DÂRÜLKURRÂ

دار القرّاء

Kur’an öğretilen ve hâfız yetiştirilen mekteplerin, kıraat tâlimi yapılan medrese veya bölümlerin genel adı.

“Yer, mekân, ev” gibi anlamlara gelen dâr ile “okuyan” anlamındaki kārî kelimesinin çoğulu olan kurrâ kelimelerinden meydana gelen dârü’l-kurrâ, Kur’ân-ı Kerîm’in öğretildiği, bir bölümünün veya tamamının ezberletildiği ve kıraat vecihlerinin tâlim ettirildiği mektepler için kullanılmıştır. Bu müesseselere dârülkur’ân ve dârülhuffâz adı da verilir.

Çok güzel Kur’an okuyan âmâ Abdullah b. Ümmü Mektûm’un Medine’ye hicretinde, Mahreme b. Nevfel’in dârülkurrâ denilen evinde misafir olduğu şeklinde İbn Sa‘d’da yer alan bir rivayetten (et-Tabakāt, IV, 205), bu ismin mescidler dışında Kur’an okunan ve öğretilen yerler için daha Hz. Peygamber devrinde kullanılmaya başlandığı anlaşılmaktadır. Bu ev muhtemelen İbn Şebbe’nin sözünü ettiği, Mescid-i Nebevî’nin güneydoğu köşesinde yer alan ve sonradan Abbâsî Halifesi Mehdî-Billâh tarafından satın alınıp mescide dahil edilen binadır (Târîhu’l-Medîneti’l-münevvere, I, 241). Aynı rivayeti İbn Abdülber’den nakleden Huzâî, bu olayın medreselerin kuruluşuna örnek teşkil edebileceğini söyler.

Hicretten önce Mekke’de Kur’an öğretimi daha çok Dârülerkam’da olmuştur. Akabe biatlarından sonra Hz. Peygamber Medineliler’e Kur’an muallimi olarak Mus‘ab b. Umeyr’i göndermişti. Fetihten sonra vilâyetlere tayin ettiği bir kısım valiler aynı zamanda Kur’an muallimleriydi. Mescid-i Nebevî’de bu görevi Hz. Peygamber bizzat yapmakla birlikte Ubâde b. Sâmit’i de Suffe ashabına Kur’an öğretmekle görevlendirmiş, mescidlerde Kur’an derslerini teşvik etmiştir: “Allah’ın evlerinden birinde, Allah’ın kitabını okumak ve kendi aralarında mütalaa etmek (tedârüs) üzere toplanan her topluluğa Allah iç huzuru verir; onları rahmet bürür, çevrelerinde melekler toplanır ve Allah onları meleklerin yanında anar” (Müslim, “Zikr”, 38; Hatîb et-Tebrîzî, I, 71 [nr.71]). Hadiste geçen “tedârüs” kelimesi bütün Kur’an ilimlerine şâmil olmalıdır.

Dokuz mescidde eğitim ve öğretimin devam ettiği Medine’den başka fethedilen ve yeni kurulan merkezlerde ashabın kıraatte mahir olanlar Kur’an dersleri vermişlerdir. Dımaşk’ta (Şam) Emeviyye Camii’ndeki ders halkalarının birçoğu kıraatle ilgiliydi. Ebü’d-Derdâ burada Kur’an tâlim ettiği için “Muallimü’ş-Şâm” veya “Kāriü’ş-Şâm” unvanıyla anılmıştır. Öğrenci sayısının zaman zaman 1500’ü geçmesi onun derslerine olan rağbeti gösterir. Ebü’d-Derdâ vefat etmeden önce, yerine kıraatini takdir ettiği sahâbî Fedâle b. Ubeyd el-Ensârî’yi hoca olarak görevlendirmesi için Suriye Valisi Muâviye b. Ebû Süfyân’a tavsiyede bulunmuştu. Seyahatleri sırasında Dımaşk’a da uğrayan İbn Cübeyr, bu şehirde bütün gün devam eden Kur’an dersleri hakkında bilgi vermektedir. Sabah namazından sonra “seb‘” denilen meclisle başlayan kıraat dersleri ikindiden sonra “Kevseriyye” adı verilen derslerle devam ederdi. Burada, kendilerine “Kevserî” denilen ve Kur’an’ı ezberlemede güçlük çeken yüzlerce kişiye Kevser sûresinden itibaren namaz sûreleri tâlim ettirilirdi (er-Rihle, s. 244). Birçok merkezde Kur’an dersleri veren ashaptan itibaren tâbiîn ve tebeü’t-tâbiîn dönemlerinde değişik lehçelere göre okuyuş tarzları şekillenmeye başladı. Hicrî II. yüzyılda Medine’de Nâfi‘ b. Abdurrahman, Mekke’de Ebû Ma‘bed Abdullah b. Kesîr ve Humeyd b. Kays el-A‘rec; Kûfe’de Âsım b. Behdele, Hamza b. Habîb, Ali b. Hamza el-Kisâî ve A‘meş; Basra’da Ebû Amr b. Alâ; Dımaşk’ta İbn Âmir kıraat ilminde şöhret buldular. Bunlardan İbn Kesîr, Nâfi‘, İbn Âmir, Ebû Amr, Hamza, Kisâî ve Âsım’ın okuyuş tarzları “kırâat-i seb‘a” olarak tanındı. Ebû Ca‘fer Yezîd b. Ka‘kā‘, Ya‘kūb el-Hadramî ve Halef b. Hişâm’ın kıraatleriyle sayısı ona çıkan mütevâtir kıraatler daha sonra dârülkurrâların başlıca derslerinden oldu.

