CİNAS

الجناس

Belâgatın bedî‘ kısmında yer alan bir söz sanatı.

Sözlükte “iki şeyin birbirine benzemesi” anlamında masdar olan cinas, edebiyat terimi olarak anlamları farklı, yazılış veya söylenişleri (sesleri) aynı yahut benzer olan kelimelerin nazım ve nesirde bir arada kullanılması yoluyla yapılan söz sanatını ifade eder. Buna tecnîs de denir. Sünbülzâde Vehbî’nin, “Eyleme vaktini zâyi‘ deme kış yaz oku yaz” mısraındaki mevsim mânasına olan birinci “yaz” ile “yazmak” masdarından emir olan ikinci “yaz” cinas için bir örnek teşkil etmektedir. “Zalim sultanı ziyaret eden, kükreyen aslanı ziyaret eden gibidir” (زائر السلطان الجائر كزائر الليث الزائر) sözünde “ziyâret” masdarından ism-i fâil olan birinci ve ikinci “zâir” kelimeleriyle “kükremek” anlamına gelen “zeîr” masdarından ism-i fâil olan üçüncü “zâir” kelimesi arasındaki benzerlik cinasın bir diğer örneğidir. “Padişah onun hakkını verdi” (شاه داد اورا داد) cümlesinde “hak” anlamında isim olan birinci “dâd” ile “vermek” (دادن) masdarından üçüncü tekil şahıs olan ikinci “dâd” da cinas için örnek olarak gösterilebilir.


Belâgat kitaplarında değişik yönlerden tasnife tâbi tutulan cinas, genellikle önce cinâs-ı tâm ve cinâs-ı gayr-i tâm olmak üzere iki bölüme, daha sonra bunlar da kendi aralarında alt bölümlere ayrılmaktadır.

Cinâs-ı Tâm. Lafız itibariyle birbirine uygun cinaslara denir. Tam cinas “vücûh-i erbaa” denilen dört şeyin ittifakı ile, yani cinası meydana getiren kelimelerin harfleri, sıraları, sayıları ve harekeleri bakımından birbirinin aynı olması ile meydana gelir. Bu tür cinas, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi benzer kelimeler tek bir kelimeden meydana gelirse “cinâs-ı tâmm-ı basît” adını alır. “Ey Hatâ ülkesinin bütün güzellerinin nuru! Senin yüzünü görmekten uzak kalmak hatadır” (اى چراغ همه بتان خطا دور بودن زورى تست خطا) örneğinde şekil bakımından birbirinin aynı olan “hatâ”lardan birincisi Çin’deki Hatâ ülkesi, ikincisi ise “yanlış” anlamında olup bu cümle de cinâs-ı tâmma örnek teşkil eder. Benzer kelimelerden her ikisi veya biri birleşik kelime olursa bu tür cinasa “cinâs-ı tâmm-ı mürekkeb” adı verilir. Keçecizâde Fuad Paşa’nın, “Bir evde dü zen olsa düzen olmaz o evde” mısraında “iki kadın” anlamında olan “dü zen” ile “uyum” anlamına gelen “düzen” arasındaki benzerlik buna örnektir. Bir diğer örnek de, “Hükümdar bağış yapan cömert bir kişi değilse onu bırak, çünkü devleti gidicidir, pâyidar olamaz” (إذا ملك لم يكن ذا هبة فدعه فدولته ذاهبة) beytidir. Burada cinasın birinci unsuru, “sahip ve mâlik” anlamındaki “zâ” ile “bağış” anlamına gelen “hibe” kelimelerinden meydana gelmiştir; ikincisi ise “gitmek” anlamındaki “zehâb” masdarının ism-i fâili olan “zâhibe”dir.

Mürekkeb cinas “cinâs-ı müteşâbih”, “cinâs-ı mefrûk” ve “cinâs-ı merfû” olmak üzere üç kısma ayrılır. Cinâs-ı müteşâbih, Keçecizâde Fuad Paşa’nın mısraında olduğu gibi benzer kelimelerin yazılışlarının aynı olması halinde ortaya çıkar. Ayrıca, “Kim canımı tedavi ettiyse inci ve mercan hazinemi götürdü” (هركه درمان كرد مرجان مرا برد در و مرجان مرا) cümlesi de cinâs-ı müteşâbihe örnektir. Burada birinci “mercân”, ismin -i halini güçlendiren “mer” ekiyle “cân”dan oluşmakta, ikincisi ise süs eşyası olan “mercan” anlamına gelmektedir.

