DÂVA

(الدعوى)

Bir hakkın mahkeme yoluyla talep edilmesi anlamında kullanılan hukuk terimi.

Sözlükte “çağırmak, seslenmek, dua etmek, getirilmesini istemek” anlamlarına gelen da‘vâ (çoğulu deâvî, deâvâ), fıkıh terimi olarak bir kimsenin başka bir kimseden hâkim huzurunda hakkını istemesini ifade eder (Mecelle, md. 1613) Buradaki “hak” kelimesiyle hem hakkın tesbiti ve temini, hem de haksız taleplere karşı kişinin hukuken korunması ve hakkının ihlâlinin önlenmesi kastedilir. Dâvacıya müddeî, dâvalıya müddeâ aleyh, dâva konusu hakka müddeâ veya müddeâ bih denilir. Tarafları ifade için hasım, tâlib - matlûb gibi tabirler de kullanılır. Bir dâvanın mahkemede dinlenip sonuca bağlanması işlemine de murâfaa, muhâsame ve daha yaygın bir tabirle muhâkeme adı verilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de dâva kelimesi üç âyette geçmekte olup (el-A‘râf 7/5; Yûnus 10/10; el-Enbiyâ 21/15) hepsinde de sözlük anlamına uygun olarak “bağırışma, sızlanma, dua” gibi anlamlar taşır. Aynı mânalara gelen dua kelimesi de yirmiye yakın âyette yer alır. Hukukî anlamda dâvaya gelince, Kur’an’da yargılama ve hüküm verme ile ilgili bazı genel ilke ve amaçlar belirtilmiş (bk. en-Nisâ 4/58; el-Mâide 5/8, 42; eş-Şûrâ 42/15), hak ve adaletin tesisine dair birtakım tedbir ve yasaklardan söz edilmişse de (bk. el-Bakara 2/188, 282) dâvaların görülmesi ve sonuçlandırılmasıyla ilgili özel ve ayrıntılı hükümler getirilmemiştir. Dâvûd ve Süleyman peygamberlerin yargılama örneklerinden (el-Enbiyâ 21/78-79; Sâd 38/21-26) ve Yûsuf peygamberin yargılanmasından (Yûsuf 12/26-27, 50-54) bahseden âyetlerde daha çok ibret ve öğüt üslûbu hâkimdir.

Hz. Peygamber’in sünnetinde dâva, ispat, savunma ve kararla ilgili birçok hüküm ve uygulama örneği vardır. Zira Resûl-i Ekrem Medine döneminde diğer sıfatlarının yanı sıra devlet başkanı, hâkim, üst yargı mercii sıfatlarıyla birçok dâva dinlemiş, hükme bağlamış, ihtilâfları gidermiştir. Kur’an’da Hz. Peygamber’in bu yönüne sık sık atıfta bulunulmuştur (bk. en-Nisâ 4/65; el-Mâide 5/42-43, 48-49; en-Nûr 24/48-51; el-Ahzâb 33/36). Sünnette iddia ve dâvaların kural olarak iki şahitle ispat edilmesi, delilin bulunmadığı durumlarda yemine başvurulması, delil getirmenin iddia sahibine, yeminin ise inkâr edene gerektiği gibi hususlarla hâkimin dâvada iki tarafı da dinlemesi, açık ve eşit şartlarda yargılaması, objektif verileri ve tarafların mahkemede ileri sürdükleri delil ve izahları esas alması gibi birtakım ilke ve tedbirler de mevcuttur (bk. Müslim, “Akziye”, 1-5; Ebû Dâvûd, “Akziye”, 6-7, 9, 16, 21; Tirmizî, “Ahkâm”, 12; Zeylaî, IV, 95, 390-391; Şevkânî, VIII, 306-309, 323-327, 341-344). Hulefâ-yi Râşidîn’in, ashap ve tâbiînden kadı olarak görev yapanların söz ve uygulamaları da bu konuda zengin malzemeler içerir.

İslâm hukukunun tedvîn edilmesiyle birlikte hukuk ve ceza ayırımı yapılmaksızın yargılama hukuku, gerek fıkıh kitaplarında “dâva, deâvî, beyyinât, kazâ, akziye” gibi başlıklarla ayrı bölümler halinde, gerekse bu alanda “edebü’l-kadî - âdâbü’l-kazâ” türünde yazılan müstakil eserlerde incelenmeye başlanmıştır. Önceleri belli türden dâvaların konu edildiği bu dalda, asırlarca geniş bir coğrafyada süregelen uygulamanın da katkısıyla giderek zengin bir hukuk doktrini oluşmuştur. Bu sebeple dâva ile ilgili olarak klasik literatürde yer alan bilgilerin, yukarıda temas edilen çeşitli kaynaklardan ve uzunca bir süreç içerisinde oluşan hukuk doktrin ve uygulamasından beslendiği görülür.

