ÇAVUŞ

Çeşitli Türk devletlerinde bazı saray hizmetlilerini ifade eden ve askerî rütbe olarak kullanılan terim.

Filolojik olarak, eski Uygur metinlerinde geçen çabış ile milâdî 732 ve 735 yıllarında Tu-Kiular’ın Çin’e sefir olarak gönderdikleri kişinin taşıdığı Çö-pi-şe unvanının çavuşun ilk kullanım şekilleri olduğu anlaşılmaktadır. Dîvânü lugāti’t-Türk’te çavuş şeklinde geçen kelime, Peçenek ve Kuman lehçelerinde çaëüş olarak ifade edilmektedir. Kelime Macarca’ya çös şeklinde geçmiş ve hem yer adı hem de şahıs ismi olarak kullanılmıştır. Kâşgarlı Mahmud çavuşu “askeri zulümden men etmekle görevli askerî âmir” olarak açıklamaktadır. Göktürkler’de çavuş sefirlik görevinde kullanılmıştır. Hazarlar’da çavuşyar şeklinde geçen kelime Karahanlılar ve Gazneliler zamanında Farsça’ya da girmiş, tarihî ve edebî eserlerde kullanılmıştır. Unsurî’nin “Kasîde-i Râiyye”si ile çeşitli divanlarda çavuş ve çavişî kelimelerine rastlanmaktadır. Irak, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika ve Yemen gibi, çeşitli dönemlerde Türk sülâlelerinin hâkimiyeti altına girmiş Arap ülkelerinde bu kelime çavuş veya şâviş şeklinde kullanılmıştır. Ayrıca yüzyıllarca Türk hâkimiyetinde kalmış olan Balkan milletleri ile Leh ve Ukrayna dillerinde de çavuş kelimesinin kullanıldığı görülmektedir. Türkler’le siyasî ve medenî münasebetleri Osmanlılar’dan çok önceye uzanan Bizans İmparatorluğu’na da geçen çavuş, bazı Bizantinist’lerin iddia ettiği gibi Osmanlılar’a Bizanslılar’dan geçmemiştir. Nitekim daha XI. yüzyılda Selçuklular’da çavuş ismi ve teşkilâtı vardı.

Etimolojik olarak çavuş kelimesi “bağırma, çağırma, ses, şan, şöhret” mânalarına gelen çav kökünden türemiş ve genellikle askerî bir unvan olarak kullanılmıştır. Orduda nizam ve intizamın korunmasıyla görevli olan çavuşlar, hükümdarın ve diğer büyük kumandanların emirlerini askerî birliklere yüksek sesle bildirdikleri için bu unvanı almış olmalıdırlar.

Müslüman Karahanlı Devleti’nin gerek bu unvanı gerekse birçok askerî rütbe ve müesseseyi önemli ölçüde İslâmiyet’ten önceki Türk devletlerinden, özellikle Uygurlar’dan ve Göktürkler’den aldığı bilinmektedir. Çavuşların bu devletlerde hükümdarların şahsına bağlı bir nevi emir subayı, zaman zaman da elçi olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Hazarlar, Peçenekler ve Kumanlar’da da çavuşların aynı vazifeleri gördükleri söylenebilir. Daha sonraları, Osmanlılar da dahil olmak üzere bütün müslüman Türk devletlerinde çavuşlar yaklaşık aynı görevleri yapmışlardır. Gazneliler’de hem çavuş hem de bunun eş anlamlısı olarak serheng ve dûrbâş kelimeleri kullanılmıştır.

Büyük Selçuklular’da çavuşlar arasından yetişip yükselmiş bazı Türk emîrlerinin daha sonra da bu unvanı taşıdıkları görülmektedir. Selçuklu Sultanı Mesud devri (1134-1157) ileri gelenlerinden olup Sencer’le yaptığı savaşta ölen Yûsuf Çavuş bunlardan biridir. Hârizmşah Devleti’nde bulunan çavuşların kendilerine mahsus arma ve nişanları vardı (Ebü’l-Fidâ, II, 156). Abbâsî halifelerinin ve Delhi Türk sultanlarının saraylarında da çavuşlar zümresinin bulunduğu kesindir. Selçuklular’da ve Hârizmşahlar’da çavuşlar doğrudan hükümdarın emri altında bulunan askerî bir teşkilâttı. Merasimlerde, bellerinde gümüş kemerler, ellerinde altın ve gümüş yaldızlı asâlar olan bu çavuşların bulunması şarttı. Bunlar, hükümdar bir yere giderken “savulun!” veya Arapça “tarriku”, Farsça “dûr” yahut “dûr-bâş” diye bağırırlardı. Esedî’nin bir şiirinden anlaşıldığına göre bu çavuşların elbise ve külâhları siyahtı. Onun için bunlara “siyah-pûşân-ı dergâh” denirdi. Daha sonraları ise kırmızı elbise ve kırmızı külâh giymişlerdir. Saray hizmetlilerinin seçkin bir zümresi olan çavuşlar çetr, bayrak, nevbet gibi saltanat alâmetlerinden biri olarak telakki edilebilir.