Benzer kelimelerin yazılışları farklı olursa cinâs-ı mefrûk adını alır. Ahmed Paşa’nın, “Âh kim ömrüm cihan mülkünde cânânsız geçer / Ben cihan mülkün n’iderem çünkü cân ansız geçer” beytinde “cânânsız” kelimesiyle “cân ansız” arasındaki benzerlik buna örnektir. “Gönlüne sor, mukayese etsin bakalım, onu hangi darbe daha çok incitir; çanların darbesi mi yoksa ayrılık darbesi mi?” (فقل لنفسك أي الضرب يوجعها / ضرب النواقيس أم ضرب النوى قيسى) beytinde “çan (nâkūs) darbeleri” anlamındaki “darbü’n-nevâkısi” ile “ayrılık darbeleri” anlamına gelen “darbü’n-nevâ” ve “mukayese etmek”ten müennes emir sigası olan “kīsî”den oluşan “darbü’n-nevâ kısî” arasındaki benzerlik de cinâs-ı mefrûka örnek teşkil eder. Farsça’da “birinden, bir şeyden ilgisini kesmek anlamındaki “dil berdâşten” (دل برداشتن) ile “güzele sahip olmak” anlamındaki “dilber dâşten” (دلبر داشتن) fiilleri de cinâs-ı mefrûka örnektir.

Mürekkeb cinas, iki kelimeden değil bir kelime ile diğer bir kelimenin bir parçasının aynı olmasından meydana gelirse bu tür cinasa cinâs-ı merfû denir. İsmâil Safâ’nın, “Yokken güneşin eşi semâda / Bir eş görünürdü şemse mâda” beytindeki “semâda” ve “şemse mâda” kelimeleri arasında olan benzerlikle, “Şeref ve fazilet sahibi olman için gücün yettiğince hile yapma” (المكر مهما استطعت لا تأته/لتقتنى السؤدد والمكرمة) beytinde birinci mısrada “hile” anlamındaki “mekr” ile “ne zaman” anlamındaki “mehmâ”nın ilk yarısı olan “meh”in (مه) birleşmesinden oluşan “el-mekrüme” (المكرمه) ve ikinci mısrada bulunan “iyilik ve kerem” anlamındaki “el-mekrüme” (المكرمة) arasındaki benzerlik gibi. Farsça’da “kadehe eğilme, yönelme” anlamına gelen “meyl-i câm” (ميل جام) tamlamasındaki ilk kelimenin son harfi “li” (لِ) ile “câm” kelimesi birleştirilince “gem” anlamında “licâm” (لجام) kelimesi ortaya çıkar ki bu da cinâs-ı merfûa örnek gösterilir.

Cinâs-ı tâm, cinası meydana getiren kelimelerin isim veya fiil oluşuna göre de ikiye ayrılır. Kelimelerin her ikisinin isim veya fiil olmasıyla yapılan cinasa “cinâs-ı mümâsil” denir. Fuzûlî’nin, “Gerçi ey dil yâr için yüz verdi yüz mihnet sana” mısraında “yüz” kelimelerinin ikisi de isimdir. “Abbas, savaş şiddetlenince aslanların bile kendisinden korkup kaçtığı bir aslandır. Fazl ihsan (fazl), Rebî‘ de bahar yağmuru (rebî‘) gibidir.” (عبّاس عبّاس إذا احتدم الوغى / والفضل فضل والربيع ربيع) beytinde de Abbas, Fazl ve Rebî‘ kelimeleri isimdir. İzzet Molla’nın, “Dest-i kûtâhımızı etmemiş Allah resâ / Menba-ı lutfunu yoksa elimizle kaparız // Bize versin mi Hudâ âb-ı hayâtı tevfîk / Hızr’ı bulsak reh-i zulmette külâhın kaparız” dörtlüğünde “kaparız” fiillerinden birincisi “tıkamak”, ikincisi “almak, yakalamak” anlamındadır. “Kıyametin kopacağı gün günahkârlar çok kısa bir süre kalacaklarına yemin ederler” (ويوم تقوم الساعة يقسم المجرمون ما لبثوا غير ساعة [er-Rûm 30/55]) âyetinde birinci “sâat” “kıyamet günü”, ikincisi “kısa zaman parçası” anlamında olup ikisi de isimdir. Farsça’da biri “ağız, damak”, diğeri “murad, maksat” anlamlarına gelen iki “kâm” (كام) kelimesi de bu türe örnek olarak verilebilir.

Benzer kelimelerden birinin isim, diğerinin fiil olması halinde meydana gelen cinasa “cinâs-ı müstevfâ” denir. Sünbülzâde Vehbî’nin yukarıda örnek olarak verilen mısraındaki “yaz” kelimeleri böyledir. Ayrıca İbn Künâse’nin oğlunun ölümü münasebetiyle söylediği mersiyenin, “Yaşasın diye ona Yahyâ adını verdimse de Allah’ın emri karşısında ölümden kurtulmaya hiçbir çare yoktur” (سميته يحيا ليحيى ولم يكن / إلى رد أمر الله فيه سبيل) beytinde geçen “yahyâ” kelimelerinden birincisi özel isim, ikincisi fiil olup buna örnek teşkil ederler.

