadır. Burada İslâm öncesi döneme ait bazı manastırlar da vardı. Bunlar arasında, yerinde Huld Sarayı’nın inşa edildiği Deyrülatîk (Deyr Mârfathion) ile Deyrü Bustâni’l-Kus ve Deyrülcâselik zikredilebilir.

Bu eski yerleşim merkezlerinin hiçbiri ne siyasî ne de ekonomik bir öneme sahipti. Bu bakımdan Halife Mansûr’un kurduğu şehir yepyeni bir şehir olarak kabul edilebilir. Bağdat Ortaçağ’da Avrupalı seyyahlar tarafından çok defa Bâbil ve Seleucia ile karıştırılır. 1616-1617 yıllarında Bağdat’ta bulunan Pietro della Valle, o dönemde çok yaygın olan bu yanlış iddiayı ilk defa delillerle çürütmüştür. XVII. yüzyıla kadar Bağdat, Batı’da muhtemelen ismin Çince biçiminden türemiş olan bozuk şekliyle Baldach (Baldacco) adıyla biliniyordu.

Abbâsîler gözlerini Doğu’ya çevirince devletlerini sembolize edecek yeni bir başşehir aramaya başladılar. İlk halife Seffâh bu maksatla Kûfe’den Enbâr’a, Mansûr ise Kûfe yakınlarındaki Hâşimiye’ye gitti. Ancak Mansûr çok geçmeden Hz. Ali taraftarı olan Kûfe şehrine yakın olmanın ordusu üzerinde menfi bir tesir icra edeceğini anladı ve daha uygun bir yer aramaya başladı. Ciddi bir araştırmadan sonra iklimi, ekonomik imkânları ve askerî açıdan elverişli konumu bakımından uygun bulduğu Bağdat mevkiini seçti ve şehir nehrin her iki tarafında da verimli topraklara sahip bir ova üzerinde kuruldu. Horasan yolu buradan geçiyordu ve kervan yollarının kesiştiği bu yörede her ay panayırlar kuruluyordu. Böyle bir yerde askerler ve halk erzak sıkıntısı çekmeyecekti. Ya‘kubî ve İbnü’l-Fakıh gibi IX. yüzyıl müelliflerinin verdikleri bilgilere göre Bağdat’ın sahip olduğu kanallar ağı hem tarımda bol ürün alınmasını, hem de şehrin su baskınlarından korunmasını sağlıyordu; bölge sağlıklı ve ılıman bir iklime sahipti. Şehir sağlamlığı ve yerleşim planı ile büyük bir kaleyi andırıyordu ve etrafı geniş, derin bir hendekle çevriliydi. Daha sonra tuğladan yapılmış bir iskele ve savunma amaçlarıyla boş bırakılmış 57 m. genişliğindeki bir alandan sonra temelden itibaren 9 m. yüksekliğinde bir duvar yer alıyor ve bundan sonra da tuğladan yapılmış asıl sur geliyordu. Kapıların üzerinde şehri yukarıdan gözetlemeleri için, alt kısmında nöbetçilere ayrılmış bölümleri olan gözetleme kuleleri vardı. Evler yapılması için bu surdan sonra 170 m. genişliğinde bir saha ayrılmıştı. Burada sadece askerler ve halifenin yakın adamlarının ev yapmalarına izin verildi. Şehre giren yollarda sağlam kapılar vardı. Bunun ardından halifenin sarayı (Bâbüzzeheb), câmi-i kebîr, divanlar, halifenin çocuklarına ayrılan evler ve biri muhafız birliği kumandanına, diğeri de sâhibü’ş-şurta*ya ait iki sakifenin (revak) yer aldığı geniş iç alan bulunuyordu ve etrafına üçüncü bir duvar inşa edilmişti. Şehrin kontrolünü sağlamak, hem içteki haberleşmeyi hem de kervan yollarıyla irtibatı temin etmek için şehir, ortada kesişen iki yol ile dört eşit parçaya bölünmüştür. Horasan kapısı kuzeydoğuya, Basra kapısı güneybatıya, Suriye kapısı kuzeybatıya, Kûfe kapısı ise güneydoğuya açılıyordu. Halifenin sarayına ulaşmak için hendeği aştıktan sonra iç ve dış surlardaki beş kapıyı geçmek gerekiyordu. Şehrin planında eski doğu imparatorluk geleneklerinin etkili olduğu söylenebilir. Nitekim halifenin halk arasına karışmayıp ayrı yaşaması, yeni devletin büyüklüğünü göstermek için yapılan görkemli cami ve saraylar da bunu ispatlar.

Sarayın 48 m. yüksekliğindeki yeşil kubbesi 941’de fırtınalı bir gecede yıldırım düşmesi üzerine yıkıldı; ancak duvarlar 1255’e kadar ayakta kaldı. Bâbüzzeheb’in yapımında mermer ve taş kullanıldı ve kapısı altınla süslendi. Hârûnürreşîd’in önem vermemesine rağmen Bâbüzzeheb yarım yüzyıla yakın bir zaman resmî ikametgâh olarak kullanıldı. Halife Emîn buraya yeni bir yan bina ilâve edip etrafında bir meydan yaptırdı. Emîn’in tahttan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan 813’teki kuşatma sırasında burası çok zarar gördü. Daha sonra ise resmî ikametgâh olmaktan çıktı ve tamamen ihmal edildi. Mansûr Camii saraydan


sonra inşa edildi; bu yüzden kıblesinde hafif hata vardır. 807’de Hârûnürreşîd bu camiyi yıktırıp tuğlalarla yeniden inşa ettirdi. Cami 875’te ve 893’te genişletildi. Halife Mu‘tazıd-Billâh camiye yeni bir bölüm ilâve ettirdi ve camiyi onarttı. Caminin minaresi 915’te yanmış, ancak tekrar yapılmıştır. Mansûr Camii Abbâsîler döneminde Bağdat’ın en büyük camii olma özelliğini korudu. 1255’te sel baskınına uğrayan cami Moğol saldırısından sonra da ayakta kalmaya devam etti.

Bağdat’ın planı sosyal gayeler gözetilerek çizilmiştir. Her bölge belirli bir etnik veya meslekî grubun sorumluluğundaydı. Askerler genel olarak surların dışında şehrin kuzey ve batısında, tüccar ve zenaatkârlar ise Kerh’te Sarât’ın güneyinde oturuyorlardı. Pazarlar Bağdat’ın planında önemli bir rol oynar. Başlangıçta en dıştaki büyük surdan iç sura doğru uzanan dört yol boyunca yüksek kemerli dükkânlardan oluşan dört pazar, ayrıca surların dışında da dört pazar yeri vardı. Halife Mansûr 773’te pazarların emniyet düşüncesiyle şehirden Kerh’e nakledilmesini emretti. Her zenaat ve ticaret erbabının müstakil pazar yerleri, çarşıları vardı. Meselâ Kerh’te manav, bakkal, sarraf ve kitapçılara tahsis edilmiş çarşılar mevcuttu. Şehrin büyümesiyle buraya Horasan, Semerkant, Merv, Belh, Buhara ve Hârizm’den tüccarlar geliyordu; bunların kendilerine ait mahalleleri ve her grubun bir reisi vardı.

Ya‘kubî Bağdat’ın planının 755’te çizildiğini nakleder. Ancak yapım çalışmaları 762’de başlamıştır. Şehrin planı üzerinde dört mimar çalıştı. Caminin mimarı ise Haccâc b. Ertât idi. Ya‘kubî ve Taberî’nin kaydettiğine göre Halife Mansûr yapım işinde çalıştırılmak üzere 100.000’e yakın işçi ve ustayı bir araya getirdi. Kerhâye Kanalı’ndan içme suyu olarak ve ayrıca inşaat işlerinde kullanılmak üzere su sağlayan bir kanal açıldı. 763’te en azından saray, cami ve divanların tamamlandığı, Mansûr’un Bağdat’ta oturmaya başladığı ve hilâfet merkezini oraya naklettiği anlaşılıyor. Daire şeklindeki şehir 766’da tamamlandı. Bağdat şehir plancılığı için önemli bir örnektir. Şehir, merkezinin her taraftan eşit uzaklıkta olması ve kolayca kontrol edilip korunması için daire şeklinde planlanmıştır. Arap kaynakları bu planın eşsiz olduğunu söylerler. Ancak dairevî plan Yakındoğu’da bilinmeyen bir şey değildi. Uruk şehrinin planı da hemen hemen daire şeklindedir. Asurlular’ın ordugâhları da daire şeklindeydi. Creswell, aralarında Harran, Agbatana, Hatra ve Dârâbcird’in de bulunduğu, oval veya daire şeklinde on bir şehrin adını sayar. Bağdat, plan itibariyle Dârâbcird’e daha çok benzer. Bağdat’ın mimarlarının muhtemelen böyle planlardan haberleri vardı. İbnü’l-Fakıh şehir için kare veya daire şeklinde iki plan çizildiğini ve sonuncusunun daha mükemmel olduğu için tercih edildiğini anlatır.

Bağdat’ın boyutları üzerinde çeşitli rivayetler vardır. Bir rivayete göre Horasan Kapısı’ndan Kûfe Kapısı’na kadar olan uzunluk 405 m., Suriye Kapısı’yla Basra Kapısı arasındaki uzaklık ise 303 metredir. Başka bir rivayete göre her iki kapı arasındaki mesafe 608 metredir. Her iki rivayet de şehrin gerçek ölçülerini yansıtmaz. Şehrin inşasında görev alanlardan biri olan Rebâh’ın vermiş olduğu bilgiye göre her iki kapı arası 1848 m. kadardır. Bu, Mu‘tazıd’ın emriyle yapılan ölçümde elde edilen ve Bedr el-Mu‘tazıdî tarafından rivayet edilen ölçülerle de teyit edilmiştir. Bu rivayet daire şeklindeki şehrin çapının 2352 m. olduğunu gösterir. Ya‘kubî belki de bu bilgilerin ışığında hendek dışında bulunan her iki kapı arasındaki mesafenin 2534,5 m. olduğunu söyler. Mansûr’un şehre yaptığı harcamalar hakkında da çeşitli rivayetler vardır. Bir rivayete göre masraf 18 milyon dinarı bulmuştur. İkinci rivayette ise masrafın 100 milyon dirhem olduğu söylenmektedir. Ancak halifeliğin arşivlerine dayanan resmî raporlar, Mansûr’un Bağdat için 4 milyon 883 dirhem harcadığını göstermektedir. İş gücü ve malzeme fiyatlarının düşüklüğü ve Mansûr’un yapılan harcamaları sıkı bir denetime tâbi tuttuğu göz önünde bulundurulursa bu rakamın doğru olduğu kabul edilebilir.

Halife Mansûr 773’te Dicle nehri kıyısında Horasan Kapısı’nın aşağı tarafındaki geniş bahçeler içinde Huld adını verdiği bir saray yaptırdı. Ayrıca stratejik gayeler, Mansûr’un ordunun bölünmesiyle ilgili politikası ve arazinin ihtiyacı karşılamaması halifeyi, Dicle’nin doğu yakasında veliahdı Mehdî için bir karargâh kurmaya sevketti. Bu karargâhın tesis edildiği yerde bir saray ve cami yapılmış, etrafı da kumandanlar ve maiyetlerinin evleriyle çevrilmişti. Buraya Hârûnürreşîd’in yaptırdığı saray münasebetiyle Rusâfe adı verildi. Askerî bölge bir duvar ve Mehdî’nin kışlasının etrafını saran bir hendekle ayrılmıştı. Mehdî’nin kışlasının yapımına 768’de başlanmış ve 773’te tamamlanmıştır. Rusâfe Mansûr’un kurduğu şehrin karşısında yer alır.

Bağdat’ta inşaat ve ticarî faaliyetler, zenginlik ve nüfus hızlı bir gelişme gösterdi. Halk daha çok Mehdî’nin ve ardından Bermekîler’in teşvikiyle cazip hale gelen Bağdat’ın doğusuna yerleşti ve buradaki nüfus yoğunluğu arttı. Yahyâ b. Hâlid el-Bermekî burada Kasrü’t-tîn adlı görkemli bir saray, oğlu Ca‘fer de Bağdat’ın doğu tarafının aşağısında daha sonraları Me’mûn’a verilen büyük bir saray yaptırdı. Hârûnürreşîd zamanında şehrin doğu tarafı Şemmâsiye Kapısı’ndan Muharrim’e kadar genişledi. Diğer taraftan Emîn, Hârûnürreşîd’in ikamet ettiği Huld Sarayı’ndan Bâbüzzeheb’e döndü ve burayı yenileyerek ona yeni bir bölüm ekledi; etrafını da kare şeklinde duvarlarla çevirdi. Zübeyde Hatun, biri Dicle kenarında hilâfet saraylarına yakın bir yerde, diğeri şehrin kuzeyindeki Katîa’da olmak üzere iki muhteşem cami yaptırdığı gibi Huld Sarayı yakınlarında da Karâr adlı bir köşk inşa ettirdi. Bağdat’ın batı tarafı ise kuzeyde Katrabül Kapısı ile Kerh arasında genişleyerek hemen hemen Muhavvel’e kadar yayıldı.

Şairler Bağdat’ın güzelliklerini övmüşler ve ona yeryüzünün cenneti adını vermişlerdir. Bağdat’ın güzel bahçeleri, yeşil çayırları, kapılarının üzerinde ve salonlarındaki muhteşem dekorasyonlarıyla şahane sarayları, mükemmel ve zengin eşyaları meşhurdu.

Bağdat, Halife Emîn ile Me’mûn arasındaki iktidar mücadelesinden ve on dört ay süren kuşatmadan büyük zarar gördü. Halkının şehri müdafaa etmesine kızan Tâhir b. Hüseyin karşı koyanların evlerinin yıkılmasını emretti ve Dicle nehri ile Dârürrakık, Suriye Kapısı, Kûfe Kapısı, Kerhâye Kanalı ve Künâse harap oldu. Bu yağma ve yıkım hareketine ayak takımı ve ayyâr*lar da katıldı. Huld Sarayı ve diğer saraylar, Kerh ve doğu tarafındaki bazı mahalleler ağır hasar gördü. Taberî ve Mes‘ûdî’nin naklettiği gibi bu tahribat neticesinde Bağdat’ın o görkemli hali kayboldu. Bağdat’daki karışıklık ve dehşet Me’mûn’un Merv’den dönüşüne (819) kadar devam etti. Me’mûn sarayına yerleşti ve bir yarış


alanı, bir hayvanat bahçesi ve yakın maiyetine hediye ettiği mahallerle birlikte şehri oldukça genişletti. Daha sonra bu sarayı Vali Hasan b. Sehl’e verdi. O da kızı Bûrân’a bıraktı. Bağdat Me’mûn’un idaresinde tekrar eski canlılığını kazandı. Mu‘tasım şehrin doğu tarafında bir saray yaptırdı. Daha sonra Türk ordusu için yeni bir başşehir aramaya karar verdi. Çünkü Bağdat kendi birlikleriyle de çok kalabalık hale gelmişti. Ayrıca hem halk hem de ordunun eski birliklerinin Türk birliklerine karşı husumet taşımalarından ve karışıklık çıkmasından endişe ediyordu. Halifelerin Sâmerrâ’da oturdukları dönemde (836-892) Bağdat onların fazla ilgisini çekmedi. Ancak büyük bir ticaret ve kültür merkezi olmaya devam etti.

Bağdat, Müstaîn-Billâh’ın Sâmerrâ’dan buraya geldiği ve Mu‘tezz’e bağlı kuvvetler tarafından kuşatıldığı 865’te çıkan olaylar sırasında da zarar görmüştür. Bu dönemde Rusâfe, Sûkusselâsâ’ya kadar genişledi. Müstaîn, Bağdat’ın müstahkem hale getirilmesini emredince doğu tarafındaki sur Şemmâsiye Kapısı’ndan Sûkusselâsâ’ya kadar, batı tarafındaki ise Katîatü Ümmü Ca‘fer’den Sarât’ın yukarısına kadar genişletildi ve etrafında meşhur Tâhir Hendeği kazıldı. Kuşatma sırasında doğudaki surların dışında kalan evler ve dükkânlar tahrip edilmiş, Şemmâsiye’nin doğu kesimleri, Rusâfe ile Muharrim de çok büyük zarar görmüştür. Mu‘temid nihayet 892’de Bağdat’a döndü ve Hasan b. Sehl’in kızı Bûrân’dan köşkünü istedi. Bûrân yenileyip bir halifeye lâyık şekilde döşediği bu sarayı ona teslim etti. Ondan sonra Mu‘tazıd 893’te sarayı yeniden inşa etti. Alanını genişletip yeni binalar ekledi. Genişlettiği alanda hapishaneler yaptırdı. Ayrıca yarış sahaları ilâve etti ve daha sonra bu alanı bir duvarla çevirdi. Bu yer “dârülhilâfe” olmaya daha lâyıktı ve ek binalarıyla resmî ikametgâh olarak kabul edildi. Mu‘tazıd daha sonra Dicle nehri kıyısında Tac Kasrı’nın temellerini attı. Fakat şehirden çok duman geldiğini görünce 2 mil kuzeydoğuda başka bir saray yapmaya karar verdi. Bir yer altı geçidiyle Kasrü’l-Hasanî’ye bağlanan, etrafı bahçelerle çevrili ve Mûsâ Kanalı ile su getirilen muhteşem Süreyyâ Sarayı’nı inşa ettirdi. Mu‘temid, havanın temiz olarak kalması için Bağdat çevresinde pirinç ve hurma yetiştirilmesini yasakladı. Süreyyâ, bir sel felâketine mâruz kalıp harap oluncaya (469/1076-77) kadar güzel bir görünüm arzediyordu. Bundan sonra şehrin daire şeklindeki merkezi yıkılmaya başladı. Mu‘tazıd şehrin duvarlarının


yıkılmasını emretti. Ancak Hâşimîler, duvarların Abbâsîler’in şeref ve azametini simgelediğini söyleyerek tepki gösterdiler. Bunun üzerine Mu‘tazıd yıkımı durdurdu. Bununla beraber halk duvarların yıkılması pahasına evlerini gittikçe genişlettiler. Bu da duvarların yıkılmasına ve daire şeklindeki şehrin harap olmasına yol açtı.