Dâvanın Unsur ve Şartları. İslâm hukuk doktrininde dâva hemen hemen bir akid tekniği çerçevesinde ele alınmış, dâvanın unsur ve şartları, sakatlığı, hükümsüzlüğü, sonuçları ve sona ermesi gibi konularda borçlar hukukunda mevcut yaklaşım ve tasniflerden önemli ölçüde faydalanılmıştır. Bundan dolayı dâvanın unsurları olarak taraflar (dâvacı ve dâvalı), dâva konusu hak (müddeâ bih), bu hakkın talebini içeren irade beyanı ve bu talebi sonuca bağlayan yargı mercii gösterilebilir. Dâva şartları ise açılan dâvanın mahkemece dinlenebilmesi ve hâkimin esas hakkında inceleme yapabilmesi için bu unsurları taşıması gerekli şartlardır. Bu unsurlar ve şartlar şöylece özetlenebilir:

1. Taraflar. Bir dâvada dâvacı ve dâvalı şeklinde iki taraf mevcut olup taraflar bir veya birden fazla gerçek ya da tüzel kişiden oluşur. Dâvacı - dâvalı ayırımı, bilhassa tarafların hak ve borçlarını belirleme açısından önemlidir. Bunun için İslâm hukukçuları bu ayırıma öteden beri ayrı bir önem vermişler, bir dâvada hangi tarafın dâvacı, hangi tarafın dâvalı olduğunu belirlemeye yarayan bazı ölçüler getirmeye çalışmışlardır. Buna göre dâvacı, dâvayı bıraktığında dâvaya devama zorlanamayan, dâvalı ise zorlanabilen taraftır. Bir diğer ölçüye göre dâvacı zâhirin aksini ileri süren, dâvalı ise zâhire tutunan taraftır. Burada zâhir kelimesi “olayın dış görünüşü, mevcut fiilî durum, örf, teamül, aslen borçsuz ve suçsuz oluş (berâet-i zimmet) ilkesi” gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Öte yandan dâvacı ve dâvalı sıfatları, taraflara bir dâva boyunca atfedilen sürekli bir konum ve sıfat olmayıp burada dâvacı “bir hakkı iddia eden”, dâvalı da “aleyhinde iddiada bulunulan” taraf demektir. Bundan dolayı dâva sonuçlanıncaya kadar yeni iddia ve karşı iddiaların (def‘-i da‘vâ) gündeme gelmesi halinde bu sıfatlar iddianın mahiyet ve yönüne göre yer değiştirebilecek, dolayısıyla hak ve borçlar, meselâ ispat yükü ve savunma hakkı da bu yeni konuma göre belirlenecektir.

Vücûb ehliyeti bulunan her gerçek ve tüzel kişi dâvada taraf olabilir. Bu sebeple cenin, küçük, deli, kısıtlı kimseler dâvada taraf olabilirse de edâ ehliyetleri bulunmadığından bunları hâkim huzurunda kanunî temsilcileri temsil eder. Dâva ehliyeti için, yani mahkemede


iddia ve savunmada bulunabilmek ve gerekli diğer işlemleri yürütebilmek için kişilerin edâ ehliyetinin olması, asâleten veya veli, vasî, vekil, nâib vb. sıfatıyla hukukî yetkiye sahip bulunması gerekir. Bununla birlikte kanunî ve iradî temsilcilerin yetkilerine nazariyede yer yer bazı kısıtlamaların getirilmesi, ilgili tarafın hakkının özünü koruma, yargılamada açıklığı ve güveni sağlama gibi kaygılara dayanır. Fuzûlî*nin dâva ehliyeti yoktur. Mümeyyiz küçükler ise velileri tarafından önceden izin verilmesi şartıyla dâva ehliyetine sahip olurlar. Dâvacı ve dâvalının bâliğ olması şartı aranmayıp akıllı olmasıyla yetinilmesi bu sebepledir (Mecelle, md. 1616).

Şahsî hakları ilgilendiren dâvalarda sadece ilgili şahıslar dâvacı olabilir. Buna karşılık Allah hakkının, toplumun ortak düzen ve yararının ihlâli halinde, kamu düzenini korumaya memur yetkililer başta olmak üzere, bu ihlâlden bizzat zarar görsün veya görmesin o toplumun fertlerinin ayrı ayrı dâvacı olma hakkı kabul edilmiştir. Nazariyede savcılık müessesesi pek işlenmemişse de başta muhtesibler olmak üzere ilgili idarecilerin ve güvenlik âmirlerinin uygulamada savcılık görevini ifa ettiği, kamu dâvalarında hâkime de re’sen hareket etme imkânının verildiği görülür.

