DEVİR

(الدور)

Bir şeyi dolaylı bir şekilde yine kendisiyle tarif ve ispat etme anlamında mantık ve felsefe terimi.

Arapça’da devr masdarı “dairevî bir hareketle dönmek, dolanmak; bir şeyin kısa veya uzun bir hareketten sonra ilk durumuna dönmesi” gibi anlamlara gelmektedir. Genellikle bu kelimenin “dönmek ve râci olmak” şeklindeki aslî mânası esas alınarak çeşitli ilim dallarına ait terimler oluşturulmuştur. Meselâ klasik astronomide devir, düzenli ve periyodik olarak tekrarlanan semavî olayların başlangıç ve bitişleri arasında geçen süreyi ifade eder. Tarih ilmi açısından zaman tesbiti yapmak amacıyla tarih ve takvim kavramları yanında devir tabiri de kullanılmış; ayrıca geçmişteki belirli dönemleri ifade etmek üzere çok meşhur bazı şahıs ve olaylar öne çıkarılarak Maden devri, İskender devri, Lâle devri gibi itibarî devirlerden söz edilmiştir. Türk mûsiki eserlerinde kullanılan her ölçüye de devir denir. Ayrıca bu terim usul ve peşrevlerdeki “hâne” karşılığı olarak da kullanılır. Genellikle büyük ölçüler ve peşrevler için geçerli olan devir devr-i hindî, devr-i kebîr, devr-i revân, devr-i tûran gibi usullerin de adlarını teşkil eder.

Mantıkta devir, “biri diğeriyle tanımlanabilen iki tarif, ispatı birbirine bağlı iki önerme ve birinin varlığı diğeriyle bağlantılı iki şart arasındaki ilişki” anlamlarına gelir. Devir bu ilimde genellikle bir tarif veya kıyas hatasını aksettiren terim olarak devr-i bâtıl (fâsid daire) şeklinde ve çoğunlukla teselsül kelimesiyle birlikte kullanılır. Teselsül ise mümkin varlıkların, sebep-sonuç ilişkisi içinde sonsuza kadar geriye doğru zincirleme sürüp gitmesidir. Aynı olumsuz sonucu veren, çözüm getirmeyen durumların tekrarlanması ve sürdürülmesi halini ifade etmek için kullanılan döngü ve kısır döngü kavramları devrin günümüzde mantık terimi olarak karşılığı sayılmaktadır. Devir Batı dillerinde totoloji kelimesiyle ifade edilmektedir. Konuyla ilgili bazı terminoloji sözlüklerinde devrin daha çok, eski tabirle “müsâdere ale’l-matlûb” anlamına gelen, bir şeyin kendi kendinden önce var olması gibi mantıkî bir hatayı gerektiren ve devr-i tekaddümî denilen çeşidi üzerinde durulur. Bu terimin, birinin tasavvuru aynı anda diğerinin de tasavvurunu zorunlu kılan (baba-oğul gibi), dolayısıyla mantıkî bir yanılgı ihtiva etmeyen devr-i izâfî (maî) adlı bir çeşidi yanında, aldığı şekle göre devr-i müsarrah, devr-i muzmer, devr-i ilmî ve devr-i müsâvî gibi çeşitlerinden de söz edilir.

İslâm düşünce tarihi boyunca Allah’ın varlığını ispat etmek (isbât-ı vâcib) gayesiyle kelâmcılar tarafından, “evrenin yaratılmışlığı ve her yaratılmışın da bir


