DEVE

Türkçe’nin çeşitli lehçelerinde devey, tevey, teve, tive, dive, töve ve tebe gibi şekillerde görülen kelimenin etimolojisi yapılamamıştır. Eti, sütü, derisi, yünü, gübresi ve sıcak-kurak iklimin hâkim olduğu bölgelerde uzak mesafeler arasındaki taşımacılığa uygun yapısıyla deve çöllerde yaşayan göçebeler için hayatî bir öneme sahiptir ve bundan dolayı özellikle Araplar arasında büyük bir değer taşımakta ve “sefînetü’s-sahrâ” (çöl gemisi) adıyla da anılmaktadır. İbn Haldûn’a göre sadece deve yetiştiren bedevîler, deve ile birlikte davar ve sığır yetiştiren diğer göçebelerden daha bedevîdir. Araplar, şehirde yaşayan insanlara tarımla uğraştıkları için “ehl-i hadar”, çölde yaşayanlara ise deve yününden yaptıkları çadır, elbise ve diğer eşyaya izâfeten


“ehl-i veber” demişlerdir. İbn Haldûn deve yetiştirmeyi sadece bedevîliğin ölçüsü sayarsa da deve, eski dünyada kıtalar arası ticarette oynadığı rolle medeniyetin gelişmesine büyük katkıda bulunmuş bir hayvandır. Kur’ân-ı Kerîm’de, Kureyş kabilesinin yaz ve kış seferleri şeklinde düzenledikleri ticaret kervanlarının şükrü gerektiren bir nimet olduğu belirtilir (Kureyş 106/1-4).

Deve ile ilgili kelime hazinesi en zengin olan dil Arapça’dır. Yalnız devenin cinsi, yaşı, rengi ve diğer fizikî özellikleriyle yürüyüş biçimi gibi karakteristik vasıfları üzerine Arapça’da yer alan kelimeler dahi başlı başına büyük bir kitabı dolduracak kadar çoktur (bk. Hüseyin Yûsuf – Abdülfettâh es-Saîdî, s. 706-774; İbn Sîde, II/7. sifr, s. 2-175). Atlarla ilgili “Kitâbü’l-Hayl”ler gibi deve ile ilgili olarak da “Kitâbü’l-İbil”ler yazılmıştır (Ahmed es-Serhâvî, s. 104-106). Bunlardan, August Haffner tarafından neşredilen Asmaî’nin Kitâbü’l-İbil’i (s. 67-157) gibi pek azı zamanımıza ulaşabilmiştir. Câhiliye şiirinin konularından biri de devedir. Hemen hemen bütün muallaka şairleri deveden söz eder. İmruülkays, deve üzerine yerleştirilen ve rahat bir seyahat ortamı sağlayan hevdec içinde genç kızlar ve kadınlarla birlikte yaptığı yolculukları açık saçık tasvirlerle anlatır. Tarafe’nin 110 beyitlik muallakasının üçte birinden fazlası devesine dairdir. Câhiliye döneminde ölen bir Arap’ın yakınları mezarının başına “beliyye” denilen çoğunlukla dişi bir deve getirirler, başını arkaya doğru çevirip bağlarlar, kaçmaması için de ayaklarını keserek aç ve susuz ölüme terkederlerdi (bk. BELİYYE). Araplar deveyi en büyük yardımcıları olarak tanımış ve gerektiğinde hayatlarını dahi onun isteklerine göre tanzim etmişlerdir. Hz. Ömer’in, Irak yöresinde kurulacak ordugâh merkezinin yerini tesbit için Vali Sa‘d b. Ebû Vakkas’a gönderdiği mektupta devenin hoşlanacağı bir mekânın tercih edilmesini istemesi (Belâzürî, s. 395) bunun bir örneğidir.

Arapça’da deveye verilen isimler pek çok olmakla beraber en fazla kullanılanlar ibil, cemel, baîr, nâka, hecin, fâlic ve buhttur. Bunlardan erkek ve dişi deveyi birlikte ve çoğul olarak ifade eden ibilin aslı Akkadca ibilu, erkek deve için kullanılan ve Batı dillerine camel, kamel gibi şekillerde geçen cemelin aslı ise Akkadca’ya gammalu biçimiyle giren Sumerce gammaldır (v. Soden, s. 279, 363). Cinsiyet ayırt etmeden tek bir deveye baîr, dişi deveye nâka, tek hörgüçlü deveye “Arap devesi” anlamına ırab, çift hörgüçlü Asya devesine de (Horasan devesi, Baktrian camel) fâlic veya buht denilmektedir. İyi koşan develere verilen hecin adı, bu develer daima tek hörgüçlü olduğundan Türkçe’de “tek hörgüçlü deve” anlamını kazanmıştır.

