EV

Değişik Türk lehçelerinde ev, iv, üw, öy, üy, eb, ep ve öm gibi şekillerde görülen kelimenin sözlük anlamı “barınak, çadır” olup bazı lehçelerde “kadın” ve “aile” mânalarına da gelir (Clauson, s. 3-4; Räsänen, s. 34). Anadolu’nun bazı yörelerinde “ev” anlamında kullanılan dünek/tünek kelimesi ise tüne - mek (gecelemek) fiilinden türemiştir. Buna benzer bir ilişki Arapça’daki bâte (gecelemek) fiiliyle beyt (ev) kelimesi arasında görülür; bâte Türkçe’de olduğu gibi “evlenmek, yuva kurmak” anlamını da taşımaktadır (geniş bilgi için bk. Lane, I, 279-281). Arapça’da dâr ve mesken kelimeleri de “ev” mânasında kullanılır. Ev ismi bir mimari yapıdan çok içinde insan, aile, hatta hayvan barındıran mekânı ifade eder; bu basit bir çerge olabileceği gibi bir saray da olabilir. Kur’an’daki, “Allah hayvanların derilerinden sizin için evler (büyût) yaptı” âyetinde (en-Nahl 16/80) deri çadırlar ev olarak nitelendirilmiştir. Ahd-i Atîk’in bazı yerlerinde de çadırın ev (yuva) anlamında kullanıldığı görülmektedir (I. Krallar, 8/66, 12/16; İşaya, 38/13). Eski Türkler’de ise ev denilince hemen daima çadır anlaşılır.

Kitâb-ı Mukaddes’e göre yerleşik hayat göçebelikten öncedir. Kâbil’in, oğlu Hanok adına bir şehir kurmasından birkaç nesil sonra gelen Yabal, çadır evinde oturanların ve sürü sahiplerinin ilki olarak zikredilir (Tekvîn, 4/17-20). İbn Haldûn ise göçebeliğin köy kurma döneminden önce olduğu görüşündedir (Mukaddime [Uludağ], I, 419). Eski Ahid’de genellikle çadır evlerden söz edilmekle birlikte birçok yerde de şehir ve binalarla bunların yapımında kullanılan malzemeye yer verilir. Meselâ Bâbil Kulesi’nin inşasında iyice pişirilmiş kerpiçlerle ziftli harçtan fayda anılmıştır (Tekvîn, 11/3-9). Hz. Ya‘kūb kendisi için bir ev bina ettirmiş ve ağıllar yaptırmıştır -bu bakımdan oturduğu şehre “ağıllar” anlamına gelen Sukkot denilir- (Tekvîn, 32/17). İsrâiloğulları Mısır’da bulundukları sürece dam evlerde oturmuşlardır. “Fısh” ile ilgili pasajlarda kurban kanının serpileceği yerler anlatılırken kapının eşik ve sövesi de sayılır (Çıkış, 12/21-24). Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Mûsâ ve kardeşi Hârûn’a, Mısır’da İsrâiloğulları için içerisinde ibadet edebilecekleri evler yapmalarının vahyedildiği belirtilmektedir (Yûnus 10/87). İsrâiloğulları Ken‘an diyarını ele geçirip yerleşik düzene girince daha mükemmel evler inşa etmişlerdir. Tevrat’ta cüzzamdan korunmak için yapılacak tadilât dolayısıyla bu evlerden bahsedilir (Levililer, 14/33-47). Kendisine, daha sonra kimseye nasip olmayacak bir saltanat vermesi için Allah’a dua eden Hz. Süleyman’ın (Sâd 38/35) Kudüs’te yaptırdığı saray şüphesiz bu evlerin en mükemmeli idi. Eski Ahid’de bu yapıya ilişkin birçok ayrıntı bulunmaktadır. Kur’an da Sebe melikesinin gelişiyle ilgili bilgi verirken Belkıs’ın, âyette adı “sarh” olarak geçen bu sarayın fevkalâde parlak döşemesini su sanarak eteğini yukarı çektiğini belirtir (en-Neml 27/44); bu kısa bilgi dahi sarayın ihtişamını göstermeye yeterlidir. Kitâb-ı Mukaddes’te yer alan on emirde bir madde evle ilgilidir ve komşunun evine tamah etmenin haram olduğunu bildirir (Çıkış, 20/17).

