DEVRİYYE

(دوريه)

Fars ve özellikle Türk edebiyatında İslâm tasavvufundaki devir anlayışını işleyen manzumelere verilen ad.

Devriyyeler devir* nazariyesinin, İran ve Türk tasavvuf edebiyatlarının yanı sıra özellikle tekke, halk ve Bektaşî edebiyatlarına ait değişik nazım şekilleriyle ifade edilmesinden meydana gelmiştir. Ayrıca klasik Fars ve Türk edebiyatlarına ait çeşitli metinlerle çok defa gazel ve kasidelerde bu nazariyeyi bazan bütünüyle, ekseriya dolaylı olarak işleyen örneklere rastlanmakla beraber bunların sayısı azdır.

360 derecelik bir daire şeklinde izah edilen ve ortasından geçen “hatt-ı mevhûm” denilen düz çizgi ile 180 derecelik iki kavse ayrılarak iki safhada anlatılan devir anlayışının (Mârifetnâme, s. 30’dan alınan şekli için aş. bk.) başlangıçtan itibaren ortaya çıkan birinci devresine “mebde” adı verildiği gibi 180 derecelik bir yay halindeki bu kısmına “kavs-i nüzûl” de denilmektedir. Vücûd-ı mutlaktan ayrılan nûr-ı ilâhînin âlem-i süflî olan


dünyaya, başka bir deyişle toprağa intikaline kadar geçen bu devresini anlatan devriyyelere ferşiyye veya devriyye-i ferşiyye adı verilir. Üsküdarlı Hâşim Baba’nın Devriyye-i Ferşiyye’si Türk edebiyatının bu konudaki en tanınmış eseridir.

İlâhî nurun yine sırayla topraktan madene, ondan bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan mahlûkatın özü (zübdesi) ve en şereflisi olarak yaratılan insana intikal ederek onun suretinde ortaya çıkmasına ve insanın da insân-ı kâmil mertebesine yükselerek ilk zuhur ettiği asıl kaynağa, yaratıcısına dönmesine ise “meâd” denir. Bu devre, bir yükselişi ifade ettiğinden “suûd” veya dairenin ikinci kısmını meydana getirdiğinden “kavs-i urûc” diye de adlandırılır. Bu ikinci devri işleyen eserler ise arşiyye veya devriyye-i arşiyye olarak tanınmaktadır. Niyâzî-i Mısrî’nin “Devriyye-i Arşiyye”si bu türün Türk edebiyatındaki en tanınmış örneklerindendir. Ferşiyyelerde mutlak varlıktan ayrıldıktan sonra dünyaya inişe kadar katedilen yolculuk, arşiyyelerde ise dünyadan tekrar yüce âleme, huzûr-ı ilâhîye kadar yükseliş, fenâ fillâha eriş konu edilir.

Anlatım sırasında vahdet-i vücûd* düşüncesinin tesiriyle şair geçilen bütün devreleri, girilip çıkılan bütün halleri çok defa kendi şahsî macerası gibi anlattığı için ortaya, hemen bütün devriyye yazanlarda görülen ve Oğlanlar Şeyhi İbrâhim Efendi’nin, “Evvel benem âhir benem bâtın benem zâhir benem/Her mü’min ü tersâ benem inkâr ü îmân olmuşam // Zerrât-ı âlem hep benem âdemde olan her demem/Hem İbrâhim Edhem benem Belh içre sultân olmuşam” beyitlerinde karakteristik ifadesini bulan bir söyleyiş tarzı çıkar. Mevlânâ’nın (Dîvân-ı Kebîr ve Mesnevî’de bulunan devriyye örnekleriyle bunların kısa bir değerlendirmesi için bk. Köprülü, s. 222-223), Yûnus Emre ve diğer vahdet-i vücûd anlayışına sahip Sünnî mutasavvıfların hepsinin devriyyelerinde yer alan bu tasavvufî, remzî ifade tarzı yanında aynı şairlerin halk için yazdıkları devriyyelerde çoğunlukla insanın ana rahmine düşmesinden başlayarak ölümüne kadar, hatta bazan ölümden sonraki bazı sahfaları da içine alan bir anlatımla karşılaşılmaktadır. Bu manzumelerde, ana rahmine düşme anından itibaren kişinin başına gelecek olan maddî ve mânevî sıkıntılara işaretle dünya hayatında bunlardan kendini korumanın yollarını anlatan, kabir ve âhiret âleminin güçlüklerini gözler önüne seren şer‘î devriyyeler de yazılmıştır. Yûnus Emre’nin, “Ata belinden bir zaman anasına düştü gönül/Hak’tan bize destur oldu hazîneye düştü gönül” beytiyle başlayan şiiri bu tip devriyyelere örnektir (Yûnus’un şiirlerinde devir anlayışıyla kaleme alınmış beyitlerle bazı devriyyelerden örnekler için bk. Tatçı, I, 305-308; Köprülü, s. 325-326). Ayrıca bu anlayıştan hareketle devriyye türü, ileride ayrı bir nevi olarak ortaya çıkacak yaşnâmeye de dönüşmektedir (bk. Çelebioğlu, s. 151, 153). Nitekim Türk edebiyatında ilk devriyyeyi kaleme aldığı bilinen Ahmed Yesevî’nin hikmetleri arasında, “Hâlikımnı izler min tün kün cihân içinde/Tört yanımdın yol indi kevn ü mekân içinde” mısralarıyla başlayan on beyitlik hikmeti kısa ve özlü bir devriyye örneğidir (Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, s. 304). Ancak yine onun, “Eyâ dostlar kulak salun ayduğumga/Ne sebebdin altmış üçde kirdim yirge/Mi‘râc üzre Hak Mustafâ rûhum kördi/Ol sebebdin altmış üçde kirdim yirge” kıtasıyla başlayan ve seksen sekiz kıta tutan altı hikmetten meydana gelen devriyye-yaşnâmesi de hem türünün ilk örneği, hem de devriyye ile yaşnâme arasındaki ilgiyi gösteren karakteristik bir misaldir (a.g.e., s. 58-93).