Ortadoğu’da yapılan arkeolojik kazılarda develer hakkında birçok bilgi ele geçirilmiştir. Mezopotamya’da ve diğer Sâmî topraklarında bulunmuş çeşitli kabartmalarda develi muharip, tek veya diziler halinde ganimet olarak götürülen deve ve kervan tasvirlerine rastlanır. Bu kabartmalardaki develerin koşum takımlarının bugünkülerden pek farklı olmadığı dikkati çekmektedir. “Aribu / Aribi” yazılışıyla ilk defa Arap adının ortaya çıktığı çivi yazılı Asur tabletlerinde de Araplar’ın develi muharip olduklarından ve III. Salmanasar’ın (m.ö. 858-834) ordusuna 1000 kişilik bir develi birlikle katıldıklarından bahsedilir (DİA, II, 558).

Deve kutsal kitaplarda oldukça fazla zikredilmiştir. Adı verilmemekle birlikte Hz. Nûh’un gemisine aldığı hayvanlar arasında da bulunmalıdır; çünkü onun gemiye her cins hayvandan birer çift aldığı bilinmektedir (Hûd 11/40; el-Mü’minûn 23/27; Eski Ahid, Tekvîn, 6/19-20). Genellikle Ortadoğu bölgesine gelen peygamberlerin deveden mutlaka faydalandıkları görülür. Eski Ahid, Hz. İbrâhim’in birçok hayvanı arasında develerinin de olduğundan (Tekvîn, 12/16); Hz. Eyyûb’un önceden sayıları 3000’i bulan develerinin, çektiği eziyete sabredip şifaya ve yeniden servete kavuştuktan sonra diğer mallarıyla birlikte iki katına çıktığından (Eyub, 1/3; 42/12); Hz. Ya‘kub ile ailesinin Ken‘ân ülkesine develerle gittiklerinden (Tekvîn, 31/17); Hz. Dâvûd’un develerine bu konudaki maharetleri sebebiyle Arap bakıcılar tuttuğundan (Tarihler, I, 27/30); Sebe melikesinin (Belkıs) Hz. Süleyman’a baharat, altın ve değerli taşlardan oluşan hediyelerini develerle getirdiğinden (Krallar, I, 10/2) ve İsrâiloğulları’nın Bâbil sürgününden Kudüs’e dönerken develerden faydalandıklarından (Ezra, 2/67) söz eder. Eski Ahid deve eti hakkında bazı hükümlere de yer vermiştir. Meselâ geviş getirdiği halde çatal tırnaklı olmaması sebebiyle devenin eti İsrâiloğulları’na haram kılınmıştır (Levililer, 11/4; Tesniye, 14/7); ancak Tekvîn’de deve sütü içtiklerine dolaylı olarak işaret edilmektedir (32/15). Kur’an’da, azgınlıkları sebebiyle ceza olarak yahudilere haram kılındığı belirtilen tırnaklılar arasında devenin de olduğu anlaşılmaktadır (el-En‘âm 6/ 146). Deve Yeni Ahid’de de muhtelif vesilelerle geçmektedir. Bunların birindeki, “devenin iğne deliğinden girmesinin zengin adamın göklerin melekûtuna girmesinden daha kolay olduğu” şeklindeki teşbih (Matta, 19/24) benzer biçimde Kur’an’da da yer almakta, Allah’ın âyetlerinden yüz çeviren kibirli insanlara gök kapılarının açılmayacağı ve onların deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyecekleri belirtilmektedir (el-A‘râf 7/40). Hz. Yahyâ’nın deve yününden elbise giydiği de Yeni Ahid’de yer alır (Matta, 3/4; Markos, 1/6). Bunlardan başka Kitâb-ı Mukaddes’in daha birçok yerinde devenin zikredildiği görülmektedir (bk. IDB, I, 490-492).

Kur’ân-ı Kerîm’in Yûsuf sûresinde kıssa vesilesiyle, Ken‘ân ve Mısır arasında gelip giden deve kervanlarından (îr) dolaylı olarak söz edilmekte, sonunda Ya‘kub ailesinin Mısır’a gitmesi anlatılmaktadır. Kur’an’ın yedi yerinde geçen nâka ile Hz. Sâlih’in mûcizesi olan, Semûd