Evleri Allah’ın insanlara bağışladığı birer huzur bulma ve dinlenme yeri olarak tanımlayan Kur’ân-ı Kerîm’de (en-Nahl 16/80) geçmiş kavimler anlatılırken yahut Câhiliye çağına ait bazı yanlış inançlar düzeltilirken veya istîzan (evlere girerken izin isteme) gibi bir hüküm ortaya konulurken evden söz edilir. İnkârları sebebiyle helâk olan bazı geçmiş kavimlerin daha güzel imar faaliyetinde bulundukları belirtilir (er-Rûm 30/9) ve onların evleri hakkında bilgi verilir. Meselâ Âd ve onun mirasçısı Semûd kavminin mensupları kayalara ustaca oyulmuş evlerde otururlardı (el-A‘râf 7/74; el-Hicr 15/82; eş-Şuarâ 26/149); Sebeliler’in evleri ise iki tarafı bahçeli yapılmıştı (Sebe’ 34/15). Helâk edilen nice şehirde evlerin damlarının çöküp bunun üstüne duvarlarının yıkıldığı ve yüksek sarayların boş kaldığı hatırlatılarak bu harabelerden ibret alınması istenir (el-Hac 22/45-46).


Evlerin planları ve yapı üslûbu üzerinde ihtiyaçlar, coğrafya ve iklim şartları ile mevcut malzemenin büyük etkisi vardır. Eski Mezopotamya ve civarında yer yer taş, tuğla ve kerpiç kullanılarak yapılan evlerin yanında özellikle bataklık kesimlerde kamış türü bitkilerden inşa edilmiş kulübelere rastlanır; tasvirî arkeolojik buluntular gibi halen Iraklılar’ın uygulamaları da bunu göstermektedir. Bölgedeki ilk müslüman şehirleri olan Basra ve Kûfe de başlangıçta sazdan yapılmış birer askerî garnizondu. Müslümanlar sefere çıkacakları zaman evleri sökerek kamışları demetler halinde bağlar, savaştan döndüklerinde de tekrar kurarlardı. Yemen gibi sağlam taş malzemenin bulunduğu yörelerde ise yüksek binalar yapılabilmiştir. Tarihin ilk gökdeleni olarak tanımlanan Gumdân adındaki ünlü binanın (Hitti, I, 90) gölgesi güneş doğduktan bir müddet sonra 3 mil kadar uzayabiliyordu. En az on kattan oluşan bina granit porfir ve mermerden yapılmıştı. Dört duvarı farklı renkte mermerlerle kaplanmış ve tavanı, üstünde uçan kuşun cinsi farkedilecek kadar şeffaf mermerle örtülmüştü. Köşelerine yerleştirilen bronz aslan heykelleri ise rüzgâr estikçe kükreme sesi çıkaracak şekilde yapılmıştı (Yâkūt, IV, 210-211; Kazvînî, s. 52; San‘ânî, s. 20-21). Gumdân hakkındaki bilgiler efsanevî özellikler taşırsa da kaleler ülkesi olarak tanınan Yemen’de malzeme bolluğu sebebiyle devâsâ binaların yapıldığı bir gerçektir (aş. bk.). Ünlü Ümmü Zer hadisinde, Yemen’den geldikleri söylenen kadınlardan birinin kocasından söz ederken “zevcî refîu’l-imâd” diyerek evlerinin yüksek direkli ve kocasının eşraftan olduğunu ima ettiği görülür. Ümmü Zer ayrıca kayın validesinin evinin genişliğini ve ambarlarının büyüklüğünü dile getirir (Süyûtî, Tefsîru ĥadîŝi Ümmi Źer, s. 96-97). Kur’an’da düşmana karşı birlikte savaşan mücahidler kurşunla kenetlenmiş yapılara benzetilir ki (es-Saf 61/4) bununla muhtemelen Güney Arabistan’da uygulanan bir yapı tekniğine işaret edilmiştir.