yaratıcısı bulunduğu” esasını işleyen hudûs delili; İslâm filozofları tarafından mevcudu, varlığı kendinden (vâcib) ve başkasından (mümkin) olmak üzere iki kategoride düşünen, kâinatın da mümkinin özelliklerini taşıdığını benimseyen imkân delili kullanılmıştır. Bu iki delille evrenin yaratılmış (hâdis) olduğu veya var olabilmek için başkasına muhtaç (mümkin) bulunduğu ortaya konulduktan sonra bunun mantıkî sonucu olarak her hâdisin bir muhdisi veya her mümkinin bir sebebi (illet, vâcib) olacağı sonucuna ulaşılır. Bu iki isbât-ı vâcib delilinin aynı mahiyette olan ikinci şıklarının zarûrî ve bedîhî olarak benimsenecek bir gerçek olduğu söylenmekle birlikte bu konuda yine de bazı itirazlar ileri sürülmüştür. Bundan dolayı İslâm düşünürleri hudûs ve imkân delillerini kullanırken devir ve teselsülün iptaline özel önem vermişler, âlemde var olduğu iddia edilen sonsuz illet-ma‘lûl zincirinin bilfiil nihayetsiz olamayacağını ispata yönelik burhân-ı tatbîk, burhân-ı tezâyüf, burhân-ı arşî gibi mantıkî deliller kullanarak devir ve teselsülün mantıkî yanılgılar doğurduğunu ortaya koymaya çalışmışlardır (bk. TESELSÜL).

el-İşârâtü’l-ilâhiyye ile’l-mebâhisi’lusûliyye adlı eserin müellifi olan Necmeddin et-Tûfî, imkân ve hudûs delilini mezceden bir metotla âyetlere de dayanarak isbât-ı vâcibde bulunduktan sonra Hz. Peygamber’in hastalıkların sirayetini konu edinen hadisinde (Müslim, “Selâm”, 33) devir ve teselsülü mantıken iptal etme esaslarının yer aldığını belirtir (Topaloğlu, s. 106). Konuyla ilgili iki ayrı risâle kaleme almış olan Devvânî de bunlardan birinde Allah’ın varlığını ispat amacıyla imkân delilinden hareketle biri doğrudan doğruya devir ve teselsülün iptaline, diğeri önce vâcibi ispat edip sonra devir ve teselsülün butlânını ortaya koymaya dayanan iki farklı yol takip ettiğini kaydeder (Risâle fî isbâti’l-vâcib el-kadîme, s. 3).

Söz konusu isbât-ı vâcib delilleriyle âlemin hâdis veya mümkin olduğu, her hâdisin bir muhdisi ve her mümkinin bir müessiri bulunduğu, bu muhdis ve müessirin ise mutlaka kadîm ve vâcib olması gerektiği ifade edilir. Aksi takdirde aklen mümkin iki varlıktan her birinin diğerinin var edici illeti olduğunu varsayan bir mantıkî yanılgıya (devir) ve sebep-sebepli zincirinin sonsuza kadar sürdüğünü kabul etme yanlışlığına düşülecektir. Bu mantıkî yanılgı şu formülle ifade edilebilir: “A ile B aklen mümkin iki varlıktır. A’nın var edici illeti B, B’ninki ise A’dır”. Böyle bir düşünce tarzının mantık açısından doğru olmadığı açıktır. Çünkü söz konusu iki var edici illetten meselâ A’nın B’yi var edebilmesi için onun mutlaka B’den önce var olması gerekir. Halbuki düzenlenen varsayımda A’nın varlığının B’nin onu var etmesine bağlı olduğu kabul edilmektedir. Aynı husus B için de düşünülebilir. Buna göre hem A’nın hem de B’nin var olabilmek için birbirlerine muhtaç oldukları sonucu ortaya çıkmaktadır. Bir şeye muhtaç olmak ise muhtaç olan ve kendisine ihtiyaç duyulan şeklinde iki ayrı varlığı gündeme getirmektedir. Mümkinin kendi kendisine muhtaç oluşundan hiçbir sonuç çıkmaz. Zira mümkin zaten mahiyeti itibariyle “var olmak için başkasına muhtaç olan” demektir. Hâdisin kendisini var edecek bir kadîme, mümkinin de varlığını yokluğuna tercih edecek bir vâcibü’l-vücûda ihtiyacı ise açıktır. Varlığı kendinden olan böyle bir mevcut kabul etmek suretiyle mümkinler bir noktada sona erdirilmiş, hâdisler de bir yerde kesilmiş olmaktadır. Eğer böyle bir vâcib (zorunlu) ve kadîm varlık kabul edilmezse sebep-sebepli zincirinin sonsuza kadar devam ettiği veya muhdis ve mümkinlerin devir yoluyla sürüp gittiği kabul edilmiş olur. Bu durumda da konuyla ilgili hiçbir aklî delilden sonuç alınamaz.