kavminin kendisiyle sınandığı, kayalardan çıkan deve kastedilmiştir. Kur’an’da yer alan, “Deveye bakmazlar mı nasıl yaratılmıştır?” (el-Gaşiye 88/17) meâlindeki âyetle inkâr edenlerin dikkati devenin yaratılışındaki olağan üstü duruma çekilmekte ve Allah’ın kudretini anlamaları istenmektedir. Gerçekten de deve ağır bir yükle çok uzak mesafeyi, birkaç hafta bir şey yiyip içmeden ve günde 200 kilometreye kadar yürüyerek katedebilen yegâne hayvandır. Deve, gerektiğinde gıda olarak kullanılmak ve birtakım karmaşık kimyasal işlemler sonucu suya çevrilmek üzere yağ depolayan hörgücü; kum fırtınalarına karşı özel perdelerle donatılmış burnu, çift sıra kirpikli gözleri, içi tüylü kulakları; dikenli bitkileri yemeye uygun ağız yapısı ve bunları hazmedebilen sindirim sistemi; aşırı sıcağa ve soğuğa dayanma kabiliyeti ve bir defada 60 litre su içebilmesi gibi özellikleriyle Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin açık bir delilidir. Kuvvetli bir hâfızası olan deve, fırtınalarda kum tepelerinin yer değiştirmesine rağmen çöllerde yolunu şaşırmaz. Çölde haftalarca süren uzun yolculuklarda zor duruma düşen Araplar devenin vücudundaki sudan faydalanırlar. Bizans’a karşı Ebû Ubeyde’ye yardım için ordusunu çölden geçirerek Irak cephesinden Suriye cephesine intikal ettiren Hâlid b. Velîd bu sayede askerlerini büyük bir felâketten kurtarmıştır.

Câhiliye Arapları, “bahîre” adını verdikleri bazı dişi develerden faydalanmayı günah sayar ve onları tanrılara adayıp serbest bırakırlardı. Hastalıktan kurtulma, kaybolan birinin bulunması veya geri dönmesi, bir dileğin gerçekleşmesi gibi durumlar için adanan deveye de “sâibe” (kendi haline terkedilmiş) denir ve istenen şey gerçekleşirse yine serbest bırakılarak üzerine yük vurulmaz ve binilmezdi. Aynı şekilde erkek ve dişi ikiz doğuran deveye “vasîle”, sulbünden on döl alınan erkek deveye veya on doğum yapan dişi deveye “hâm” adını verir ve “sırtını korudu” diyerek onlardan da faydalanmayı haram sayarlardı. Bazı müfessirlerce Amr b. Luhay tarafından konulduğu rivayet edilen bu bâtıl inançlar, “Allah bahîre, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey kılmamıştır. Fakat inkâr edenler Allah’a yalan uyduruyorlar, çoğu da akıl erdiremiyor” (el-Mâide 5/103) meâlindeki âyetle iptal edilmiştir. Ayrıca En‘âm sûresinin 144. âyetinde develerin ne erkek ne dişi ne de yavru olarak hiçbir şekilde haram kılınmadığı açıkça belirtilmiştir. Hadisler de deveyle ilgili bazı Câhiliye âdetlerini kaldırmıştır. Bunlardan biri “fera‘” denilen ilk yavrunun, annesinin nesli çoğalır ve bereketli olur inancıyla putlara kurban edilmesidir. Bazılarına göre fera‘, deve sayısı 100’e ulaştıktan sonraki ilk yavrudur. Hz. Peygamber’in kaldırdığı diğer bir kurban ise “atîre”dir. Receb ayının ilk on gününde kesildiği için “recebiyye” de denilen bu kurbanların kanları putlar üzerine serpilirdi (İbnü’l-Esîr, III, 178). Bu konuda bazı farklı yorum ve rivayetler bulunmakla beraber sonuç itibariyle Hz. Peygamber bu uygulamaları kaldırarak, “İslâm’da fera‘ ve atîre yoktur” demiştir (Buhârî, “ǾAķīķa”, 3, 4; Müslim, “Eđâĥî”, 38; Ebû Dâvûd, “Eđâĥî”, 19; Tirmizî, “Eđâĥî”, 15; geniş bilgi için bk. ATÎRE). Aynı şekilde hac ve umre sırasında kesilen develerle ilgili bazı Câhiliye dönemi âdetleri de yine Hz. Peygamber tarafından kaldırılmıştır (bk. BEDENE).