Göçebe toplumların evleri yukarıda belirtildiği gibi çeşitli malzemelerden yapılan çadırlardır. Türkler, öküzler tarafından çekilen arabalar üzerine de kurulabilen yuvarlak çadırlarıyla (topak ev) iftihar etmişler, onu kerpiçten yapılan Çin evlerinden daha üstün görmüşlerdir (Ögel, VII, 6). Türkler’in keçeden yaptıkları bu çadırlar kubbe mimarisinin ilham kaynağıdır (bk. ÇADIR). Halen Afganistan’da basık, Anadolu’nun Harran yöresinde sivri olarak yapılan kubbeli evler topak evin birer kopyasıdır. Türkler yerleşik hayata geçtikten sonra kerpiçten ve “pışığ kerpiç” (pişmiş kerpiç) dedikleri tuğladan (Dîvânü’l-lugāti’t-Türk Tercümesi, I, 373, 455) evler yapmışlardır. Dîvânü lugāti’t-Türk’te geçen “sunu” (kiriş), “oğulmuk” (direk), “eşiklik yığaç” (eşik ağacı, eşik), “kapığ yangakı” (kapı yanağı, söve), “tarus” (çatı), “örtmen” (dam), “eğme” (evin kemeri) ve “uyuğluğ ev” (“kemerli ev”, a.g.e., III, 50) gibi kelimeler Türkler’in yapı kültürü hakkında bazı ipuçları vermektedir. Aynı eser bize eski Türk evinde müstakil bir mutfağın, bir yatak ve bir oturma odasının yer aldığını göstermektedir. Yatak odalarında yüklük (“yüdrük”) ve mutfaklarda kap kacak koymak için raflar (“serü”) bulunuyordu. Evin ayrıca yaz aylarında kullanılmak üzere buz konulan bir buzluk ile (“obruk”) odunluk (“otungluk”, a.g.e., I, 162) ve çardağı (“kalıma”, a.g.e., III, 174) vardı. Odaların duvarları bir süs ve ısı yalıtımı unsuru olarak halılarla kaplanırdı. Duvarların halı veya kumaşla kaplanmasını hoş görmeyen bazı hadislerden bu âdetin Araplar arasında da yaşadığı anlaşılmaktadır. Dîvânü lugāti’t-Türk’te ayrıca “bark” ile (ev eşyası) ilgili pek çok bilgi bulunmaktadır.

Araplar’ın evleri ikiye ayrılmaktadır: Taşınmaz, yapı tarzındaki evler (el-mebâni’l-mebniyye) ve taşınabilen, çadır tarzındaki evler (el-büyûtü’l-müntekale). Araplar kendilerini oturdukları bu evlerin yapı malzemesine göre de sınıflandırmışlardır. Çadırda oturanlara genellikle çadırları deve tüyünden olduğu için “ehl-i veber”, binalarda oturanlara ise evleri daha çok taş ve kerpiçten yapıldığı için “ehl-i hacer” veya “ehl-i meder” adı verilmişti; yerleşik olanlar tarımla uğraştıklarından bunlara “ehl-i hazar” da denilirdi. Araplar’ın çoğunluğunun göçebe hayatı yaşaması sebebiyle onlara genellikle çadır türlerinin izâfe edildiği görülür. İbnü’l-Kelbî’nin altı çeşit olarak saydığı Arap evlerinden sadece taştan bina edilen “ukne” ile ahşaptan yapılan “hayme” yerleşik ev tipleridir; diğerleri farklı malzemeden yapılmış çadırlardır (Lisânü’l-ǾArab, “eķn” md.). Halbuki Araplar taşın yanında kerpici ve kamış gibi bitkileri de kullanmışlardır. Kerpiçten yapılan evlere “kubbe”, ahşap ve kamıştan yapılanlara duvarlarındaki delikler sebebiyle “hus” veya tavan kısmının kavisli olmasından dolayı “ezec” diyorlardı. Bunlar daha çok fakir kesimin oturduğu evlerdi; ancak havadar olmaları sebebiyle hali vakti yerinde bazı kişilerce de tercih edilmişlerdir. Üseyd b. Ankā el-Fezârî bir beytinde,الخص فيه تقر أعيننا - خير من الآجر والكمد “İçinde mutlu olduğumuz kamış evimiz tuğla evden ve onun kasvetinden daha iyidir” (a.g.e., “ħśś” md.) diyerek bunu anlatır. Ebû Dâvûd’un bir rivayetinden Hz. Peygamber döneminde Medine’de bu tür evlerin bulunduğu anlaşılmaktadır (“Edeb”, 169). Ebû Mansûr es-Seâlibî Araplar’ın evlerini yapıldıkları maddelere göre şu isimlerle tasnif etmiştir: Koyun yününden “hıbâ”, deve tüyünden