Cinâs-ı Gayr-i Tâm. Cinâs-ı tâmdaki dört benzerlikten (vücûh-i erbaa) birinin noksan olması ile meydana gelen cinastır. Bu noksanlık veya kelimeler arasındaki farklılık Farsça’da “derd” (درد dert), “gerd” (كرد toz), “dürd” (درد şarap tortusu) ve “düzd” (دزد hırsız) örneklerinde olduğu gibi harflerin türlerinde olursa buna “cinâs-ı lâhik” denir. Cinas-ı lâhik da noksanlık veya farklılığın kelimenin başında, ortasında veya sonunda olmasına göre üçe ayrılır. Kâmil Paşa’nın, “Pederinizin tarîk-i edeb ve terbiyesine sâlik ve hevâ vü hevese galebe ile nefsinize mâlik olmalısınız” cümlesindeki “sâlik” ile “mâlik” ve “Şüphesiz nankörlüğüne kendisi de şahittir ve insan mal sevgisine aşırı derecede düşkündür” (انّه على ذلك لشهيد وانّه لحبّ الخير لشديد [el-Âdiyât 100/7-8]) meâlindeki âyetlerde “şehîd” ile “şedîd” kelimeleri arasındaki benzerlik ve farklılık bunlara örnek teşkil eder.

Farklılığı harflerin sayısından kaynaklanan cinaslar “cinâs-ı nâkıs” adını alır. Burada da farklılık başta, ortada ve sonda olabilmektedir. Bâkî’nin, “Sînesin etse kaçan kân-ı maârif ârif / Kılsa her harfe nazar bir nice ma‘nâ görünür” beytindeki “maârif” ile “ârif” kelimeleri; “Durumun aynen devamı imkânsızdır” (دوام الحال من المحال) sözündeki “hâl” ile “muhâl”; “Ve bacak bacağa dolaşır. İşte o gün sevkedilecek yer sadece rabbinin huzurudur” (والتفت الساق بالساق إلى ربك يومئذ المساق [el-Kıyâme 75 / 29-30]) âyetindeki “sâk” ile “mesâk” kelimeleri arasındaki benzerlik ve farklılık buna örnektir.


Farsça’da, “Ey belâyı seçen ve elinin sırtını ısıran” (اى بلا گزيده وبشت دست گزيده) sözündeki “güzîde” ve “gezîde” bunun için örnek olarak verilir. Ayrıca “gil” (گل kil), “gül” (گل çiçek), “derd” (درد), “dürd” (درد) misallerinde olduğu gibi yazılışları aynı, okunuşları farklı kelimeler de cinâs-ı nâkısa örnek gösterilir.

Cinası meydana getiren kelimeler arasındaki farklılık hareke ve sükûn dolayısıyla olursa buna “cinâs-ı muharref” denir. Sünbülzâde Vehbî’nin, “Bûse-i nukl-i lebi bezme edip nakl-i nevâl” mısraındaki “nukl” ve “nakl” kelimelerinde hareke farkı; “Allahım! Beni güzel yarattığın gibi ahlâkımı da güzelleştir” (اللهم كما حسنت خَلقي فحسن خُلقي) hadisinde “halk” (خَلق) ile “huluk” (خُلق) arasında ise hareke ve sükûn farkı vardır.

Cinaslı kelimelerde harflerin sıralanışında bir fark olursa “cinâs-ı kalb” meydana gelir. Sürûrî-yi Kadîm’in, “Mûr gibi emrine kılmış itâat halk-ı Rûm” mısraındaki “mûr” (karınca) ile “Rûm” (Anadolu) kelimeleri arasında bu tür bir cinas vardır. “Kılıcında dostlar için fetih, okunda düşmanlar için ölüm vardır” (حسامك فيه للأحباب فتح / ورمحك فيه للأعداء حتف) beytinde de “feth” (فتح) ile “hatf” (حتف) arasında cinâs-ı kalb mevcuttur.

Cinası meydana getiren kelimeler arasındaki farklılık harflerin noktalarından kaynaklanıyorsa bu nevi cinasa “cinâs-ı hattî” denir. Buna “cinâs-ı musahhaf” veya “cinâs-ı tashîf” adı da verilir. “Şeb-i târîk” (شب تاريك karanlık gece) ve “râh-ı bârîk” (راه باريك ince yol) tamlamalarındaki “târîk” ile “bârîk” kelimeleri buna örnektir. Nef‘î’nin, “Bize Tâhir Efendi kelb demiş / İltifâtı bu sözde zâhirdir / Mâlikî mezhebim benim zîrâ / İ‘tikadımca kelb Tâhirdir” dörtlüğünde “zâhir” (ظاهر) ile “Tâhir” (طاهر) kelimelerinin arasında sadece nokta farkı vardır. Aynı şekilde, “Üstünlüğün seni şımarttı” (غرك عزك) sözündeki “garr” ve “izz” kelimeleri arasındaki fark da ilk ve son harflerinin noktalı ve noktasız olmasından ibarettir.