Müktefî-Billâh (901-907) Tac Kasrı ile Dicle kenarında bir rıhtım inşa ettirdi. Ayrıca 902’de saray hapishanelerini yıktırdı ve bir cuma camii (Câmiu’l-Kasr) yaptırdı.

Muktedir-Billâh (908-932) hilâfet sarayına yeni binalar ekledi ve onları mükemmel bir şekilde süsledi. Hayvanat bahçesine özel bir önem verdi. Hatîb el-Bağdâdî’nin 305 (917-18) yılı hakkında vermiş olduğu ayrıntılı bilgiler dikkat çekicidir. Sarayların etrafını çeviren sağlam duvarlar ve Muktedir’in toplantı salonunun kapılarından birine açılan gizli geçit savunma tedbirleri açısından gerekli idi. Onun sahip olduğu güzellikler arasında, çok katlı bir büyük havuzun içinde üzerinde serçeler ve çeşitli kuşlar bulunan gümüş bir ağaç da (dârü’ş-şecere) vardı. Havuzun her iki tarafında, sanki birbirlerini kovalıyormuş gibi aynı yöne hareket eden ata binmiş on beş süvari heykeli mevcuttu. Ayrıca 30x20 arşın ebadında, içinde dört kayık bulunan bir gölcük etrafında şahane bir bahçe vardı. Hayvanat bahçesinde her çeşit hayvan yaşıyordu. Kaynaklarda bunun dışında önemli silâhların bulunduğu Firdevs adlı bir saray ile hilâfet sarayı civarında yirmi üç köşk ve sarayın yer aldığı kayıtlıdır.

Bağdat bu dönemde en parlak zamanını yaşadı. X. yüzyılda doğu tarafı Şemmâsiye’den Dârülhilâfe’ye kadar 9240 m. uzunlukta bir sahaya yayılmıştı. İbn Tayfûr’un rivayetine göre Halife Mu‘temid’in kardeşi ve nâibi olan Muvaffak’ın emriyle Bağdat 892’den önce ölçülmüştür. Buna göre şehrin alanı, 26.250 ceribi (cerib=1,366 km²) doğu yakasında, 17.500 ceribi batı yakasında olmak üzere 43.750 ceribdi. İstahrî ve İbn Ebû Tayfûr’un ifade ettiği gibi Bağdat 892’de 7,250 km. uzunluğunda, 6,5 km. genişliğinde, Muktedir zamanında ise 8,5 km. uzunluğunda 7,250 km. genişliğinde idi.

Coğrafî konumu, halkının çalışkanlığı, devletin ticareti teşviki ve halifelerin itibarı Bağdat’ı büyük ticaret merkezi haline getirdi. Rusâfe ve özellikle Kerh’teki pazarlar günlük hayatın önemli bir unsuru oldu. Her çeşit ticaretin yapıldığı ayrı ayrı pazarlar vardı. Meyve pazarı, pamuk pazarı, yün pazarı, 100’den fazla dükkânın bulunduğu kitapçılar çarşısı, sarraflar çarşısı ve Kerh’teki attar dükkânları bunlardan bir kısmını teşkil eder. Yabancı tüccarlara ait pazar Bâbüşşâm çarşısında kurulmuştu. Doğu tarafında ise çiçeklerin satıldığı sûkuttîb, gıda satış yerleri, kuyumcular çarşısı ve koyun pazarı vardı. Ayrıca Çin malları için özel bir yer ayrılmıştı. Muhtesib* Mansûr zamanından beri hileleri önlemek, ölçü ve tartıyı kontrol etmek için pazarları denetlemekle görevliydi; ayrıca hamamları, camileri de teftiş ederdi. Her çarşı ve meslek erbabının hükümet tarafından tayin edilen bir reisi vardı. Ayrıca her meslekte bir “sâni‘” ve bir “üstat” bulunurdu. Bağdat pamuklu mâmüller, baş örtüsü, örtü, mendil gibi ipekli dokumalar, cam eşya, çeşitli yağlar, ilâçlar ve macunlar ihraç ederdi. Şehirde çeşitli renkte gömlekler, ince dokuma türbanlar, meşhur havlular üretilirdi. Bâbüttâk’ta mükemmel kılıçlar yapılırdı. Bağdat ipek ve pamuk üretiminde olduğu gibi deri ve kâğıt üretiminde de ün salmıştı. Sarraf ve cehbez*lerin faaliyetlerinden anlaşılacağı üzere Bağdat’ta devrine göre gelişmiş bir çeşit bankacılık mevcuttu. Bu da endüstri ve ticaretin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Sarrafların özellikle Kerh’te kendilerine ait dükkânları vardı. Bunlar daha çok halka hizmet ederlerdi. Cehbezler ise esas olarak hükümet ve hükümet memurlarına hizmet götürürlerdi.

Bağdat nüfusu itibariyle milletlerarası düzeyde büyük bir şehir olmuştu. Halk çeşitli unsurlardan oluşuyordu; farklı ırk, renk ve mezheplere mensup insanlar mevcuttu. Bunlar arasında orduya katılmak için gelen köle ve çeşitli meslek erbabı olduğu gibi alışveriş yapmak ve çalışmak amacında olanlar da vardı. Bu dönemde halk şehir hayatında önemli rol almaya başladı. Halife Emîn’in öldürülmesinden sonra ortaya çıkan karışıklıkları bastırarak (816) düzeni sağlamak için harcadıkları çabalar ve 919’da fiyatların yükselmesi karşısında ayaklanmaları bu faaliyetler arasında sayılabilir. Ayyârların faaliyetleri de bu dönemde başladı.

Bağdat’ın nüfusu hakkında bir tahminde bulunmak zordur. Cami ve hamamların sayısıyla ilgili rakamlar çok mübalağalıdır (Halife Mu‘temid’in idareye hâkim olan kardeşi Muvaffak döneminde 300.000 cami, 60.000 hamam; Büveyhîler’den Muizzüddevle zamanında 17.000, Halife Muktedir zamanında 27.000, Büveyhîler’den Adudüddevle zamanında 5000, aynı hânedandan Bahâüddevle zamanında 3000 hamam). Hamamlar 933’te sayılmış ve 1500 olduğu tesbit edilmiştir. Rivayetler her hamamın yaklaşık 200 eve hizmet verdiğini vurgular. Eğer bir evin ortalama beş nüfusa sahip olduğu düşünülürse nüfusun yaklaşık 1.5 milyon olduğu kabul edilebilir. Muktedir, hekimlerin imtihan edilmesini ve sadece hekimlik vasıflarına sahip olanlara belge verilmesini emretti. Sonuçta 860 kişiye hekimlik belgesi verildi. Devlet hastahanelerinde hekimlik belgesi olmadan çalışanlar da buna ilâve edilirse sayı 1000’i bulabilir. Mansûr Camii’nde ve Rusâfe’de ayın son cumasında namaz kılanların sayısı yaklaşık 64.000 idi. III. (IX.) yüzyıl sonlarında kayıkların sayısı 30.000 olarak hesap edilmiştir. Bu rakamlar ve Bağdat’ın alanı dikkate alınırsa IV. (X.) yüzyılda Bağdat’ın nüfusunun yine 1.5 milyon olduğu tahmin edilebilir. Şehir eşrafı Zâhir, Şemmâsiye, Me’mûniye ve Derbü Avn gibi mahallelerde otururdu. Katîatülkilâb, Nehrüddecâc ise fakirlerin yaşadığı mahallelerdi. İki katlı evler de olmakla beraber genel olarak halkın oturduğu evler tek katlı idi. Zenginlerin evlerinde banyolar vardı. Genellikle evler haremlik, kabul odaları ve hizmetçi odaları olmak üzere üç bölümden ibaretti. Halılar, divanlar, perdeler ve yastıklar başlıca mobilya çeşitleriydi. Serinleticiler, serin evler ve serdablar yazın kullanılırdı. Evlerin girişleri yazılar, hayvan, bitki resimleri ve insan figürleriyle süslenirdi. Bahçelere çok önem verilirdi.

Bağdat büyük bir kültür, tercüme ve bilim merkezi idi. Hanefî ve Hanbelî mezhepleri burada doğmuştur. Ayrıca Beytülhikme gibi tercüme yapılan diğer kuruluşlar da burada bulunuyordu. Camiler, özellikle Mansûr Camii büyük bir öğretim merkezi idi. Bir kitap sergi sahası olarak da kullanılan çok sayıda kitapçı dükkânının bulunması kültür faaliyetlerinin ulaştığı seviyeyi gösterir. Şairler, tarihçiler ve âlimler burada sayılamayacak kadar çoktu. Bu hususta Hatîb el-Bağdâdî’nin Târîhu Bagdâd adlı eserinde geniş bilgiler vardır. Sadece halifeler değil vezirler ve üst düzeydeki diğer görevliler de eğitim ve öğretime gereken ilgiyi göstermiş ve daima destek olmuşlardır. İslâm kültürünün yaratıcı devri Bağdat damgasını taşır. Daha sonra bir


eğitim ve öğretim merkezi olarak halk kütüphaneleri kuruldu. Bunların en meşhuru, Ebû Nasr Sâbûr b. Erdeşîr’in kurduğu Dârülilim’dir. Medreseler kurulmaya başlayınca Bağdat, Nizâmiye ve Müstansıriyye medreseleriyle buna öncülük etti ve medrese sistemini hem programda hem mimaride etkiledi. Özellikle IX. ve X. yüzyıllarda hastahanelere çok önem verildi. Bunlardan Bîmâristânü’s-Seyyide (918), Bîmâristânü’l-Muktedirî (918) ve Bîmâristân-ı Adudî (982) çok meşhurdu. Vezir ve diğer devlet yetkilileri de çeşitli hastahaneler yaptırmışlardır. Hârûnürreşîd devrinde Bağdat’ta üç tane köprü vardı. Meşhur olan iki tanesi Bâbü Horasan ve Kerh’te idi. Hârûnürreşîd Şemmâsiye’de iki köprü inşa ettirdi, ancak bunlar ilk kuşatma sırasında yıkıldılar. Üç köprü IX. yüzyılın sonuna kadar kaldı. Öyle anlaşılıyor ki kuzeydeki köprü yıkılmıştı, çünkü İstahrî sadece iki tanesinden bahsetmektedir. 997’de Bahâüddevle Sûkusselâsâ’da üçüncü bir köprü inşa etti. Bu da Sûkusselâsâ’nın Kuzey Bağdat’tan daha önemli hale geldiğini gösterir.

Halife Emîn zamanına kadar Bağdat’ta istikrarlı bir hayat vardı. Ancak ilk kuşatma sırasında halk arasında bazı fesatçılar ortaya çıktı. IX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren sel ve yangınlar da hayatı etkilemeye başladı. 883’teki sel Kerh’te 7000 evin yıkılmasına sebep oldu. 904 ve 929’da Bağdat selden önemli ölçüde zarar gördü. 983’teki sel Kûfe Kapısı’na dayandı ve şehre girdi. Özellikle emîrü’l-ümerâlar devrinde (936-945) kanalların ihmal edilmesi sel felâketine ve Bâdûrayâ bölgesinin tahribine sebep oldu. 919’da ve 934-948 yılları arasında vuku bulan kıtlıklarla hayat çekilmez hale geldi. 920 ve 921’de Kerh yangından önemli ölçüde zarar gördü. 934’teki Kerh yangını attarlar ve kuyumcular çarşısına kadar yayıldı. Büveyhîler dönemi Bağdat için oldukça zor bir devirdi. Muizzüddevle 945’te Bâdûrayâ’da bazı kanalları tamir ettirdi ve hayat şartlarında yeniden düzelme görüldü. Bu dönemi ihmalkârlıkların ağır bastığı bir dönem takip etti ve Batı Bağdat’ı sulayan birçok kanal harap oldu. Adudüddevle (977-982) bu kanalları temizletti. Köprüleri ve rıhtımları yeniden inşa ettirdi. Daha sonraları bu gibi faaliyetlere rastlanmamaktadır.

Bağdat’taki inşaat faaliyetleri bu dönemde sınırlıdır. 961’de Muizzüddevle Şemmâsiye Kapısı’nda büyük bir mey dan ve güzel bahçeleriyle birlikte büyük bir saray inşa etti ve yaklaşık 1 milyon dinar harcadı. Bununla beraber saray 1027’de yıkıldı. Adudüddevle Yukarı Muharrim’de Muizzüddevle’nin hâcibi Sebük Tegin’in sarayını yeniden inşa ettirdi. Ona geniş bahçeler ilâve etti, büyük masraflar yaparak Nehrülhâlis’ten kanallarla su getirtti. Burası Büveyhîler’in resmî ikametgâhı yani dârülimâre olarak kullanıldı. Adudüddevle Bağdat’ı çok kötü durumda bulmuştu. Evlerin ve çarşıların yeniden yapılmasını emretti ve cuma camilerinin yeniden inşa edilmesi için çok para harcadı. Dicle kenarındaki rıhtımları tamir ettirdi. Zenginlere de Dicle kenarındaki evlerini tamir etmeleri ve sahipsiz, harabe halindeki yerlerin bahçelerini düzenlemelerini emretti. Merkez köprüyü dar ve yıkılmaya meyyal gördü ve onu yenileyip genişletti. 982’de Bîmâristân-ı Adudî’yi yaptırdı; hekimler, müfettişler, memurlar tayin etti. Pek çok ilâç, merhem, araç gereç ve eşya sağladı; bakımı için de vakıflar tahsis etti. Bununla beraber Bağdat Büveyhîler zamanında gerilemeye başladı. Mansûr’un yaptırdığı şehir tamamen ihmal edildi. Şehrin batısındaki mahalleler çok kötü durumdaydı. Batı Bağdat’ın en gelişmiş bölgesi, tüccarların iş yerlerinin bulunduğu Kerh’ti. Şehrin doğu kesimi daha çok gelişmişti ve halkın ileri gelenleri genellikle burada otururlardı. Buranın muhteşem yerleri arasında büyük pazarın bulunduğu Bâbüttâk, Muharrim’deki Dârülimâre, şehrin güney tarafında ise halifenin sarayları vardı. İbn Havkal, Mansûr, Rusâfe, Berâsâ ve Dârüssultan camileri olmak üzere dört cuma camii gördüğünü söyler. Daha sonra 989 ve 993’te Katîa ve Harbiyye camileri cuma camii oldular. İbn Havkal, biri kullanılmayan iki köprü gördüğünü ifade eder. Öyle anlaşılıyor ki Muizzüddevle zamanında biri Şemmâsiye Kapısı’nda, biri Bâbüttâk’ta, diğeri de Sûkusselâsâ’da olmak üzere üç köprü vardı.

Bağdat halk arasında çıkan karışıklıklar, Büveyhîler’in desteklediği mezhep ihtilâfları ve ayyârların çapulculuklarından çok zarar gördü. 892’de Mu‘tazıd kassâs ve falcıların sokaklarda ve camilerde oturmalarını, halkın da onların etrafında toplanıp tartışmalara katılmasını yasakladı. Büveyhîler’den önce karışıklıklara, ahlâkı çok defa kuvvet kullanarak düzeltmeye çalışan Hanbelîler sebep olurdu. Bu dönemde mezhep ihtilâfları birçok insanın ölümüne ve ser vetin kaybolmasına sebep oldu. 949’da Kerh’in yağmalanmasından başlayarak Sünnîler’le Şiîler arasındaki çatışmalar o devrede olağan olaylar arasında yer alıyordu. 959’da iki grup arasındaki çatışma Bâbüttâk’ın yakılıp yıkılmasına sebep oldu. 971’de çıkan olaylar sırasında 17.000 kişi öldü; 300 dükkân, birçok ev ve otuz üç cami yandı. 1016’da Nehrü Tâbık, Bâbülkutn ve Bâbülbasra mahallelerinin çoğu yandı. 1030’da birçok dükkân ve çarşı tahrip edildi. Karışıklıklar ve zarar ziyanın çoğuna, özellikle X. yüzyılın son çeyreğinden itibaren faaliyetlerini yoğunlaştıran ayyârlar sebep oluyordu. Ayyârlar devamlı şekilde halkın mal ve canına karşı terörü devam ettirdiler, pazarlar ve yollardan zorla haraç topladılar. Yolcuları soydular, geceleri evlere girdiler. Kılıç zoruyla ve yangın çıkararak devamlı şekilde tahribat yaptılar. Özellikle Bâbüttâk, Sûku Yahyâ ve Kerh gibi zenginlere ait mahalle ve pazarları yaktılar. Halk evlerinin kapılarını kilitlemek zorunda kaldı ve tüccarlar geceleyin nöbet tuttular. Bu karışıklıklar fiyatların yükselmesine sebep oldu. Meşhur bir ayyâr lideri olan Bürcümî, Bağdat’ı dört yıl boyunca fiilen yönetti ve bir terör havası estirdi (1030-1033). Bu olaylar karşısında hükümet âciz kalıyor ve ayyârlar karışıklık çıkarmasın diye zorla vergi ve haraç toplamalarına göz yumuluyordu. Bu hadiseler Selçuklular’ın gelişine kadar devam etti.