Çavuş kelimesi ve teşkilâtı, Selçuklular’dan sonra Atabegler ve Eyyubîler yoluyla Mısır-Suriye Memlük devletlerine de geçmiş, Memlük kaynaklarında çâviş, şâviş şekillerinde yazılmıştır. Suriye’de sultan nâiblerinin maiyetinde çavuşlar da bulunurdu. Çavuşlar halka yapılacak tebligatı yüksek sesle bildirirler, cülûs merasimlerinde ise alkış*çılık yaparlardı. Mısır Memlükleri’nin son devirlerine kadar çavuşların varlığı sürmüştür. Bu teşkilât Mısır’da Osmanlı hâkimiyetinden sonra da devam etmiş, Yavuz Sultan Selim tarafından kurulan asker ocaklarından birisi Çavuşiyye adını almıştır. Bu ocak genellikle vergi tahsiliyle meşgul olur, çavuş kelimesi ise “kavas, hademe” mânasında kullanılırdı. XIV. yüzyılda Resûlîler sülâlesi zamanında Yemen’de de çavuş teşkilâtı vardı (İbn Battûta, IV, 172).

İlhanlılar zamanında eski önemini kaybeden çavuş kelimesi yerini yasavula bırakmıştır. Bunlar daha ziyade adlî takibatla uğraşırlardı. Celâyirliler ve Timurlular devrinde çavuşlardan çok yasavullardan bahsedilmektedir. Akkoyunlu ve Safevî devletlerinde de çavuş kelimesinin yerini yasavul almış ve bu tabir iyice yerleşmiştir.

Çavuş kelimesi ve teşkilâtı Anadolu Selçukluları’nda da vardı ve


Büyük Selçuklular’ınki ile aynıydı. Bizans İmparatorluğu’na elçi olarak giden çavuşlara rastlandığı gibi (Hammer, I, 380) çavuşluktan yetişen ve bu unvanı daha sonra da kullanmayı sürdüren Seyfeddin gibi emîrler de vardı (Kalkaşendî, XIV, 160). Mevlânâ’nın şiirlerinde bu kelimeye rastlanmaktadır.

Anadolu beyliklerinde de kullanımı devam eden çavuş kelimesi ve teşkilâtı Osmanlılar’a bir Selçuklu müessesesi olarak girmiştir. Samsa Çavuş gibi Osman Gazi’nin silâh arkadaşlarından bir kısmı bu unvanla anılmıştır. Kuruluş devrine ait bazı hükümleri ihtiva ettiği kesin olan Fâtih Kanunnâmesi’nde çavuşlarla ilgili açık kayıtlar bulunmaktadır. Burada çavuşların âmiri olan çavuşbaşının Dîvân-ı Hümâyun’da oturmadığı, vezirler, kazaskerler ve defterdarlar divana geldiklerinde kapıcılar kethüdâsı ile çavuşbaşı tarafından karşılandıkları ve çavuşların yevmiyelerinin 60 akçe olduğu belirtilmiştir. Yine aynı kanunnâmede çavuşların derece bakımından timar müteferrikalarından aşağı, kâtiplerle aynı mertebede ve tayinlerinin defterdara ait olduğu, bayramlarda padişahın elini öpme imtiyazlarının bulunduğu tasrih edilmiş, vezirlerin ve defterdarların maiyetlerine ayrıca selâm çavuşu tayin edildiği bildirilmiştir. Kanunnâmeye göre çavuş oğullarına yıllık geliri 10.000 akçe olan timar tevcih edilirdi. II. Bayezid devrinde (1481-1512) 100 çavuş bulunduğu, bunların orduda nizam ve intizamı sağladıkları, madenî asâlarla suçluları dövdükleri anlaşılmaktadır. Osmanlı sarayının ihtişamına paralel olarak çavuşluk teşkilâtı XVI. yüzyılda çok genişlemiştir. Bu yüzyılda Dîvân-ı Hümâyun’da elleri altın ve gümüş asâlı 300 çavuşun bulunduğu anlaşılmaktadır (Chesneau, s. 41 vd.). “Dergâh-ı âlî çavuşları” diye de anılan Dîvân-ı Hümâyun çavuşlarının bir başka görevi, süslü kıyafetlerle mükellef atlara binmiş olarak yabancı ülkelerden gelen elçileri karşılamaktı. Divana giren vezirlerin önünde iki çavuşun bulunması da âdet haline gelmişti. Padişah veya vezîriâzam tarafından verilen bir emrin tebliği, idam hükümlerinin icrası, ikametgâhlarında göz altında tutulan sefirlere nezaret etme gibi işler de çavuşlara aitti. Çavuşlar elçi olarak yabancı ülkelere gönderilir, ayrıca ülke içinde bazı madenlerin işletilmesi gibi işlerde de kullanılırlardı.

