ÇELEBİ EFENDİ

Konya Mevlevî Âsitânesi’nde postnişin olanlara verilen unvan.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin ölümünden (672/1273) sonra onun soyundan olmayan Hüsâmeddin kutub* olarak tanınmıştı. Hüsâmeddin’den sonra Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in bu mânevî makama geçmesi, türbe ve tekkenin yapılması, Sultan Veled’den sonra Mevlevîliği oğlu Ulu Ârif Çelebi’nin, onun ardından da iki kardeşinin temsil etmesi ve böylelikle tarikatın yavaş yavaş teşekkül etmeye başlaması, Konya’daki Mevlânâ Tekkesi’nde Mevlânâ soyuna mahsus bir makamın ortaya çıkmasına yol açtı. Mevleviyye tarikatı tarihinde ilk olarak Çelebi adını taşıyan Mevlânâ’nın halefi Hüsâmeddin’den sonra bu unvanı alan Ulu Ârif’ten itibaren onun soyundan olanlara “çelebi”, Mevlânâ’yı temsil eden makama “çelebilik”, bu makama oturan çelebiye “makam çelebisi” veya “çelebi efendi” denilmiştir. Tarikatın ilk dönemlerinde hayatta bulunan çelebi efendinin kendisinden sonra çelebilik makamına geçecek olan kişiye hilâfet vermesi, diğer çelebiler arasında çıkabilecek makam ihtilâfını önlemiş oluyordu. Yine bu dönemde çelebi efendi Mevlânâ’nın maddî ve mânevî vârisi olarak büyük bir kabul ve tasvip görüyordu. Mevlevîliğin teşekkül edip yayılmasından sonraki dönemlerde çelebi efendilerin mânevî nüfuzlarının giderek azalması, Mevlânâ soyu arasına giren rekabet ve makam hırsı, Konya dışındaki Mevlevî tekkelerinde çelebi efendilerden daha üstün nitelikli ve etkili şeyhlerin yetişmesi, onların da Mevlevîliği temsil eden en yüksek mânevî makama (kutub) sahip kişiler olarak tanınmalarına yol açmış, bunun neticesi olarak da çelebilik makamının nüfuz sahası daralmış, çelebi efendi tarikatın sadece maddî teşkilâtında lider sayılmıştır.

Çelebi efendiler tekkelere şeyh tayin ederler veya şeyh olması istenen kişiye icâzetnâme vererek bu isteği onaylamış olurlardı. Çelebilik makamının çok az istisnalar dışında babadan oğula intikal etmesi, diğer Mevlevî tekkelerinde de bu usulün gelenekleşmesi sonucunu doğurmuştur.

Soyu baba tarafından Mevlânâ’ya ulaşan çelebilere “zükûr çelebi”, ana tarafından ulaşan çelebilere “inâs çelebi” adı verilmiştir. Çelebi efendi olabilmek için


zükûr çelebi olmak şartı vardı. Ana tarafından çelebilik makamına gelebilmiş tek kişi, Ebûbekir Çelebi’nin yerine geçen Ârif Çelebi’dir (ö. 1050/1640).

Çelebiler arasında anlaşmazlıkların ortaya çıkışından ve Mevlevîliğin siyasî iktidara bağlı bir müessese haline gelişinden sonra çelebilik makamına tayin padişah iradesiyle gerçekleşir olmuştur. Meclis-i Meşâyih’in kurulmasından sonra (1868) takip edilen usule göre çelebilik makamına geçmeye aday olan kişi tayin teklifini şeyhülislâmlığa arzeder, şeyhülislâmın tasdikinden sonra padişah iradesi çıkar ve çelebi efendi olacak kişiye tebliğ edilirdi.