1055’te Tuğrul Bey Bağdat’a girdi ve Büveyhîler’in Şiî politikasına son verip Sünnîler’i destekledi. Besâsîrî 1058’de Fâtımîler adına Bağdat’ı işgal etti. Fakat 1059’da Selçuklular tarafından mağlûp edilerek öldürüldü. Bağdat’ın bu dönemde kazandığı görünüm daha sonra fazla bir değişikliğe uğramadı.

Tuğrul Bey 1056’da birçok ev ve dükkânı yıkarak Dârülimâre’yi genişletti ve etrafını duvarlarla çevirdi. Dârülimâre 1058’de yandı ve tekrar inşa edildi, daha sonra da Dârülmemleke adıyla meşhur oldu. 1115’te yeniden inşa edildi, ancak 1121’de bir kaza sonucu yandı ve yeni bir saray yaptırıldı. Melikşah, sarayın yakınında olan Muharrim Camii’ni genişletip yeniden inşa ettirdi (1091) ve cami bundan dolayı Sultan Camii olarak adlandırıldı.

Doğu Bağdat’ta halk hilâfet sarayları etrafında kümelendi. Muktedî-Biemrillâh (1074-1094) inşaat faaliyetlerini teşvik etti. Besâliye, Katîa, Halebe, Aceme vb. saray etrafındaki yerleşim yerleri gelişti.


Muktedî, eski Tac Sarayı yakınında Dârüşşâtiyye’yi de inşa ettirdi. 1129’da Tac Sarayı yıkıldı ve yeniden yapıldı. Gelişen mahallenin etrafı duvarlarla çevrili olmadığından 1070’teki sel felâketinden çok zarar gördü. 1095’te Müstazhir, Harîm mahallesinin etrafını bir duvarla çevirdi. 1123’te Müsterşid burayı 22 arşın genişliğinde dört kapılı olarak tekrar inşa ettirdi. Bu duvar Osmanlı hâkimiyetinin sonuna kadar Doğu Bağdat’ın sınırlarını tayin ediyordu.

Bağdat XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerilemeye başladı ve görünümünde değişiklikler meydana geldi. Batı Bağdat’ta birçok yer harap oldu ve önceki ev ve bahçelerin yerlerini viraneler aldı. Şemmâsiye’nin eski mahallelerine, Rusâfe ve Muharrim’e önem verilmedi.

1171’de Bağdat’ı ziyaret etmiş olan Tutîleli (Tudela) Benjamin halife sarayının, altmış doktoru ve deliler için bir senatoryumu olan Bîmâristân-ı Adudî’nin büyüklüğünden bahseder ve Bağdat’ta kendilerine ait on okula sahip 40.000 yahudi olduğunu söyler. İbn Cübeyr 1185’teki Bağdat’ı anlatırken genel bir gerilemeye dikkat çeker, halkının gurur ve kibrini tenkit eder. Halifenin ikametgâhı, muhteşem saray ve bahçeleriyle yaklaşık bir veya daha fazla mahalleyi içine alırdı. Bu taraf çok iyi iskân ve imar edilmişti ve mükemmel çarşılara sahipti. Bunlardan en genişi Kurayye idi. Sultan Camii, Rusâfe Camii ve Halife Camii olmak üzere üç cuma camii vardı. Burada hepsi mükemmel binalarda eğitim yapan, bol miktarda bağış ve vakıflara sahip otuz medrese bulunuyordu. Bunların masrafları vakıflardan karşılanırdı. Bu medreselerin en meşhuru 1110’da yeniden inşa edilen Nizâmiye Medresesi idi.

İbn Cübeyr, Müsterşid tarafından yaptırılan dört kapılı duvarın yarım daire şeklinde olduğunu, her iki ucunun Dicle’ye vardığını ve Rusâfe, Şemmâsiye ve Muharrim mahallelerinin birçok yeri harabeye dönerken Ebû Hanîfe bölgesinin meskûn bir yer olduğunu ve Batı Bağdat’ın her tarafının tahrip edildiğini söyler. Surla çevrilmiş olan Kerh şehrinden ve Halife Mansûr’un yaptırdığı caminin bulunduğu Bâbülbasra’dan bahseder. İbn Cübeyr’in dikkat çektiği diğer bölgeler arasında, en kuzeyde Harbiyye ve ipek kumaşlarıyla meşhur Attâbiyye vardır. Ayrıca Bağdat’ta 2000 hamam ve on bir cuma camiinin bulunduğunu söyler. Müs terşid zamanında (1118-1135) Îsâ Kanalı civarında bir köprü vardı. Bu köprü daha sonra Bâbülkurayye’ye nakledildi. Müstazî-Biemrillâh zamanında (1170-1180) Bâbülkurayye’de yeni bir köprü yapıldı ve ilki Îsâ Kanalı’nın yakınındaki eski yerine getirildi. Bundan yarım yüzyıl sonra Yâkut (ö. 623/1226) bazı faydalı bilgiler verir ve Batı Bağdat’ı, birbirlerinden bir duvarla ayrılmış harabeler yığını mahalleler olarak gösterir. Harbiyye kuzeyde Harîmü’t-Tâhirî, güneybatıda Attâbiyyîn ve Dârülkaz, batıya doğru Muhavvel, doğuya doğru Kasr-ı Îsâ, güneyde Kerh ve Kureyye dikkati çeken mahallelerdir.

Bu dönemde bölgelerin yarı bağımsız statülerini gösteren cuma camilerinin sayısı Batı Bağdat’ta (Garbiyye) arttı. İbnü’l-Cevzî, 1135-1176 yılları arasında Mansûr Camii’ne ilâveten altı camiden bahseder. Kerh camileri Müstansır tarafından tamir edildi. Câmiu’l-Kasr da 1082 ve 1235’te olmak üzere iki defa tamir edildi. Bugün hâlâ ayakta kalan Kameriye Camii de 1228’de yapıldı. Abbâsî hilâfetinin son yüzyılında halife veya yakınları tarafından inşa ettirilen çok sayıda ribât* tasavvufun ne derece etkili olduğunu gösterir.

Bağdat’ta medreselerin kurulmasına çok önem verildi. Bu hareket başlangıçta Şâfiîler arasındaki dinî uyanış yanında siyasî ve idarî ihtiyaçlarla açıklanabilir. Fakat bu bir kültür faaliyeti olarak daha sonra da devam ettirildi. İbn Cübeyr Doğu Bağdat’ta otuz medrese olduğunu söyler. Diğer medreseler İbn Cübeyr’in ziyaretinden sonra kurulmuştur. En meşhurları 1066’da kurulan Nizâmiye, aynı yıl kurulan ve bugün Külliyetü’ş-şerîa olarak kullanılan Ebû Hanîfe, 1233’te kurulan ve XVII. yüzyıla kadar varlığını koruyan Müstansıriyye medreseleridir. Bu medreselerden her biri, dört fıkıh mezhebinden biri üzerinde ihtisaslaşmıştı. Sadece Müstansıriyye ile 1255’te kurulan Beşîriyye medreseleri dört mezhebe göre öğretim yapıyordu. Şemsülmülk b. Nizâmülmülk tarafından yetimler için kurulan bir mektep vardı. 1209’da Bağdat’ın her yerinde, ramazan ayında fakirlere hizmet etmek için misafirhaneler (dârüzziyâfe) kuruldu. Bağdat bu dönemde yangın, sel ve karışıklıklardan çok zarar gördü. 1057’de Kerh, Bâbülmuhavvel mahalleleri ve Kerh çarşısının büyük bir kısmı yandı. 1059’da da Kerh ve Eski Bağdat’ın çoğu yandı.

Halk grupları ve mezhep mensupları (Hanbelîler’le Şâfiîler, Sünnîler’le Şiîler) arasında çıkan olaylar kan dökülmesine ve tahribata sebep olmaya devam etti. İbnü’l-Esîr 1108’de geçici bir uzlaşmadan bahseder. Ancak bu uzlaşma kısa ömürlü oldu. Kavga ve çatışmalar devam etti ve Musta‘sım zamanında korkunç boyutlara ulaştı. 1242’de Me’mûniyye ile Bâbülezec, Muhtâre ile Sûku’s-sultân, Katuftâ ve Kureyye mahalleleri arasında olaylar çıktı, pek çok kişi öldürüldü ve dükkânlar yağmalandı. 1255 yıllarında durum çok daha kötüleşti. Sünnîler’in oturduğu Rusâfe ve Şiî mahallesi Hudayriyyîn arasında çatışmalar meydana geldi. Daha sonra Bâbülbasra ve Kerh de olaylara karıştı. Bu olaylar hem hükümet kontrolünün azaldığını, hem de mahalleler arasında rekabet olduğunu gösterir. Kerh ile Bâbülbasra arasında yeniden çatışma çıkınca bunu önlemek için gönderilen askerler Kerh’i yağmaladılar. 1256’da Kerh halkından birinin öldürülmesiyle olaylar doruğa ulaştı ve kontrolü sağlamak için gönderilen askerler halkla beraber Kerh’i yağmalayıp birçok yeri yakıp yıktılar; pek çok kişi öldürüldü ve kadınlar kaçırıldı. Bu dönemde ayyârlar her yerde faaliyet gösteriyordu. Dükkânları yağmalıyorlar ve geceleyin evleri soyuyorlardı. Hatta Müstansıriyye’yi bile iki kere talan etmişlerdi. Hükümet olayları bastırmaktan âciz kaldı. Kanallar temizlenmediği için seller meydana geldi. 1243’teki seller ve taşkınlar Nizâmiye ve civarındaki bazı mahalleleri tahrip etti. 1248’de seller Doğu Bağdat’ın etrafını sardı ve duvarların bir kısmını yıkarak Harîm’e ulaştı. Sel Rusâfe’de de birçok evi yıktı. Batı Bağdat sular altında kaldı ve Bâbülbasra ve Kerh bölgesi hariç birçok ev yıkıldı. Ekinler zarara uğradı. En büyük sel felâketi ise 1256’da meydana gelmiş ve Batı Bağdat’daki Dârülhilâfe ve Nizâmiye çarşıları sular altında kalmıştı.

İki yıl sonra 10 Şubat 1258’de Moğollar Bağdat’a saldırdılar; Halife Musta‘sım kayıtsız şartsız teslim oldu ve halk kılıçtan geçirildi. Kuşatmadan önce Bağdat’a akın eden çok sayıdaki köylü de bu acı âkıbetten kurtulamadı. Öldürülenlerin sayısı ile ilgili olarak kaynaklarda zikredilen tahminler, daha sonraki kaynaklarda daha yüksek olmak üzere 800.000 ile 2 milyon arasında değişmektedir. Çinli seyyah Cha’ng Te (1259) on binlerce kişinin öldürüldüğünü ifade eder. Onun verdiği bilginin Moğol kaynaklarına dayandığı


açıktır. Rakam vermek oldukça güçtür, ancak öldürülenlerin sayısı 100.000’i aşmıştır. Şehrin her tarafındaki gömülmemiş cesetlerden yayılan tahammülü imkânsız kokular Hülâgû’yu bile birkaç gün için çekilip gitmeye mecbur etti. Şehir yağmalandı, camiler ahır haline getirildi. Kütüphaneler tahrip edildi. Kitapların bir kısmı yakıldı, bir bölümü de Dicle nehrine atıldı, nehir günlerce mürekkep renginde aktı. İslâm medeniyetinin duraklamasına sebep olan Moğol istilâsı sadece Bağdat için değil bütün İslâm dünyası için korkunç bir felâket olmuştur. Bununla beraber Bağdat tamamen yıkılmaktan kurtuldu. Belki de ulemânın, “Adaletli bir kâfir, zalim bir imamdan daha iyidir” şeklindeki fetvası bu hususta önemli rol oynadı. Hülâgû Bağdat’tan ayrılmadan önce halka ait bazı binaların onarılmasını emretti. Vakıf müfettişi Câmiü’l-hulefâ’yı yeniden inşa etti, medrese ve ribâtların tekrar açılmasını sağladı. Kültür çok zarar görmesine rağmen tamamen yok edilmedi. Bağdat her yönüyle bir eyalet merkezi oldu. Şehir 1339-1340 yılına kadar İlhanlılar’ın hâkimiyetinde kaldı; bir vali ve bir şahne* ile bir askerî garnizon tarafından idare edildi.

Moğollar vergi tahakkuk ettirmek için Bağdat’ın nüfusunu onar, yüzer ve biner kişilik gruplar halinde kaydettiler. Yaşlılar ve çocuklar hariç herkesten vergi alındı. Bu durum yaklaşık iki yıl devam etti. Bağdat’ta yönetim İranlılar’a tevdi edildiği için şehir giderek eski önemini kazanmaya başladı. Şehirde 1258-1282 yılları arasında valilik yapan Atâ Melik Cüveynî’nin bunda önemli rolü oldu. Onun idaresinde Câmiü’l-hulefâ’nın minaresi ve Nizâmiye çarşısı yeniden inşa edildi. Müstansıriyye tamir edildi ve yeni bir sulama sistemi yapıldı. Şeyh Ma‘rûf ve Kameriyye camileri yeniden yaptırıl dı. Eski okulların bazıları özellikle Nizâmiye, Müstansıriyye, Beşîriyye, Teteşiyye ve Medresetü’l-ashâb yeniden öğretime başladılar. Cüveynî’nin karısı, dört mezhebin de esaslarının öğretilmesi için İsmetiyye Medresesi’ni ve onun yanında bir ribât yaptırdı. İlhanlı Hükümdarı Ahmed Teküder 1282’de, Abbâsîler devrindeki gibi dinî bir duyguyla, camilere ve okullara bağışta bulunulması için bir mesaj yolladı. Bunun yanında İlhanlı idaresi, müslüman olmayanlara karşı bir isyanın meydana gelmesine yol açtı. İlhanlılar hıristiyanları korudular ve onlardan cizyeyi kaldırdılar. Kiliseleri yeniden inşa ettiler ve okulları öğretime açtılar. Argun’un (1284-1291) yahudi asıllı maliye nâzırı Sa‘düddevle kardeşini Bağdat’a vali tayin edince yahudilerin itibarı arttı. Gazan Han zamanında Bağdat’taki gayri müslimler bazı sıkıntılarla karşılaştılar ve bir kısmı müslüman oldu. İlhanlılar Bağdat’ta kâğıt parayı (çao) kabul ettirmeye çalıştılarsa da başarılı olamadılar ve Gazan Han 1297’de bu uygulamaya son verdi.

Üç coğrafyacı İbn Abdülhak (ö. 1300 dolayları), İbn Battûta (ö. 1327) ve Hamdullah Müstevfî (ö. 1339), Bağdat’ın XIII ve XIV. yüzyıllardaki durumu hakkında bilgi verirler. İbn Abdülhak Merâsid adlı eserinde, Batı Bağdat’ta en kalabalığı Kerh olan metrûk mahalleler hariç hiçbir şeyin kalmadığını söyler ve Kureyye ve Remliyye mahalleleriyle Dârürrakık çarşısından, kâğıt üretimiyle meşhur Dârülkaz ve metrûk bir köy gibi duran Bâbülmuhavvel’den bahseder. Ayrıca Bîmâristân-ı Adudî’ye temas eder ve Harîmü’t-Tâhirî, Nehrü Tâbik ve Katîa mahallelerinden hiçbir eser kalmadığını, Tûsâ mahallesinin de metrûk bir köy gibi göründüğünü, Moğollar geldiği zaman Doğu Bağdat’ın büyük bir bölümünün harabe halinde olduğunu, onların da halkın çoğunu öldürdüklerini, daha sonra taşradan gelenlerin Bağdat’a yerleştiğini söyler. Halebe, Kureyye ve Katîatülacem’in meskûn mahaller olduğunu ifade eder. İbn Battûta Bağdat’taki iki köprüden bahseder ve şehirdeki mükemmel hamamlar hakkında ayrıntılı bilgi verir. Çok sayıda cami ve medresenin olduğunu, ancak bunların harabe halinde bulunduğunu nakleder. Hamdullah Müstevfî de Bağdat hakkında önemli bilgiler verir. Onun Doğu Bağdat’ın surları hakkında verdiği bilgiler İbn Cübeyr’in söylediklerini doğrular mahiyettedir. Müstevfî Bağdat’ta halkın hayatından memnun olduğunu, bozuk bir Arapça konuştuklarını, Şâfiî ve Hanbelîler’in şehre hâkim bulunduklarını, ancak diğer mezhep mensuplarının da bir hayli kalabalık olduğunu söyler. Çok sayıda medrese ve ribâtın bulunduğunu, bunların en büyüğünün Nizâmiye, mimari açıdan en güzelinin de Müstansıriyye Medresesi olduğunu kaydeder. Sitti Zübeyde Türbesi’nin bu devreye ait olması mümkündür. Bu hanım Musta‘sım’ın büyük oğlunun torunu Zübeyde olabilir.

Hasan-ı Büzürg 1339’da Bağdat’a yerleşti ve 1410’a kadar süren Celâyirliler sülâlesini kurdu. Mercan Camii bu dönemde yapılmıştır. Kitâbesinden anlaşıldığına göre Üveys’in kumandanı olan Mercan, cami ile birlikte medreseyi Hasan-ı Büzürg’ün zamanında inşa etmeye başlamış ve 1357’de Üveys’in zamanında bitirmiştir. Bu medresede Şâfiî ve Hanefî fıkhı okutulurdu. Günümüzde medreseye veya camiye ait olan sadece bir kapı kalmıştır.