“bicâd”, kıldan “füstâd”, pamuktan “sürâdık”, kurutulmuş deriden “kaş‘”, tabaklanmış deriden “tırâf, ağaç kabuğundan “hazîra”, ahşaptan “hayme”, taştan “ukne”, kerpiçten “kubbe”, çamurdan “sütre” (Fıķhü’l-luġa, s. 303). Kubbe kelimesi çadır mânasına da kullanılmıştır. Araplar kurdukları bir tür çadıra topak evden mülhem olarak “kubbe Türkiyye” diyorlardı ki bu ifade hadis kaynaklarında da geçmektedir (Müsned, IV, 348; Buhârî, “Ĥac”, 64; Müslim, “Śıyâm”, 215; İbn Mâce, “Śıyâm”, 62). İbn Haldûn, daha çok vahşi bir hayat süren bedevîlerin ancak ocak taşı yapmak amacıyla taşa ihtiyaç duyduklarını, bunu temin için de bina ve konakları yıktıklarını, aynı şekilde sadece çadır kurmak ve barındıkları yerleri sağlamlaştırmak amacıyla ağaca ihtiyaç duyduklarını ve bunun için de konakların dahi tavanlarını söktüklerini, bundan dolayı onların yaratılışlarının ümranın temelini teşkil eden binaya aykırı olduğunu söyler (Mukaddime [Uludağ], I, 470). Tuğla (âcur) kullanımı Araplar’da yaygın değildir; üretim maliyetinin yüksekliği sebebiyle tercih edilmemiş olmalıdır. Bu kelime kaynaklarda, müslümanların fütuhat sonrası zenginleştikleri dönemde giriştikleri Mescid-i Nebevî’nin yenilenmesi gibi imar faaliyetleri dolayısıyla geçmektedir.

Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde burada daha çok yahudilerin oturduğu taştan üç katlı evler vardı. Kale olarak kullanılabilecek büyüklükteki bu evlere “ütum” (أطم) , “ücum” veya “kubâb” adı veriliyordu. Bazıları çok uzaklardan görülebilecek yükseklikte olan bu evlerden her birinin bir adı vardı ve meselâ temeli ve alt katı siyah bazalttan, diğer katları “nabara” adı verilen beyaz taştan yapılmış Uheyha b. Cülâh’ın evine “ütmu’d-dıhyân” deniliyordu. Ütumlar mutlaka dört köşe ve taştan olur, teras şeklindeki üçüncü katın etrafında bir adam boyu kadar yükseklikte mazgallı korkuluk duvarları bulunur ve sıcak gecelerde burada yatılırdı; alt kat hayvan ahırı ve malzeme deposu olarak kullanılır, orta katta ise oturulurdu. Resûl-i Ekrem’in Medine’ye gelişi bu binalardan gözlenmiş ve ilk ezan da böyle bir evin üzerinden okunmuştur. Hz. Peygamber’in ulumları şehrin süsleri gibi gördüğü ve yıkılmamalarını istediği rivayet edilir (İbn Hacer, Fetĥu’l-bârî, IV, 454). Resûl-i Ekrem güzel yapılan işleri severdi; bina yapımı konusunda da ashaptan Kays b. Talk el-Hanefî’nin taş ustalığını takdir etmiştir (Huzâî, s. 735). Fetihlerle zenginleşen müslümanlar Hulefâ-yi Râşidîn döneminde özellikle Hz. Osman zamanında güzel evler yaptırmışlardır. Kaynaklar Ebû Süfyân’ın Medine’deki evini, “Binanın yüksekliği göklere uzanıyordu” şeklinde tanımlamaktadır (İbn Şebbe, I, 256). Yüksek binaları sünnete aykırı gören Ebû Zer el-Gıfârî’nin bu yüzden Medine’de oturmak istemediği bilinmektedir (Ömer Rıza, VII, 26).