Hz. Peygamber’in hayatının büyük bir kısmı deve sırtında geçmiştir. Küçük yaşlarında amcalarının yanında, gençliğinde ve Hz. Hatice’nin ortağı olarak ticaret kervanlarını yönettiği dönemde develerle yakından ilgilenmiş, bi‘setten sonra da hicret, askerî seferler ve hac sırasında onlardan faydalanmıştır. İslâm’ın gelişmesinde en önemli merkez olan Mescid-i Nebevî’yi ve evini de devesinin çöktüğü yere yaptırmıştır. Hz. Peygamber gelmeden önce hakkında yapılan kehanetler arasında onun deve sahibi veya deveye binen biri olacağı da bulunmaktadır (İbn Sa‘d, I, 159). Hatta Hinduizm’in kutsal kitaplarında (Vedalar), çöller diyarından çıkacağı ve deveye bineceği bildirilen Mamah Rişi’nin Hz. Peygamber olduğu sanılmaktadır (A. H. Vidyarthi – U. Ali, s. 87). Hadislerde deve zekât, diyet, megazî vb. birçok konuda ve mesellerde zikredilmiştir. Hz. Peygamber, iman ve ibadet konularındaki ihmalleri, kendilerini beğenmişlikleri ve sert tabiatları sebebiyle “ashâbü’l-ibil” dediği bedevîleri yererken (Buhârî, “Bedǿü’l-ħalķ”, 15; Müslim, “Îmân”, 85), “Deve sahibi için berekettir (zenginliktir)” diyerek deveyi över (İbn Mâce, “Ticârât”, 69). Hz. Peygamber, koyunlar için yapılmış ağıllarda namaz kıldığı halde deve barınaklarında (atan/a‘tân, mebrek/ mebârik) kılmamıştır. Bunun sebebi, genelde uysal olmasına rağmen devenin hoşlanmadığı veya mahiyetini anlamadığı bir şeye hemen hücum edip ısırması ve tekmelemesi olsa gerektir. Hz. Peygamber’in kasvâ adlı devesi meşhurdur. Ced‘â ve adbâ da denilen bu deve zaman zaman düzenlenen yarışlarda daima önde giderken sonunda geçilmiş ve bu durum ashabın üzülmesine sebep olmuştu (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 8; İbn Sa‘d, II, 493). İbn Sa‘d Hz. Peygamber’in, ailesinin sütleriyle geçindiği hepsinin ayrı bir adı bulunan sağmal develerinden (likha veya lekha, çoğulu likâh) bahseder (eŧ-Ŧabaķāt, II, 494-495). Resûl-i Ekrem’in miras olarak para, koyun ve deve bırakmadığı yolundaki rivayetlerden anlaşıldığına göre (a.g.e., II, 260; İbn Mâce, “Veśâyâ”, 1) bu develeri vefatından önce elinden çıkarmış, büyük bir ihtimalle de tasadduk etmiştir. Hz. Peygamber sefere çıkacağı zaman devesini genellikle Esla‘ b. Şerîk b. Avf hazırlardı. Huzâî, Asr-ı saâdet’teki devlet yönetimini anlatırken deveci için “Sâhibü’r-râhile” adıyla bir bab açmıştır (Taħrîcü’d-delâlâti’s-semǾiyye, s. 398). Kettânî bunu biraz daha geliştirerek Hz. Peygamber’in devesinin yularını, üzengisini tutan, sağmal develere çobanlık eden, nağmelerle develeri coşturanları ayrı başlıklar altında verir (et-Terâtîbü’l-idâriyye, II, 96-104).

Araplar kadar olmamakla birlikte Türkler de deve yetiştirmiş ve özellikle taşımacılıkta, daha çok kendi bölgelerinde yaşayan çift hörgüçlü deveden faydalanmışlardır. Bilhassa Ortaçağ’da İpek yolu üzerinde bulunan Türk ülkeleri deve kervanlarının devamlı geçtiği yerler haline gelmiştir. Türkler’le Araplar arasında deve kültürü bakımından bazı benzerlikler bulunmaktadır. Meselâ Arap şiirinde görülen kadının güzelliğini deveye benzetme âdeti Türkler’de de vardır ve özellikle Yörükler şişmanca güzel kadınlar için “maya (dişi deve) gibi” derler. Araplar kızıl develeri (humre’n-neam) çok değerli sayarlar (Lisânü’l-ǾArab, “ĥmr” md.) ve kıyaslama için, “Onu kızıl develerle değişmem” derler. Türkler’de de kızıl develer kıymetlidir, Dede Korkut Kitabı’nda “katar katar kızıl develer” tabiri zenginlik ifadesi olarak pek çok yerde kullanılmıştır (meselâ bk. s. 38, 40, 117). Ayrıca yine Dede Korkut’ta yer alan, “Şahbaz atlar içtiği su, kızıl develer gelip geçtiği su” tasviri de (s. 45) Türkler’e göre kızıl devenin geçtiği yere kıymet ve asâlet kazandırdığını göstermektedir.