Bağdat Timur tarafından 795’te (1392-93) ve 803’te (1401) olmak üzere iki defa işgal edildi. Birincisinde şehir fazla zarar görmedi, fakat ikincisinde halk suçsuz


olarak öldürüldü ve Abbâsîler’e ait mahalle ve binaların çoğu tahrip edildi. Bu Bağdat’ın kültür hayatına indirilen ikinci ağır darbe idi. Ahmed Celâyir 1405’te Bağdat’a dönerek Timur’un yıktığı duvarları, bazı binaları ve çarşıları tamir ettirmeye çalıştıysa da zamanı çok kısa sürdü.

1410-1467 yılları arasında Karakoyunlu Türkmenleri’nin hâkimiyetinde kalan Bağdat daha sonra Akkoyunlular’ın eline geçti. Bağdat bu Türkmen hânedanları zamanında daha geriye gitti ve bunların kötü yönetimleri yüzünden önemli ölçüde zarar gördü. Halkın çoğu şehri terketti. Sulama sisteminin harap olması sebebiyle seller yine pek çok zarara yol açtı. Makrîzî Bağdat’ın 1437’de harabe halinde olduğunu, ne bir cami ne cemaat ne de bir çarşı kaldığını, kanalların tamamen kuruduğunu ve Bağdat’ın şehir olmaktan çıktığını söyler. Buna ilâve olarak kabileciliğin yaygınlığından ve kabile birliklerinin ülkenin hayatında karıştırıcı rol oynamaya başladıklarından bahseder.

Bağdat 1508’de Safevî Hükümdarı Şah İsmâil’in yönetimine geçti ve buraya sahip olmak isteyen Osmanlılar’la İranlılar arasında bir mücadele başladı. Şah İsmâil’in emri üzerine, Ebû Hanîfe ve Abdülkadir-i Geylânî türbeleri başta olmak üzere Sünnîler’e ait pek çok türbe tahrip edildi ve birçok Sünnî lider öldürüldü. Bununla beraber Şah İsmâil Mûsâ el-Kâzım için bir türbe yaptırdı ve Bağdat’a “halîfetü’l-hulefâ” unvanıyla bir vali tayin etti. Birçok İranlı tüccar Bağdat’a geldi ve ticarî faaliyetler arttı. Kürt lideri Zülfikar’ın Bağdat’ı zaptedip Kanûnî Sultan Süleyman’a tâbi olduğunu ilân ettiği kısa bir devreden sonra Şah Tahmasb 1530’da ikinci defa Bağdat’ı ele geçirdi. Ancak Kanûnî Sultan Süleyman 1534’te Bağdat’a girdi.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Tayfûr, Târîhu Bagdâd, Leipzig 1908; Ya‘kubî, Kitâbü’l-Büldân, s. 31-38, 41-43, 8284; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), II, 274, 277; III, 278-279, 322; VI, 234-235, 265; Cehşiyârî, Kitâbü’l-Vüzerâ ve’l-küttâb, Kahire 1938, s. 13; Ezdî, Hikâyetü Ebi’l-Kasım el-Bagdâdî (nşr. A. Mez), Heidelberg 1902; Ebû Bekir es-Sûlî, Ahbârü’r-Râdî-Billâh ve’l-Müttakı-Lillâh (nşr. H. Dunne), Beyrut 1403/1983, s. 85-90, 131-134, 142-145, 194-200, ayrıca bk. İndeks; Tenûhî, Nişvârü’l-muhâdara (nşr. D. S. Margoliouth), Kahire 1920, I; Damas 1348/1930, VIII; Mes‘ûdî, et-Tenbîh, VI, 454-459; Hamza el-İsfahânî, Târîhu sinî mülûki’l-arz ve’l-enbiyâ, Beyrut, ts. (Dâru Mektebeti’l-Hayât), s. 130; Makdisî, Kitâbü’l-Bed ve’t-târîh, IV, 101; a.mlf., Ahsenü’t-tekasîm, s. 119-120, 121; İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-ümem (nşr. H. F. Amedroz), Bağdad 1332-33/1914-15, I, 74-75; Hatîb, Târîhu Bagdâd, I-XIV; Ahbârü’d-devleti’s-Selcûkıyye, s. 19, 20, 21, 23, ayrıca bk. İndeks; İbnü’l-Cevzî, Menâkıbü Bagdâd, Bağdad 1921, s. 7-8, 9-10, 11, 12-15; a.mlf., el-Muntazam, V, 21, 143, 144; VI, 3, 130, 140, 317-318; Yâkut, MuǾcemü’l-büldân, I, 678-679; II, 954; III, 613; IV, 254; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 426-428; VIII, 85-86; XI, 152; İbnü’t-Tıktaka, el-Fahrî, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 144, 145; İbn Hallikân, Vefeyât, II, 311; Kazvînî, Âsârü’l-bilâd, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 313-328; İbnü’l-Füvatî, el-Havâdisü’l-câmia (nşr. Mustafa Cevâd), Bağdad 1351; Ebü’l-Fidâ, Târîh, İstanbul 1286/1869-70, I, 292; II, 3, 22, 27, 211; Müstevfî, Nüzhetü’l-kulûb (Strange), s. 44-47; İbn Battûta, Tuhfetü’n-nüzzâr, I, 140-141; Makrîzî, Kitâbü’s-Sülûk, III, 100; İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü’z-zâhire (Popper), I, 345; II, 16; III, 85, 270; V, 135; Münşî el-Bağdâdî, Rihle (trc. Abbas el-Azzâvî), Bağdad 1948; İskender Bey Münşî, Târîh, I, 75; III, 695, 726 vd.; Sarre-Herzfeld, Archäologische Reise im Euphrat und Tigris-Gebiet, Berlin 1900, s. 35, 43, 45; M. Streck, Die Alte Lands haft Babylonien, Leiden 1900, I, 49-50; G. Le Strange, Baghdad during the Abbasid Caliphate, Oxford 1924; S. H. Longrigg, Four Centuries of Modern Iraq, Oxford 1925; Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Târîhu mesâcidi Bagdâd ve âsâruhâ, Bağdad 1346; R. Levy, A Baghdad Chronicle, Cambridge 1929; D. S. Sassoon, History of the Jews in Baghdad, Letchworth 1949; A. Sousa, Atlasu Bagdâd, Bağdad 1952; A. A. Duri, “Baghdad”, EI² (İng.), I, 894-908; H. Kennedy, “Baghdad”, EIr., III, 412-415.

Abdülazîz ed-Dûrî





II. OSMANLI DÖNEMİ

Bağdat 1508’de Safevîler’in eline geçmesinden Kanûnî Sultan Süleyman tarafından 1534’te alınmasına kadar Safevîler’le Osmanlılar arasında uzun mücadelelere sahne oldu. Ticaret yolları üzerinde bulunması, Osmanlılar’ın Avrupa ile mücadelesinde Bağdat’ı ön plana çıkardı. Nitekim Avrupa’yı ekonomik baskı altına almak isteyen Osmanlı Devleti Anadolu ve Karadeniz ticaret yollarına sahip olduktan sonra Basra’dan Bağdat’a, oradan da Suriye’ye uzanan hattı ele geçirmek için faaliyete geçti.

Şah İsmâil’den sonra tahta geçen I. Tahmasb devrinde Bağdat Muslu kabilesinden Zülfikar Han’ın nüfuzu altına girdi. Zülfikar Han Kanûnî adına hutbe okutup para bastırdı ve ona bağlılığını bildirmek üzere elçiler gönderdi. Bunun üzerine I. Tahmasb 1529’da Zülfikar Han’ı cezalandırmak için ordusu ile şehir civarına geldi. Zülfikar Han müdafaa tertibatı aldıysa da Tahmasb tarafından elde edilen kardeşlerinin ihaneti sonucu yakalanarak idam edildi ve bu şekilde Bağdat tekrar Safevîler’in eline geçti. Şerefeddin oğlu Tekeli Mehmed Han Bağdat valiliğine tayin edildi.

Kanûnî Sultan Süleyman Irakeyn Seferi’nde Tebriz’i fethedip Irak’a yürüdüğü sırada Mehmed Han kendisine karşı oluşan muhalefet yüzünden Bağdat’ı terketmek zorunda kaldı. Bunun üzerine halk şehrin anahtarlarını vezîriâzam Makbûl İbrâhim Paşa’ya teslim etti. İbrâhim Paşa Bağdat’a girdi, ancak yağmaya meydan vermemek için askeri şehir dışında tuttu. Kanûnî de 24 Cemâziyelevvel 941’de (1 Aralık 1534) şehre girdi. Fuzûlî bu fetih için, “Geldi burc-ı evliyâya pâdişâh-ı nâmdâr” mısraı ile tarih düşürmüştür. Padişah Bağdat’ta kaldığı dört ay içinde Kâzımiye’de Safevîler tarafından yapımına başlanan ve yarım kalmış olan camiyi tamamlattığı gibi Abdülkadir-i Geylânî’nin cami ve türbesi için zengin vakıflar kurdu. İmâm-ı Âzam’ın mezarını buldurup burada türbe, cami ve medrese inşa ettirdi. Ayrıca Âzamiye Kalesi’ni yaptırarak Bağdat’tan dönüşünde buraya Diyarbekir eski beylerbeyi Süleyman Paşa’yı vali tayin etti ve şehrin muhafazası için yeteri kadar kuvvet yerleştirdi.

29 Mayıs 1555’te Amasya Muahedesi ile hukuken Osmanlı Devleti’ne bağlı olduğu kabul edilen Bağdat’ta I. Ahmed devrine (1590-1617) kadar bazı aşiret ayaklanmaları dışında önemli bir hareket görülmemektedir. I. Ahmed devrinde ise Celâlîler’den bölükbaşı Tavîl Ahmed ve oğlu Mehmed isyan etmiştir. Bu isyanları bastırmaya Nasuh Paşa gönderilmiş, paşa önce Tavîl Ahmed’e, sonra oğluna mağlûp olmuşsa da Mehmed bir tekke bânisi olan Mehmed Çelebi adında biri tarafından öldürülmüş, yerine geçen kardeşi Mustafa’nın isyanı da Cigalazâde Mahmud Paşa tarafından bastırılmıştır.


I. Ahmed’den sonra merkezî otoritenin sarsılması sebebiyle Bağdat’ta yeniden isyanlar çıktı. Bu isyanların elebaşılarından yeniçeri zâbiti Bekir Subaşı ile azebler ağası Mehmed Kanber devleti en çok uğraştıran âsilerdir. Bağdat valiliğinde bulunan Hâfız Ahmed ve Kemankeş Ali paşaların çabalarına rağmen eyaletin İran’a yakın bulunması ve Safevîler’in işe karışmaları yüzünden isyanlar kolayca bastırılamadı. Hatta bir ara Bekir Subaşı Şah Abbas’la münasebet dahi kurdu. Ancak bu sırada Bekir Subaşı ile Mehmed Kanber arasında doğan rekabet ve nüfuz mücadelesi, Mehmed Kanber’in Bağdat Beylerbeyi Yûsuf Paşa ile birlikte Bekir Subaşı taraftarlarını ortadan kaldırmak istemelerine yol açtı. Bu arada Yûsuf Paşa’nın ölümü iç kalenin âsilerin eline geçmesine sebep oldu ve bunun üzerine Diyarbekir Beylerbeyi Hâfız Ahmed Paşa Bağdat’a gönderildi. Ahmed Paşa Bağdat üzerine yürürken bir taraftan da Şah Abbas’la yakın temasa geçen Bekir Subaşı’nın beylerbeyiliğe tayinini istedi ve bu teklif devlet tarafından da uygun bulundu. Nitekim Bekir Subaşı’ya yardıma gelen İran’ın Hemedan beylerbeyi Safî Kulı Han Hâfız Ahmed Paşa’nın Bağdat’tan çekilmesini, aksi halde iki devlet arasındaki barışın bozulacağını bildirdi; bunun üzerine Hâfız Ahmed Paşa Bekir Subaşı’yı acele olarak beylerbeyi tayin etti ve Bekir Subaşı da İran taraftarlarını şehirden kovdu. Şehri teslim almaya gelen, ancak aldatıldığını anlayan Şah Abbas, 1623 Temmuzunda ordusunu Bağdat üzerine sevkederek şehri kuşattı. Bu durum karşısında Bekir Subaşı Osmanlı Devleti’nden yardım istemek zorunda kaldı. Üç ay müddetle muhasara edilen Bağdat’ta kıtlık başladı ve bu arada Bekir Subaşı öldü. Şah Abbas’ın kendisine Bağdat valiliğini vaad ettiği oğlu Derviş Mehmed ise bu vaade aldanarak müdafaa etmekte olduğu iç kaleyi Safevîler’e teslim etti (28 Kasım 1623). Şah Abbas verdiği sözün aksine Sünnî halka büyük zulüm yaptı ve katliamda bulundu; İmâm-ı Âzam ve Abdülkadir-i Geylânî türbelerini tahrip ettirerek cami ve medreseleri ahır haline getirdi. Katliamdan kurtulan Sünnîler ise Bağdat’tan sürüldüler. Osmanlı Devleti, IV. Murad’ın çocuk yaşta bulunmasına ve İstanbul’da karışıklıklar çıkmış olmasına rağmen şehri kurtarmak için harekete geçti. Hâfız Ahmed Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu 13 Kasım 1625’ten 3 Temmuz 1626’ya kadar Bağdat’ı kuşatma altına aldı. İranlılar şehri tam teslim edecekken Osmanlı ordusunda çıkan hastalık ve ayrıca yorgunluk bu teslimi engelledi. Bağdat, Şah Abbas’ın halefi Şah Safî zamanında 1629’da İran seferine çıkan Sadrazam Boşnak Hüsrev Paşa tarafından ikinci defa muhasara edildiyse de kırk gün süren bu kuşatmadan da bir sonuç alınamadı. Bu arada Bağdat valisi bulunan Safî Kulı Han ölmüş, yerine zevk ve safaya düşkün bir kimse olan Bektaş Han getirilmişti. Bunun zamanında Bağdat’ta çıkan veba salgını şehirde kitle halinde ölümlere sebep oldu.

Bağdat 15 Ekim 1638’de başlayıp kırk gün süren bir kuşatma sonucu yeniden Osmanlı idaresine girdi. Osmanlı Sadrazamı Tayyar Mehmed Paşa’nın şehid düştüğü bu muhasara sırasında şehir büyük ölçüde harap olduğundan IV. Murad şehrin ele geçirilmesinden sonra binaları tamir ettirdiği gibi İranlılar tarafından tahrip edilen İmâm-ı Âzam’ın türbesini onartıp Dicle’ye set inşası ve bazı mahallere su getirtilmesi gibi faaliyetlerde de bulundu. IV. Murad Bağdat’ta iki ay kaldıktan sonra beylerbeyiliğe Küçük Hasan Paşa’yı getirerek İstanbul’a döndü. Kasrışîrin Antlaşması’yla da İranlılar Bağdat’ın Osmanlılar’a ait olduğunu kabul ettiler. Bundan sonraki Bağdat valileri Musul’dan Basra’ya kadar olan sahada devlet otoritesini sağlamakla uğraştılar. Meselâ valilerden Kara Mustafa Paşa, Basra Valisi Hüseyin Paşa’nın isyanını bastırarak asayişi temin etti (1667). Ancak Basra önce Müntefik aşireti şeyhi Ma‘nî’nin, ardından da Hüveyze Hanı Ferecullah’ın hâkimiyetine girdi, bir süre sonra ise İranlılar’ın eline geçti. Osmanlı Devleti 1683’te başlayan ve 1699’a kadar devam eden Avusturya, Rusya, Prusya ve Venedik savaşları dolayısıyla bölgeye yeteri kadar ilgi gösteremedi. Savaşın sona ermesinden sonra ise Bağdat Valisi Daltaban Mustafa Paşa’nın seraskerliğinde düzenlenen seferle Kurna ve Basra yeniden Osmanlı idaresine girdi.

1704’te valiliğe getirilen Eyüplü Hasan Paşa ve oğlu Ahmed Paşa’nın valilikleri Bağdat’ta yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Hasan Paşa on dokuz yıl süren valiliği sırasında bölgede huzursuzluklar çıkaran âsi aşiretleri sindirerek asayişi sağladı. Şehre giren yiyecek maddeleri üzerinden alınmakta olan vergileri de kaldırarak halkın sevgisini kazandı. Enderun’da yetiştiği için Bağdat’ta Osmanlı sarayı teşkilâtına benzer bir teşkilât kuran Hasan Paşa has oda, hazine ve kiler odaları ile bir mektep kurdu. Satın aldığı Abaza, Gürcü ve Çerkes kölelerle bazı eşraf çocuklarını sarayda eğitti. Daha sonra bunlar önemli mevkilere geldiler. Bağdat’ta huzur ve güveni sağlayan ve bu sırada İran’la başlayan savaşlarda serasker bulunan Hasan Paşa’nın vefatı üzerine Bağdat valiliği ve ordu kumandanlığı oğlu Ahmed Paşa’ya verildi. Babasının siyasetini sürdüren Ahmed Paşa bir yandan İran’a karşı başarıyla mücadele ederken bir yandan da Bağdat’a saldıran Benî Cemîl kabilesini cezalandırdı.

1733’te Nâdir Şah tarafından kuşatılan Bağdat, Ahmed Paşa’nın şiddetli mukavemeti sonucu yedi ay dayandıktan sonra Topal Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunun 20 Temmuz 1733’te Nâdir Şah’ı mağlûp etmesi üzerine muhasaradan kurtuldu. Ancak Nâdir Şah çıktığı Hint seferinden dönüşünde Bağdat’ı tekrar kuşattı (1743) ve Kerkük’ü zaptetti. 1746’da imzalanan Osmanlı-İran antlaşmasında Bağdat yine Osmanlılar’da kaldı. Ahmed Paşa’nın


1747’de ölümünden sonra Bağdat valileri çıkan isyanları bastırmakla uğraştılar.