Son zamanlarda yapılan arkeolojik kazılar eski Arap evlerinin planları hakkında bazı bilgiler vermektedir. Özellikle Arap arkeologlarının büyük ilgi gösterdikleri Fav şehrinde evlerin bitişik düzende, sıcak iklim şartlarına uygun biçimde kalın duvarlı, çok odalı ve ticarî malların saklanabileceği nitelikte serin mahzenli olarak yapıldıkları dikkat çekmektedir. Cevâd Ali, Câhiliye devrinde Mekke zenginlerinden Abdullah b. Cüd‘ân gibi altın ve gümüş kaplarda mahallî yemeklerden ayrı değişik yemekler yiyen ve bunun için Irak’tan özel aşçılar getirten birine ait evin misafirler, köle ve câriyeler, şarkı söyleyen kayneler, diğer hizmetçiler ve hayvanlar için gereken mekânlar da düşünüldüğünde ne kadar büyük olacağına işaret etmektedir (el-Mufaśśal, V, 23). İlk müslümanların gizlice toplanıp bir okul ve bir mescid gibi kullandıkları Erkam’ın evinin de yeterince büyük olduğu tahmin edilebilir.

Hz. Peygamber’in Medine’deki evi, Mescid-i Nebevî’nin doğu duvarı boyunca sıralanmış 10 x 7 zirâ (yaklaşık 5 x 3,5 m.) ebadında dokuz hücreden ibaretti. Temeli taş, duvarları kerpiçten olan ve tavanları elle dokunulabilecek yükseklikte bulunan bu odalar, servi ağacından dikmelere tutturulmuş bir perdeyle ikiye ayrılmıştı. Mâriye’nin Medine’nin Avâlî denilen doğu kısmındaki evi ise kare planlı, iki katlı ve bahçeli idi. Resûl-i Ekrem’in yaz aylarını geçirdiği bu evin alt katı bir duvarla ikiye bölünmüş ve üzerine kalın mertekler yerleştirilmişti; zarif bir merdivenle iki oda ve bir gölgelikten meydana gelen üst katına çıkılıyordu (Makkarî, II, 150-151; Abdülhay el-Kettânî, II, 84). Medine’de o dönemde iki katlı evlerin sayısı nisbeten fazla olmalıdır; Hz. Peygamber’in misafir kaldığı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evi de iki katlı idi. Hicaz bölgesindeki bu tür evlerin üst katlarının tabanı, mertek olarak kullanılan uzun hurma gövdelerinin üzerine ahşap döşeyip aralarına “izhir” denilen ot (Mekke ayrığı) tıkıştırıldıktan sonra üstü topraklanarak yapılırdı. Bundan dolayı Mekke’nin hürmetiyle ilgili bazı hadislerden, izhirin koparılması yasaklanmış bitkilerden sayılmamasının istendiği ve Hz. Peygamber’in de bunu kabul ettiği anlaşılmaktadır (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, I, 33).

Resûl-i Ekrem geniş evi dünyada insanı mutlu eden (Müsned, III, 407-408; Hâkim, II, 144, 162), kötü evi de mutsuz eden (Müsned, I, 168) üç şeyden biri olarak sayar. Müslümanlar zenginleştikçe geniş ve güzel evler yaptırmışlardır. İhtiyaca göre bu evlerin büyüklükleri değişmekle birlikte anne baba, çocuklar ve misafirler için en az üç oda (cümbüze) ideal kabul edilmiştir. Ashaptan imkânı olanlar bu tarzda evler inşa etmişlerdir. Meselâ Abdurrahman b. Avf’ın Mescid-i Nebevî yanındaki evi üç cümbüzeden oluşuyordu (İbn Şebbe, I, 232). Hz. Ömer, portatif saz evden taştan yapılmış evlere geçişte kendisine danışan Kûfeliler’e, “Taştan evler yapın. Fakat kimseye üç odadan fazlasına ruhsat verilmesin ve binaları da yüksek yapmayın. Sünnetten ayrılmazsanız iki cihan mutluluğu sizin olur” diye cevap göndermiş ve sünnete uygun evi “israfa yaklaştırmayacak, itidalden uzaklaştırmayacak kadar” şeklinde izah etmiştir (İbn Haldûn, II, 260). Gereksiz yapılan binanın sahibine vebal