Türkçe’de bulunan deve ile ilgili kelimelerin sayısı Arapça’dakiler kadar fazla değildir; ancak bunların birçoğu yazılı kaynaklara geçmemiş ve unutulmuş


olmalıdır. Bununla birlikte halen deve yetiştirilen bölgelerde deve ile ilgili hayli kelime yaşamaktadır. Erkek deveye buğra veya buğur denilmektedir; Kâşgarlı Mahmud Buğra Han’ın adının buradan geldiğini belirtir. Dede Korkut Kitabı’nda Bânû Çiçek için Bamsı Beyrek’ten istenen mallar arasında “bin maya görmemiş buğra” da yer alır (s. 85, 86). Böylece erkek ve dişi develer için kullanılan kelimelerin her ikisi birlikte zikredilmiştir. Develer yaşına ve cinsine göre kükürt, lök, daylak, dorum, kayalık (kayalak), kirinci (kipinci), boz, tülü, yoz, nacır gibi adlar almaktadır. Köşek (< küçük ?) “deve yavrusu” demektir ve Yörükler’de anneler çocuklarını “kuzum” gibi “köşeğim” diye de severler. Deve yavrusuna yer yer bidi ve potuk da denir. Devenin çeşitli Türk lehçelerinde daha birçok adı vardır. Meselâ Kara Kırgızlar genel olarak deveye tö, erkek deveye buğra, dişi deveye ingen, deve yavrusuna taylak veya tö botusu demektedirler. Türkler’de deve kurban etmek, Araplar’da olduğu gibi diğer hayvanlara göre daha üstün sayılmıştır. Halen Anadolu’nun bazı yörelerinde ziyarete gelen parti liderleri için deve kesme âdeti vardır. Dede Korkut Kitabı’nda Deli Dumrul’un babası oğluna hitaben doğumunda kestiği kurbanları kastederek, “Doğduğunda dokuz buğra öldürdüğüm aslan oğul” der (s. 163). Timur’a giden İspanya elçisi Klaviyo seyahatnâmesinde, Nîşâbur’da 400 çadırdan müteşekkil bir kabilenin 20.000 devesi olduğundan ve bunların Timur’a her yıl 3000 deve verdiklerinden söz eder (Timur Devrinde Kadis’ten Semerkand’a Seyahat, I, 140). Halen bu bölgede devenin büyük bir değeri vardır.

Selçuklu ve Osmanlılar’ın askerî teşkilâtında devenin önemli bir yeri olduğu muhakkaktır. Marsigli, çöllerden ve sıcak ülkelerden getirilen develerin Türkler tarafından kullanıldıkları müddetçe iyi bakıldıklarını söyler (Osmanlı İmparatorluğunun Askerî Vaziyeti, s. 184). Ona göre Osmanlılar’ın develeri maya, lök ve hecin diye üçe ayrılmaktadır ve sonuncuları bunların en değerlisidir. Marsigli, Kara Mustafa Paşa’nın Viyana kuşatması sırasında, orduda bulunan iki hecin devesi sayesinde, savaş alanına getirilen bazı mukaddes emanetleri kurtarabildiği rivayetine de yer vermektedir (s. 184-185). Osmanlılar deve için Farsça’dan alınmış şütür/üştür kelimesini de kullanırlar ve Yeniçeri Ocağı’ndaki devecilere şütürbân derlerdi. XVII. yüzyılın ikinci yarısının başlarında cemaat ortalarından yirmi beşinin deveci ortası olduğu anlaşılmaktadır. En fazla saygı gören zâbitlerden olan ve “şütürbân ağa” denilen deveci ortası kumandanlığına yayabaşılıktan geçilirdi. Bunların en kıdemlisine “başdeveci” denir ve bu ağa terfi ettiğinde haseki ağa (hünkâr hasekisi) veya Acemi Ocağı’nın Rumeli ağası olurdu. Devecilere XVI. yüzyılın ilk yarısında 28.000 akçe ile zeâmet verildiği görülmektedir (Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, I, 213, 443). Sarayın develerine bakanlara “sârbân” veya “sârvân”, reislerine de “sârbânbaşı” denilirdi. XVII. yüzyılın ortalarında Has Ahır’a bağlı develerin sayısı 1000 katardı. Bu develer Anadolu’nun çeşitli yerlerinden tedarik edilerek cinsiyetlerine göre ayrılırdı. Dişi develere bakanlara “sârbân-ı mâde”, erkek develere bakanlara “sârbân-ı ner” adı verilir, bunların yanında ayrıca develerin teçhizatını sağlayan ve bu kısmın diğer ihtiyaçlarını gören başka görevliler de bulunurdu (Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 495-496). Osmanlı ordusunda ağırlığı taşıyan hayvanlardan olan develerin sayısı gidilecek sefere göre değişirdi. Develer bakıma alınarak yağlanır, ondan sonra sefere çıkılırdı. Topçular Kâtibi Abdülkadir Efendi, “...Ordu-yı Hümâyûn’da sârvânlar kethüdâsı davet olunur. Göç ferman oldukta üştürler revganları (rugan, deri) âdet üzre yağlanmayınca yükler çekilmez” demekte ve Anadolu yönünde sefere çıkarken develerin bakımının İznik civarında yapıldığını belirtmektedir (Târih, s. 840). Abdülkadir Efendi’nin verdiği bilgiye göre 1006’daki (1597) Vâsıt seferine 800 katar (5600 adet; 1 katar = 7 deve; bk. Marsigli, s. 184), 1030 (1621) tarihli Lehistan seferine de 1200 katar (8400 adet) erkek ve dişi deve götürülmüştür (Târih, s. 152, 563). Seferlerde ayrıca zahire ve mühimmat nakli için Türkmen aşiretlerinden kira ile tutulan devecilerden de faydalanılmaktaydı. Türkmenler arasında “buğurcu” denilen ve devlet için deve yetiştirmekle yükümlü tutulanlar vardı. Saraydan yola çıkarılan surre* alayları Hicaz’a develerle gönderilir, halk da hacca yine deve ile giderdi.

