EBÛ OSMAN el-HÎRÎ

أبو عثمان الحيري

Ebû Osmân Saîd b. İsmâîl el-Hîrî (ö. 298/910)

Nîşâbur’da tasavvufun yayılmasına öncülük eden ve Melâmîlik konusundaki fikirleriyle tanınan sûfî.

230’da (844) Rey’de doğdu. Öğrenimine burada başladı. Rey ve Bağdat’ta çağının tanınmış hadis âlimlerinden dersler aldı. Kendi ifadesine göre küçük yaştan beri tasavvufî hakikatleri öğrenmeye son derece meraklıydı. Zâhirî ilim onu tatmin etmiyor, şeriatın gizli bazı gerçekleri bulunduğunu düşünüyordu. Genç yaşta, recâ* fikrine ağırlık veren hemşehrisi tanınmış sûfî Yahyâ b. Muâz’la (ö. 258/871) karşılaşması ona dinin mânevî hakikatlerini öğrenme yolunu açtı. Bir süre Yahyâ b. Muâz’ın sohbet meclislerine devam etti. Daha sonra şöhretini duyduğu Şah el-Kirmânî (ö. 270/883) ile görüşmek ve sohbetlerine katılmak üzere Kirman’a gitti. Şah, müridlerini recâ esasına göre irşad eden Yahyâ’nın sohbetinde bulunduğu gerekçesiyle onu önce meclisine kabul etmedi; fakat daha sonra ısrarlarına dayanamayarak sohbetlerine katılmasına izin verdi. Bir süre Şah el-Kirmânî’nin meclisine devam ettikten sonra onunla birlikte Ebû Hafs el-Haddâd’ı ziyaret etmek için Nîşâbur’a gitti. Üstadının rızasını alarak kendisini derinden etkileyen Ebû Hafs’ın meclisine devam etmeye başladı ve bir daha Kirman’a dönmedi. Ölümüne kadar Nîşâbur’un Hîre mahallesinde yaşadığı için “el-Hîrî” diye tanındı. Yahyâ b. Muâz’dan recâyı, Şah el-Kirmânî’den gayreti ve Ebû Hafs’tan da şefkati öğrenen Ebû Osman el-Hîrî’yi Kuşeyrî, başlangıçta ve gençlik yıllarında seyahat eden, sonra seyahati bırakıp ikameti tercih eden sûfîlerden gösterir (er-Risâle, s. 566). Çağının tanınmış sûfîlerinden Cüneyd-i Bağdâdî ile hadis öğrenmek üzere gittiği Bağdat’ta, İbnü’l-Cellâ ile de Dımaşk’ta görüştü. Gençlik yıllarında bir câriyeye âşık olmuş, fakat daha sonra sakat ve kötü huylu bir kadının evlenme teklifini kabul edip on beş yıl onunla evli kalmış (İbnü’l-Cevzî, VI, 106), bu kadının ölümünden sonra Nîşâbur’da üstadı Ebû Hafs’ın kızı Meryem ile evlenmişti.

Ebû Osman, Horasan ve Nîşâbur’da tasavvufun yayılmasına öncülük eden büyük sûfîlerden, fütüvvet ve melâmet hareketinin de temsilcilerindendir. Kovulduğu halde Ebû Hafs’ın sohbetine katılmakta ısrar etmesi, başına kül dökülünce ateş dökülmedi diye şükretmesi, kendisini yemeğe davet eden bir kişinin onu denemek için üç defa kapıdan geri çevirmesi, Ebû Osman’ın fütüvvet ve melâmet ehlinden olduğunu gösteren menkıbeleridir. Kuşeyrî kendi dönemindeki mutasavvıfların, “Üç büyük sûfî var ki bunların dördüncüsü yoktur: Şam’da İbnü’l-Cellâ, Bağdat’ta Cüneyd, Nîşâbur’da Ebû Osman” dediklerini nakleder (er-Risâle, s. 110). Cüneyd onun Hak Teâlâ hakkında sahip olduğu mârifete hayran kalmıştır. Birçok mutasavvıf Ebû Osman’ın Nîşâbur’daki yeri ile Cüneyd’in Bağdat’taki yerinin aynı olduğunu ifade etmişti. Ebû Osman melâmetîlerin prensip olarak karşı oldukları semâı kabul eder. Müridlerin semâ ile mânevî haller kazandıklarını, sıddîkların ise bu tür halleri arttırdıklarını, istikameti esas alan âriflerin ise gönüllerine gelen hiçbir şeyi Hakk’a tercih etmediklerini belirtir (Kuşeyrî, s. 648).

Nefsi çok sıkı bir disiplin altında tutmanın lüzumuna inanan Ebû Osman el-Hîrî çevresinde toplananlara zühd, fakr, sabır, tevazu ve mutlak rızâ halini tavsiye ediyordu. Daima edepli ve saygılı olmayı fakirler için esas (sened), zenginler için ziynet sayıyordu (Sülemî, s. 173). Allah onu hangi halde bulundurursa bulundursun rızâ gösteriyor ve kırk yıl hiçbir şeyden şikâyetçi olmadığını söylüyordu (Kuşeyrî, s. 110).

Ebû Osman’ın müridlerine, “İbadet ediniz, ancak ibadetteki kusuru da görünüz” şeklindeki tavsiyesi, Hakk’ın mânevî huzurunda iken Hak’tan başka bir şey görmemeyi tasavvuf anlayışlarına esas alan Iraklı sûfîlerce Mecûsîlik sayılmıştır. Çünkü bu durumda sâlik hem kendini ve ibadetini, hem de Hakk’ı göz önünde tutacaktır; oysa hakiki tevhidde sadece Hakk’ı görmek esastır. Afîfî, Ebû Osman’ın nefis konusunda kötümser bir görüşe sahip olmasında Mecûsîliğin ve Hint kaynaklı inançların tesirinden bahsediyorsa da (el-Melâmetiyye, s. 15) bu iddia Zerrînkûb tarafından eleştirilmiştir (Cüstücû der Tasavvuf-i Îrân, s. 343).

Ebû Osman’ın Ahmed adındaki oğlu da zühd ve dindarlığıyla meşhur olmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Sülemî, Tabakāt, s. 170-175; Ebû Nuaym, Hilye, X, 244 vd.; Hatîb, Târîhu Bagdâd, IX, 99-102; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 109, ayrıca bk. İndeks; Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), bk. İndeks; Herevî, Tabakāt, s. 240; Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991, s. 494-503; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VI, 106; İbn Hallikân, Vefeyât, II, 369; Zehebî, AǾlâmü’n-nübelâǿ, XIV, 62-66; Safedî, el-Vâfî, XV, 200; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 115; İbnü’l-Mülakkın, Tabakātü’l-evliyâǿ, s. 239; Câmî, Nefehât, s. 86; Şa‘rânî, et-Tabakāt, I, 86; Münâvî, el-Kevâkib, I, 233; İbnü’l-İmâd, Şezerât, II, 230; Ebü’l-Alâ Afîfî, el-Melâmetiyye ve Sûfiyye ve ehlü’l-fütüvve, Kahire 1945, s. 14, 15, 44; Ma‘sûm Ali Şah, Tarâǿik, II, 164; Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 57, 154; Abdülhüseyin Zerrînkûb, Cüstücû der Tasavvuf-i Îrân, Tahran 1367 hş., s. 343-346.

Erhan Yetik