Camiler uzun süre bilhassa Kur’an ve hadis tahsilinin merkezi olma özelliğini korudular. Buralarda ileri seviyede Kur’an öğrenimi için oluşturulan ders halkaları “seb‘” ve “tasdîr” diye anıldı; kıraat hocasına “şeyhü’l-kırâa”, görevine de “meşîhatü’l-kırâa” denildi. Şehir camilerinde yürütülen Kur’an okutma faaliyeti “meşîhatü’l-mescid”, ordugâhlarda yürütülen faaliyetler “meşîhatü’l-cünd” ismini aldı. Bu sonuncunun hocalarına “kāriü’l-cünd” de denilirdi. Evliya Çelebi’nin selâtin, vüzerâ ve diğer ileri gelenlerin camilerinin her birinde bir dârülkurrâ olduğunu söylemesinden de anlaşılacağı gibi mescidlerde kıraat ilminin okutulduğu özel bölümlere Osmanlılar dârülkurrâ adını vermişlerdir.

İlk dört asırda yüksek seviyede Kur’an dersleri yalnız camilerde verilmekte, mescidlerde ibadet huzurunu bozacağı düşüncesiyle küçük çocuklara “küttâb” adı verilen mekteplerde Kur’an öğretilmekteydi. Buhârî’nin bir rivayetinden (“Diyet”, 27) daha Hz. Peygamber döneminde var olduğu anlaşılan ve Osmanlılar’daki sıbyan mekteplerini andıran küttâblarda çocuklara okuma yazma öğretildikten başka temel dinî bilgiler ve Kur’an da öğretiliyordu. Yazı ve Kur’an dersleri ayrı ayrı hocalar tarafından verilir ve bunların farkını belirtmek için Kur’an hocalarına “muallim” veya “mukrî”, yazı hocalarına da “mükettib” denilirdi. Mekteplerin Kur’an tâlimi ağırlıklı olanlarına sonradan “Kur’an küttâbları” denilmiştir. Bu okulların daha Muâviye zamanında Dımaşk’ta mevcut olması


bunların erken dönemde yaygınlaştığını göstermektedir.

İslâm dünyasında ilk medreseler hicrî IV. yüzyılın ortalarında Nîşâbur’da kurulmuştur. Bunlardan bir kısmı “dârüssünne” denilen hadis okullarıydı. Diğerlerinde, sonraki bazı medreselerde örneği görülen dârülkurrâ ve dârülhadis gibi bölümlerin olup olmadığı kesin olarak bilinmemekle birlikte hocalarından bir kısmının mukrî olmasından da anlaşılacağı üzere okutulan dersler arasında kıraat ilminin önemli bir yer tuttuğu muhakkaktır.

Camiler dışında yüksek seviyede Kur’an öğretimi için kurulan ilk müstakil medreseler dârülkur’ânlardır. Dımaşk’ta Emîr Şücâüddevle Sâdir b. Abdullah tarafından 391’de (1001) Sâdiriyye Medresesi’nin yaptırılmasının ardından Şam kurrâsından olan ve İbn Âmir kıraatini iyi bilen Rişâ’ b. Nazîf, IV. (X.) yüzyılın sonlarında veya V. (XI.) yüzyılın başlarında buranın ilk dârülkur’ânını kurmuştur. Bu dârülkur’ân, kurucusu ve hocasına izâfeten Rişâiyye Dârülkur’ânı adıyla anılmıştır.

Nuaymî, Rişâiyye dışında Dımaşk’ta bulunan diğer dârülkur’ânları Cezeriye, Haydariye, Dellâmiye, Sencâriye, Sâbûniye ve Vecîhiye adlarıyla belirtir. Bunlar VIII ve IX. (XIV ve XV.) yüzyıllara ait olup her biri kıraat ilminde mahir bir âlime izâfe edilmiştir. Bu âlimlerin ölümünden sonra ilmî fonksiyonlarını fazla devam ettiremedikleri anlaşılan medreselerin bina olarak sadece üçü mescide çevrilmiş olarak zamanımıza kadar gelebilmiştir. Ancak İbn Kesîr’in VIII. (XIV.) yüzyılın ortalarına dair verdiği bilgilerde başka dârülkur’ânlardan da söz etmesi, Dımaşk’ta o dönemdeki dârülkur’ân sayısının Nuaymî’nin verdiği rakamdan daha fazla olduğunu göstermektedir. Dımaşk’ta ayrıca dârülkur’ân ve dârülhadisi müştereken bünyesinde toplayan veya sadece dârülhadis olarak zikredildiği halde kırâat-i seb‘a da okutulan öğretim kurumları da mevcuttu. Eşrefiyye Dârülhadisi’nin hocaları arasında mukrî ve vakfiye gereği sayıları onla sınırlı olan kırâat-i seb‘a öğrencileri vardı (Sübkî, II, 109).

Dârülkur’ânlar sadece Şam bölgesine münhasır değildi. Vâsıt’ı ziyaret eden İbn Battûta, Kur’an öğrenmek üzere buraya gelen öğrencilerin kalması için yapılmış 300 odalı büyük bir medreseden söz etmektedir (er-Rihle, s. 183). Özellikle dârülkurrâ veya dârülkur’ân şeklinde adlandırılan bölümleri olmasa da Kur’an ilimlerinin medreselerde de ders olarak okutulduğu muhakkaktır. Bağdat’taki Müstansıriye Medresesi’ndeki dârülkur’ânda bir kıraat hocası ve muîdi ile belli sayıda kıraat öğrencisi vardı (Nâcî Ma‘rûf, I, 40-41). Mısır’daki meşhur Ezher’de kurulduğu günden beri Kur’an dersleri okutulmuştur. 1930 yılında çıkarılan ve bir yıl sonra uygulanmaya başlanan kanunda tecvid ve Kur’an hıfzı ibtidâî ve sânevî bölümlerinde yer almaktadır.

Selçuklular, kıraat ilminin okutulduğu medreseleri genellikle “dârülhuffâz” şeklinde adlandırmışlardır. Bu adlandırma kısmen Osmanlılar dönemine de uzanmaktadır. Timur devri mimarisinde bazı türbelerin çevresinde yer alan külliyelerde hâfızların Kur’an okuması için yapılan odalara bu isim verilmiştir. Nitekim Meşhed’de İmam Ali er-Rızâ Türbesi ve Gevher Şâd Camii planlarında dârülhuffâz olarak adlandırılan odaların bulunduğu görülmektedir. A Survey of Persian Art adlı eserde (bk. bibl.) yer alan bir planda bu odaların muhafızların kaldığı bölüm olarak gösterilmesi doğru değildir.