Ağır ve hafif olmak üzere ikiye ayrılan deve kervanlarının ticarî hayatta büyük bir önemi vardı. Ağır kervanlardaki develerin her biri beşer, altışar, hafif kervanlardakiler ise üçer kantar (44 okka/ 57 kg.) yük taşırlardı (bk. KERVAN). Her devenin burun deliğinden geçirilen ince bir ip öndeki devenin sağrısına ve zor bir durumda kolayca çözülebilecek şekilde bağlanırdı. En sondaki devenin boynuna asılan özel bir çıngırak, katarın sağlıklı bir şekilde yol alıp almadığını önde veya yanda giden deveciye haber verirdi.

Deve donanımı çok eski dönemlerden beri fazla bir değişikliğe uğramamıştır. Devenin palanına “hamut” (havut) adı verilir. Halk arasında hamudun yumuşak maddelerden yapılmış örtü şeklinde


olanına “hatapsız”, ahşap (hatap) bir iskelet üzerine kaplanmış olanına da “hataplı” denilmektedir. Araplar bunun büyüklerine “rahl”, yeni yetişen iki yaşlarındaki develeri yüke alıştırmak için vurulan küçüklerine ise “kateb” demektedirler. Develerin çeşitli yerlerine küçük çanlar ve atlarda olduğu gibi boyunlarına nazarlık takma âdeti Türkler ve Araplar arasında yaygındır. Hamutlar üzerine monte edilen, ahşap çubukların birbirine tutturulması ve üzerinin örtülmesiyle meydana getirilmiş, özellikle kadınların rahat yolculuk yapmasını sağlayan küçük odaya “hevdec” veya “mahfe” adı verilir. Hz. Âişe, Cemel Vak‘ası’nda ordusunu asker adlı devesinin sırtında böyle bir hevdec içinden idare etmiştir.

Deve yüke, soğuk ve sıcağa, açlık ve susuzluğa uzun müddet tahammül eder. Fakat hastalandığı, yaralandığı zaman iyileşmesi zordur, bu sebeple özel bir bakıma ihtiyacı vardır. Sefere çıkılmadan ve sırtına yük vurulmadan önce sineklerin rahatsız edip yükünü atmasına sebep olmaması için arkasına ve yaralanmaması için kolanların geldiği yerlere “püse” denilen katranla karıştırılmış yağ sürülür. Yiyecek olarak ot ve dikenin yanında “lop” denilen kepekli ve tuzlu bir hamur verilir. Deve genelde uysal ve hassas bir hayvandır; üzüntüsünü ve sevincini belli eder ve müzikten çok hoşlanır. Bunun için Arap edebiyatında önemli bir yeri olan ve “hidâ” (hudâ) denilen deveci ezgileri söylenerek yönetilir; bu hususta ashaptan Enceşe’nin maharet sahibi olduğu rivayet edilmektedir. Kızgın develer çok tehlikelidir. Nitekim Dede Korkut Kitabı’nda Kanturalı’nın, Trabzon tekfurunun kızı Selcen Hatun’u alabilmek için dövüşmek zorunda bırakıldığı kızgın boğa ve aslanı kolaylıkla öldürdüğü halde kızgın kara deve karşısında, sonunda onu da öldürmekle birlikte çok zor durumlara düştüğü anlatılmaktadır (s. 186, 190).