olduğunu belirten hadis gibi (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 169) özellikle zühd kitaplarında yer alan binaya dair bazı hadisler müslümanların bu konuda lükse kaçmalarını engellemiştir. Fakat refah seviyesi yükselince bu tür hadisleri rivayet edenlerden Enes b. Mâlik dahi büyük bir köşkte oturmuştur. Hz. Peygamber’in yüksek ev yapımını hoş görmeyen hadisleri israf, tefâhür ve başkalarının gizli taraflarına muttali olma sebeplerine bağlanmıştır; ancak hadislerin yorumunda, günümüz psikologlarının ortaya koyduğu yüksek binaların insanın ruhsal yapısı üzerindeki olumsuz etkilerinin de gözden uzak tutulmaması gerekir.

Evlerin süslenmesi ve döşenmesinde de İslâmî prensiplerin etkili olduğu muhakkaktır. İç dekorasyonda sadelik esas alınmıştır. Hz. Peygamber’in evindeki dokuz oda da son derece basit ve sade eşya ile döşenmişti; bunlar genelde bir sedir, bir yaygı ve bazı kap kacaktan ibaretti. Resûl-i Ekrem, namaz kılarken üzerinde insanın dikkatini çeken resimler bulunan bir perdenin asılmasını hoş görmemişti. Müslümanlar maddî imkânlara kavuşunca evlerini süslemeye başlamışlar, fakat Hz. Peygamber’in resimle ilgili hadislerini göz önünde tutarak tezyinatta daha çok sembolik figür ve geometrik motiflere yer verip özellikle yabancı kültürlere ait resim ve sembollerden kaçınmışlardır.

J. Schacht, “İslâm dini mimari bir kimliği ne arzu ne de talep etmiştir” demektedir (The Legacy of Islam, s. 248). Medeniyetlerde kültürün en önemli tezahürlerinden birini teşkil eden barınma konusunda müslümanların kendilerine has bir tarzının olmadığını söylemek haksızlıktır. İslâm’da özellikle sivil mimari üslûplarının şekillenmesinde şeriat hükümlerinin ortaya koyduğu hayat tarzının etkisi inkâr edilemez. Nâmahrem erkek ve kadınların birlikte oturmamaları, bulûğ çağına gelen çocukların yatak odalarının ayrılması, komşuların evinin havasını kesecek şekilde yüksek bina yapılmaması, israftan kaçınma, temizlik vb. ilkeler, Müslümanlığı kabul eden toplumların zevk ve sanat anlayışları, sahip oldukları kültür mirası, coğrafî şartlar ve maddî imkânlarla birleşerek değişik yörelerde farklı mimari üslûpların doğmasına ve gelişmesine yol açmıştır.