Tarikatın ilk dönemlerinde çelebi efendinin diğer Mevlevî tekkelerinde görev yapan şeyhlerin meşihatını tasdik ettiği konusunda bilgi yoktur. Halife olan bir Mevlevî şeyhi istediği kişiye şeyhlik verebilmekteydi. Çelebi efendinin daha sonra bundan haberi oluyor ve durumu kabulleniyordu. Ancak çelebilik makamının babadan oğula kalmasının ve bunun bir teamül haline gelmesinin de etkisiyle bir tekkenin şeyhinin, ölümden önce kendi yerine varsa oğlunu yoksa aileden ehliyetli birini tayin etmesi âdet haline gelmiş ve bu durum şeyhlerin çile çıkarmış dedelerden tayin edilmesi esasını kaldırmıştır. Şeyhlik makamı boşalan bir Mevlevî tekkesine şeyh olacak kişi Konya Mevlânâ Dergâhı’na giderek orada on sekiz gün hizmet eder, bu süre içinde sikkesi Mevlânâ’nın sandukasının altında durur, on sekiz gün sonra bu sikke çelebi efendi tarafından şeyh olacak kişiye giydirilir ve eline meşihatnâmesi verilirdi. Ancak Konya’ya gitmek zahmetli bir iş olduğundan sonraları bu uygulama da kaldırılmıştır. Bundan sonraki uygulamaya göre şeyh olacak kişi kendi tekkesinin matbahında on sekiz gün hizmet eder, süre tamamlanınca aşçı dede tarafından meşihat gülbangi çekilerek şeyhliği ilân edilirdi. Çelebi efendi bu usulle bir tekkeye şeyh tayin edilen kişinin meşihatnâmesini daha sonra gönderirdi. Mevlevî tekkelerinde görev yapan şeyhlerin her yıl çelebi efendiye hediye göndermeleri gelenek olmuştur.

Osmanlılar’ın ilk devirlerinde padişahın ölümünden sonra tahta geçecek şehzadenin Manisa’ya vali oluşu gibi son çelebi efendiler zamanında makamdaki çelebiden sonra çelebi efendi olacak kişiler de Manisa Mevlevîhânesi’ne şeyh tayin edilmeye başlanmıştır.

Devlet protokolünde kazaskerle eşit statüde bulunan çelebi efendinin resmî yazışmalarındaki lakabı “reşâdetlü” idi. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddin, Sultan Veled ve oğlu Ulu Ârif Çelebi’den sonra yirmi altı kişi çelebilik makamına geçmiştir (çelebi efendilerin tam bir listesi için bk. Gölpınarlı, s. 152-153, krş. Bedîüzzaman Fürûzanfer, ek liste). Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Remzi (Akyürek) Dede Târihçe-i Aktâb (Şam 1331) adlı manzumesinde çelebi efendilerin doğum, ölüm ve çelebilik makamına geçiş tarihlerini vermiştir. Bu manzume Ahmed Remzi Dede’nin el yazısıyla Sefîne’nin içinde de yer almaktadır (I, 320 vd.). Tekkelerin kapatıldığı 1925 yılında bu makamda bulunan Abdülhalim Çelebi’nin aynı yıl vefatı üzerine Halep Mevlevî Dergâhı’nda şeyh bulunan oğlu Muhammed Bâkır Çelebi çelebilik makamını Halep’te kurmuş, bu müessese Suriye’deki Fransız hükümeti tarafından da tasdik edilmiş ve Halep Dergâhı yurt dışındaki diğer mevlevîhânelerin de merkezi olmuştur. Bâkır Çelebi’nin 1943’te İstanbul’da ölümü ve ertesi yıl Suriye’nin bağımsızlık kazanmasından sonra hükümet Bâkır Çelebi’nin oğlu Celâleddin Çelebi’ye Suriye tâbiiyetine geçmesi şartıyla çelebiliğini tasdik etmeyi teklif etmiş, bu teklif kabul edilmeyince çelebilik makamını ve bu makamın imtiyazlarını kaldırmıştır. Ülkedeki diğer mevlevîhânelerle Halep Mevlevîhânesi’nin vakıflarına el konularak bütün mevlevîhâneler Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlanmış, böylece çelebilik müessesesi tarihe karışmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Ahmed Remzi Dede, Târihçe-i Aktâb, Şam 1331; Hüseyin Vassâf, Sefîne, I, 320-321; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâdan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, s. 151-153, 362-364, 367-370; Bedîüzzaman Fürûzanfer, Mevlâna Celâleddin (trc. Feridun Nafiz Uzluk), İstanbul 1986, s. 139; Pakalın, I, 345; II, 67; III, 667.

Celaleddin Çelebi