Hz. Peygamber zamanında çok sevilen deve yarışları, bugün Birleşik Arap Emirlikleri başta olmak üzere Körfez ülkelerinde düzenli bir şekilde tertip edilmekte ve bu yarışlar, müşterek bahis oynamanın yasak olduğu özel yapılmış stadyumlarda, yerli ve yabancı büyük kalabalıklar tarafından heyecanla seyredilmektedir. Aynı şekilde Türkiye’de de özellikle Aydın’da yapılan geleneksel deve güreşleri turistlerin büyük ilgisini çekmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-Arab, “bht”, “hmr” md.leri; Dîvânü lugati’t-Türk Tercümesi, I, 420, 443, 521; II, 84, 181, 195, 255, 256; III, 49, 113, 225; Clauson, Dictionary, s. 447-448; NBD, s. 181-182; v. Soden, AHW, s. 273, 363; Ahmed es-Sarhâvî, MuǾcemü’l-meâcim, Beyrut 1987, s. 104-106; Buhârî, “Akıka”, 3, 4, “Bedü’l-halk”, 15; Müslim, “Edâhî”, 38, “Îmân”, 85; İbn Mâce, “Ticârât”, 69, “Vesâyâ”, 1; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 8, “Edâhî”, 19; Tirmizî, “Edâhî”, 15; Yedi Askı: el-Muallakatü’s-seb‘ (trc. Şerafeddin Yaltkaya), İstanbul 1985, s. 18-127; İbn Sa‘d, et-Tabakat, I, 159; II, 260, 494-495; Câhiz, Kitâbü’l-Hayevân, I, 152, 154, 297; VI, 216-217; Belâzürî, Fütûĥ (Fayda), s. 395; Dede Korkut Kitabı (nşr. Muharrem Ergin), Ankara 1958, s. 38, 40, 45, 48, 54, 59, 85, 86, 117, 163, 186, 190; İbn Sîde, el-Muhassas, Beyrut 1398/1978, II/7. sifr, s. 2-175; Esmaî, Kitâbü’l-İbil (nşr. A. Haffner), Leipzig 1905, s. 67-157; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, I, 156; III, 178; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, X, 103-120; Huzâî, Tahrîcü’d-delâlâti’s-semiyye, s. 398; Klaviyo, Timur Devrinde Kadis’ten Semerkand’a Seyahat (trc. Ömer Rıza Doğrul), İstanbul 1975, I, 140; İbn Haldûn, Mukaddime (Uludağ), I, 418; Demîrî, Hayâtü’l-hayevân, I, 12-15, 112-116, 166-170; II, 269-273; Topçular Kâtibi Abdülkadir Efendi, Târih (haz. Ziya Yılmazer, doktora tezi, 1990), İÜ Ed.Fak. Genel Kitaplık, nr. TE 80, s. 152, 563, 840; Marsigli, Osmanlı İmparatorluğunun Askerî Vaziyeti, s. 184-186; Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Bülûgu’l-ereb, III, 36-41; Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, I, 213, 443; a.mlf., Saray Teşkilâtı, s. 495-496; Mehmed Kaplan, “Dede Korkut Kitabında Hayvanlar”, Fuad Köprülü Armağanı, İstanbul 1953, s. 276-290; M. Abdullah es-Sânî, el-İbilü’l-Arabiyye, Küveyt 1983, s. 23-178; A. H. Vidyarthi – U. Ali, Muhammed in Parsi, Hindoo and Buddhist Scriptures, New Delhi 1983, s. 87; Hüseyin Yûsuf Mûsâ – Abdülfettâh es-Saîdî, el-İfsâh fî tevîli’l-luga, Beyrut, ts. (Dârü’l-Fikr), s. 706-774; Suraiya Faroqhi, Towns and Townsmen of Ottoman Anatolia, Cambridge 1984, s. 52-60; a.mlf., “Camels, Wagons and the Ottoman State in the Sixteenth and Seventeenth Centuries”, MES, XIV (1982), s. 523-539; P. Crone, Meccan Trade and the Rise of Islam, Oxford 1987, s. 205-211; Halûk Nurbaki, Kur’ân-ı Kerîm’den Âyetler ve İlmî Gerçekler, Ankara 1988, s. 160-162; Feridun Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazası, Ankara 1989, s. 139, 266-267; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), II, 96-104; Nebi Bozkurt, Hz. Peygamber Devrinde Hicaz Folkloru (doktora tezi, 1991), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 90-94; Münir Atalar, Osmanlı Devletinde Surre-i Humâyûn ve Surre Alayları, Ankara 1991, s. 160; İlber Ortaylı, “Devenin Taşıma Maliyeti Eğrisi Üzerine Bir Deneme”, SBFD, XXVIII (1973-74), s. 181-190; Naci Eren, “Deve Donanımı ve Deve ile İlgili Bilgiler”, TFA, sy. 356 (1979), s. 8594-8596, 8623-8625; sy. 357 (1979); İlhan Şahin, “1638 Bağdat Seferinde Zahire Nakline Memur Edilen Yeni-il ve Halep Türkmenleri”, TD, XXXIII (1982), s. 523-539; Suliman Bashear, “Riding Beasts on Divine Missions: an Examination of the Ass and Camel Traditions”, JSS, XXXVI (1991); Pakalın, I, 434; III, 128; J. A. Thompson, “Camel”, IDB, I, 490-492; Ch. Pellat, “Ibil”, EI² (İng.), III, 665-668; M. A. J. Beg, “Djammal”, EI² Suppl. (İng.), s. 241; Richard W. Bulliet, “Camel”, EIr., IV, 730-733; Sargon Erdem, “Amâlika”, DİA, II, 558.