Ahmed Paşa’nın ölümünden sonra âzatlı kölesi ve damadı Adana Valisi Süleyman Paşa Bağdat valisi oldu (1749). Bunun zamanında Arap kabileleri itaat altına alındı, Irak’ta emniyet ve asayiş sağlandı ve memlük* yönetimi iyice yerleşti. Süleyman Paşa’nın Bağdat’ta büyük ölçüde taraftar bulması üzerine Osmanlı Devleti bundan sonra burada kendi istediği birini değil, nüfuz ve idareyi ellerine geçirmiş olan kölemenlerden birini tayin etmek mecburiyetinde kaldı. Bu sebeple Süleyman Paşa’dan sonra 1762’de kethüdâsı Ali, 1764’te de yine kethüdâlardan Ömer Paşa vali tayin edildi. Bu arada 1772’de çıkan veba salgını halkın büyük kısmının ölümüne ve sağ kalanların Bağdat’ı terketmelerine yol açtı. Bu karışık durumda memlükler arasındaki çekişmeleri fırsat bilen İranlılar Basra’yı ele geçirdi ve Basra mütesellimliğine kölemenlerden Süleyman Ağa getirildi. Bu durum İran serdarı Zend Kerim Han’ın ölümüne kadar devam etti. Onun ölümü üzerine Basra mütesellimi bulunan Süleyman Ağa Osmanlı Devleti’ne başvurarak Basra eyaleti valiliğini istedi. Osmanlı Devleti Süleyman Paşa’ya Basra valiliğini verdikten başka ilâve olarak Bağdat ve Şehrizor eyaletlerini de bağladı. “Büyük” lakabı ile anılan Süleyman Paşa Bağdat ve Basra valisi olunca daha önceki karışık durumdan faydalanarak isyan eden âsi kabileleri cezalandırdı, ayrıca Bağdat’ta büyük bir imar faaliyetine başladı, ticaret ve ziraatı teşvik etti. Merkezî hükümetle iyi geçindi ve Mısır seferi için 2000 kese yardımda bulundu. Ancak Bağdat’ta vuku bulan ikinci bir veba salgını ve Vehhâbî saldırısı bu gelişmelere engel oldu.

Büyük Süleyman Paşa’nın 8 Ağustos 1802’de ölümü üzerine yerine Ebû Gaddâre Ali Paşa tayin edildi. Ali Paşa Şam Valisi Azmzâde Abdullah Paşa ile Vehhâbîler üzerine sefere çıkmak için görevlendirildiyse de bu sefer gerçekleştirilemedi.

Ali Paşa’nın katlinden sonra Osmanlı Devleti Bağdat’taki kölemen yönetimine son vererek valiliğe Yûsuf Ziyâ Paşa’yı getirmek istedi. Ancak Fransız elçisi Sebastiani’nin araya girmesi bu teşebbüsün gerçekleştirilmesine engel oldu ve valiliğe yine kölemenlerden Küçük Süleyman Paşa tayin edildi. Fakat kısa bir süre sonra icraatının hoşa gitmemesi, Vehhâbîliğe meyletmesi ve Bağdat muhallefât*ını göndermemesi, Osmanlı Devleti ile arasının açılmasına sebep oldu. Bağdat’a gönderilen ve Süleyman Paşa ile görüşen Hâlet Efendi bir sonuç alamayınca topladığı kuvvetlerle Bağdat üzerine yürüdü, ayrıca el altından şehirde bir de isyan çıkarttı. Fakat yapılan savaşta yenildiyse de ertesi gün Süleyman Paşa’nın kuvvetleri dağıldı; Süleyman Paşa ise sığındığı bedevî tarafından öldürüldü. Bağdat’a giren Hâlet Efendi valiliğe kölemenlerden Abdullah Ağa’yı (Paşa) getirdi. Fakat Abdullah Paşa’nın bir müddet sonra Süleyman Paşa’nın oğlu Said Paşa ile yaptığı savaşta yenilmesi ve öldürülmesi üzerine (1813) Bağdat, Basra ve Şehrizor vezir pâyesine yükseltilen Said Paşa’ya verildi. Ancak Said Paşa’nın bazı uygunsuz hareketleri azledilmesine sebep oldu ve Halep’e sürüldü. Yerine eniştesi Dâvud Efendi (Paşa) getirildi (1817). Kölemenli Dâvud Paşa’nın on beş yıl süren valiliği sırasında Bağdat büyük gelişme gösterdi. Asayiş sağlandı, çeşitli hayrat eserleri tesis edilip kumaş imalâthaneleri açıldı. Avrupa’dan getirtilen ustalar sayesinde sanayide önemli ilerlemeler sağlandı; ziraî borçların silinmesiyle ziraatın gelişmesine yardımcı olundu. Bu arada Dâvud Paşa, meydana getirdiği ve I. Napolyon’un eski yaverlerinden Deveaux’ya tâlim ettirdiği 10.000 kişilik piyade ve topçu kuvveti sayesinde Basra yöresine tecavüz eden Müntefik Şeyhi Hammûd’u bertaraf etti. Öte yandan 1821’de başlayan İran savaşlarında da önemli başarılar kazandı.

Kölemenlerin Dâvud Paşa ile yeniden kuvvet kazanması, imparatorluk içindeki mütegallibeyi ortadan kaldırmak isteyen II. Mahmud’un siyasetine ters düşmekteydi. Ayrıca 1827-1829 Osmanlı-Rus savaşı için talep edilen parayı göndermeyip devletin buradaki nüfuzunu temsil eden şıkk-ı evvel* defterdarı Sâdık Efendi’yi de öldürtünce Dâvud Paşa âsi ilân edildi. İngiliz elçisinin aracılığına rağmen tenkili için Halep Valisi Ali Rızâ Paşa görevlendirildi. Ali Rızâ Paşa öncü olarak gönderdiği Kasım Paşa’nın öldürülmesi üzerine Bağdat’ı kuşattı. Doksan gün süren kuşatma sonunda Ali Rızâ Paşa halkın açtığı kapılardan şehre girdi ve hemen bütün kölemenler yakalanıp idam edildi. Sadece on beş kadarı saklanıp kurtulabildi. Dâvud Paşa ise devlet tarafından affedildi.

Dâvud Paşa’dan sonra on altı yıl süreyle Bağdat valiliğini Ali Rızâ Paşa yürüttü. Ondan sonra Necib, Nâmık, Gözlüklü Reşid, Takıyüddin ve Midhat paşalar Bağdat valiliğinde bulundular. Bunlardan 1869-1872 yılları arasında vali olan Midhat Paşa, Degare meselesi denilen önemli urban isyanını bastırdığı gibi Necid’i de itaat altına alarak Bağdat vilâyetine bağladı. Bağdat onun zamanında büyük bir gelişme göstererek modern bir hüviyet kazandı. Halkın refahı sağlandı, şehrin çevresindeki surlar yıkıldı, kuzeyden güneye doğru büyük bir cadde yapıldı, sokaklar genişletildi. I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru ikinci bir cadde açılmasına başlandı, fakat savaş sonrasında Osmanlı kuvvetlerinin şehirden çekilmesi üzerine cadde İngilizler’ce tamamlandı. 1888’den itibaren ise şehir Bağdat demiryolu ile Anadolu ve İstanbul’a bağlandı.

Bağdat Lozan Antlaşması’na kadar hukuken Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldı. Irak’ın 23 Ağustos 1921’de bir krallık haline gelmesi üzerine ise bu devletin merkezi yapıldı.


400 yıla yakın bir süre Osmanlı idaresinde kalan Bağdat’tan seyahatnâmelerde kervanların buluşma yeri, Arabistan, İran ve Türkiye için önemli bir ticaret merkezi olarak bahsedilmektedir. Bu seyahatnâme yazarlarından Caesar Frederigo 1563’te şehirde pek çok tüccar gördüğünü; Sir Anthony Sherley her türlü malın kaliteli ve çok ucuza bulunduğunu, nehir üzerinde kalın zincir ve demirlerle birbirine bağlanmış, gerektiğinde açılabilen kayıklardan bir köprü yapılmış olduğunu anlatmaktadır (1590). Rauwolf ise sokakların dar ve evlerin sağlıksız olduğunu, paşanın ikametgâhı ile devlete ait binalar dışında birçok binanın harabe halinde bulunduğunu belirtir (1574). Ayrıca hamamların iyi bir durumda bulunmadığını, şehrin batı kesiminin etrafı açık büyük bir köy görünümünde olduğunu, doğusunun ise sağlam bir duvar ve hendeklerle çevrili bir halde bulunduğunu yazar. Seyyahlardan John Eldred de 1583’te Bağdat’ta Arapça, Farsça ve Türkçe konuşulduğunu kaydetmektedir. Portekizli Pedro Texaira Doğu Bağdat’ta 20-30.000 ev ile bir darphâne bulunduğunu, okçuluk ve tüfekçilik okullarının yer aldığını ifade etmektedir (1604). Ayrıca Tavernier, Evliya Çelebi ve Thevenot gibi XVII. yüzyıl seyyahları da Bağdat hakkında bilgi vermektedirler. Bunlardan Evliya Çelebi, Doğu Bağdat’ın etrafını çeviren surun yarım daire biçiminde ve 60 zirâ (arşın) yüksekliğinde olduğunu belirtmektedir. Kalenin kara tarafında 118, nehir tarafında ise kırk beş kule bulunmakta ve İmâm-ı Âzam, Karanlık Kapı, Ak Kapı ve Köprü Kapısı adlarında dört kapı yer almaktaydı. Evliya Çelebi surun uzunluğunu normal yürüyüşle 28.800 adım (yaklaşık 7 mil), Kâtib Çelebi ise 12.200 zirâ olarak belirtmektedir. 1853’te Bağdat’a gelen Felix Jones da daire şeklinde tasvir ettiği ve Dicle’den getirilen su ile doldurulmuş hendeklerle çevrili olduğunu söylediği Doğu Bağdat surlarını 10.600 yard (yaklaşık 6 mil) uzunluğunda gösterir.

Kanûnî Sultan Süleyman devrinde düzenlenmiş tahrir defterine göre (1544) Bağdat’ta çeşitli sosyal tesislere ve şahıslara ait kırk dört vakıf bulunuyordu (BA, TD, nr. 386, s. 222-241). Bunlardan Danyal Peygamber Mezar ve Camii, Huzeyfetü’l-Yemânî Alemdar Mezarı, Evlâd-ı İmam Hasan Mezarı, Mercâniyye Dârüşşifa ve Medresesi, Müstansıriyye Medresesi, Câmi-i Kebîr, Cihan Şah Padişah, Zâviye-i Cemşîd Bey, Mezâr-ı İmam Abdullah, Makam-ı Hızır Nebî, Makam-ı Seyyid Abdurrahman b. Zeynüddin, Mezâr-ı bint-i Ümmü Külsûm, Şeyh Necîbüddin Sühreverdî, Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî, Hz. Ali makamı, Kameriyye Camii, Haydarhâne, Vefâiyye Medresesi, Ribât Medresesi, Yamanca Hatun Medresesi, İsmâiliyye Medresesi vakıfları en tanınmış olanlardır. Sözü edilen bu kırk dört vakfın 1544 yılı geliri toplamı 384.874 akçeye ulaşmaktaydı.

XVI. yüzyılda önemli vakıf gelirine sahip bu gibi eserlerin XVII. yüzyılda da mevcut olduğu, Evliya Çelebi’nin bunlarla ilgili kayıtlarından anlaşılmaktadır. Nitekim Evliya Çelebi pek çok cami ve han bulunduğunu söylediği Bağdat’ta dokuz caminin ismini zikretmekte, ayrıca sekiz kilise, üç sinagog, 700 tekke ve 500 hamamdan bahsetmektedir. Öte yandan IV. Murad dönemine (1623-1640) ait bir tahrir defterinde Hz. Ali ve İmam Hüseyin evkafının 1.365.044, İmâm-ı Âzam evkafının 48.850, Şeyh Abdülkadir-i Geylânî evkafının 79.250, Selmân-ı Fârisî evkafının 13.413, Kanber Ali evkafının 11.697 ve Şeyh Câkir evkafının 57.796, Müstansıriyye Medresesi evkafının 21.662, Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî evkafının 85.519, Mercâniyye Medresesi evkafının 95.110 akçe geliri bulunmaktaydı (BA, TD, nr. 1028, s. 8-11). Bunlardan bugün halen üniversite olarak eğitim veren Müstansıriyye Medresesi’nde yılda öğretime 708, imâmete 1062, müezzinliğe 708, hitabete 354, ferrâşa 354, talebelere 2124, nezârete 531 ve tevliyete de 384 akçe olmak üzere toplam 12.951 akçe ücret kaydedilmiştir. Bu dönemde Bağdat’ın etrafının hurma bahçeleriyle çevrili olduğu da belirtilmektedir. Nitekim Bağdat şehri civarında 7232, vilâyette ise 305.253 hurma ağacı bulunmaktaydı.

İslâm medeniyetinin en önemli merkezlerinden biri olan, ancak Osmanlılar’a geçmeden çok önce bu özelliğini kaybeden Bağdat’ta Osmanlılar döneminde yeniden az da olsa ilim ve edebiyat sahasında ün kazanmış şahsiyetler yetişmiştir. Nitekim Kanûnî’nin Bağdat’ı fethettiği sıralarda burada bulunan ünlü Türk şairi Fuzûlî Osmanlı hükümdarı ve bazı devlet adamları hakkında kasideler yazmış, ondan sonra oğlu Fazlî de Türk edebiyatının seçkin simalarından biri olarak şöhret kazanmıştır. Yine meşhur divan şairi Rûhî ile Gülşen-i Şuarâ adıyla bir tezkire yazan Ahdî Bağdat’ın önemli şairlerindendir. Bunlardan başka Zihnî, Zâyiî, Aziz, İlmî ve Bağdat Mevlevîhanesi şeyhliğinde bulunmuş olan Yahyâ Dede, Gülşen-i Hulefâ müellifi Murtaza ile son devir Türk şairlerinden Ahmed Hâşim de Bağdatlıdırlar.

Osmanlılar tarafından fethinden sonra Bağdat ve civarının tahrir*i yapılarak şehir yeni bir eyaletin merkezi halinde teşkilâtlandırıldı. 1560’larda eyalete yirmi dokuz sancak bağlıydı. 1578-1588 listelerine göre Bağdat eyaleti yirmi iki sancaktan ibaretti ve bazı sancakları yeni teşkil edilen Rakka eyaletine bağlanmıştı. Ayrıca eyalete bağlı sancaklardan Musul ve Deyrürahbe beylerbeyilik haline getirilmişti. Bu sırada başlıca sancaklarını Erbil, Hille, Zengâbâd, Semevât, Kerkük, Cessânbedre, Harîrdîvîn, Bayat, Rûmâhiye, Derteng, Cevâzir, Vâsıt, Kasrışîrin teşkil ediyor, İmâdiye ise yarı müstakil hükümet statüsünde eyalete bağlı bulunuyordu. Ayn Ali Efendi ise Bağdat eyaletinin on sekiz sancağa ayrıldığını, bunların yedisinde timar ve zeâmet sisteminin uygulandığını, diğer on bir sancağın ise “arz-ı hâliye-i Irâk” olarak adlandırıldığını, İmâdiye’nin kendi hâkimi tarafından tasarruf edildiğini yazar. Timar sisteminin uygulandığı sancakların ise Hille, Zengâbâd, Cevâzir, Rûmâhiye, Cengûle, Karatâk olduğunu belirtir. Sâlyâne*li eyaletlerden olan Bağdat eyaletinin yıllık geliri 14 yük (1.400.000) akçe idi. Eyalette beylerbeyi, kadılar, yeniçeri, cebeci ve hisar ağaları, topçubaşı, hazine ve timar defterdarları, gümrük emini gibi yüksek devlet memurları da görev yapıyordu. Her yıl merkezden gönderilen kapıkulu askerleri Bağdat’ın iç kalesinde otururlardı. Safevîler’in eline geçtikten sonra eyalet sistemi dağıldı, ancak IV. Murad tarafından yeniden zaptı ile eski teşkilâtın kurulmasına çalışıldı. Bu dönemde Bağdat eyâleti Mendelîcan,