İbrahim Hakkı Konyalı, tarihî kaynaklarda ve arşiv vesikalarında rastladığı dârülhuffâzlar hakkında bilgi vermektedir. Buna göre çoğunluğu şahıslar tarafından yaptırılan ve çok azı zamanımıza intikal eden bu dârülhuffâzların Konya’daki sayısı otuza yakındır. Bunların bir kısmı Karamanoğulları ve Selçuklular’dan Osmanlılar’a intikal etmiş ve uzun süre varlığını sürdürmüştür. Arşivlerde bulunan bazı dârülhuffâz vakfiyelerinde buralar için neler vakfedildiği, derslerin yapılış biçimi ve “reîsülhuffâz” denilen şeyhin seçiliş tarzıyla ilgili bilgiler bulunmaktadır.

Osmanlılar Kur’an ihtisas medreselerine genellikle dârülkurrâ demişlerdir. Osmanlı topraklarının her tarafında çok sayıda dârülkurrâ vardı. Ancak bu binaların büyük bir kısmı bugün mevcut değildir. Anadolu beylerbeyi iken 1582’de Rumeli beylerbeyliğine tayin edilen Câfer Paşa’nın yaptırdığı, bugün evler arasında sıkışıp kalmış Kütahya Dârülkurrâsı gibi bazıları ise ayakta kalmak için direnmektedir. Mimar Sinan’ın yaptığı dârülkurrâlardan İstanbul Süleymaniye, Hüsrev Kethüdâ, Sokullu Mehmed Paşa, Atik Vâlide dârülkurrâları ile Dâvud Ağa’nın yaptığı Edirne Selimiye Dârülkurrâsı zamanımıza kadar gelebilmiştir. Dârülkurrâların birçoğu hakkında tarihî kaynaklar yanında seyahatnâmelerle vakfiyelerden ve tabakat kitaplarında yer alan hocalarının biyografilerinden bilgi edinilebilmektedir.

Gezdiği yerlerdeki dârülkurrâların bazı özellikleri hakkında çok değerli bilgiler veren Evliya Çelebi, kendi asrında oldukça fazla sayıda dârülkurrâdan söz etmektedir. Bundan bir asır sonrasının (XVIII. yüzyıl) vakıf eserleri üzerinde yapılan bir araştırma ise bu dönemde çok az sayıda dârülkurrâ bulunduğunu göstermektedir. Evliya Çelebi’nin kendi dönemini biraz abartmış olabileceği düşünülürse de devletin gittikçe gerilemesinin bu müesseselerin azalmasına yol açmış olabileceğini, ayrıca onun sözünü ettiği dârülkurrâlardan büyük bir kısmının selâtin, vüzerâ, âyan ve eşraf camileri bünyesinde yer aldığını unutmamak gerekir.

Evliya Çelebi’nin verdiği bilgilere göre Amasya’da dokuz dârülkurrâ vardı. Bunlardan sadece Sultan Bayezid Dârülkurrâsı’nda 300’den fazla hâfız bulunmaktaydı, bunların arasında kırâat-i seb‘a, aşere ve takrîbi bilenler de mevcuttu (Seyahatnâme, II, 188). Amasya Tarihi yazarı Hüseyin Hüsâmeddin’in burada mevcut sekiz dârülkurrâ hakkında ayrıntılı bilgi vermesi, Seyahatnâme’deki sayının abartılmış olmadığını gösterir. Hüseyin Hüsâmeddin’e göre sıbyan mekteplerinde de hâfızlık yapılmaktaydı ve bu sayede Amasya’da birçok hâfız yetişmişti (Amasya Tarihi, I, 265-268).

Evliya Çelebi Edirne hakkında bilgi verirken bu şehirde de birçok dârülkurrâ bulunduğunu ve buralarda hâfızlık yapıldığını, çeşitli seviyelerde kıraat dersleri görüldüğünü, İbnü’l-Cezerî ve Şâtıbî’nin eserleriyle şiirler okutulduğunu yazar (Seyahatnâme, III, 449). Ayrıca İstanbul’da bütün büyük camilerin bünyesinde birer dârülkurrâ yer aldığı gibi müstakil binalardan dârülkurrâların da mevcut olduğunu ve döneminde İstanbul’da 3000’i kadın olmak üzere 9000 hâfız bulunduğunu kaydeder (a.g.e., I, 524).

Dârülkurrâlar hakkında bilgi verirken bazı gözlemlerde de bulunan Evliya Çelebi’ye göre dokuz dârülkurrânın bulunduğu Manisa’da halkın Kur’an öğrenme ve ezberlemeye büyük bir ilgisi vardır; burada büyük küçük, kadın erkek 3000 hâfız bulunmaktadır; ancak bunlar “Türkzâd” olduklarından mehâric-i hurûfa pek riayet edemezler (a.g.e., IX, 74-75). Sayısı 370’i bulan Mısır dârülkurrâlarında ise


fazlaca “lahn-ı celî ve hafî” yapılmaktadır (a.g.e., X, 233-235). Tebriz’de de yirmi kadar dârülkurrâ mevcuttur. Fakat “Acemlere tecvidle kemâ hiye hakkuhâ kıraat müyesser olmamıştır” (a.g.e., II, 250). Saraybosna’da toplam sekiz yerde Kur’an hıfzedilir ve kırâat-i seb‘a üzere okunur; ancak hâfızların sayısı azdır; özellikle ileri seviyede ve büyük vakfı bulunan dârülkurrâları yoktur, ulucamilerde şeyhülkurrâlar bulunmaktadır (a.g.e., V, 431). Üsküp’te dârülkurrâ sayısı dokuz olmakla birlikte bunlar camilerin bünyesindedir ve buranın halkı “hıfza candan mukayyet değildir” (a.g.e., V, 556).