Ahmet Önkal – Nebi Bozkurt




Deve ile İlgili Fıkhî Hükümler. Fıkıh âlimleri deve ile ilgili özel hükümleri etinin yenmesi, zekâtı, kurbanlık olarak kesilmesi, diyet olarak ödenmesi veya diyet miktarının tesbitinde ölçü kabul edilmesi ve ganimetteki payı gibi belli başlı konularda ele almışlardır.

Deve etinin helâl olduğu konusunda fıkıh âlimleri görüş birliği içindedir. Kesiminin kolay olabilmesi için ayakta kesilmesi ve bir ayağının bağlanması tavsiye edilmiştir (Buhârî, “Hac”, 118-119). Zekât açısından devenin nisabı Hz. Peygamber tarafından beş olarak tesbit edilmiştir (Buhârî, “Zekât”, 32, 42). Beş deveden dokuz deveye kadar bir koyun, ondan on dörde kadar iki, on beşten on dokuza kadar üç ve yirmiden yirmi dörde kadar da dört koyun zekât olarak verilir. Bundan sonra deve sürüsüne ait zekâtın ölçüsü ise çeşitli yaşlardaki develerden ödenmek üzere farklı kademelerde artarak devam eder (bk. ZEKÂT). Deve kurban olarak kesilebilir. İstendiği takdirde sığırda olduğu gibi yedi kişi tarafından ortaklaşa kurban edilebilir.

Deve, İslâmiyet’in doğuşu sırasında Araplar arasında yaygın ve ortak bir malî değer ölçüsü durumundaydı. Hatta o dönemde Araplar “mal” tabiriyle genellikle deveyi kastederlerdi. Bu sebeple diyet ödenmesini gerektiren adam öldürme suçunda deve diyet miktarının belirlenmesi açısından ölçü olarak kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadislere göre bu miktar 100 devedir (el-Muvatta, “Ukul”, 1; Ebû Dâvûd, “Diyât”, 16; Nesâî, “Kasâme”, 47). Bazı hadislerde söz konusu diyetin dinar, dirhem, sığır ve elbise cinsinden mallarla da takdir


edildiği görülmekteyse de (Ebû Dâvûd, “Diyât”, 16) İbn Hazm ile Şâfiî ve Hanbelî fakihlerinin çoğuna göre diyette aslolan devedir. Dinar, dirhem, sığır, elbise vb. şeylerle yapılan diyet tesbitleri devenin kıymetini açıklamak ve belirlemekten ibarettir. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve bazı Hanbelî fakihlerine göre ise devenin yanı sıra altın ve gümüş de diyet miktarının belirlenmesinde ölçü sayılır. Öte yandan öldürmenin kasıtlı veya hata ile yapılması diyet olarak verilecek develerin sayısını etkilemese de cins ve vasıflarını etkiler (bk. DİYET).

Fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre ganimet taksiminde gaziye devesi için ayrı bir pay verilmez. Ancak Ahmed b. Hanbel’den bu konuda farklı iki ayrı görüş nakledilmiştir. Bu görüşlerden kuvvetli olanına göre at üzerinde savaşma imkânı olduğu halde deve üzerinde savaşa iştirak eden kimseye ayrı bir pay verilmez. Diğer görüşe göre ise herhangi bir şart koşulmaksızın deve için de bir pay ayrılır. Hasan-ı Basrî’nin de bu görüşte olduğu kaydedilmektedir (İbn Kudâme, VIII, 408).

BİBLİYOGRAFYA:

el-Muvatta, “Ukul”, 1; Dârimî, “Zekât”, 3; Buhârî, “EŧǾime”, 53, “Hac”, 118-119, “Zekât”, 32, 42, 56; Müslim, “Hayız”, 90, 97; İbn Mâce, “Tahâret”, 65, 67, “Zekât”, 6, “Diyât”, 16; Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 71, 74, “Diyât”, 16, “Edâhî”, 17; Tirmizî, “Tahâret”, 41, 58, 60, “Zekât”, 4; Nesâî, “Zekât”, 5, 18, “Kasâme”, 47; Sahnûn, el-Müdevvene, VI, 175-176; İbn Hazm, el-Muhallâ, X, 388-389; Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 31, 152-154, 245; II, 196-197; Kâsânî, el-Bedâi, II, 26-27; VI, 200; İbn Kudâme, el-Mugnî, III, 431-432; VII, 759; VIII, 408-409; İbn Hacer, Fethu’l-bârî (Sa‘d), VIII, 27-28; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr (Bulak), IV, 428; Desûkı, Hâşiye ale’ş-Şerhi’l-kebîr, IV, 118-119; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, I, 237-239; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, VI, 367-368; Mv.F, I, 182-183; Mv.Fİ, I, 201-211.

Salim Öğüt