Bir evin huzur ortamı olabilmesi, teşkilâtının mükemmelliği kadar yapıldığı mevkiin yerleşime uygunluğuna ve genel şehir planına da bağlıdır. Şehir kurmak için coğrafî şartların elverişli olması gerekir. İbn Sînâ el-Ķānûn fi’ŧ-ŧıb’da yerleşim alanlarının önemine işaret etmiş ve değişik iklimlerdeki bu yerlerin tıp açısından değerlendirmesini yapmıştır (I, 91-93). Müslümanların ilk kurdukları şehirler olan Kûfe, Basra, Fustat ve daha sonra Bağdat konum ve planları itibariyle birtakım özelliklere sahiptirler. Meselâ Kûfe’de şehrin ortasında, güçlü bir okçunun dört yönde attığı okların düştüğü noktaların birleştirilmesiyle sınırlanan geniş bir alana cami inşa edilmiş ve bu alanın dışına belli bir planda ev yapılmasına izin verilmiştir. Burada ana caddeler 40 zirâ (yaklaşık 20 m.), yan yollar 20 ve ara sokaklar 7 zirâ genişliğinde planlanmıştır (Belâzürî, s. 285-294; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 369). Son rakamın, Hz. Peygamber’in ara sokaklar konusunda ihtilâfa düşüldüğünde genişliğin 7 zirâ olarak tesbit edilmesine dair hadisine uygun düştüğü görülmektedir (Buhârî, “Mežâlim”, 29; Müslim, “Müsâķāt”, 143). Mühelleb’e göre bu hüküm evlerin arasındaki mesafeler hakkındadır ve iki ev arasında yol bırakmak istendiğinde gelip geçenlere ve yük taşıyanlara zarar verilmemesi için genişliğin en az 7 zirâ olmasını öngörmektedir (Davudoğlu, VIII, 121). Tasarruf için duvarların komşu duvarına dayanması (İbn Hacer, Meŧâlibü’l-Ǿâliye, III, 6) ve komşunun duvarına mertek koymasına izin verilmesi konusundaki hadisler ise (Buhârî, “Mežâlim”, 20; Müslim, “Müsâķāt”, 136) evlerin yer yer bitişik düzende yapıldığını göstermektedir.

Evlerle sokak ve caddelere isim verme geleneği Araplar’da Câhiliye devrinden beri vardır. Sokaklar genellikle orada oturan birine veya esnafına, evler de oturanlara, taşıdıkları bazı hâtıralara yahut farklı özelliklerine göre adlandırılırdı.

Hz. Peygamber’in, Kubâ Mescidi ve Mescid-i Nebevî’de olduğu gibi kamuya ait binaların temellerini bir nevi merasimle attığı bilinmekteyse de (Abdülhay el-Kettânî, II, 76) evler hakkında buna benzer bir uygulamasına rastlanmamaktadır. Kaynaklarda İslâm tarihinin ilk dönemleri için temel kurbanı ile ilgili bir kayıt yoktur. Genellikle inşaat bitip eve girildikten sonra “vekîre” denilen bir yemek verilirdi.

Evler umumiyetle hurma dalları ve çalı çırpı yakmak suretiyle aydınlatılır, yaygın olmamakla birlikte fitilli yağ lambaları da (misbâh) kullanılırdı. Fav kazılarında ele geçen tarihî eşya arasında yağ lambaları da bulunmaktadır. Hz. Âişe’nin bir rivayetine göre (el-Muvaŧŧaǿ, “Śalâtü’l-leyl”, 2; Buhârî, “Śalât”, 22, 104; Müslim, “Śalât”, 272) o günlerde lamba pek yaygın değildi. Bununla birlikte, “Lambalarınızı yakın”; “Gece yatarken lambalarınızı söndürün” şeklindeki rivayetlerden ve özellikle Temîm ed-Dârî’nin Mescid-i Nebevî’ye bir lamba hediye etmesinden (İbn Hacer, el-İśâbe, II, 17) lamba kullanımının sonraları arttığı anlaşılmaktadır.

Evlere girerken izin isteme (istîzan) âdeti Câhiliye döneminde de vardı, çünkü her evin mahrem olduğu kabul edilirdi. Ancak izin istenirken, “Ey falan, gireyim mi?” veya “Ey falan, dışarı çık” gibi kabaca sözler kullanılırdı. Kur’an başkalarının evlerine habersiz girmemeyi ve selâm vermeyi emreder (en-Nûr 24/27, 61); Hz. Peygamber’den de evlere girerken izin istemeyle ilgili pek çok hadis rivayet edilmiştir. Resûl-i Ekrem bir eve gelindiğinde üç defa selâm verilerek izin istenmesini, olumlu cevap alınamazsa geri dönülmesini emretmektedir (Buhârî, “İstiǿźân”, 13). Bunun dışında kapıya elle vurmak suretiyle de izin istenmesi câiz görülmüştür. Hz. Peygamber’in evlerinin kapıları genellikle çadır kanadı şeklinde


olduğu için parmak uçları ile vurularak izin istenirdi (İbn Hacer, Meŧâlibü’l-Ǿâliye, II, 420). Kapı çalma âdeti eski Türkler’in geleneğinde de vardır (Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, III, 268).

