ÇATALCALI ALİ EFENDİ

(ö. 1103/1692)

Osmanlı şeyhülislâmı.

Alâiyeli Nakşibendî şeyhi Mehmed Efendi’nin oğludur. İstanbul’a gittikten sonra Halvetiyye şeyhi Ömer Efendi’ye intisap eden babasının bu şeyhe ait zâviyede uzun yıllar halife olarak bulunduğu Çatalca’da doğdu (1041/1631-32). İlk öğrenimini burada yaptı, ardından 1057’de (1647) şeyhülislâm olan Hoca Abdürrahim Efendi tarafından mülâzım olarak kabul edildi. Daha sonra Minkarîzâde Yahyâ Efendi’ye intisap etti. Yahyâ Efendi’nin 1652’de Mısır kadısı olması üzerine onunla birlikte Mısır’a gitti ve Bab Mahkemesi nâibi oldu. Bu sırada hac farîzasını da yerine getirdi. 1659 yılında Yahyâ Efendi İstanbul kadısı olunca Ali Efendi de İstanbul Bab Mahkemesi nâibliğine tayin edildi. 1661’de Abdürrahimzâde Mehmed Efendi’nin Mısır kadılığına tayini sırasında ikinci defa Mısır’a gitti ve tekrar Bab Mahkemesi nâibi oldu. Daha otuz yaşına ulaşmadan ilim çevrelerinde büyük bir isim yaparak “Nâib Çelebi” adıyla anılmaya başlandı.

Bu arada öğretim sahasına geçen Ali Efendi 1663’te Mesih Paşa, 1664’te Hâfız Paşa ve ardından Gazanfer Ağa medreselerine müderris oldu. Bu görevde iken 1663 yılında Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’nın Uyvar seferine ordu kadısı olarak katıldı. 1666’da Selânik kadılığı yaptıktan sonra ordu kadısı olarak Girit seferine iştirak etti. Gerek Uyvar gerekse Girit seferleri sırasındaki başarılı hizmetleriyle devlet erkânının ve özellikle Fâzıl Ahmed Paşa’nın takdirini kazandı. 1671’de Mısır kadılığına tayin edildiyse de henüz göreve başlamadan İstanbul’a getirilip kendisine Rumeli kazaskerliği, 1673’te azledildiğinde de Ayıntab kazası arpalık olarak verildi. Çok geçmeden Şeyhülislâm Minkarîzâde’nin hastalık sebebiyle emekliye sevkedilmesi üzerine Sadrazam Fâzıl Ahmed Paşa’nın tavsiyesiyle, Ukrayna seferi için ordunun Hacıoğlupazarı’nda bulunduğu sırada oraya çağrılarak 15 Zilkade 1084’te (21 Şubat 1674) henüz kırk üç yaşında iken şeyhülislâm oldu (Silâhdar, I, 633).

Ali Efendi’nin on iki yılı aşan şeyhülislâmlığı dönemi, 1683 Viyana bozgunu sonucunda Macar topraklarının elden çıktığı buhranlı bir devreye rastladı. Avdan başka bir şey düşünmemek ve devlet işlerini yüzüstü bırakmakla suçlanan IV. Mehmed’i ikaz etmeyip şeyhülislâmlık görevini lâyıkıyla yapmadığı ileri sürüldü, bu yüzden hakarete dahi mâruz kaldı. Kazaskerler kendisini ziyaret edip padişahın cuma namazına gelmemesinin, din ve devlet işleriyle ilgilenmemesinin sebebini sorarak dolaylı yoldan kendisini itham ettiler. Ali Efendi ise durumu bir yazı ile kaymakam paşaya bildirmekle yetinmiş, paşa da bir telhisle bunu padişaha arzetmişti. Bu olaydan az sonra padişahın da katılacağı bir dua merasimi için araba ile Vâlide Camii’ne giderken ulemâ, askerî ocakların ileri gelenleri ve halktan oluşan bir topluluk tarafından hakarete uğramış, bunlar kendisine ağır sözler söyleyerek arabasını parçalamaya teşebbüs etmişlerdi. Uğradığı hakaretlerden çok etkilenen Ali Efendi, padişahın Budin’in düşmesi üzerine durumu istişare etmek için kendisini de çağırdığı Dâvud Paşa sahrasındaki toplantıya gitmedi. Bunun üzerine IV. Mehmed 26 Eylül 1686’da şeyhülislâmı, “dimağının fesada uğradığı” gerekçesiyle azlederek Bursa’ya sürülmesini emretti (Silâhdar, II, 245-248). Sürgüne gönderilen Ali Efendi’ye sonradan Gelibolu, Şehirköy, Sultanhisar kazaları arpalık olarak verildi. 1687’de Rodos adasına gönderildiyse de kısa süre sonra tekrar Bursa’ya dönmesine izin verildi. Bu defa arpalıkları da Tire, Pınarhisar, Karasu Yenicesi’ne çevrildi. Ancak 1690’da İstanbul’a dönebildi.

Ali Efendi iki yıl sonra yeniden şeyhülislâmlığa getirildi. 9 Mart 1692’de Ebûsaidzâde’nin azli üzerine II. Ahmed onu Edirne’ye davet ederek Alay Köşkü’nde iltifatla karşıladı; IV. Mehmed zamanında gösterdiği dürüstlük ve şer‘î prensipler çerçevesinde devlete hizmeti sebebiyle kendisini yeniden meşihat makamına getirdiğini söyleyerek doğruyu söylemekten çekinmemesini tenbih etti (Silâhdar, II, 623-625).

İkinci şeyhülislâmlığı ancak kırk gün sürdü. 2 Şâban 1103’te (19 Nisan 1692) Edirne’de vefat etti. Mezarı Edirne’de Zehrimâr Camii hazîresindedir. Ali Efendi’nin çağdaşı olan tarihçi Silâhdar Fındıklılı Mehmed Ağa, onu tesir altında kalan bir şahsiyet olarak nitelendirmekteyse de (Târih, II, 216) diğer kaynaklar bu kanaati teyit etmemektedir.

Ali Efendi, tarikatla da ilgilenmesi sebebiyle “mecmau’l-bahreyn” (iki denizin birleştiği yer) sıfatıyla anılmıştır. Uzun meşihati döneminde düzenlediği veya imzaladığı belgelerden arşivlerde pek çok örnek bulunduğu gibi orijinal fetvalarından da birçok örnek mevcuttur. Rumeli kazaskerliği sırasında tutulan bir rûznâmçe İstanbul Şer‘iyye Sicilleri Arşivi’nde kayıtlı bulunmaktadır (nr. 45).

Çatalcalı Ali Efendi’nin asıl şöhreti, uzun süren şeyhülislâmlığı döneminde verdiği fetvalardan oluşan ve Fetâvâ-yı Ali Efendi* adıyla bilinen kitabından gelmektedir. Devrinin dinî, sosyal ve kültürel hayatına ışık tutan bu fetvalar iyi bir tasnifle önce tek cilt, sonra da iki cilt halinde defalarca basılmıştır (İstanbul 1245; I-II, İstanbul 1258 [iki cilt halindeki ilk baskısıdır]). Ayrıca kütüphanelerde pek çok yazma nüshası bulunmaktadır.


BİBLİYOGRAFYA:

Silâhdar, Târih, I, 632-633; II, 216, 245-248, 623-625; Şeyhî, Vekāyiu’l-fuzalâ, II, 67-69; Râşid, Târih, I, 304-305; II, 183, 188; Devhatü’l-meşâyih, s. 71-72; İlmiyye Salnâmesi, s. 485-486; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III/2, s. 479-480.

Mehmet İpşirli