Dâvalının kimliğinin bilinmesinin yanı sıra taraf sıfatına (husumet) sahip bulunması da dâva şartlarındandır. Dâvada hasım, “dâva konusunu ikrarı halinde aleyhine hüküm verilmesi mümkün olan kimse” şeklinde tanımlanır. Ceza dâvaları suçu işleyene, alacak dâvaları da borçluya karşı açılır. Aynî (eşya ile ilgili) dâvalar ise hakkın konusu malın zilyedine karşı açılır. Mal satılmışsa alıcıya, satılmış da henüz alıcıya teslim edilmemişse dâva hem zilyed olması sebebiyle satıcı, hem de mâlik olması sebebiyle alıcı aleyhine birlikte açılır. Dâva konusu mal icâre, vedîa, âriyet, rehin gibi iki tarafın da bir yönüyle hakkının devam ettiği bir akde konu olmuşsa husumet akdin her iki tarafına birlikte yöneltilir. Bununla birlikte borçlunun borçlusu, alıcının alıcısı, borçlunun emanet bıraktığı şahıs gibi iyi niyetli üçüncü şahıslara kural olarak husumet yöneltilmez. Mirasçılardan herhangi birisi, belli dâvalarda miras bırakanın dâva açma hakkını kullanabileceği gibi ölen kimse aleyhine açılabilecek dâvalara da mirasçılar, hatta bazı durumlarda mirastan faydalanan diğer kimseler de hasım olabilir. Aynî dâvaların ise zilyed olan mirasçıya karşı açılması gerekir. Mirasçılık dışında bir sebeple müşterek mâlik olanlar ancak kendi hisseleri açısından hasım olabilirler. Hâkim husumetin doğru yöneltilip yöneltilmediğini re’sen inceler (Mecelle, md. 1634-1643).

2. Dâva Konusu. Dâva konusu hakkın (müddeâ bih) konumu borçlar hukukundaki akid konusuna (mahallü’l-akd) hayli benzerlik gösterir. Muâmelât hukukunda açıklık, objektiflik, iyi niyetin korunması gibi ilkeler hâkim olduğundan dâva konusu hakkın mâlum, mümkin, muhtemel ve meşrû olması üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulur. Dâva konusunun belli ve bilinir olması ilk temel şarttır. Ancak gayri menkul - menkul mal, alacak, suç isnadı, nesep bağı, bir hakkın tesbiti gibi durumlardan her birinin ayrı bilinirlik şart ve ölçüsünün olacağı açıktır. Nitekim Mecelle, menkul malların işaretle veya cins, nevi, miktar ve kıymetinin belirtilmesiyle, gayri menkullerin ise bulunduğu yerin, üç veya dört yönden sınırının, komşu arazilerin ve sahiplerinin belirtilmesi suretiyle bilinir olacağından söz eder. Bu ve benzeri kayıt ve şartlar dâva konusu hak ve menfaatin taraflarca, mahkemece ve ilgililerce açıkça bilinmesini sağlamaya mâtuftur. Menkul ve gayri menkul mallarda mücerret mülkiyet iddiası yeterli görülmüşken alacak dâvalarında bu alacağın nitelik ve tanımının yanı sıra sebebinin de açıklanması istenmiştir. Dâva konusunun aklen ve âdeten mümkin ve muhtemel olması, hukuken tanınmış olması, ispat edildiğinde ilgiliyi belli bir yükümlülük altına sokacak mahiyette bir hak olması da gerekir. Bu sebepledir ki meselâ itibarlı ve dürüst kimseleri yıpratmaya yönelik olduğu belli olan dâvaların, gayri meşrû bir sebepten kaynaklanan borcun veya henüz bağlayıcılık kazanmamış (gayri lâzım) bir akdin ifasını konu alan dâvaların dinlenmeyeceği belirtilmiştir (Mecelle, md. 1617-1630).

3. İrade Beyanı. Şahsî haklara ilişkin dâvalarda dâvacının iddia ve talebi bulunmalı ve bu talep kesinlik taşımalıdır. Bazı İslâm hukukçularının, iddianın mahkeme ve dâvalı huzurunda bizzat dâvacı tarafından ifade edilmesi gerektiğini, yazılı iddianın veya vekil aracılığıyla iddiada bulunmanın yetersiz olacağını ileri sürmeleri dâvada aleniyeti sağlama, tarafları bizzat karşı karşıya getirerek iddia ve cevapta netleşmeyi temin etme amacına yöneliktir. İddianın yazılı olması gerektiğini söyleyenler de benzeri gerekçeleri ileri sürerler (İbn Kudâme, X, 75-76). İslâm hukukçularının çoğunluğu, dâvacının mazereti veya dâvalının rızâsı bulunmadan da mahkemede dâvacıyı vekilin temsil edebileceğini kabul eder. Başta bazı ceza dâvaları olmak üzere kamu dâvası niteliği taşıyan dâvalarda ise hâkim dâvacının ve bu yönde bir talebin bulunması şartını aramaksızın re’sen hareket ederek yargılamaya başlayabilir.