Osmanlı Devleti’nde Dîvân-ı Hümâyun çavuşlarından başka, başta Yeniçeri Ocağı olmak üzere öteki Kapıkulu ocaklarında da çeşitli rütbelerde çavuşlar kullanılmıştır. Aynı şekilde “altı bölük” de denilen kapıkulu süvarileri bölüklerinin her birinde çavuşbaşı adı altında zâbitler bulunurdu. Savaş sırasında askerin gerilemesine veya kaçmasına engel olmak için ordu etrafında elleri topuzlu birçok süvari çavuşu görev yapardı. XVII ve XVIII. yüzyıllarda Dîvân-ı Hümâyun çavuşlarının sayısı gittikçe artarak 630’a kadar çıkmıştır. Divan çavuşlarına daha sonra deâvî çavuşu denilmiş, kendisine divan beyi de denilen çavuşbaşı ise sadrazam divanının başkan yardımcısı sıfatıyla icra ve teşrifat işlerinin en büyük âmiri olmuştur. 1836’da Deâvî Nezâreti’nin kurulmasından sonra unvanı deâvî nâzırına, bu da zamanla adliye vekiline çevrilmiştir.

Yeniçeri Ocağı’nın yüksek rütbeli subaylarından biri de başçavuştu. Bununla Dîvân-ı Hümâyun çavuşlarının âmiri olan çavuşbaşı görev, hizmet, kıyafet bakımından tamamen ayrıydı. Ağa bölüklerinden beşincisinin kumandanı olan başçavuşun başlıca görevleri, kul kethüdâsına vekâlet ve ulûfe dağıtımı sırasında neferlere nezaret etmekti. Emrindeki kul çavuşlarının esas görevi ise savaş zamanında padişahın emirlerini gerekli yerlere bildirmekti.

Gerek III. Selim zamanında kurulan Nizâm-ı Cedîd ordusunda, gerekse II. Mahmud zamanında Yeniçeri Ocağı’nın ilgasından sonra teşkil edilen Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’de varlığını koruyan çavuş ve başçavuş unvanları, bugünkü Türk ordusunda da üst rütbeli astsubaylar için ve onbaşının üstünde bir erbaş rütbesi olarak varlığını sürdürmektedir.

Sosyal tarih bakımından bazı dinî zümrelerde, bu arada Yezîdîler’de ve Rifâîler’de belli bir dereceyi ifade etmek üzere nakib teriminin eş anlamlısı olarak çavuş unvanı kullanılmıştır. Türk esnaf kuruluşlarında da çavuşlar yer almıştır. Evliya Çelebi bu çavuşları diğerlerinden ayırarak sayılarını 415 kişi olarak verir. Buradaki çavuşların lonca tarafından verilen kararların icrasıyla mükellef oldukları düşünülebilir.

Etnolojik bakımdan bazı kabile ve teşekküllerin çavuş adıyla anıldığı görülmektedir. XVI. yüzyılda Safevî Devleti’nin askerî birlikleri arasında görülen Çavuşlu oymağı buna örnek olabilir. Bu oymağın,


çavuş adında birinin etrafında toplanmasıyla teşekkül ettiği tahmin edilebilir.