Tasavvufî devriyyeler içinde şeriatin zâhirine muhalif görünen, yoruma açık ve remzî ifadelerle kaleme alınmış olanlarına, dinî-şer‘î kayıtlara aykırı sözler söylemekte aşırılıktan çekinmedikleri bilinen Melâmîler’in yanında çoğunlukla Bektaşîler’in ve onların tesiri altında bulunan diğer Alevî zümrelere mensup şairlerin daha fazla rağbet ettiği görülmektedir. Bunun önemli bir sebebi konunun, insân-ı kâmil haline yükselmeden önce, yani kavs-i nüzûl ve urûc devresinde iken tabâyi-i erbaa ve anâsır-ı erbaa safhalarında cemâdat, nebâtat ve hayvanata ait aslında beşerî olmayan çeşitli menfi tezahürlere sahne olan insan varlığını kınayıp yermeye elverişli bulunmasıdır. Bu suretle kişinin kibirlenip gururlanmamasını, yaratıcısı karşısında aczini itiraf etmesini, kusuru önce kendinde aramasını ve eksikliklerini süratle tamamlayıp asıl kaynağına yönelmesini, o yüce zâta lâyık olacak şerefe erişmesini özendirmek de mümkün olabilmektedir. Ancak devriyyelerin ekseriyetini nüzûl devresini anlatan ferşiyyelerin teşkil ettiği görülmektedir. Bu ise urûcun pek nazik bir tasavvufî mesele olmasından kaynaklanmış olmalıdır. Ayrıca Bektaşî ve Alevî şairlerin devriyyelerinde İslâm inancına zıt bir anlayış olan tenâsüh, hulûl ve ittihâda yer verildiği, Sünnî mutasavvıfların manzumelerinde ise bundan dikkatle kaçınıldığı görülmektedir.

Devriyyelerin diğer bir çeşidini de Bektaşîlik’te tarikata girişi, “teslim ve ikrar”ı anlatan manzumeler teşkil etmektedir. Çünkü “yola giriş” Bektaşîler’ce bir nevi nüzûl ve suûd olarak kabul edilmektedir. Şâhî’nin, “Kurbanlar tığlanıp gülbank çekildi/Gaflet uykusundan uyanageldim/Dört kapı sancağı anda dikildi/Can baş fedâ edip kurbana geldim” kıtasıyla başlayan ve nefes olarak da bestelenmiş bulunan devriyyesi bu şeklin tanınmış bir örneğidir.