4. Yargı Mercii. İslâm yargı tarihi açısından ifade edilecek olursa dâvaların tek dereceli mahkemelerde hâkimler (kadı) tarafından dinlenmesi ve sonuca bağlanması kuraldır. Şahsî haklarla ilgili bazı dâvaların tahkîm usulüyle ve hakem tarafından sonuçlandırılması da mümkündür. Öte yandan tarihî seyir içinde mezâlim mahkemesi hâkimi sıfatıyla üst yöneticilerin, toplum düzenini sağlamakla ve korumakla görevli muhtesiblerin ve güvenlik âmirlerinin, ordu kumandanlarının da ek bir görev olarak belli bazı dâvalara baktığı ve bunları sonuca bağladığı görülmüştür. Tarafların ispat ve savunma hakkı pek değişmemekle birlikte bu mercilerin yargılama usullerinde adlî kazâya göre farklılıklar olabilmekteydi (bk. KADI; KAZÂ; MEZÂLİM). Yargı mercii, kendisine getirilen dâvanın gerekli şartları taşıyıp taşımadığını re’sen inceleyerek dâvanın kabulüne, eksikliğinin giderilerek kabulüne veya reddine karar verir.

Dâva Çeşitleri. Dâvalar kuruluşundaki sakatlık ve hükümsüzlüğe, dâva konusu hakkın mahiyetine veya mahkemeden istenen hukukî korumanın çeşidine göre muhtelif tasniflere tâbi tutulabilir.

Dâvanın hukukî varlık kazanması bir yönüyle akde benzediğinden öteden beri kaynaklarda dâvanın sahih ve geçersiz (fâsid, bâtıl) oluşundan, bazı dâvaların da tashihi imkânından bahsedilir (İbn Ferhûn, I, 101-106; Trablusî, s. 54-55). Muahhar Hanefî kaynaklarında bu husus daha da netleşerek dâvalar sahih, fâsid ve bâtıl şeklinde üçlü bir ayırıma tâbi tutulmuştur (Ali Haydar, IV, 195). Buna göre sahih dâva hukuken aranan şartları taşıyan dâvadır. Sahih dâvayı


hâkimin kabul edip tarafları dinlemesi ve dâvayı sonuçlandırması gerekir. Bir dâvanın sahih olabilmesi için unsurları dışında kalan şartları dokuza kadar çıkaran hukukçular vardır (Ali Haydar, IV, 197-198). Fâsid dâva, unsurları ve temel şartları bulunduğundan aslen hukuka uygun olan, fakat tâlî veya hâricî vasıflarında eksiklik bulunan dâvadır. Bu eksikliğin giderilip dâvaya sıhhat kazandırılması (tashih) halinde mahkeme bu dâvayı dinler. Meselâ dâva konusu hak tam belirlenmediğinde, alacağın sebebi açıklanmadığında dâvacıdan bu eksiklikleri tamamlaması istenir. Bâtıl dâva, düzeltilmesi imkânı olmayacak şekilde temelde bozuk olan dâvadır. Kurucu unsurlarında eksiklik bulunan, husumeti yanlış tevcih eden, âdeten - şer‘an mümkin olmayan bir hakkın talebini konu alan dâvalarla küçüğün ve fuzûlînin dâvası böyledir. Bâtıl dâva hukukî varlık kazanmadığından hükümsüzdür, mahkemece dinlenmez. Sahih olmayan dâvaların fâsid ve bâtıl şeklinde ikiye ayrılarak fâsid dâvaların re’sen reddedilmeyip fesad sebebinin ilgili tarafça giderilmesine imkân verilmesi, hem hukuk mantığına daha uygun hem de iddia sahibinin haklarını korumaya daha elverişlidir.