Selçuklular’dan başlayarak Osmanlılar’ın son zamanlarına kadar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Çavuşlu, Çavuşlar, Çavuşköy vb. adlar taşıyan elli altmış kadar köy bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Dîvânü lugāti’t-Türk, I, 11, 107; R. Dozy, Supplément aux Dictionnaires Arabes, Leiden 1881 → Beyrut 1968, I, 169, 717-718; K. Lokotsch, Etymologisches Wörterbuch der Europäischen Wörter Orientalischen Ursprungs, Heidelberg 1927, s. 33; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Bayburtlugil), s. 52; İbnü’l-Kalânisî, Târîhu Dımaşķ (Amedroz), s. 232; Bündârî, Zübdetü’n-Nusra, s. 46, 159; İbn Bîbî, el-Evâmirü’l-Ǿalâǿiyye, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2985, vr. 88ª; Cüveynî, Târîh-i Cihângüşâ, I, 238; İbnü’l-Fuvatî, al-Havâdisü’l-câmiǾa, Bağdad 1351/1932, s. 94; İbn Battûta, Seyahatnâme, IV, 172; Ebü’l-Fidâ, Târîh, II, 156; Kalkaşendî, Subhu’l-aǾşâ, XIV, 160; Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t-tevârîħ (nşr. C. N. Seddon), Baroda 1932, I, 199; Enverî, Düstûrnâme, s. 26, 31; Hammer, HEO, I, 98, 380; Atâ Bey, Târih, I, 15 vd., 169 vd.; Cevad Paşa, Târîh-i Askerî-i Osmânî, İstanbul 1299, tür.yer.; d’Ohsson, Tableau général, IV, 190; VII, 33, 46, 166-168, 174, 189, 324; J. Chesneau, Le Voyage du Monsieur d’Aramon (nşr. Ch. Schefer), Paris 1887, s. 41 vd.; Th. Spandouyn Cantacasin, Petit traicté de l’origine des Turcqs (nşr. Ch. Schefer), Paris 1896, s. 125 vd., 160; Philippe du Fresne-Canaye, Le Voyage du Levant (nşr. H. Hauser), Paris 1897, s. 51, 58, 60, 66, 68, 77, 122, 145; Lutfî, Târih, I, 156, 250, 255, 266; II, 62, 70; Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavâidi, İstanbul 1328-30, I, 224 vd.; F. W. Müller, Ein Dopplbl. aus Einem Manichaischen Hymnenluch, Berlin 1913, s. 11, 32; E. Blochet, Patrologia Orientalis, Paris 1920, XIV, 664 vd.; Muhammed b. Cheneb, Mots turces et persans conservés dans le parler algérien, Paris 1922, s. 51; P. Pelliot, Neuf Notes sur des questions d’Asie Centrale, T’oung Pau 1929, XXVI, 237; J. Németh, Die Inschriften des Schatzes von Nagy-Szent-Miklós, Hungarica 1932, II, 56 vd.; Köylerimiz (Ankara 1933), Ankara 1978, tür.yer.; Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I, 43, 205-208; II, tür.yer.; a.mlf., Medhal, tür.yer.; a.mlf., Saray Teşkilâtı, tür.yer.; a.mlf., Merkez-Bahriye, tür.yer.; Barkan, Kanunlar, s. 42, 233, 236, 274, 287, 302, 359; M. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri (nşr. Orhan F. Köprülü), İstanbul 1981, s. 81-88, 212; a.mlf., “Çavuş”, İA, III, 362-369; E. Stein, “Untersuchungen zur Spätbyzantinischen Verfassung und Wirtschaftsgeschichte”, MOG, II (1925), s. 45; Şerefeddin Yaltkaya, “Mevlânâ’da Türkçe Kelimeler ve Türkçe Şiirler”, TM, IV (1934), s. 123; Abdülkadir Özcan, “Fatih’in Teşkilât Kanunnâmesi ve Nizâm-ı Âlem İçin Kardeş Katli Meselesi”, TD, sy. 33 (1982), s. 35, 36, 38, 40, 44, 47, 50; Pakalın, I, 332-339, 408, 457-458, 462; CI. Huart, “Caawsh”, EI (İng.), II, 829; R. Mantran, “Čāǿush”, EI² (İng.), II, 16; Dihhudâ, Lugatnâme, X/B, s. 78-79.

Orhan F. Köprülü