Evliya Çelebi Bursa’da da birçok dârülkurrâ bulunduğunu söylemekte, ancak bunlar hakkında fazla bilgi vermemektedir (a.g.e., II, 17). Haremeyn’i de gezen müellif Medine’de yedi, Mekke’de kırk yerde dârülkurrâ olduğundan ve buralarda çeşitli seviyelerde kıraat okunduğundan söz etmektedir (a.g.e., IX, 641, 781).

Dârülkurrâların bir çeşidi türbe dârülkurrâlardır. Bazı kişiler, türbelerinde Kur’an okunması ve öğretilmesi için vasiyette bulunmuş ve bunun için vakfiyeler düzenlemişlerdir. Dımaşk’ta VIII. (XIV.) yüzyılda inşa edilen Efrîdûniye Türbesi ve ünlü kıraat âlimi Ebû Şâme’nin meşîhatü’l-kırâa görevinde bulunduğu Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Eşref’in türbesi bunlardandır. Yine Dımaşk’taki Ümmü Sâlih Türbesi için yapılan vasiyette, buraya Kur’an hocası olarak şehrin kıraat ilmini en iyi bileninin seçilmesi istenmiştir. I. Abdülhamid gibi bazı Osmanlı padişahlarının ve Sultan III. Mustafa’nın kızı Şah Sultan gibi bazı hanım sultanların da türbelerinde belli zamanlarda Kur’an okunması ve öğretilmesi için vasiyette bulundukları bilinmektedir.

Türkiye’deki dârülkurrâlar, 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu’nun 2. maddesi gereğince bütün okullar gibi Maarif Vekâleti’ne bağlanmak istenmişse de zamanın Diyanet İşleri başkanı Rifat Börekçi’nin bu kurumların birer ihtisas okulu olduğu için başkanlığa bağlı olarak öğretime devam etmesi gerektiği yolundaki ısrarları sonucu Kur’an kurslarına dönüşerek varlıklarını kesintisiz devam ettirmişlerdir (bk. KUR’AN KURSU). Fakat bunlar zamanla sadece Kur’an okumanın öğretildiği, din dersleriyle takviye edilen okullar durumuna geldi. Kıraat ilminde ihtisaslaşma ise sayıları pek fazla olmayan hocaların şahsî gayretleriyle sınırlı kaldı. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı İstanbul Haseki Eğitim Merkezi’nde 1976’dan beri devam eden üç yıllık aşere, takrîb, tayyibe ihtisas kursları, tarihî dârülkurrâ müesseselerinde yapılan öğretimle hayli benzerlik göstermektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, I, 86; III, 486; Buhârî, “Diyet”, 27; Müslim, “Zikr”, 38; İbn Sa‘d, et-Tabakāt, IV, 205; İbn Şebbe, Târîhu’l-Medîneti’l-münevvere, I, 241; Hatîb et-Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîĥ (nşr. M. Nâsırüddin el-Elbânî), Dımaşk 1380/1961, I, 71 (nr. 71); İbn Kesîr, el-Bidâye, Beyrut 1982, XIV, 227, 233, 315; Sübkî, Fetâvâ, Beyrut, ts. (Dârü’l-Maârif), II, 109; İbn Battûta, er-Rihle, Beyrut, ts. (Dârü’s-Sâdır), s. 183; İbn Cübeyr, er-Rihle, Beyrut 1980, s. 244; İbn Haldûn, Mukaddime (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, II, 1049; Huzâî, Tahrîcü’d-delâlâti’s-semǾiyye, s. 80; Aynî, ǾUmdetü’l-kārî, Kahire 1392/1972, XX, 208; Nuaymî, Dûrü’l-Kurǿân fî Dımaşķ (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), Beyrut 1982, Mukaddime, s. 6-16, ayrıca bk. s. 126; a.mlf., ed-Dâris fî târîhi’l-medâris (nşr. Ca‘fer el-Hasenî), Kahire 1988, I, 3-18; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 318, 524; II, 17, 188, 250; III, 449; V, 431, 556; IX, 74-75, 641, 781; X, 233-235; Amasya Tarihi, I, 265-268; A. U. Pope, “Islamic Architecture”, A Survey of Persian Art, Tahran 1938-39, III, 1204; Türkiye Maarif Tarihi, I, 169-172; Konyalı, Konya Tarihi, s. 949-962; Ahmed Çelebi, İslâmda Eğitim-Öğretim Târihi (trc. Ali Yardım), İstanbul, ts. (Damla Yayınevi), s. 38 vd.; Baltacı, Osmanlı Medreseleri, s. 14-15, 22-24, 607-611; Nâcî Ma‘rûf, Târîhu Ǿulemâǿi Müstansıriyye, Kahire 1976, I, 40-41; Melike el-Ebyaz, et-Terbiye ve’s-sekāfetü’l-ǾArabiyyetü’l-İslâmiyye fi’ş-Şâm ve’l-Cezîre, Beyrut 1980, s. 260-278; G. Makdisi, The Rise of Colleges, Edinburgh 1981, s. 9-10, 19-20, 33-34, 47-48, 215; Ekrem Hasan el-Ulebî, Dımaşk beyne Ǿasri’l-Memâlik ve’l-Osmâniyyîn, Beyrut 1982, s. 171; Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Ankara 1982, s. 52; Osman Keskioğlu, Son İlâhî Kitap Kur’an-ı Kerim, Ankara 1987, s. 70-80; L. Golombek – D. Wilber, The Timurid Architecture of Iran and Turan, Princeton 1988, I, 46-47, 64; Zeynep Ahunbay, “Mimar Sinan’ın Eğitim Yapıları”, Mimarbaşı Koca Sinan Yaşadığı Çağ ve Eserleri, İstanbul 1988, I, 275-279; Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), I, 122-129, 138; III, 104-107; Bahaeddin Yediyıldız, Institution du vaqf au XVIIIe siècle en Turquie, Ankara 1990, bk. İndeks; Tarihimizde Vakıf Kuran Kadınlar-Hanım Sultan Vakfiyeleri (nşr. Tarihi Araştırmalar ve Dokümantasyon Merkezleri Kurma ve Geliştirme Vakfı), İstanbul 1990, s. 334-337; G. Iaschke, “Yeni Türkiye’de Kur’ân-ı Kerîm Kursları” (trc. Nimet Arsen), İTED, V/1-4 (1973), s. 57; G. H. A. Juynboll, “The Position of Qur’ān Recitation in Early Islam”, JSS, XIX/2 (1974), s. 240-252; a.mlf., “The Qur’ān Reciter on the Battlefield and Concomitant Issues”, ZDMG, sy. 125 (1975), s. 11-27; a.mlf., “The Qurrāǿ in Early Islamic History”, JESHO, XVI/2, s. 113-129; K. Vollers, “Ezher”, İA, IV, 449; I. Goldziher, “Education (Muslim)”, ERE, V, 198-207; Mehmet Ali Sarı, “Âsım b. Behdele”, DİA, III, 475-476.