Klasik fıkıh kaynaklarında ceza ve hukuk yargılamaları usulü birlikte ele alınmış olup dâvaların hukuk ve ceza dâvası şeklinde net bir ayırımına pek rastlanmaz. Bununla birlikte ceza ve hukuk dâvaları arasındaki mahiyet farklılığı, çok defa dâva hakkı, ispat ve savunma hakkı, prosedür, yargı mercii gibi önemli noktalarda farklı hükümlerin sevkedilmesine ve farklı uygulamaların doğmasına yol açmış, nazariyede de yeri geldikçe bu farklılıklara, hatta ayırıma (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 109) temas edilmiştir. Buna karşılık dâvalar, İslâm hukukundaki kul hakkı - Allah hakkı, şahsî hak - toplumsal hak ayırım ve anlayışının da tesiriyle şahsî hukuku ilgilendiren dâvalar - kamu dâvaları şeklinde ikili bir tasnife de tâbi tutulabilir. Ancak bu, pozitif hukuktaki hukuk dâvası - ceza dâvası ayırımından biraz farklıdır. Borçlar, ahvâl-i şahsiyye, aile, miras, eşya hukuku gibi özel hukukla ve şahsî haklarla ilgili dâvalar kamu düzenini ilgilendirmediği sürece şahsî dâva görünümündedir. Mecelle’de de dâva bu boyutta ele alınmış gözükmektedir. Tamamen şahsî hak niteliğinde görülen kısas ve diyet, hatta tartışmalı olmakla birlikte zina iftirasından (kazf) doğan ceza şahsî dâvanın konusudur. Bu nevi dâvalar hak sahibinin talep ve takibine bağlıdır. Buna karşılık Allah hakkının galip olduğu ceza dâvaları, toplumun ortak düzen ve yararının ihlâlini önlemeye mâtuf dâvalar, kamu mallarının korunmasına ilişkin dâvalar ise kamu dâvası mahiyetindedir. Bu tür dâvalarda sadece ihlâlden zarar gören kimselerin değil, başta yöneticiler olmak üzere o toplumda yaşayan herkesin söz hakkı olduğu kabul edilir. Bu yetki biraz da toplumda iyiliği hâkim kılıp kötülüğü önleme yönündeki ortak görev ve sorumluluğun bir parçasını teşkil eder. Bu tür kamu dâvalarına, bu işin sırf Allah rızâsı / kamu yararı için yapıldığını belirtmek maksadıyla “hisbe dâvası” da denir.

İslâm yargılama hukukunun gelişim seyri göz önünde bulundurulduğunda, hakemler tarafından görülen ve belli şahsî haklara ilişkin olan dâvaların yanı sıra mahkemede hâkimlerce görülen adlî dâvalardan, üst yöneticiler tarafından bakılan ve sonuçlandırılan mezâlim dâvalarından söz edilebilir. Mezâlim dâvalarının ağırlığını temyiz dâvaları ile idarî dâvalar teşkil eder. Buna ilâveten ordu kumandanlarının ve kadıların, muhtesiblerin, güvenlik âmirlerinin kendi görev alanlarıyla ilgili olarak baktığı ve hâkimlere göre biraz farklı bir usul takip ettiği dâvalar da sayılabilir.

Dâvaların başka açılardan farklı tasniflere tâbi tutulması da mümkündür. Meselâ İbn Ebü’d-Dem dâvaları zilyeddeki ayn, zimmetteki mal, bir de şer‘î haklarla ilgili dâvalar şeklinde üçe ayırır (Kitâbü Edebi’l-kazâǿ, I, 448; ayrıca bk. İbn Ferhûn, I, 106; Trablusî, s. 58-59). Bununla birlikte geniş bir coğrafyada, farklı devlet teşkilâtları bünyesinde asırlarca süren uygulamanın belli bir isimlendirme ve tasnif içerisinde ifade edilmesi oldukça güçtür.

Dâvanın Seyri (Usul). Hukuk dâvalarında dâvacının, dâva konusunu iddia etmeye hak kazandığı tarihten itibaren belli bir süre zarfında (zaman aşımı) başvuruda bulunması gerekir. Mazeretsiz olarak bu süreyi geçiren dâvacı artık dâva açma hakkını kaybeder. Dâvaların düşürücü zaman aşımına tâbi tutulması, belli bir süreden sonra dâva konusu hakkın tesbit, ispat ve savunmasında ciddi tereddütlerin ortaya çıkması sebebiyledir. Ancak zaman aşımı hakkın özüne dokunmaz ve hakkı dinî sorumluluk açısından sona erdirmez (Mecelle, md. 1674). Sadece bu hakkın mahkemede ileri sürülmesine engel kazâî bir şarttır. Meselâ zaman aşımına uğramış borcun ifası hatta ikrarı geçerli olup alacaklı için de sebepsiz zenginleşme teşkil etmez. Zaman aşımı süresi, gerek ilgili hakkın konusuna gerekse hukukçulara ve hukuk ekollerine göre farklılık arzeder. Meselâ Hanefîler’de 36, 33 veya 30 yıldan başlamak üzere dâva konularına göre 15, 10, 2 yıl gibi değişik sürelerden söz edilir (Mecelle, md. 1660-1666). Ancak kamu mallarında deli, yetim, küçük gibi eksik ehliyetlilerin, gāib ve mefkūdün, hukuken haklı mazereti bulunan kimselerin haklarında zaman aşımının geçerli olmayacağı benimsenerek denge sağlanmıştır (Mecelle, md. 1663, 1675). Ceza dâvalarından şahsî haklarla ilgili olan kısas, diyet ve kazf dâvalarında zaman aşımı işlemez. Diğer ceza dâvaları ise hukukçuların çoğunluğuna göre zaman aşımı ile düşmese de Ebû Hanîfe ile iki talebesi Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre düşer. Ta‘zîr cezalarında konu genelde yetkili mercilerin takdirine bırakılmıştır. Öte yandan bazı ceza dâvalarında zaman aşımını kabul edenler de belli bir süre vermekten genelde kaçınırlar.