İbn Rüşd, daha çok kelâmcılar tarafından kullanıldığı bilinen hudûs delilini tenkit ederken bu âlimlerce bedîhî ve zarûrî olarak bâtıl kabul edilen devrin bazı durumlarda câiz olabileceğini savunur. Bulut, buhar ve yağmur arasındaki ilişkinin böyle bir devre örnek teşkil ettiğini belirtir. Ona göre bir engel çıkmadıkça bu tür bir devir sürer gider (el-Keşf Ǿan menâhici’l-edille, s. 45). Bu görüş, İbn Sînâ’nın “kıyâs-ı devrî” veya “burhân-ı devrî” adını verdiği ve onun kâinatta (buhar, bulut ve yağmur örneğinde olduğu gibi) devrî olarak bir kısmı diğerine illet teşkil eden müteselsil olayların bulunduğunu kabul eden farklı devir anlayışı ile bağlantılı olsa gerektir (en-Necât, s. 97 vd.). Kelâmcılarca gündeme getirilip butlânı ortaya konulmaya çalışılan devir ise birbirinin var edici illeti olduğu kabul edilen iki mümkin varlık arasında ontolojik bakımdan gözden kaçan mantıkî yanılgı ve çelişkiyi ifade etmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-Arab, “dvr” md.; Cürcânî, et-Tarîfât, “dvr” md.; a.mlf., Şerhu’l-Mevâkıf, İstanbul 1321, I, 530-544; III, 5 vd.; Tehânevî, Keşşâf, “dvr”, “teselsül” md.leri; Cemîl Salîbâ, el-MuǾcemü’l-felsefî, “devr”, “ed-devrü’l-fâsid” md.leri, I, 566-567; Ca‘fer Seccâdî, Ferheng-i Ulûm-i Aklî, Tahran 1361 hş./1402, “devr” md.; İsmail Fennî, Lugatçe-i Felsefe, “cercle vicieux diallele” md., s. 90; a.mlf., Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlâli, İstanbul 1928, s. 9 vd.; Müslim, “Selâm”, 33; İbn Sînâ, en-Necât (nşr. M. Takı Dânişpejûh), Tahran 1364 hş., s. 97-99; İbn Rüşd, el-Keşf Ǿan menâhici’l-edille (nşr. Nevzad Ayasbeyoğlu), Ankara 1955, s. 45; Fahreddin er-Râzî, el-Mebâhisü’l-meşrikıyye (nşr. M. el-Mu‘tasımbillâh el-Bağdâdî), Beyrut 1410/1990, I, 469; a.mlf., el-Erbaîn, Haydarâbâd 1353, s. 80; Teftâzânî, Şerhu’l-Makasıd, I, 122-125 vd.; II, 42 vd.; Devvânî, Risâle fî isbâti’l-vâcib el-kadîme, İstanbul, ts., s. 3, 27-37; Abdüllatif Harpûtî, Tenkıhu’l-kelâm, İstanbul 1330, s. 156-158; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, II, 19-21; Bekir Topaloğlu, Allah’ın Varlığı (İsbat-i Vâcip), Ankara 1981, s. 103-107; a.mlf., “Allah”, DİA, II, 475-476; H. Ritter, “Devir”, İA, III, 558-559.

Metin Yurdagür