Nebi Bozkurt




MİMARİ. Asr-ı saâdet’te Mescid-i Nebevî’de başlayan ve daha sonra ashaptan bazılarının evleriyle ilk İslâm mâbedlerinde devam eden kıraat ilmi eğitimi zaman içinde kurumlaşarak bu maksatla inşa edilen ve dârülkurrâ (dârülkur’ân, dârülhuffâz) adı verilen yapılarda sürdürülmüştür. İslâm dünyasında bu yapı türünün ilk defa hangi dönemde ve nerede ortaya çıktığı yeterince araştırılmamış, ayrıca erken tarihli örnekler de günümüze ulaşmamıştır.

Osmanlı devrinde ilk dârülkurrânın, Orhan Gazi’nin saltanat yıllarında İznik’in fethinden (1331) sonra Süleyman Paşa Medresesi ile birlikte ve onun yanına yapıldığı Evliya Çelebi tarafından rivayet edilir. Yıldırım Bayezid’in Bursa’da XIV. yüzyılın sonlarında inşa ettirdiği Ulucami Külliyesi’nde camiye bitişik tasarlandığı anlaşılan dârülkurrânın belgelerde “muallimhâne” adıyla zikredilmesi, yine Bursa’daki aynı döneme ait Gazi Demirtaş (Timurtaş) ve Ebû İshak Kâzerûnî camileriyle daha önce I. Murad’ın Çekirge’de yaptırdığı külliyede yer aldıkları bilinen muallimhânelerin de dârülkurrâ niteliğinde oldukları ihtimalini güçlendirmektedir. Aynı şekilde Amasya ile Bursa’da bulunan, kaynaklarda adları “mekteb” şeklinde geçen I. Mehmed ve II. Murad devirlerine ait yapılardan bazılarının birer dârülkurrâ olması mümkündür. Bunlardan başka İstanbul’daki Fâtih Külliyesi’nde (1463-1470), dış avluyu çevreleyen duvarın kuzey kenarında ve Boyacılar Kapısı’nın yanında yer aldığı bilinen mektebin de Evliya Çelebi tarafından “sıbyân-ı müslimîn için dârü’t-ta‘lîm-i Kur’ân” olmak üzere bina edildiği bildirildiği için (Seyahatnâme, I, 140) aslında bir dârülkurrâ olabileceği akla gelmektedir. Osmanlı mimarisi tarihine ilişkin güvenilir kaynaklarda açıkça dârülkurrâ adıyla anılan ilk yapılar, Trabzon’daki Fâtih Dârülkurrâsı ile Amasya’daki II. Bayezid devrine ait Abdullah Paşa ve Sultan Hatun dârülkurrâlarıdır. Fakat Osmanlı mimarisinin doğuşundan XV. yüzyıl sonlarına kadar uzanan iki yüzyıllık döneme ait bu örnekler tamamen ortadan kalkmış olup mimari özellikleri hakkında hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Ancak bu yapıların, E. Hakkı Ayverdi’nin Fâtih Külliyesi’ndeki mektep için düşündüğü gibi tek hacimli, kare planlı ve kubbeli yapılar olduğu tahmin edilebilir.

Türk-İslâm mimarisi tarihinde günümüze ulaşabilmiş en eski örnekler,


Konya’da Karamanoğulları devrinde inşa ettirilen dârülhuffâzlardır. Bunların en eskileri, Karamanoğlu II. Mehmed Bey devrinde Hatıplı Has Beyoğlu Mehmed’in biri şehir içinde, diğeri Meram’da olmak üzere yaptırdığı iki dârülhuffâzdır. Gazi Alemşah mahallesinin sınırları içinde kalan ve Has Bey Dârülhuffâzı olarak tanınan yapının kitâbesi 824 (1421) yılında inşa edilmiş olduğunu belgelemektedir. Kare planlı ve kubbeli tek bir hacimden ibaret olan binanın duvarları tuğla ile örülmüş, üç cephede kalkerden yontulmuş bloklarla, giriş cephesinde süslemeli mermer levhalarla kaplama yapılmıştır. Yapıyı örten tuğla örgülü kubbe, Türk üçgenlerinden müteşekkil nisbeten yüksek bir kasnağa oturur. Dördü kasnakta olmak üzere toplam altı adet ufak pencereden ışık alan iç mekânda, Selçuklu üslûbunu yaşatan mozaik çini süslemeli mihrap dikkati çekmektedir. Bodrum katında bâniye ait olduğu tahmin edilen bir kabir teşhis edilmekte, kripta niteliğindeki bu bodrumun varlığı Has Bey Dârülhuffâzı’nda Selçuklu kümbet geleneğinin sürdürüldüğünü kanıtlamaktadır.

Aynı şahıs tarafından Meram’da yaptırılmış olan ve Meram Dârülhuffâzı adıyla anılan yapı, bir mescid ve çifte hamamla birlikte ufak bir külliye teşkil etmektedir. Kitâbesinde II. Mehmed Bey’in hükümdarlığı zamanında (1402-1424) inşa ettirildiği belirtilmekte, ancak tarih verilmemektedir. Meram Dârülhuffâzı mescidin doğu duvarına bitişik olarak inşa edilmiş, mescid harimiyle aralarında irtibat sağlayan bir kapı açılmıştır. Bu da diğeri gibi kare planlı ve kubbeli tek bir hacimden meydana gelir. Kuzey ve güney duvarlarında ikişer pencere, doğu duvarında cephenin sağına kaydırılmış girişle bir pencere bulunmaktadır. Sivri beşik tonozlu küçük bir eyvanın içine yerleştirilmiş olan giriş zar başlıklı, kırık yivli sütunçelerle donatılmıştır. Girişi kuşatan geometrik tezyinatlı bordürler tamamlanmamıştır. Güney duvarındaki pencerelerin arasında yer alan mihrabın köşeleri sütunçelerle yumuşatılmış, yaşmağı mukarnas dizileriyle süslenmiştir.