Kerkük, Dükuk, Cevâzir, Hille ve Rûmâhiye adlı timar sisteminin uygulandığı altı sancağa ayrılmıştı. XVII. yüzyılın ortalarında ise eyalet, bir kısmında timar sisteminin uygulandığı, diğerlerinde uygulanmadığı yirmi beş sancaktan ibaret bir durumdaydı. Büyük Süleyman Paşa’nın Bağdat eyaleti valiliğine tayininden sonra (1779) Basra ile Şehrizor sancakları da buraya ilâve edilerek uzun bir süre bu yöreler Bağdat eyaleti içinde yer aldı. Kölemen idaresinin son bulmasından sonra Irak’ın doğrudan merkeze bağlanması ile Basra, Şehrizor ve Musul ayrı vilâyet haline getirildi ve daha sonra Bağdat vilâyeti sadece Dîvâniye ve Kerbelâ’dan ibaret kaldı. Bağdat 1857’de yeni kurulan 6. Ordu’nun, daha sonra ise 13. Kolordu’nun merkezi oldu. V. Cuinet, Bağdat merkez sancağına bağlı Horasan, Azîziye, Hânikın, Mendeli, Sâmerrâ, Cezîre, Delim, Kûtül‘amâre, Kâzımiye ve Âne adlarında on kazası bulunduğunu ve sancakta 340.800 müslüman, 7000 hıristiyan, 52.200 de yahudi nüfusun yer aldığını kaydeder.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, TD, nr. 386, s. 222-241; nr. 1028, s. 811, 225-242; Bağdad Sâlnâmesi, Bağdad 1309, s. 209; Feridun Bey, Münşeât, II, 406; Selânikî, Târih (İpşirli), II, 745; Ayn Ali, Kavânîn-i Âl-i Osmân, s. 8, 36; Peçuylu İbrâhim, Târih, I, 206 vd.; Kâtib Çelebi, Cihannümâ, s. 409, 459 vd.; a.mlf., Fezleke, II, 129; Solakzâde, Târih, s. 486 vd.; Thevenot, Relation d’un voyage au Levant, Paris 1658, s. 576-592; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 186, 193; II, 404 vd.; IV, 416, 419; Naîmâ, Târih, III, 47; Silâhdar, Târih, I, 399, 473; Nazmizâde Murtaza, Gülşen-i Hulefâ, İstanbul 1143, vr. 73, 79, 89, 135; Râşid, Târih, I-II, tür.yer.; Küçük Çelebizâde Âsım, Târih, İstanbul 1282, tür.yer.; Cevdet, Târih, II, 52-61; III, 278; Vâsıf, Târih, I, 211; Lutfî, Târih, III, 132 vd.; VIII, 165; Hâvî, Devhatü’l-vüzerâ, Bağdad 1246, s. 49, 118, 164 vd.; J. Porter, Turkey its History and Progress, London 1854, II, 43-293; Ahmed Hamdi, Usûl-i Coğrafya-i Kebîr, İstanbul 1292, s. 352; Cuinet, III, 87, 90; Mehmed Emin, Bağdad ve Son Hâdise-i Ziyâı, İstanbul 1338-41, Giriş; İ. Metin Kunt, Sancaktan Eyalete (1550-1650), İstanbul 1978, s. 145-146, 165-166, 195; J. B. Tavernier, Les Six Voyages en Turquie, en Perse et aux Indes (nşr. S. Yerasimos), Paris 1981, I, 303 vd.; L. Bouvat, “Le Vilayet de Bagdad et son organisation administrative”, RMM, XXIII (1913), s. 240-267; Robert Mantran, “Bagdad K l’Epoque Ottomane”, Arabica, IX, Leiden 1962, s. 311-324; Yusuf Halaçoğlu, “Midhat Paşa’nın Necid ve Havalisi ile İlgili Birkaç Lâyihası”, TED, sy. 3 (1973), s. 150-152; İlhan Şahin, “Tımar Sistemi Hakkında Bir Risâle”, TD, XXXII (1979), s. 920; C. Baysun, “Bağdad”, İA, II, 203-211.

Yusuf Halaçoğlu





III. KÜLTÜR ve MEDENİYET

Kuruluşunu takip eden yıllardan itibaren her alanda hızlı bir gelişmeye sahne olan Bağdat III-IV. (IX-X.) yüzyıllarda İslâm dünyasının en büyük şehri, en önemli ilim, kültür ve medeniyet merkezi haline geldi. Artan ticaret, servet ve refaha paralel olarak ilim, edebiyat ve sanatta da ciddi gelişmeler oldu. Bağdat’ta bizzat halife ve vezirlerin himaye ve teşvikleriyle kurulan müesseselerde ilim, kültür ve sanatta en önde gelen simalar yetişmiştir. İslâm kültür ve medeniyetine damgasını vuran Bağdat aynı zamanda Avrupa medeniyetinin doğuşuna da zemin hazırlamıştır.

Çeşitli dillerden Arapça’ya yapılan tercümelerin İslâm medeniyeti tarihinde önemli bir yeri vardır. Emevîler devrinde başlayan bu tercüme faaliyetleri Abbâsîler döneminde daha sistemli bir şekilde sürdürüldü; böylece hilâfet merkezi Bağdat, kuruluşunun üzerinden henüz bir asır bile geçmeden özellikle Hint ve İran menşeli eserlerin tercüme edildiği, Güney Avrupa’yı Ortadoğu ve Yakındoğu ile bütünleştiren bir merkez oldu; medeniyet ve kültür hareketlerinde önemli bir mevki işgal etti.

Helenizm’in iki büyük merkezinden biri olan Cündişâpûr Akademisi’ndeki Süryânîler, Hintliler, Harranlılar ve Nabatîler, Halife Hârûnürreşîd ve Bermekîler’in teşvikiyle Bağdat’a gelerek buradaki tercüme faaliyetine katıldılar. Cündişâpûr Akademisi’ne mensup bilginler Bağdat’ta İran ve Hint asıllı bilginlerle bir araya geldiler, yeni bir ilmî faaliyet başlattılar. Yunanca, Pehlevîce, Latince, Sanskritçe, Nabatîce ve Süryânîce yazılmış birçok eser Arapça’ya çevrildi. Bunun sonucu olarak Arapça sadece Kur’an ve şiir dili olmakla kalmayıp aynı zamanda felsefe ve ilim dili haline geldi. Tercüme faaliyetleri, Hârûnürreşîd tarafından Bağdat’ta kurulan ve Me’mûn zamanında tam teşekküllü bir kurum haline getirilen Beytülhikme sayesinde oldukça hızlandı ve daha sonraki birkaç halife zamanında da devam etti. Başlangıçta bir tercüme bürosu ve kütüphane olarak faaliyet gösteren Beytülhikme daha sonra özellikle felsefe ve pozitif bilimlerin araştırıldığı bir merkez haline geldi. Beytülhikme örnek alınarak yüksek düzeyde ilmî araştırmalar yapacak bir merkez de Kayrevan’da kuruldu. Bu konuda Ağlebî Hükümdarı III. Ziyâdetullah’ı teşvik eden İbrâhim b. Ahmed Riyâzî (ö. 298/ 910) Bağdat’ta yetişmiştir.

IX-X. yüzyıllarda altın çağını yaşayan tercüme faaliyetleri sonunda felsefe, mantık, matematik, tıp, zooloji, botanik, kimya ve edebiyata dair eserler İslâm kültürüne kazandırıldı. Tercüme edilen eserler İskenderiye ve Cündişâpûr akademileriyle Hindistan ve Bizans kütüphanelerinden temin ediliyordu. Sehl b. Hârûn gibi ediplerin idaresindeki bir heyet Arapça’ya tercüme edilecek eserlerin tesbit, temin ve ehliyetli mütercimler tarafından çevrilmesi, tercümelerde dil ve üslûp birliğinin sağlanmasıyla görevliydi. Bunları yazacak müstensihler hatta mücellitler bile itina ile seçiliyordu. O devrin tanınmış mütercimleri arasında Ömer b. Ferrûhân et-Taberî (ö. 200/ 815), Huneyn b. İshak (ö. 260/873) ve Sâbit b. Kurre el-Harrânî (ö. 288/901) sayılabilir. Ya‘kub b. İshak el-Kindî de (ö. 256/870 [?]) redaktör olarak çalışmıştır. İlim ve kültürün halifeler ve devlet adamları tarafından himaye edilmesi üzerine çok sayıda ilim adamı ve mütercim Bağdat’a akın ettiği gibi şehirdeki kâğıtçı ve kitapçıların sayısı da arttı; edebî münazara ve toplantılar çoğaldı. Halkta kitaplara karşı merak ve ilgi başladı. Bununla beraber müslümanlar sadece tercümeyle yetinmediler; hem dinî hem de din dışı ilimleri sistematik bir şekilde ele alarak müstakil bir hüviyet kazandırdılar.

Böylece yeni bir medenî çevrede yükselme ve gelişme imkânı sağlanarak büyük âlim, filozof, düşünür ve edipler yetişti; Bağdat dinî ve din dışı ilimler sahasında büyük bir merkez oldu. Bunlar arasında cebirin kurucusu sayılan Muhammed b. Mûsâ el-Hârizmî (ö. 235/ 850), İslâm felsefesinin ilk temsilcisi Kindî, astronomi âlimi Ferganî (III/IX. yüzyıl), Ebû Ma‘şer el-Belhî (ö. 272/886), tabip ve riyâziyeci Sâbit b. Kurre el-Harrânî, tabip, kimyacı ve filozof Ebû Bekir er-Râzî (ö. 313/925), astronomi âlimi Bettânî (ö. 317/929), İslâm felsefesinin en ünlü iki siması olan Fârâbî (ö. 339/ 950) ve İbn Sînâ (ö. 428/1037), matematik, astronomi, coğrafya, jeoloji, eczacılık vb. sahalardaki engin bilgisi ve araştırıcı zihniyetiyle Bîrûnî (ö. 443/1051) ve çok yönlü bir ilim ve tefekkür adamı olan Gazzâlî (ö. 505/1111) gibi âlimler, Câhiz (ö. 255/869), İbn Kuteybe (ö. 276/889) ve Müberred (ö. 285/898) gibi edipler yetişti.

Bağdat hakkında erken tarihlerden başlayarak günümüze kadar pek çok eser yazılmış ve ilmî araştırmalar yapılmıştır.


Bu hususta yazılan klasik kaynakların başlıcaları şunlardır: İbn Tayfûr Ahmed b. Ebû Tâhir (ö. 280/893), Kitâbü Bagdâd; Muhammed b. Ömer el-Ceâbî (ö. 355/966), Ahbâru Bagdâd ve tabakatü ashâbi’l-hadîs; Hatîb el-Bağdâdî (ö. 463/1071), Târîhu Bagdâd; Hibetullah b. Mübârek (ö. 509/1116), Zeylü Târîhi Bagdâd; Sem‘ânî (ö. 562/ 1167), Zeylü Târîhi Bagdâd; İbnü’d-Dübeysî (ö. 637/1239), Zeylü Târîhi Medîneti’s-Selâm Bagdâd; İmâdüddin Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed (ö. 597/1200), Târîhu Bagdâd; Bündârî (ö. 643/1245), Târîhu Bagdâd.

Bağdat’ın bir ilim ve kültür merkezi olmasından sonra burada gelişen başlıca ilimler şunlardır:

Matematik. Hindistanlı bir seyyahın Bağdat’a getirdiği astronomi ve matematiğe dair Sind-Hind adlı eser Halife Mansûr’un emriyle İbrâhim el-Fezârî tarafından Arapça’ya tercüme edildi ve bu sayede Hint rakamları İslâm dünyasında tanındı. Daha sonra Muhammed b. Mûsâ el-Hârizmî ve Habeş el-Hâsib’in hazırladığı tablolar, sayıların bütün İslâm ülkelerine yayılmasına vesile oldu. Hârizmî aritmetik ve cebirle ilgili Hisâbü’l-cebr ve’l-mukabele adlı bir eser yazdı. İmrân b. Veddâh, Şihâb b. Kesîr ve Ebû Mansûr el-Bağdâdî burada yetişmiş meşhur matematikçilerdir. Batlamyus’un el-Mecistî’si ile Öklid’in Usûlü’l-hendese’si İranlı bilginlerin yardımıyla Arapça’ya çevrildi. Bağdat’ta Benî Mûsâ b. Şâkir geometri alanında önemli eserler verdi. Bu eserlerden Kitâbü Marifeti mesâhati’l-eşkâl Latince’ye çevrilmiş, Fibonacci ile Thomas Bradwardine’yi etkilemişti. Haccâc b. Ertât da Bağdat’ta geometri alanında tanınmış bir ilim adamıydı.

Tıp. Abbâsî halifeleri, Selçuklu ve Büveyhî hükümdarları Bağdat’ta tıbbın gelişmesi için yoğun bir gayret sarfettiler, hastahaneler açarak tabipleri teşvik ve himaye ettiler. Bağdat bu sayede önemli bir tıp merkezi oldu. Halife Mansûr Bağdat’ta körler için bir hastahane, yaşlılar için de bir dârülaceze kurmuş, Hârûnürreşîd ise pratik tıp eğitimi için bir hastahane yaptırmış ve burayı ilmî eserlerle zenginleştirmiştir. Özellikle Hârûnürreşîd devrinde tıp alanında başarılı çalışmalar yapıldı. Kaynaklar tam teşekküllü ilk hastahanenin Hârûnürreşîd tarafından Bağdat’ta kurulduğunu ve meşhur hıristiyan hekim Cibrâîl b. Buhtîşû‘un Cündişâpûr’dan buraya getirilerek başhekim tayin edildiğini kaydeder ki bu hastahane İslâm dünyasında tıbbın gelişmesine zemin hazırlamıştır. Beytülhikme’nin kuruluşundan sonra ünlü hekim Hipokrat ve Galen’in eserleri de İslâm ilim âlemine kazandırılmış, Cündişâpûr’daki tıp merkezinin taşınmasından sonra Bağdat dünyanın en önemli tıp merkezi haline gelmiş, hastahaneler öğrencilere düzenli eğitim veren müesseseler olmuştur. Bunlar arasında Adudüddevle’nin yaptırdığı Bîmâristân-ı Adudî, Selçuklu Emîri Humâreveyh’in Tutuş adına yaptırdığı Bîmâristân-ı Tutuşî ve Halife Muktedir-Billâh’ın yaptırdığı Bîmâristân-ı Muktedirî sayılabilir.

Göz hekimi Yuhannâ b. Mâseveyh Bağdat’ın önde gelen göz hastalıkları uzmanlarındandı. Daha sonra öğrencisi Huneyn b. İshak Bağdat’ın sayılı hekim ve mütercimleri arasına girdi. Huneyn yaptığı tercümelerle tıbbın uygulanması ve öğretimine de katkıda bulundu. Göz hastalıkları dalında yazdığı kitap bu sahadaki en eski eserlerden biridir. Huneyn’in çağdaşı olan Kindî felsefe yanında tıp ve eczacılıkla da uğraşmış, onun öğrencisi Ebû Zeyd el-Belhî Mesâlihu’l-ebdân ve’l-enfüs adlı tıp, psikoterapi ve ahlâka dair bir kitap yazmış, büyük astronomi bilginlerinden Sâbit b. Kurre de eserlerinde tıbbî konulara yer vermiştir. IX. yüzyılda Kuzey İran’dan Bağdat’a gelmiş olan kayda değer ilk müslüman hekim Ali b. Rabben et-Taberî, tıp alanında ilk sistematik eseri Firdevsü’l-hikme’yi yazmıştır. Ebû Bekir er-Râzî de Rey’den Bağdat’a gelerek buradaki hastahanede başhekim olarak çalışmıştır. Râzî’den sonra tabip Ali b. Abbas el-Mecûsî Bağdat’ta Bîmâristân-ı Adudî’de başhekim olarak hizmet etmiştir. IV. (X.) yüzyıla kadar ilim ve medeniyet merkezi olarak kalan Bağdat’ta VI. (XII.) yüzyıla kadar çok sayıda hekim yetişmiştir. Bunlar arasında Buhtîşû‘ ailesinden Cibrâîl b. Buhtîşû‘, Buhtîşû‘ b. Cibrâîl, Buhtîşû‘ b. Curcîs, Cibrâîl b. Ubeydullah b. Buhtîşû‘, Yuhannâ b. Mâseveyh, Huneyn b. İshak, İshak b. Huneyn, Sinân b. Sâbit ve oğlu İbrâhim, Hasan b. Zeyrek ve İbrâhim b. Îsâ sayılabilir. Ali b. Rabben et-Taberî Firdevsü’l-hikme’yi Ali b. Îsâ el-Kehhâl Tezkiretü’l-kehhâlîn’i, Ebû Bekir er-Râzî de Kitâbü’t-Tıbbi’l-Mansûrî ve ilk tıp ansiklopedisi sayılan el-Hâvî’yi kaleme almışlardır. Bu son eser 1279’da Latince’ye çevrilmiş ve Batı’daki tıp merkezlerinde XVI. yüzyıla kadar başlıca tıbbî kaynaklardan biri olarak ilgi görmüştür.

Astronomi. Bağdat’ta astronomi alanındaki çalışmalar, matematik sahasında olduğu gibi, 771’de Hindistan’dan bir seyyahın getirdiği ve İbrâhim el-Fezârî tarafından Arapça’ya çevrilen SindHind adlı eserle başlamıştır. Me’mûn Bağdat’ta Yahyâ b. Mansûr idaresinde bir rasathâne kurmuş, ilk usturlap aleti de İbrâhim el-Fezârî tarafından burada yapılmıştır. Çalışmalarını Bağdat’ta sürdüren astronomi bilginlerinden Ebü’l-Abbas Ahmed el-Ferganî el-Medhal ilâ ilmi heyeti’l-eflâk adıyla bir eser yazdı. Astronomi bilginlerinin en meşhuru Bettânî idi. Ayrıca Bîrûnî ve Ömer Hayyâm da o dönemin sayılı astronomi âlimlerindendi. Me’mûn Bağdat yakınlarında Şemmâsiye’de bir rasathâne kurdurarak astronomi çalışmalarını desteklemiştir. Me’mûn devrinde Benî Mûsâ b. Şâkir adıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan adlı üç bilgin dünyanın enlem ve boylam derecelerini ölçmüşlerdir. Yine aynı dönemde çok kıymetli kozmografik haritalar hazırlanmıştır. Daha sonra Benî Mûsâ b. Şâkir ve Adudüddevle de Bağdat’ta birer rasathâne yaptırmışlardır.

