DEHŞET

(الدهشة)

Hakk’ın heybet, azamet ve celâl tecellileriyle ansızın karşılaşan sâlikin şaşırıp kalma halini ifade eden tasavvuf terimi.

Sözlükte “beklenmedik bir durum karşısında şaşırıp kalmak, aklı başından gitmek” anlamına gelen dehşet, tasavvuf terimi olarak genellikle “Allah âşığı sûfînin birden sevgilisinin heybetiyle karşılaşarak aklının başından gitmesi” mânasında kullanılır. Dehşet halindeki sûfî kendisini ağır bir gücün sarstığını hisseder ve bu yüzden ne yaptığını bilmez. Esas itibariyle heybet* ve hayret*le ilgili olan dehşet hali sekr, fenâ, cem‘, galebe, gaybet, mârifet, hakikat ve tevhid gibi tasavvufî terimlerle açıklanmıştır. Sûfîler umumiyetle dehşeti, tefekkür ve mârifetin sonucunda ulaşılan bir hal şeklinde düşünürler. Bâyezîd-i Bistâmî teemmülü dehşet, mârifeti ise hayret hali olarak kabul eder. Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre dehşet tasavvufî hallerin en değerlilerindendir. Çünkü düşünce tevhidin son mertebesinde hayret ve dehşete ulaşır. Şu halde tevhid konusunda aklın ulaşabildiği en son nokta dehşettir. Sehl et-Tüsterî dehşeti mârifetin gayesi olarak görmüştür; yani mârifet mükemmel olunca dehşete düşülür. Kuşeyrî ve üstadı Ebû Ali ed-Dekkak hakikat makamının dehşet ve mahvı gerektirdiğini, bu sebeple dehşetin hakikatin sonucu olduğunu ifade etmişlerdir. “Vâ dehşetâ” diyerek bu halin ağırlığına işaret eden Ebû Bekir eş-Şiblî de tasavvufu “dehşetli bir ateş” olarak tarif etmiştir.

Dehşete düşen sâlik (medhûş) mecnun ve meczup hükmünde olduğundan dinî mükellefiyetleri yerine getiremez. Ancak bu halinden dolayı kınanmaz ve mâzur görülür. Dinî görevlerin aksatılmasına yol açan dehşet halini sûfîler genellikle sülûkün ârızî bir hali sayar ve bu görevlerin ifasını aksattığı için de bir eksiklik olarak görürler. Hâce Abdullah-ı Herevî dehşet halini, Hz. Yûsuf’un güzelliği karşısında şaşıran ve kendilerini kaybeden kadınların (bk. Yûsuf 12/31) haline benzetmiştir. Hakk’ın lutfuna nâil olan ve O’nun cemâl tecellileriyle karşılaşan sâlikin bundan dolayı şaşırması ve kendini kaybetmesi haline de dehşet denilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Serrâc, el-Lüma, s. 421; Kuşeyrî, er-Risâle (Uludağ), s. 215, 453, 499; Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 344, 385; Herevî, Menâzil, s. 36; a.mlf., Tabakat, s. 109; Baklî, Şerh-i Şathiyyât, s. 555; İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403/1983, II, 77-82; İbnü’l-Hatîb, Ravzatü’t-tarîf (nşr. Abdülkadir Ahmed Atâ), Kahire 1387/1968, s. 665; Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, İstanbul 1286, s. 234; Seyyid Ca‘fer Seccâdî, Ferheng-i Ulûm-i Aklî, Tahran 1361 hş./1982, s. 266; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, s. 133.

Süleyman Uludağ