Cinasın başka türleri olduğu gibi cinas grubuna giren iştikak, müzdevic, reddü’l-acüz ale’s-sadr, îhâm, müşâkele, akis, şibhü’l-iştikak vb. birtakım söz sanatları da vardır.

Bunlardan başka belâgat kitaplarında “cinâs-ı lafzî” ve “cinâs-ı ma‘nevî” ayırımı yapılır. Bu ayırım Recâizâde Mahmud Ekrem’den itibaren Türkçe belâgat kitaplarına girmiştir (bk. Ta‘lîm-i Edebiyyât, s. 340). Bu anlayışa göre yukarıda verilen örnekler cinâs-ı lafzî grubuna girmektedir. Cinâs-ı ma‘nevî ise “cinâs-ı izmâr” ve “cinâs-ı işâret” olmak üzere iki kısımda incelenmektedir. Ancak Türkçe edebiyat kitaplarında cinâs-ı ma‘nevî istihdâm, tevriye ve mugālata-i ma‘neviyye ile karıştırılmakta ve Recâizâde’den beri tartışma konusu olmaktadır.

Cinas bilhassa mizahî konularda okuyucunun hoşuna giden bir sanat olup divan ve halk edebiyatlarında geniş ilgi görmüştür. Çok orijinal örnekleri bulunduğu gibi sırf sanat kaygısıyla yapılmış cinaslar da vardır. Ayrıca eski şairlerin Arapça ve Farsça kelimeleri çokça kullanması cinasın sınırlarını genişletmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, “cinâs” md.; İbn Reşîk el-Kayrevânî, el-ǾUmde (nşr. Muhammed Karkazân), Beyrut 1408 / 1988, I, 545-565; Abdülkāhir el-Cürcânî, Esrârü’l-belâga (nşr. H. Ritter), İstanbul 1954, s. 5-19; Ebû Ya‘kūb Sekkâkî, el-Îzâh fî Ǿulûmi’l-belâga (nşr. Muhammed Abdülmün’im Hafâcî) [baskı yeri yok] 1400 / 1980, s. 535-542; Reşîdüddin Vatvât, Hadâǿiku’s-sihr fî dekāǿiki’ş-şiǾr (nşr. Abbas İkbal), Tahran 1362 hş., s. 5-12; Tîbî, et-Tibyân fî Ǿilmi’l-meǾânî ve’l-bedîǾ ve’l-beyân (nşr. Hâdî Atıyye), Beyrut 1407 / 1987, s. 480-487; Abdünnâfî İffet, en-Nef‘u’l-muavvel, İstanbul 1290, II, 194-201; Recâizâde Mahmud Ekrem, Ta‘lîm-i Edebiyyât, İstanbul 1299, s. 340; Diyarbekirli Said Paşa, Mîzânü’l-edeb, İstanbul 1305, s. 365; Muallim Nâci, Istılâhât-ı Edebiyye, İstanbul 1307, s. 241-248; Mehmed Rifat, Mecâmiu’l-edeb IV: İlm-i Bedîî, İstanbul 1308, s. 300-311; Mehmed Tâhir, Tercüme-i Mîzânü’l-edeb, İstanbul 1257, s. 306-307; Ahmed Hamdi, Teshîlü’l-arûz ve’l-kavâfî ve’l-bedâyi‘, İstanbul 1289, s. 8-18; Ali Cemâleddin, Arûz-i Türkî, İstanbul 1291, s. 121-124; M. İzzet b. Ahmed [Babanzâde], Def‘u’l-mesâlib fî edebi’ş-şâir ve’l-kâtib, İstanbul 1325, s. 41-48; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı (İstanbul 1937), İstanbul 1973, s. 31-32; Seyyid Ahmed el-Hâşimî, Cevâhirü’l-belâga, Kahire 1383 / 1963, s. 396-403; Ahmed Mustafa el-Merâgī, ǾUlûmü’l-belâga, Beyrut, ts. (Dârü’l-Kalem), s. 330-334; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri I: Belâgat, Ankara 1980, s. 307-326; Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara 1983, s. 467-481; Ahmed Matlûb, MuǾcemü’l-mustalahâti’l-belâgıyye ve tetavvüruhâ, Bağdad 1406/1986, I, 51-109, 414-423; “Cinas”, TA, XI, 11; “Cinâs”, İA, III, 193; “Cinas”, TDEA, II, 73-74.

Hulûsi Kılıç – Kâzım Yetiş