Kelâm. Bağdat İslâm tarihi boyunca Mu‘tezile, Selefiyye, Eş‘ariyye ve Şîa gibi belli başlı kelâm mekteplerinin gelişip yayıldığı kültür merkezlerinden biri olmuştur. Bağdat’ın Abbâsîler’in başşehri olmasından sonra Mu‘tezile’ye bağlı olarak yetişen Bişr b. el-Mu‘temir’den itibaren bu mezhebin Bağdat ekolü ortaya çıktı. Bişr b. Mu‘temir’den sonra burada yetişen ve büyük çapta onun görüşlerinden etkilenen Ebû Mûsâ el-Murdâr, Ahmed b. Ebû Duâd, Sümâme b. Eşres, Ca‘fer b. Harb, Ca‘fer b. Mübeşşir, İskâfî, Hayyât ve Kâ‘bî gibi âlimlerin dahil olduğu bu gruba Bağdat Mu‘tezilesi adı verilerek mezhebin esas kurucusu olan diğer âlimlere de Basra Mu‘tezilesi denilmiştir. Felsefî eserlerin Bağdat’ta tercüme edilmesinin bir sonucu olarak Bağdat ekolünün Basra ekolüne nisbetle felsefe kültüründen daha çok etkilendiği kabul edilir. Basra Mu‘tezilesi sadece teori ile meşgul olurkan Bağdat Mu‘tezilesi devlet kademelerinde görev alarak teoriyi pratiğe uygulayan bir mezhep halini almıştır. Halku’l-Kur’ân* görüşünü Ahmed b. Hanbel vb. âlimlere zorla kabul ettirmeye çalışmaları bu hususun


en belirgin örneğini teşkil eder. Basra Mu‘tezilesi Şîa’nın imâmet fikrini tenkit edip reddederken Bağdat Mu‘tezilesi Şiî fikirlere sempati duymuş, en azından Hz. Ali’yi ashabın en faziletlisi olarak görmüştür. Bunda Halife Me’mûn devrinden itibaren Bağdat’ta oluşan Şiî atmosferin, özellikle devlet idaresinde görev alan İbn Ebû Duâd ile Sümâme b. Eşres’in Selefiyye âlimlerine karşı Şiîler’le iş birliği ve yardımlaşma içine girmesinin büyük tesiri olduğu şüphesizdir. Şîa’ya temayül gösterme dışında Basra ekolünün bütün cevherlerin tek cins (mütemâsil), bütün arazların sürekli, ma‘dûmun mevcûd ve yeryüzünün düz olduğunu kabul etmesine karşılık Bağdat ekolü cevherlerin muhtelif, arazların süreksiz, ma‘dûmun yok ve yerkürenin yuvarlak olduğunu savunmuştur.

Bağdat’ta Ahmed b. Hanbel ile kurulan ve zaman zaman Hasan b. Ali el-Berbehârî gibi taşkın hareketli mensupları bulunan Selefiyye-Hanbeliyye mezhebi her asırda devam ederek XX. yüzyıla kadar gelmiş, son asırda yine Bağdatlı Mahmûd Şükrî el-Âlûsî tarafından temsil edilmiştir. Bağdat yukarıda sözü edilen itikadî mezheplerin dışında ünlü bazı Eş‘arî âlimlerin de öğrenim gördüğü ve öğretim faaliyetlerini sürdürdüğü önemli merkezlerdendir. Eş‘ariyye’nin önde gelen temsilcilerinden Bâkıllânî, İbn Fûrek, Abdülkahir el-Bağdâdî ve Gazzâlî Bağdat’a gelerek buradaki âlimlerle görüşmüşler, bunlardan Bâkıllânî Câmiu’l-Mansûr, Gazzâlî Nizâmülmülk medreselerinde müderrislik yapmışlardır.

Felsefe. İslâm dünyasında muhtemelen VIII. yüzyıl başlarında ortaya çıkan ve zamanla Urfa, Nusaybin, Harran, Cündişâpûr gibi merkezlerde yoğunlaşan tercüme hareketi Bağdat’ın kurulmasıyla burada da önem kazandı ve bu şehir kısa zamanda ilmî ve felsefî eserlerin tercüme edildiği, bunlara şerh ve hâşiyelerin yazıldığı bir merkez haline geldi. Halife Mansûr döneminde hız kazanan tercüme çalışmaları Me’mûn döneminde en yüksek seviyeye ulaştı. Bağdat’ta ilmî ve felsefî eserlerin tercümesi daha çok Beytülhikme’de sürdürülmekte ve halifeler tarafından hem maddî hem de mânevî bakımdan desteklenmekteydi. Bundan başka yine Bağdat’ta Benî Mûsâ gibi bazı tanınmış aileler de bu çalışmaları himaye ettiler. Bu şekilde birçok mütercimin ferdî veya ekip çalışmalarıyla metafizik, tabiat felsefesi, psikoloji, mantık, matematik, astronomi, ahlâk, siyaset, mûsiki gibi felsefenin bütün alanlarına dair kısmen Hint ve İran, daha çok da Yunan kaynaklı pek çok eser Arapça’ya çevrildi ve böylece Bağdat’ta bir İslâm felsefesinin başlatılmasını mümkün kılan bütün şartlar hazırlandı. Nitekim ilk İslâm filozofu kabul edilen Ya‘kub b. İshak el-Kindî burada yetişti ve felsefî eserlerin tercümeleri üzerindeki redaksiyon çalışmaları yanında bu konunun çeşitli dallarına dair eserler de telif etti. Ünlü tabip-filozof Ebû Bekir er-Râzî çalışmalarının bir kısmını Bağdat’ta sürdürdü. Dehrî filozof İbnü’r-Râvendî Bağdat’a gitti ve orada yetişti. Bir felsefe cemiyeti olan İhvân-ı Safâ’nın Bağdat’ta da bir merkezi bulunmaktaydı. Telif çalışmaları yanında bir Aristo mütercimi de olan Ya‘kubî filozof Yahyâ b. Adî de Bağdatlıdır. İslâm felsefesinin en büyük temsilcilerinden olan Fârâbî felsefe öğrenimini Bağdat’ta görmüş ve hayatının önemli bir kısmını zaman zaman ayrıldığı Bağdat’ta geçirmiştir. Ünlü Sıvânü’l-hikme’nin yazarı Ebû Süleyman es-Sicistânî de Bağdat felsefe ortamında yetişen düşünürlerdendir. Nihayet daha birçokları yanında özellikle İslâm düşüncesinin güçlü ve orijinal temsilcisi Gazzâlî de aynı ortamda yetişmiştir.

Tasavvuf. Bağdat erken tarihlerden itibaren tasavvufun önemli merkezlerinden biri olmuştur. Tasavvufun gerçek kurucuları sayılan Ma‘rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdâdî, Serî es-Sakatî, İbnü’s-Semmâk, Hâris el-Muhâsibî, Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî, Ebû Saîd el-Harrâz gibi âlimler Bağdat ve çevresinde yetişmişlerdi. Yunan felsefesine dair kaynakların çevrilmesinden sonra dış kaynaklı bazı düşünceler mutasavvıflar üzerinde etkili olduğu için hulûl ve İbâhiyye’yi benimseyen bazı tasavvuf akımları doğdu. Mutasavvıflar arasında bu çeşit düşünceye sahip kimselerin bulunması bazı fıkıh ve kelâm âlimlerini tasavvufa cephe almaya sevketti. Gulâm Halil’in kışkırtmalarıyla 885’te Bağdat’ta bazı sûfîlerin takibata uğraması, sûfîlerle zâhir ulemâsı arasında ihtilâfların büyümesine sebep oldu. Birçok mutasavvıf tarafından “Hak şehidi” kabul edilen ve idamı büyük yankılar uyandıran Hallâc da 922’de Bağdat’ta öldürülmüştü. Bağdat’ın meczup ve kadın mutasavvıfları hakkında İbnü’l-Cevzî bilgi verir (Sıfatü’s-sâfve, II, 355-371). Birçok tanınmış sûfî Bağdat’ın Şünûziye Mezarlığı’nda medfundur. Bağdat tarikat faaliyetleri yönünden de önemlidir. Asya ve Afrika’da birçok mensubu bulunan Kadiriyye tarikatının kurucusu Abdülkadir-i Geylânî de burada yatmaktadır. Halife Nâsır-Lidînillâh zamanında (1180-1225) teşkilâtlanan fütüvvet* ehli içinde bu dönemde Bağdat bir merkez olmuştur. Bununla beraber şer‘î ölçülere bağlı tasavvuf zümreleri İslâm ülkelerinin her tarafında, özellikle Bağdat’ta halifeler tarafından himaye edilmiştir. Halife Nâsır-Lidînillâh’ın dağınık gruplar halindeki fütüvvet ehlini toplayıp teşkilâtlandırması, esnaf teşekkülleri üzerindeki tesirleri bakımından önemlidir. Tasavvufun temel kaynakları sayılan eserler de bu dönemde kaleme alınmıştır.

Fıkıh. İslâm hukuk tarihi bakımından önemli merkezlerden biri de Bağdat’tır. Halife Mansûr İmâm-ı Âzam’ı Bağdat’a getirterek teşvik ve yardımlarda bulundu. Hanefî ve Hanbelî mezhepleri Bağdat’ta gelişip güçlendi. Hârûnürreşîd zamanında ilk defa kadılkudâtlık kuruldu. Bu müessese adalet işlerinin düzenlenmesinde ve kadıların tayininde etkili oldu. Bağdat’ta yetişen fıkıh âlimlerinden bazıları şöyle sıralanabilir: Bağdat’ta doğmuş ve orada büyümüş olan Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed b. Hanbel, Mâlikî mezhebinin önde gelen imamlarından Amr b. Muhammed el-Leysî el-Bağdâdî, Şâfiî müctehidlerden olup fıkıh ve usûl-i fıkha dair eserleri bulunan İbnü’l-Kattân el-Bağdâdî, Mâlikî fakihi ve usulcüsü, çeşitli ilim dallarında çok sayıda eser telif etmiş olan Abdülvehhâb b. Ali el-Bağdâdî, muhtelif ilim dallarında söz sahibi olan büyük Şâfiî fakihi Abdülkahir el-Bağdâdî, fıkıhta ve usulde son derece mâhir bir Şâfiî fakihi olan İbnü’s-Sabbâğ, Hanbelî mezhebinin büyük imamlarından Ali b. Akıl el-Bağdâdî, zamanının en büyük Hanefî âlimlerinden olan İbnü’s-Sââtî, “kadılkudâti’l-memâlik” unvanıyla tanınan Mâlikî âlimi Hüseyin b. Ebü’l-Kasım el-Bağdâdî ve Hanbelî mezhebinin önde gelen fıkıh ve usulcülerinden Abdülmü’min b. Abdülhak el-Bağdâdî.

Tefsir. Bağdat’taki tefsir çalışmaları bu ilmin daha sistemli bir şekilde ele alınmasıyla sonuçlanmıştır. Bağdat’ta yetişen ve değerli eserler veren müfessirlerden bazıları şunlardır: Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, İbn Kuteybe, Müberred, Taberî, Zeccâc, Cessâs, Ebû Hafs el-Bağdâdî, Abdülkahir el-Bağdâdî, İbnü’l-Cevzî, Hâzin, Âlûsî.


Hadis. Abbâsîler’in ilk döneminde Bağdat’ta hadis sahasında önemli çalışmalar yapılmış, daha sonra bazı sebeplerle duraklayan bu çalışmalar Halife Me’mûn ve Mu‘tasım tarafından desteklenen Mu‘tezilî doktrine muhalif olanlar vasıtasıyla yeniden canlandırılmıştır. Ahmed b. Hanbel’in yaklaşık 40.000 hadis ihtiva eden el-Müsned’i Bağdat’ta kaleme alınmıştır. Bağdat’ta yetişen meşhur muhaddislerden bazıları şunlardır: Yahyâ b. Maîn, İbnü’s-Semmâk, Necâd el-Bağdâdî, Da‘lec b. Ahmed, İbnü’l-Muzaffer el-Bağdâdî, Dârekutnî, İbn Şâhîn, İbn Ebü’l-Fevâris el-Bağdâdî, İbn Şâzân el-Bağdâdî, İbn Hayrûn el-Bağdâdî, İbnü’l-Hâdıbe, Ebû Sa‘d el-Bağdâdî, İbnü’l-Ahdar, İbn Sükeyne, İbn Nukta, İbnü’n-Neccâr el-Bağdâdî, Acîbe el-Bağdâdiyye.

Tarih. Bağdat tarih sahasında da önemli çalışmaların yapıldığı bir merkez olmuş, birçok halife ve devlet adamı tarihçileri teşvik ve himaye ederek değerli eserlerin yazılmasına zemin hazırlamışlardır. Bağdat’ta yetişen veya Bağdat’a göç ederek eserlerini burada kaleme alan meşhur tarihçilerden bazıları şöyle sıralanabilir: Vâkıdî, Medâinî, İbn Kuteybe, İbn Tayfûr, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, İbnü’l-Cevzî, İmâdüddin Kâtib el-İsfahânî, Sıbt İbnü’l-Cevzî, Abbâs el-Azzâvî.

Dil. Bağdat’ın kuruluşundan sonra Basralı ve Kûfeli âlimler Bağdat’a gittiler ve orada halifeler nezdinde büyük hürmet ve itibar gördüler. Halifeler özellikle Kûfeli âlimleri Bağdat’a çağırır, onlara ihsan ve ikramda bulunurlardı. Meşhur dilcilerden Ali b. Hamza el-Kisâî Me’mûn’a öğretmenlik yapmıştır. Sîbeveyhi gibi bazı dilciler Bağdat’a gelir ve burada münazaralara katılırlardı. Arap diliyle ilgili çalışmalarındaki ihtilâflarıyla Arapça’nın edebî mahsullerinin derlenmesi ve kaidelerinin tesbitinde büyük rol oynayan Basra ve Kûfe mekteplerinin yanı sıra el-Îzâh fî ileli’n-nahv’in yazarı Ebü’l-Kasım ez-Zeccâcî, Ebû Ali el-Fârisî, el-Hasâis fi’n-nahv müellifi İbn Cinnî, el-Mufassal müellifi Zemahşerî gibi âlimlerin temsil ettikleri Bağdat ekolü bu çalışmalara uzlaştırıcı bir yön vermiştir. Ayrıca Mısır ve Endülüs’te teşekkül eden mekteplerin dil âlimleri X. yüzyıl sonuna kadar Bağdat’ta toplanan malzemeyi kaynak olarak kullanmışlardır.

Bağdat’taki tercüme faaliyetleri sonunda edebî nesrin alanı daha da genişledi. Bu tercümeler eski Arap gelenekleriyle karışarak yeni bir türün doğmasına sebep oldu. Aydınlara sade bir dili öğretmek gayesindeki bu yeni nesir türünün kurucusu, el-Beyân ve’t-tebyîn müellifi meşhur Câhiz olmuştur.

Medreseler. İslâm eğitim ve öğretim tarihinde Bağdat’ın seçkin bir yeri vardır. Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’nden önce de medreseler mevcut olmakla beraber bunlar öğrencilerin programlı bir şekilde derse devam ettikleri ve bizzat devlet tarafından desteklenen, yönetilen ve denetlenen sistemli müesseseler değildi. Selçuklu Sultanı Alparslan ve veziri Nizâmülmülk’ün gayretleriyle 1065-1067 yılları arasında 200.000 dinar harcanarak bir külliye halinde inşa edilen Bağdat Nizâmiye Medresesi İslâm tarihinde ilk çekirdek üniversiteyi oluşturduğu gibi Avrupa’da kurulan üniversitelere de örnek olmuştur. Bu medrese örnek alınarak Nîşâbur, Rey, Herat, İsfahan, Merv, Basra ve Musul gibi diğer şehirlerde de medreseler kurulmuştur. Burada Gazzâlî, Ebû İshak eş-Şîrâzî, Ebü’l-Muzaffer el-Ebîverdî, İbn Mübârek, Ebû Bekir eş-Şâşî gibi meşhur bilginler ders vermiş, Şeyh Sa‘dî-i Şîrâzî ve İmâdüddin Kâtib el-İsfahânî gibi değerli simalar yetişmiş, bunlar hem ilmî hem de idarî sahada önemli hizmetler vermişlerdir. Özellikle Selçuklu Sultanı Melikşah zamanında (1072-1092) Bağdat Nizâmiye Medresesi büyük gelişme göstermiştir. Onun bilginleri himaye ettiğini gören vezir ve emîrler çeşitli şehirlerde medreseler kurmaya ihtimam gösterdiler. Bu tutum ve davranışları ilim ve edebiyatın gelişmesinde önemli rol oynadı. VI. (XII.) yüzyılda sadece Bağdat’taki medreselerin sayısı otuza varmıştı. Çeşitli ilim ve müesseseler burada gelişme imkânı bulmuş, dil, din ve müsbet ilimler bu sayede büyük gelişme göstermiştir.