Konya’da Karamanoğulları devrine tarihlenen diğer bir örnek şehrin merkezinde, Şerefeddin Camii’nin karşısında bulunan Hacı Ali Dârülhuffâzı’dır. Kapısı üzerindeki kitâbe günümüze intikal etmemişse de vakfiyesinin 832 Receb’inde (Nisan 1429) düzenlendiği bilinmektedir. Kare planlı bir hacimden oluşan bu yapı kesme taş duvarlarla inşa edilmiş, sekizgen kasnaklı ve tuğla örgülü bir kubbe ile örtülmüştür. Kıble duvarındaki basık kemerli giriş, tezyinî mahiyetteki bir dilimli kemerle dışarı açılan dikdörtgen bir nişin içine alınmıştır. Kuzey duvarının ekseninde, girişin karşısında bir ocak bulunmaktadır. Cephedeki izlerden, girişin önünde sivri kemerlere oturan tek kubbeli bir revakın bulunduğu anlaşılmaktadır. Dikdörtgen açıklıklı pencereler kesme taş sövelerle çerçevelenmiş, demir parmaklıklarla donatılmış ve sivri tahfif kemerleriyle taçlandırılmıştır. Hacı Ali Dârülhuffâzı, oranları ve mimari ayrıntıları bakımından Karamanoğlu mimarisinden ziyade Osmanlı mimarisine bağlanmakta, Orta Anadolu’da kendini hissettirmeye başlayan Osmanlı nüfuzunu mimariye yansıtmaktadır.

Konya’da Osmanlı mimarisinin etkilerini sergileyen ve Hacı Ali Dârülhuffâzı ile malzeme, işçilik, tasarım, ayrıntı gibi hususlarda büyük benzerlikler gösteren bir yapı da inşa tarihi tesbit edilemeyen Canbazzâde Nasuh Bey Dârülhuffâzı’dır. Ancak bu örnekte diğerinden farklı olarak cephelerle kasnak daha yüksek tutulmuş, pencere sayısı arttırılmış ve batı yönündeki girişin önüne üç birimli bir revak kondurulmuştur. Dört cephede de duvarların alt kesiminde dikdörtgen açıklıklı ve sivri tahfif kemerli ikişer pencere bulunmakta, giriş (batı) cephesi dışında kalanlarda bunlara ilâveten sivri kemerli ikişer tepe penceresiyle cephenin ekseninde yer alan birer filgözü pencere görülmektedir. Ayrıca kasnağın her kenarına bir adet filgözü pencere yerleştirilmiştir.

Osmanlı devrinden kalma en eski örnek, Bursa’daki 1492-1493 tarihli Hoca Yâkub Dârülkurrâsı’dır. Bu yapı, biri kışlık diğeri yazlık dershane olarak düşünüldüğü anlaşılan iki hacimden meydana gelmektedir. İkisi de kare planlı olan ve sekizgen kasnaklı kubbelerle örtülmüş bulunan bu hacimlerden kapalı kışlık dershane tıpkı Konya’daki Hacı Ali Dârülhuffâzı’nda olduğu gibi bir ocakla donatılmış, yazlık dershane ise geniş bir kemerle dışarıya açılarak kubbeli eyvan niteliğine kavuşturulmuştur. Bir sıra kesme taş, iki sıra tuğla ile örülen almaşık duvarlarla kasnaklar testere dişi silmelerle son bulmakta, kemerlerde tuğlanın tercih edilmiş olduğu görülmektedir. Yazlık dershanenin kemerli cephesindeki kalkan duvar, Selçuklu devri eyvan türbelerinden Konya’daki XIII. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen Gömeç Hatun Türbesi’nin cephesini hatırlatmakta, ayrıca Bursa’da erken devir Osmanlı mimari üslûbuna ilişkin bazı ayrıntıların II. Bayezid devrinde hâlâ yaşatıldığını kanıtlamaktadır. Hoca Yâkub Dârülkurrâsı, biri eyvan niteliği taşıyan iki hacimli tasarımı ile gerek Karamanoğlu devrine ait dârülhuffâzlardan, gerekse daha sonra inşa edilen Osmanlı dârülkurrâlarından ayrılmakta, hepsi tek hacimli olan bu yapılardan ziyade bir iki istisna hariç kendisiyle aynı tasarım şemasını paylaşan Osmanlı sıbyan mekteplerinin gelişme çizgisi içinde yer almaktadır.

Yavuz Sultan Selim devrine ait 1514 tarihli Trabzon Hatuniye Dârülkurrâsı ile İstanbul Fatih’te Mimar Sinan’ın eseri olup 1538’den az önceye tarihlenen Sâdî Efendi Dârülkurrâsı ortadan kalktığı için Hoca Yâkub Dârülkurrâsı’ndan sonra bugüne gelebilen Osmanlı örnekleri XVI. yüzyılın ikinci yarısına aittir. Bunların içinde dördü de İstanbul’da bulunan Süleymaniye (1557’den önce), Vefa’da Hüsrev Kethüdâ (1565-1566), Eyüp’te Sokullu Mehmed Paşa (1568-1569) ve Üsküdar’da Atik Vâlide (1578’den önce) dârülkurrâları Mimar Sinan’ın, 1590 başlarına tarihlenen Edirne’deki