İlgili hak sahibi veya hukuken yetkili / görevli kimse tarafından mahkemeye intikal ettirilen dâva gerekli şartları taşıyorsa hâkim iddianın tavzihi, delillerin ibrazı ve savunma için tarafları mahkemede karşı karşıya getirir. İslâm hukuk doktrininde dâvaların mahkemede nasıl görüleceği, iddialara ve karşı iddialara verilecek cevaplar, deliller ve ispat yükü, deliller arası öncelik ve üstünlük, tarafların çelişkili beyanları gibi konularda ayrıntılı bilgiler ve çok zengin bir malzeme vardır. Bunun bir sebebi asırlarca devam edegelen uygulama ise de asıl sebep, mahkemede hak ve adaletin gerçekleşmesinde gösterilen titizliktir.

İddianın ispatı ve savunma hakkı, dâvanın mahkemece karara bağlanması prosedürünün iki önemli parçasını teşkil eder. İspatın konusu dâvanın mahiyetine ve çeşidine göre değişir. İspat yükü kural olarak dâvacıya aittir. İspat vasıtalarının başında şahitlik gelir. “Beyyine” tabiriyle genelde şahitliğin kastedilmesi, şahitliğin en yaygın ve tabii bir ispat vasıtası olması sebebiyledir.


Dâvacının gerekli sayıda şahidi bulamaması halinde yeminiyle ispatını tamamlamasının imkânı veya bunun hangi dâvalarda kabul edilebileceği tartışmalıdır. İddianın yazılı delille ispatında bazı İslâm hukukçularının tereddüt etmesi, dönemlerinde yazının yaygın olmaması, yazının kime ait olduğunun bilinemeyeceği, tahrifat ve taklidin olabileceği gibi kaygılara dayanır. Ancak yazışmayı teşvik eden âyet ve hadisler, yazılı belgeyi ispat vasıtası olarak kabul eden çoğunluğu destekler gözükmektedir. Bununla birlikte hangi konularda hangi tür yazılı belgenin ispata elverişli olacağı da müslüman hukukçular arasında tartışılmıştır. Karîneler, dâvalının ikrarı, hâkimin şahsî bilgi ve kanaati, keşif ve bilirkişi raporu gibi deliller de belli alanlarda ve belli ölçüde ispat vasıtası olarak geçerliliğini korur.

İddia eden kişi delil getiremediği takdirde dâvalının yemin ederek kendini savunma hak ve yükümlülüğü vardır. Çünkü dâvalı inkâr eden konumunda olduğundan kendisinden yokluğun/olumsuzluğun ispatı istenmemiştir. Dâvalının yemin etmesi gerekirken bundan kaçınması (nükûl) aleyhinde delil olarak değerlendirilir. Ancak Hanefî ve Hanbelîler dâvalının nükûlünü aleyhine hüküm için yeterli görürken Mâlikî ve Şâfiîler bu durumda yeminin dâvacıya tevcih edileceği görüşündedir. Hanefîler delil getirmenin dâvalıya, yeminin ise dâvacıya nakledilmesine yanaşmaz, hatta tarafların bu yönde anlaşmasını bile geçerli saymazlar. Hanefîler’in ileri sürdüğü, dâvacının bir şahidi ve yeminiyle hüküm verilemeyeceği görüşünün bir gerekçesi de budur. İslâm hukukçularının çoğunluğu ise yemini bir nevi delil saydığından ispat ve yemin külfetlerinin yer değiştirmesine daha yumuşak bakar. Liân, emanet, rehin, mefkūd gibi bazı özel durumlarda tarafların ispat ve yemin yükünden kısmen veya tamamen muaf tutulması mümkündür. İki tarafın da delil getirmesi halinde hangi konularda hangi delilin öncelik ve üstünlük taşıyacağı hususu nazariyede ayrıntılı tartışmalara konu olmuş, bu alanda müstakil risâle ve eserler kaleme alınmıştır. İki tarafın da benzeri bir iddia, meselâ sahipsiz ve zilyedsiz bir mal hakkında mülkiyet iddiası ileri sürmesi ve delil de getirememesi halinde iki tarafa da yemin tevcih edileceği, iki taraf da yemin ettiğinde malın aralarında paylaştırılacağı görüşü hâkimdir (Ebû Dâvûd, “Akziye”, 22). Yeminin önce hangi tarafa yöneltileceği ise ayrı bir tartışma konusudur. Öyle anlaşılıyor ki yemin, diğer ispat vasıtalarının bulunmadığı yerde başvurulan bir çare ve yardımcı delil durumundadır.