Türk edebiyatında devriyyeler konusunda henüz derli toplu bir çalışma yapılmadığı gibi neşredilen Türkçe örnekler de pek fazla değildir. Ahmed Yesevî, Yûnus Emre, Şi‘rî, Harâbî, Gaybî, Oğlanlar Şeyhi İbrâhim Efendi, Pîr Sultan Abdal, Niyâzî-i Mısrî, Yeksânî, Necmî, Gufrânî, Çankırılı Mefharî ve Hüsnî’ye ait olmak üzere toplam yirmi beş kadar devriyye yayımlanmıştır (çoğunun yayımlandıkları yerler için bk. Uçman, s. 5). Ayrıca Neyzen Tevfik (devriyyesi için bk. Gölpınarlı, s. 79-81). ve Çankırılı Ahmed Talat ile (devriyyesi için bk. Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev’i, s. 110-112) Rıza Tevfik de (bk. Serâb-ı Ömrüm, İstanbul 1949, s. 277-280) bu türün Türk edebiyatında bilinen son örneklerini kaleme alan şairler olarak kaydedilebilir.


Arap edebiyatında önemli bir yeri olmadığı anlaşılan devriyye, klasik Fars edebiyatında daha geniş bir yere sahip bulunmakla birlikte bir tür olarak gelişmemiş ve özel bir adla anılmamıştır. Farsça yazılmış devriyyeler arasında başta Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’i ile Mesnevî’sindeki manzumeleri zikredilebilir. Ayrıca Nâsır-ı Hüsrev, İbn Yemîn-i Tuğrâî, Feyzî-i Hindî ve Şebüsterî gibi müelliflerin bu konuda manzumeler yazdıkları bilinmektedir.

Klasik Fars ve Türk edebiyatlarında devriyyeler kaside, gazel-ilâhi, mesnevi tarzında ve aruz vezniyle yazıldığı halde bazı yönleriyle halk edebiyatına benzeyen tekke ve özellikle Bektaşî edebiyatlarında ilâhi, destan, koşma, nefes gibi nazım şekilleriyle ve daha çok hece vezniyle kaleme alınmıştır.

Mensur ve müstakil olarak yazılmış devriyyelere pek az rastlanır. Abdurrahman Güzel’in yayımladığı Niyâzî-i Mısrî’nin “Risâle-i Devriyye”si bunlardan biridir (TKA, XVII-XXI/1-2, s. 126-137). Bunun dışında bazı tasavvufî eserlerle ansiklopedi mahiyetindeki birtakım eski kitaplarda devir meselesini anlatan bölümler bulunmaktadır. İbrâhim Hakkı’nın Mârifetnâme’si bu konuda geniş bilgilere yer veren tanınmış bir eserdir.

BİBLİYOGRAFYA:

Ahmed-i Yesevî: Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler (haz. Kemal Eraslan), Ankara 1991, s. 58-93, 304, 350-351; İbrâhim Hakkı Erzurumî, Mârifetnâme, İstanbul 1330, s. 28-30; Köprülü, İlk Mutasavvıflar (İstanbul 1919), Ankara 1984, s. 322-325; Çankırılı Ahmed Talat, Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev’i, İstanbul 1928, s. 100-112; Abdülbâki Gölpınarlı, Alevî-Bektaşi Nefesleri, İstanbul 1963, s. 70-82; Ahmed Avni Konuk, Fusûsü’l-hikem Tercüme ve Şerhi (nşr. Mustafa Tahralı – Selçuk Eraydın), İstanbul 1987, I, 46-64; Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı (İnceleme), Ankara 1990, I, 305-308; Rıza Tevfik, “Devriyyeler”, Peyâm-ı Edebî, nr. 25, 10 Mart 1330 (aynı yazının yeni harflerle neşri için bk. Rıza Tevfik’in Tekke ve Halk Edebiyatı ile İlgili Makaleleri [haz. Abdullah Uçman], Ankara 1982, s. 84-94); a.mlf., “Arşî ve Gaybî”, a.e., nr. 38, 15 Mayıs 1330; Fevziye Abdullah Tansel, “Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi ve Devriyesi”, AÜİFD, XVII (1969), s. 187-199; Abdurrahman Güzel, “Niyâzi-i Mısrî’nin Gözden Kaçan Bir Eseri (Risâle-i Devriyye)”, TKA, XVII-XXI/1-2 (1979-83), s. 121-139; Âmil Çelebioğlu, “Türk Edebiyatında Yaşnâmeler”, Türklük Araştırmaları Dergisi, sy. 1, İstanbul 1985, s. 151-286; Abdullah Uçman, “Devriyeler Üzerine Rıza Tevfik’in Yayımlanmamış Bir Makalesi”, a.e., sy. 7 (1993), s. 537-564; Mustafa Uzun, “Devriye”, TDEA, II, 282-283.

Mustafa Uzun