Selimiye Dârülkurrâsı ise onun talebelerinden Dâvud Ağa’nın eseridir. Mimar Sinan’ın eserlerinin dökümünü içeren ana kaynaklarda zikredilmemekle birlikte Lüleburgaz’daki 1569-1571 tarihli Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi’ndeki dârülkurrânın da hassa başmimarı veya onun denetimindeki mimarlardan biri tarafından tasarlandığı muhakkaktır. Bütün bu yapılarda, Karamanoğlu dârülhuffâzlarında ve özellikle Hacı Ali ve Canbazzâde Nasuh Bey dârülhuffâzlarındaki tasarımın olgunluk çağını idrak etmiş bulunan Osmanlı mimarisine has malzeme kullanımı, teknik çözümler, oranlar ve ayrıntılarla geliştirilerek devam ettirilmiş olduğu görülmektedir. Mimar Sinan’ın eserleri arasında adı geçen, ancak günümüze ulaşmayan, İstanbul Bâbıâli’de Beylerbeyi Sofu Mehmed Paşa tarafından dârülhadisle birlikte 1544’ten önce inşa ettirildiği tahmin edilen dârülkurrâ ile Fatih’te 1577-1580 yılları arasına tarihlenebilen Kadızâde Efendi (Çırçır) Dârülkurrâsı da büyük bir ihtimalle aynı mimari özelliklere sahipti.

Süleymaniye Külliyesi’ndeki dârülkurrâ, bazı araştırmacılar tarafından yanlış teşhisler sonucunda türbedar odası veya dârülhadis dershanesi olarak ele alınmıştır. Söz konusu yapı, külliye içindeki konumu ve oranları ile Mimar Sinan’ın dârülkurrâları arasında müstesna bir mevkiye sahiptir. Dârülkurrâ, cami ve Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi ile birlikte külliyenin yerleşim düzenini yönlendiren ana eksen üzerinde, caminin kıble tarafında Kanûnî ve Hürrem Sultan türbelerini barındıran ve zamanla hazîreye dönüşmüş bulunan avlunun sınırında yer almaktadır. Yapının avlu yönüne taşan kitlesi bir sarnıcın üzerinde yükselmekte ve bundan dolayı heybetli bir görünüm kazanmaktadır. Süleymaniye Külliyesi’nin bütününe hâkim olan titiz işçilik, kusursuz ayrıntılar, süslemeden âzami derecede arındırılmış sade cephe tasarımı ve âhenkli oranlar dârülkurrâda da görülür. Duvarları kesme köfeki taşı ile örülmüş, kapı ve pencere sövelerinde ak mermer kullanılmıştır. Kıble yönünde, Eski Saray’ın ihata duvarı ile Süleymaniye Külliyesi arasında kalan ve Osmanlı devrinde “küçük avlu” olarak anıldığı bilinen üçgen alana açılan basık kemerli kapı, sivri kemerli sığ bir niş ve dikdörtgen bir çerçeve içine alınmış, önündeki sahanlık ise çift kollu merdivenlerle kuşatılmıştır. Dört cephede de ikisi altta, ikisi üstte olmak üzere dörder pencere yer almakta, alttaki pencerelerin dikdörtgen açıklıkları sövelerle çerçevelenmiş ve sivri tahfif kemerleriyle taçlandırılmış bulunmaktadır. Tahfif kemerlerinin aynaları süslemesiz köfeki taşı levhalarla kapatılmış, sivri kemerli tepe pencereleri de çift cidarlı alçı revzenlerle donatılmıştır. Kubbe on iki köşeli basık bir kasnağa oturtulmuştur.

Fâtih Sultan Mehmed devrinde inşa edilmiş (vakfiye tarihi 1465) Molla Hüsrev Mescidi’nin yanında yer alan Hüsrev Kethüdâ Dârülkurrâsı’nda aynı duvar örgüsünü ve pencere ayrıntılarını bulmak mümkündür. Ancak bu yapıda cephelerin eksenine birer adet filgözü tepe penceresi yerleştirilmiş, gerek bunlar gerekse tahfif kemerlerinin aynaları ak mermerden geometrik motifli şebekelerle doldurulmuştur. Dikdörtgen bir çökertme içinde yer alan girişin basık kemeri ak mermer ve somaki blokları ile örülmüş, kubbeye geçiş yivli tromplarla sağlanmıştır.

Sokullu Mehmed Paşa’nın Eyüp’te hanımı İsmihan Sultan’la birlikte yaptırdığı medrese-türbe ikilisinin yanına ilâve ettirdiği dârülkurrânın ilk göze çarpan özelliği, girişin önünde yükselen tek kubbeli revakıdır. Bundan yaklaşık 150 yıl önce Konya’da inşa ettirilen Hacı Ali Dârülhuffâzı’ndaki bir çözümle burada tekrar karşılaşılması, Koca Sinan’ın Anadolu Türk mimarisi mirasından ne derece faydalandığını bir defa daha gözler önüne sermektedir. Bölge zeminindeki Haliç kıyısına yakınlıktan ve rakımın çok düşük olmasından kaynaklanan aşırı nem hesaba katılarak dârülkurrânın kotu çevreye göre yüksek tutulmuş ve revakın örttüğü giriş, çifte kollu merdivenlerle çıkılan bir sahanlığa oturtulmuştur. Revak kubbesini taşıyan beyaz ve pembe mermer bloklarla örülmüş sivri kemerler, baklavalı başlıklarla donatılan ikisi gömme dört sütuna oturur. Bir sıra kesme köfeki taşı ve üç sıra tuğlanın birbirini izlediği almaşık örgülü cephelerin üçünde giriş cephesiyle yan cepheler mermer söveli ve sivri tahfif kemerli ikişer dikdörtgen pencere ile eksenlerde sivri kemerli birer tepe penceresi açılmış ve kubbeye geçiş içeriden mukarnas dolgulu tromplarla, dışarıdan ise onikigen bir kasnakla sağlanmıştır. Duvarlardaki almaşık örgünün aynen uygulandığı tahfif kemerlerinin aynaları geometrik taksimatlı mermer şebekelerle kapatılmıştır. Halen çocuk kütüphanesi olarak kullanılan dârülkurrânın revak kubbesinde, ana kubbesinde ve tromplarında inşa edildiği dönemden kalma kalem işleri bulunmaktadır.