Nazariyede, dâva sırasında iki tarafın da mahkemede hazır bulunması üzerinde ısrarla durulur. Bu husus, tarafların iddia ve savunmaya tam vâkıf olup haklarını koruyabilmeleri açısından en emin yoldur. Mahkemenin, dâvalının gıyabında dâvaya bakıp bakamayacağı ise tartışmalıdır. İslâm hukukçuları genelde, dâvalının o yargı bölgesinde olmasıyla başka bir bölgede bulunması durumunu birbirinden ayırırlar. Dâvalı aynı bölgede ise bazı Şâfiîler hariç çoğunluğa göre gıyabında hüküm verilemez. Bununla birlikte dâvalı mahkemeye gelmemekte, vekil de göndermemekte direnirse kendisine tebligat yapılarak gıyabında dâvaya devam edilebilir. Ancak bu dâvaların beyyine ile ispatı esastır. Ayrıca Hanefîler bu durumda dâvalının zorla mahkemeye getirtilmesi, bu mümkün olmadığı takdirde onun haklarını savunmak üzere mahkemece bir vekil (vekîl-i musahhar) tayin edilip dâvaya onun huzurunda bakılması gerektiği görüşündedir (Mecelle, md. 1618, 1791). Yargı bölgesinin dışında başka bir yerde bulunan dâvalının gıyabında yargılamanın yapılıp yapılamayacağı konusunda ise dâvalının yargı bölgesine ne kadar uzakta olduğuna, mahkemeye gelme imkânına ve tebligat şartına, yargı bölgesinde malının, yakınının veya vekilinin bulunmasına, dâva konusu hakkın mahiyetine göre değişen farklı görüşler mevcuttur. Meselâ Hanefîler ve bazı hukukçular, bu durumda gıyabî hükmü ancak belli dâvalarda, belli şartlarda ve vekîl-i musahhar huzurunda câiz görürler. Diğer fakihler ise Allah hakkına taalluk eden ceza dâvaları veya nesep, ıtk, talâk gibi şahsa bağlı hakları konu alan dâvalar hariç gaib hakkında hükmü kural olarak câiz görmektedirler. Yine de gerekli şartlar ve tarafların hakları konusunda aralarında, ayrıntıda da olsa görüş farklılıkları mevcuttur. Gıyabî hükmün cevazıyla ilgili görüş ayrılıkları Hz. Peygamber’den gelen farklı söz ve uygulamalardan ziyade (bk. Müslim, “Akziye”, 7; Ebû Dâvûd, “Akziye”, 6), yargılamada hangi tarafın haklarının öncelik taşıdığı konusunda hukukçuların farklı görüşte olmasıyla izah edilebilir. Bir köy veya bölge halkı gibi sayıca kalabalık bir topluluk adına veya aleyhine açılan dâvalarda o topluluktan bir veya birkaç kişinin hazır bulunması yeterlidir (Mecelle, md. 1645-1646). Aynı şekilde müşterek alıcılar veya borçlularda olduğu gibi dâva konusu açısından aralarında bağ bulunan kimselerden birinin veya bir kısmının dâvada bulunması yeterli görülmüştür.

Dâvacının ileri sürdüğü iddiaya karşılık dâvalı, bu iddianın reddini sonuçlandıracak başka bir iddia ileri sürebilir (Mecelle, md. 1631). Meselâ dâvalının borcunu ödediğini ve borçtan ibrâ edildiğini ileri sürmesi, zina zanlısının nikâh akdini, cinayet zanlısının da meşrû müdafaayı ileri sürmesi böyledir. Def‘-i da‘vâ, başlangıçtaki dâvadan bağımsız bir iddia ve talep olmayıp aksine dâvanın seyrini yakından ilgilendiren karşı bir iddiadır. Böyle bir iddia ileri süren kişi, bu iddiası açısından dâvacı konumunda, diğer taraf da müdafaa durumunda olduğundan ispat ve savunma yükü bu yeni duruma göre belirlenecektir. Dâva boyunca, hatta bazan dâva sonuçlandıktan sonra bile tarafların dâva konusuyla ilgili olarak bu şekilde karşı iddialar ileri sürmesi mümkündür (Mecelle, md. 1840).