Kütüphaneler. İslâm dünyasında âlimlerin yetişmesinde kütüphaneler önemli rol oynamıştır. İlk kütüphane Bağdat’ta Hârûnürreşîd tarafından kuruldu ve bunu diğerleri takip etti. Temelini Hârûnürreşîd’in attığı ve Me’mûn’un çeşitli kitaplarla zenginleştirdiği Beytülhikme Abbâsîler devrinde Bağdat’ın en büyük kütüphanesine sahipti. Tercüme faaliyetlerinin gelişmesine paralel olarak kâğıt sanayii de ilerlemiş ve 178’de (794-95) Hârûnürreşîd’in veziri Ca‘fer b. Yahyâ el-Bermekî ilk kâğıt fabrikasını kurmuştur. Bu ise dinî, ilmî ve edebî kitapların çoğalmasını sağlamıştır. Beytülhikme Araplar’ın meşgul olduğu ilimlerle ilgili her çeşit kitabı ihtiva eden halka açık bir kütüphane idi. Halifelerin destek ve himayesiyle kurulan saray kütüphanelerinin zengin kitap koleksiyonları vardı. “Hizânetü’l-hikme” veya “hizânetü’l-kütüb” denilen kütüphaneler birer öğretim müessesesi olarak da büyük hizmet vermişlerdir. Bunlardan en önemlileri ve Ortaçağ’da Bağdat’ta kurulan kütüphanelerin en büyükleri Beytülhikme, Büveyhî Veziri Sâbûr b. Erdeşîr’in kütüphanesi, Nizâmiye Medresesi ve Müstansıriyye Medresesi kütüphaneleridir. Bağdat, kütüphaneleriyle de diğer şehirlere örnek olmuştu. Meselâ Endülüs Emevî Halifesi II. Hakem (961-976) Bağdat’ı örnek alarak güzel bir kütüphane kurdurmuştur.

Sanat. Bağdat’ın sanat dünyasında da müstesna bir yeri vardır. Mimari, hat ve minyatür gibi güzel sanatlarda Bağdat’ta yetişen sanatkârlar çok değerli eserler vücuda getirmiş ve bunlar birçok şehir ve ülkede örnek alınmıştır. Abbâsî sarayları başlangıçta İran ve Bizans saraylarından etkilenmişse de daha sonra gelişme göstererek, mimaride muhteşem ve orijinal bir hüviyete ulaşmıştır. Hatta Bizans İmparatoru Teophilos Bağdat’taki Dârü’ş-şecere’yi en ince ayrıntılarına kadar taklit ederek bir saray yaptırmıştır. Ayrıca kuyumculuk, cam, çini ve ahşap işçiliği de Bağdat’ta büyük bir gelişme göstermiştir. Ağlebîler, Kayrevan Seydi Ukbe Camii’nin mihrap ve minberini Bağdat’taki sanatkârlara sipariş etmişlerdi.

İslâm hat sanatı da Bağdatlı hattatlar sayesinde yeni bir safhaya girmiş ve çok sayıda değerli hattat yetişmiştir. Hicrî II. yüzyılın ortalarında İshak b. Hammâd hat sanatında birçok talebe yetiştirmiştir. Onun öğrencilerinden olan İbrâhim es-Siczî ile kâtip ve şair Yûsuf Lakve, Ahvelü’l-Muharrir, ikisi de vezir olan ve yine ikisi de İbn Mukle diye anılan Ebû Ali Muhammed b. Ali ile Ebû Abdullah Hasan b. Ali adlı iki kardeş hat sanatında çok meşhur olmuşlardır. Bunlardan Ebû Ali İbn Mukle, seleflerinin üç asırlık tecrübeleri sayesinde zevk ve sezişleriyle elde ettikleri şekillerin nizamını ve aralarındaki nisbetleri belli kaidelere bağlayan bir usul koymuştur. Bu metot yazıların öğretilmesini ve değerlendirilmesini kolaylaştırdı. Ayrıca Beytülhikme ve hizânetü’l-hikmeler hat sanatının gelişmesi için çok uygun bir zemin hazırladılar.


İsmâil b. Hammâd el-Cevherî ve Mühelhil b. Ahmed’in yazıları güzellikte darbımesel haline gelmiştir. Hat sanatının Ebû Ali İbn Mukle’den sonraki ilk büyük ustası İbnü’l-Bevvâb’dır. Hat sanatı tarihinde bir dönüm noktası sayılan Yâkut el-Müsta‘sımî de sanat kudreti yanında kalem ağzının kesilişinde yaptığı değişiklik gibi yeniliklerle aklâm-ı sitte*nin hepsine tesir etmiştir. Çeşitli ilim, kültür ve sanat çevrelerinde ilgi ve himaye görmekle beraber II. (VIII.) yüzyılın sonlarından VII. (XIII.) yüzyılın sonlarına kadar hat sanatına yön veren merkez Bağdat olmuştur. Moğol istilâsından ve Yâkut el-Müsta‘sımî’nin ölümünden sonra Bağdat bu tesirli yerini kaybetti. Ortaçağ’da İslâm dünyasının hemen her konuda en önemli merkezlerinden biri olan Bağdat’ta zaman zaman meydana gelen karışıklıklar yüzünden rahat bir çalışma ortamı bulamayan ilim ve kültür erbabı buradan ayrılmaya ve Horasan, Mâverâünnehir, Kahire ve Endülüs gibi diğer İslâm ülkelerine gitmeye başladılar. Çeşitli devirlerde Bağdat’a ekilen ilim ve kültür tohumları zamanla Horasan, Mâverâünnehir, Hûzistan, Azerbaycan, Mısır, Suriye ve Endülüs’te meyvelerini verdi. İslâm kültür ve medeniyetine damgasını vuran Bağdat Osmanlı hâkimiyetine geçmeden çok önce bu özelliklerini kaybetmiş olmakla beraber bu dönemde de zaman zaman meşhur simalar yetişmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 413; Hatîb, Târîhu Bagdâd, I, 3-131; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VII, 112; VIII, 269; X, 122, 248; a.mlf., Sıfatü’s-safve, II, 355-371; Yâkut, MuǾcemü’l-büldân, I, 460-464; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VI, 16, 273, 307-308; X, 49, 55, ayrıca bk. İndeks; İbnü’l-Kıftî, İhbârü’l-ulemâ (Lippert), s. 100, 102-104; İbn Ebû Usaybia, Uyûnü’l-enbâ, s. 186-187, 201-209; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 162, 181-182; XIII, 45, 166; Abdülkadir b. Muhammed en-Nuaymî, ed-Dâris fî târîhi’l-medâris (nşr. Ca‘fer el-Hasenî), Kahire 1988, I-II; Ahmed Emîn, Duha’l-İslâm, Beyrut 1351-55/1933-36, III, 141-142; Mez, el-Hadâretü’l-İslâmiyye, I, 310-368; Ziriklî, el-AǾlâm, II, 12; Browne, Arabian Medicine, Cambridge 1962, s. 23-24; R. Arnaldez, “Sciences et philosophie dans la civilisation de Bagdad sous les premiers Abbasıdes”, Bagdad, Leiden 1962, s. 357-374; R. Brunschvig, “Mutazilisme et Asaarisme K Bagdad”, a.e., s. 345-356; Ch. Pellat, “La Prose arabe K Bagdad”, a.e., s. 407-418; J. Sourdel-Thomine, “L’Art de Bagdad”, a.e., s. 449-465; Hüseyin Emîn, Târîhu’l-Irâk fi’l-asri’s-Selcûkı, Bağdad 1385/1965, s. 21-23, 35-39, 57-62, 76-78, 82-84, 161-165, 373, 380, ayrıca bk. İndeks; Bilmen, Tefsir Tarihi, I-II, tür.yer.; Hitti, İslam Tarihi, II, 457-486; Muhammed Hüseyin Şendüb, el-Hadâretü’l-İslâmiyye fî Bagdâd fi’n-nısfi’s-sânî mine’l-karni’l-hâmisi’l-hicrî (467-512), Beyrut 1404/1984; Barthold, İslâm Medeniyeti, s. 29-41, 47-49, 157-159, 165-166, 169, ayrıca bk. İndeks; Müslim Abdullah, Eserü’t-tetavvüri’l-fikrî fi’t-tefsîr fi’l-asri’l-Abbâsî, Beyrut 1405/1984, s. 85-86, 174-175, 209-211; Hasan İbrâhim, İslâm Tarihi, III, 145-181; Mahmûd Hüseynî, el-Medresetü’l-Bagdâdiyye fî târîhi’n-nahvi’l-Arabî, Beyrut 1407/1986; Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim (trc. İlhan Kutluer), İstanbul 1989, s. 11, 19, 82, 97, 98, 144, 155, 174-177, 179, 180; M. Watt, İslâm Avrupa’da (trc. Hulusi Yavuz), İstanbul 1989, s. 18, 32, 49-51, 61, 63, 71-72; İsmail E. Erünsal, “İslâm Medeniyetinde Kütüphaneler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989, XIV, 214-221, 226-229, 243-246; Yusuf Şevki Yavuz, İslâm Akaidinin Üç Şahsiyeti, İstanbul 1989, s. 74; a.mlf., “Âlûsî, Mahmûd Şükrî”, DİA, II, 548; J. Pedersen, “Some Aspects of the History of the Madrasa”, IC, III (1929), s. 525-537; Mustafa Cevâd, “Dârü’l-Müsennâti’n-Nâsıriyye: Dâru ilm ve ulemâ”, Mecelletü Külliyeti’l-âdâb, IV, Bağdad 1961, s. 5-32; Ramazan Şeşen, “İslâm Dünyasındaki İlk Tercüme Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış”, İTED, VII/3-4 (1979), s. 3-30; R. Stellhorn Mackensen, “Four Great Libraries of Medieval Baghdad”, Library Quarterly, sy. 2, Chicago 1967, s. 279-299; Nihad M. Çetin, “Arabistan”, Küçük Türk-İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1978, II, 146-157; a.mlf., “Aklâm-ı Sitte”, DİA, II, 276-280; Halim Sabit Şibay, “Bâkillânî”, İA, II, 253; J. Ruska, “Mûsâ”, İA, VIII, 660; H. Ritter, “al-Ghazalı”, EI² (İng.), II, 1039.

Abdülkerim Özaydın





IV. SON DÖNEM

XX. yüzyılın başlarından itibaren büyük bir metropolis olmaya başlayan Bağdat, 1920’lere kadar aynı zamanda geleneksel görünümünü de muhafaza etmiştir. 1921’de bağımsız Irak Devleti’nin başşehri olduktan sonra çok hızlı bir gelişme gösterdi. Bu hususta rol oynayan en büyük etkenlerden biri, Dicle nehrinin zaman zaman yükselmesinden kaynaklanan su baskınlarının önlenmesi için alınan tedbirlerdir. Özellikle 1920’lerde Dicle’nin doğu yakasına inşa edilen setler bu bölgeyi de yerleşime elverişli hale getirmiş ve şehir o tarihten itibaren nehrin doğu kıyısı boyunca da genişlemeye başlamıştır. 1950’lerden sonra ise artan petrol gelirleri sayesinde âdeta yeniden inşa edilme sürecine girmiş ve kısa zamanda şehre birçok yatırım yapılıp resmî binaların yanı sıra çeşitli sanayi tesisleri kurulmuştur. Bu dönemde alt yapı ihtiyacı da ilk defa sistemli bir şekilde ele alınmıştır. Bu arada yeni inşa edilen Sâmerrâ Barajı (1956) şehri taşkın tehditlerinden tamamen kurtarmıştır. Ardından hazırlanan iki proje (1956 ve 1958) ile Bağdat’ın büyümesinin belli bir plan üzerine gerçekleştirilmesi düşünüldü. 1958 planına göre şehrin gelişmesi daha çok dört ana sanayi bölgesi üzerinde olacak ve bölgelerin her birini yeni yerleşim alanları çevreleyecekti. Her ne kadar bu şekilde tasarlanan birtakım çalışmalara girişildiyse de ülkenin yaşadığı ihtilâller yüzünden projeler sağlıklı bir şekilde yürütülememiştir. Bununla birlikte özellikle 1958 ihtilâli sonrasında yapılan millîleştirme ve istimlâkler neticesinde Bağdat’ın merkezinde bulunan birçok plansız bölge sanayi ve iskân için kullanılabilecek hale geldi.

Bağdat’ın hızlı büyümesinde rol oynayan bir başka etken de köyden şehre göç hadisesidir. İşsizlik ve fakirlik yüzünden kalabalık gruplar halinde Bağdat’a göç eden insanlar “sarifa” adı verilen basit ve sağlıksız gecekondulara yerleştiler. 1950’lerde bu tip evlerin sayısı neredeyse Bağdat’taki bütün meskenlerin yarısını bulmaktaydı. 1958’de hükümet bu problemi resmen itiraf ederek gecekondu bölgelerine özellikle eğitim ve sağlık hizmetleri götürmeye çalıştı. 1963’teki hükümet değişikliğinin arkasından ise sarifaların 63.000 kadarı yıkıldı ve onların yerlerine Dicle’nin doğu ve batı yakalarında Medînetüssevre ve Medînetünnûr adları verilen modern semtler kuruldu.


Ancak daha sonraki yıllarda göçlerin ve sağlıksız yerleşmelerin önüne yine de geçilememiştir. Bağdat’ın kendine has bir özelliği, insanların meslek gruplarına ve gelir seviyelerine göre oluşan birçok yerleşim bölgesine sahip olmasıdır; meselâ “doktorlar şehri”, “mühendisler şehri” gibi. Bu özelliği ile Bağdat, Batı’daki herhangi bir büyük şehirden çok daha homojen bir yapıya sahiptir. 1970’lere gelindiğinde şehrin geleneksel yapısı artık neredeyse tamamen değişmiş ve Bağdat yeni, yüksek binaları, geniş yolları, otelleri ve parkları ile son derece modern bir görünüm almıştı. Bununla birlikte “eski şehir” denilen kısım, geleneksel el yapısı eşya ve elbiselerin sergilendiği pazarları ile hâlâ yaşamaya devam etmektedir.

Bağdat’taki bu hızlı gelişme nüfus artışlarında da kendini gösterir. 1918’de 200.000 olduğu tahmin edilen nüfus 1947’de 466.773’e, 1957’de 735.000’e, 1965’te ise 1.750.100’e ulaşmıştır. 1977 sayımında 3.205.645 kişi olarak tesbit edilen nüfusun halen 5 milyonun üzerinde olduğu sanılmaktadır. Bu rakam bugünkü Irak nüfusunun (1982, 14.110.425) dörtte birinden fazlasının Bağdat’ta yaşadığını gösterir. Halk hemen hemen yarı yarıya Şiî ve Sünnî Arap müslümanlardan oluşur. Şehirde ayrıca hıristiyan Araplar da yaşamakta ve burada bir başpiskoposluk bulunmaktadır; İsrail’e göç sebebiyle bugün artık yahudi nüfus kalmamış gibidir.

Ulaşım bakımından bugün de tarihteki bölgenin merkezi olma konumunu devam ettiren Bağdat karayolları ile komşu şehirlere bağlıdır ve ayrıca Basra ile Dicle üzerinden gemi trafiğini de sürdürmektedir. Bunun yanı sıra 1940’tan itibaren Bağdat-İstanbul demiryolu bağlantısı sağlanmıştır. Bağdat’ta ayrıca Saddam ve Musanna adlarında iki milletlerarası havaalanı bulunmaktadır.

el-Hikme (1956), Bağdat (1958) ve el-Müstansıriyye (1963) adlarını taşıyan üç büyük üniversitenin yanı sıra birçok da yüksek okul ve kolejin mevcut olduğu Bağdat, ülkenin en fazla eğitim ve öğretim kurumunun yer aldığı şehir olma özelliğine sahiptir. Bunun yanında ayrıca kültür hayatındaki canlılıkları, kütüphaneleri ve müzeleriyle de ünlüdür. Özellikle Arap tarihi ve edebiyatına dair koleksiyonların toplandığı Evkaf Kütüphanesi ile Bağdat Üniversitesi Kütüphanesi, Abbâsî Saray Müzesi, Etnografya Müzesi, Çağdaş Millî Sanat Müzesi, Irak Müzesi ve Arap İlkçağ Müzesi en önemlileridir.

Bağdat’ta bugün mevcut belli başlı mimari eserler şunlardır: Mescidü’l-mıntıka (atîka), Ma‘rûf-i Kerhî Camii, İmam Ebû Hanîfe Camii, Hulefâ (Sûku’l-gazl) Câmii, Abdülkadir-i Geylânî Camii, Sühreverdî Camii, Kameriyye Mescidi, Seyyid Sultan Ali Camii, Murâdiye Camii, Âsafiye Camii, Haseki Camii, Ahmediye Camii, Hasan Paşa Camii, Nu‘mâniyye Camii, Fâzıl Camii, Hacı Fethi Camii, Cüneyd-i Bağdâdî Türbesi, Hallâc-ı Mansûr Türbesi, Sitti Zübeyde Türbesi, Şeyh Abdülkerîm el-Cîlî Türbesi, Müstansıriyye Medresesi, Mercâniye Medresesi.

Bağdat’ın bir özelliği de tarih boyunca birçok savaşa sahne olması ve birkaç defa tahrip edilmesidir. En son, 2 Ağustos 1990’da Irak’ın Küveyt’i işgal ve ilhak etmesine karşı çıkan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin verdiği karar uyarınca, Amerika Birleşik Devletleri liderliğinde oluşturulan milletlerarası güç tarafından 17 Ocak 1991 gününden itibaren bombalanmaya başlandı. Ateşkesin sağlandığı 28 Şubat’a kadar süren bombardıman sonucu Bağdat’ın alt yapısı, özellikle yollar ve köprüler, sanayi ve askerî tesislerle su ve elektrik şebekeleri büyük ölçüde tahrip edildi.

BİBLİYOGRAFYA:

S. D. Brunn - J. F. Williams, Cities of the World, New York 1983, s. 299-302; The MiddleEast and North Africa, London 1988, s. 421-450; S. Perowne, “Life in Baghdad”, JRCA, XXXIV/3-4 (1947), s. 251-261; “Bagdâd, el-Medînetü’l-Müdevvere”, Faysal, XXVII, Riyad 1979, s. 35-50; A. A. Duri, “Baghdad”, EI² (İng.), I, 907-908; C. H. Ps. - Hd. M. V. “Asia”, EBr., II, 585-587.

Azmi Özcan