Bağlı bulunduğu külliye içindeki konumu hususunda farklı görüşler ileri sürülmüş olan Atik Vâlide Dârülkurrâsı’nın, külliyenin merkezindeki cami-medrese manzumesinin batısında, birbirine bitişik dârüşşifâ, imaret ve dârülhadis bölümlerinin teşkil ettiği yapı adasının güneydoğu köşesinde yer aldığı anlaşılmaktadır. Dârülkurrâ da dahil olmak üzere söz konusu bölümler XVIII. yüzyılın sonundan itibaren aslî fonksiyonlarını kaybetmişler ve mimari hüviyetleri dikkate alınmaksızın onarılıp değişikliğe uğratılarak birtakım yeni faaliyetlere tahsis edilmişlerdir. Yakın zamana kadar Toptaşı Cezaevi’nin hamamı olarak kullanılan dârülkurrânın almaşık örgülü duvarları dışarıdan görülebilmektedir.

Edirne Selimiye Külliyesi’nde III. Murad’ın arasta ile birlikte caminin batı yönüne 1590’lı yılların başında ilâve ettirdiği dârülkurrâda Mimar Dâvud Ağa’nın, ustası Mimar Sinan’ın klasik çizgisinden ayrılmadığı, ancak yapının konumunda ve cephelerinde bazı yenilikler denediği görülmektedir. Birlikte inşa edildiği arasta ile ilginç bir bütünlük arzeden Selimiye Dârülkurrâsı, fevkanî konumu kadar önündeki revakın değişik tasarımı ile de dikkati çekmektedir. Ana meydana bakan batı cephesindeki iki kemerli ve tonoz örtülü bu revak, yanlardan duvarlarla kapatılarak eyvan niteliğine kavuşturulmuş ve böylece dârülkurrânın cephesine Topkapı Sarayı’ndaki Fâtih Köşkü’nün köşe balkonunu hatırlatan bir sivil mimari çeşnisi katılmıştır. Mimar Sinan’ın dârülkurrâlarına kıyasla bu yapının kitlesi daha yayvan tutulmuştur. Bunun sebebi, muhtemelen


Dâvud Ağa’nın şehirden bakıldığında caminin önüne gelen dârülkurrânın, ustasının şaheseri Selimiye Camii’nin görünümünü mümkün mertebe bozmamasına özen göstermesi olsa gerektir. Cephelere klasik Osmanlı üslûbundaki diğer örneklerde görülen biçimde ikişer pencere açılmış, ayrıca giriş revakının yan duvarlarına da aynı biçimde birer pencere konularak onikigen kasnaklı bir kubbenin örttüğü iç mekânda kıble duvarının eksenine mihrap, doğu duvarının eksenine ise bir ocak yerleştirilmiştir.

Mimar Sinan’ın Hassa başmimarı bulunduğu döneme (1538-1588) rastlamasına rağmen onun eseri olmayan ve Kütahya’da 1579 yılında Câfer Paşa tarafından yaptırılan dârülkurrâ, tamamen kendine has tasarımı ile Osmanlı dârülkurrâları arasında istisnaî bir örnek teşkil eder. Sekizgen prizma biçimindeki gövdesi ve kubbesiyle ilk bakışta klasik üslûpta bir Osmanlı türbesini andıran yapının duvarları kesme köfeki taşı ile örülmüş, her cephesine altlı üstlü ikişer pencere açılmıştır. Dikdörtgen olan alttakiler söveli, üsttekiler ise sivri kemerlidir ve batı yönündeki cephede alt pencerenin yerine kapı yerleştirilmiştir. Cephelerdeki izlerden, zamanında İstanbul Kasımpaşa’daki Piyâle Paşa Türbesi gibi çepeçevre ahşap bir sundurma ile kuşatılmış olduğu anlaşılmakta, böylece yapının türbe mimarisiyle olan yakınlığı daha da güçlü biçimde hissedilmektedir. Kubbenin örgüsünde almaşık sistemin kullanılmış olması bu dârülkurrânın diğer bir ilginç yanını teşkil etmektedir.

Osmanlı dârülkurrâlarında görülen önemli bir özellik, bu yapıların genellikle büyük veya küçük kapsamlı bir külliyenin programı içinde yer almaları, en azından bir cami veya mescidin yanında inşa edilmiş olmalarıdır. Tek başına tasarlanmış olan Bursa’daki Hoca Yâkub ve Kütahya’daki Câfer Paşa dârülkurrâları, tasarımları açısından olduğu gibi bu yönleri ile de istisna teşkil etmektedirler.

BİBLİYOGRAFYA:

Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 140; E. Diez v.dğr., Karaman Devri Sanatı, İstanbul 1950, s. 127-130, 143; Konyalı, Konya Tarihi, s. 949-963; a.mlf., Karaman Tarihi, s. 585-588; Ayverdi, Osmanlı Mi‘mârîsi I, s. 172, 179, 275, 404, 454; a.e. II, s. 33-34, 226-227, 353; a.e. III, s. 403; a.e. IV, s. 861-865; Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, İstanbul 1973, II, 207-208; Ara Altun, “Kütahya’nın Türk Devri Mimarisi”, Kütahya: Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılına Armağan, İstanbul 1982, s. 338-340, 424, 625; Yüksel, Osmanlı Mi‘mârîsi V, s. 11, 48, 71, 453; Aptullah Kuran, Mimar Sinan, İstanbul 1986, s. 76, 133, 176-178, 184, 355-357; Zeynep Ahunbay, “Mimar Sinan’ın Eğitim Yapıları”, Mimarbaşı Koca Sinan, Yaşadığı Çağ ve Eserleri, İstanbul 1988, I, 275 vd.; Tanju Cantay, XVI-XVII. Yüzyıllarda Süleymaniye Camii, İstanbul 1989, s. 41; Yılmaz Önge, “Konya’da Meram Mesiresindeki Mimari Bir Manzume”, VD, X (1973), s. 367-384; M. Baha Tanman, “Atik Valide Külliyesi”, STAD, sy. 2 (1988), s. 3-19.

M. Baha Tanman