Dâva esnasında tarafların, iddia ve delillerini çürütecek çelişkili beyan ve talepte bulunmaları (tenâkuz) bu iddianın reddi için sebeptir. Hangi tür iddia ve taleplerin birbirini nakzedeceği, hangilerinin ise cem‘ ve te’lîfinin mümkün olacağı konusunda nazariyede ayrıntılı örneklendirmeler ve görüşler vardır (Mecelle, md. 1647-1659).

Dâvanın sonuçlanması hâkimin hükmüyle olur. Dâva dâvalının ikrar ve itirafı, şahsî haklara ilişkin dâvalarda tarafların anlaşması veya hak sahibinin af ve feragati gibi taraf işlemleriyle de sona erdirilebilir. Uygulamada mahkemeler tek dereceli olarak yargılama görevini yürütmüş, verdiği hükümler de kazıyye-i muhkeme teşkil ettiğinden ikinci bir yargılamaya konu edilmemiştir. Ancak Hz. Peygamber devrinden itibaren devlet başkanlarının, üst yöneticilerin ve kadıların, mahkemelerce verilen bazı hükümleri gözden geçirip bir nevi temyiz görevi ifa ettiği de bilinmektedir. Nazariyede de yargı kararlarının temyizi ilke olarak benimsenir. Usulüne uygun olarak görülen ve karara bağlanan dâva kural olarak yeniden yargılama konusu olmaz. Bununla birlikte belli


durumlarda yargılamanın iadesi ve dâvanın yeniden görülmesi mümkündür (Mecelle, md. 1837-1840).

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, “daǾvâ” md.; Wensinck, MuǾcem, “akziye”, “kādî” md.leri; M. F. Abdülbâkī, MuǾcem, “duǾâǿ”, “daǾvâ” md.leri; Müslim, “Akziye”, 1-9, 16; Ebû Dâvûd, “Akziye”, 6-7, 9, 16, 21-23; Tirmizî, “Ahkâm”, 12; Ebû Ya‘lâ, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 60-90; Sadrüşşehîd, Şerhu Edebi’l-kadî (nşr. Muhyî Hilâl es-Serhân), Bağdad 1977-79, I-III; Kâsânî, BedâǿiǾ, VI, 221-266; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 538-549; İbn Kudâme, el-Mugnî, X, 75-80, 95-98, 242-289; İbn Ebü’d-Dem, Kitâbü Edebi’l-kazâ (nşr. Muhyî Hilâl es-Serhân), Bağdad 1984, I-II; Zeylaî, Nasbü’r-râye, Kalküta 1357, IV, 95, 390-391; İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Turuku’l-hükmiyye (nşr. Muhammed Hâmid el-Fıkī), Kahire 1372/1953 → Beyrut, ts. (Dârü’l-Kütübi’l-ilmiyye), s. 109, 381; İbn Ferhûn, Tebsıratü’l-hükkâm, Kahire 1301, I, 98-147; Trablusî, MuǾînü’l-hükkâm, Kahire 1393/1973, s. 54-67; İbrâhim b. Muhammed İbnü’ş-Şihne, Lisânü’l-hükkâm (Trablusî, MuǾînü’l-hükkâm içinde), Kahire 1393/1973, s. 226-231; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VIII, 306-327, 338-346; Mecelle, md. 1613, 1616-1631, 1634-1643, 1645-1666, 1674, 1675, 1791, 1837-1840; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, IV, 189-365; J. Schacht, An Introduction to Islamic Law, Oxford 1964, s. 188-198; Bilmen, Kamus2, VIII, 83-117, 226-234; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Mutlu), I, 189-193; Fahreddin Atar, İslâm Adliye Teşkilâtı, Ankara 1979, tür.yer.; M. Mustafa ez-Zühaylî, Vesâǿilü’l-isbât fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Dımaşk 1982, tür.yer.; a.mlf., “Melâmihu’t-tanzîmi’l-kadâǿî fi’l-İslâm”, Dirâsât, XI/3, Amman 1984, s. 83-96; Karaman, İslâm Hukuku, I, 158; III, 193-194; Abdülaziz Bayındır, İslâm Muhakeme Hukuku, İstanbul 1986, tür.yer.; Halil Cin – Ahmet Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, Konya 1989, I, tür.yer.; Hâşim Cemîl Abdullah, “İslâm Hukukunda Yargı Kararlarının Temyizi” (trc. H. Yunus Apaydın), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy. 3, Kayseri 1989, s. 383-400; sy. 4 (1990), s. 385-412; W. Juynboll, “Dâva”, İA, III, 495-496; E. Tyan, “Dawa”, EI² (İng.), II, 170-172; Mv.Fİ, IV, 162-187.

Cevdet Yavuz