Evi, içinde uğursuzluk bulunan üç şeyden biri sayan hadisler Hz. Âişe’ye göre eksik rivayet edilmiştir. Hz. Âişe, Resûl-i Ekrem’in yahudilerin ve Câhiliye devri insanlarının evde, kadında ve atta uğursuzluk olduğu şeklindeki inançlarını reddettiğini, fakat bu kısım eksik rivayet edildiğinden hadisin yanlış anlaşıldığını söyler (Zerkeşî, s. 114-115). İbn Kuteybe’nin ifadesine göre de Câhiliye devri Arapları uğradıkları zararları uğursuz olarak kabul ettikleri ev ve kadına hamlederler ve, “Onun uğursuzluğu bana sirayet etti” derlerdi (Teǿvîlü muħtelifi’l-ĥadîŝ, s. 104); İslâm bu inancı kaldırmıştır.

Câhiliye döneminde Mekkeliler bir işe niyet edip de o iş kendilerine zor geldiğinde veya ihramlı olduklarında, Medineliler ise hac veya bir yolculuktan döndüklerinde evlerine kapılarından girmezlerdi. Hasan-ı Basrî’nin anlattığına göre bir Arap yolculuğa çıksa ve herhangi bir sebeple bundan vazgeçse evine, eğer ehl-i meder ise arkadan bir delik açarak veya merdiven dayayıp duvarın üzerinden atlayarak, eğer ehl-i veber ise çadırın arkasından sürünerek girerdi. Araplar bunu bir iyilik sayarlar ve aksini yapmanın uğursuzluk getireceğine inanırlardı. Kur’an, “Evlere arkadan girmek iyilik değildir” (el-Bakara 2/189) meâlindeki âyetle bu yanlış inanca son vermiştir.

Evlerin kapılarına uğur sembolü veya nazarlık olarak kabul edilen eşyanın asılmasıyla ilgili dinî bir nas yoktur; ancak bu bir gelenek halinde ve farklı şekillerde çeşitli toplumlarda devam etmektedir. Müslümanlar, genellikle evlerin kapısı üzerine taşa nakşederek veya çini levha halinde “yâ hafız” ibaresini koymaktadırlar; temel için veya sonradan kesilen kurbanın boynuzlarının asılması âdeti de görülür. Câhiz, Ubeydullah b. Ziyâd’ın evinin girişine bir köpek, bir arslan ve bir koç kabartması yaptırıp, “Köpek havlar, koç süser, arslan ise kükrer -böylece eve düşman yanaşamaz-” diyerek bunları uğur saydığını, halbuki tam tersi kendisine uğursuzluk getirdiklerini söyler (Kitâbü’l-Ĥayevân, I, 325).

Câhiliye devri Arapları sevmedikleri misafirin bir daha gelmemesi için misafir gittikten sonra evdeki kaplardan birini kırarlardı. Bu gelenek son zamanlara kadar bedevîler arasında yaşamıştır (Âlûsî, II, 331). Yine bu dönemde Araplar her evin kendine ait bir cini olduğuna inanırlar ve eski bir eve gittiklerinde cinin şerrinden korunmak için eşek gibi anırmadan veya yanlarında bir tavşan ayağı olmadan içeri girmezlerdi. Bir Arap şairi bu inancı akıl dışı bularak, “Kaderinde varsa ne eşek gibi anırmak ne de tavşan ayağı fayda verir” demektedir (a.g.e., II, 315). Hz. Peygamber Kur’an okunan evlerde mümin cinlerin, okunmayan evlerde ise kâfir cinlerin bulunacağını haber vermektedir (Süyûtî, CâmiǾu’l-eĥâdîŝ, I, 175). Resûl-i Ekrem zararsız ev yılanlarının (cinânü’l-beyt) öldürülmemesini istemiştir. Bu ise yılanların veba mikrobu taşıyan fareleri yemeleri sebebiyle yapılmış bir tavsiye olmalıdır. Câhiliye Arapları bu yılanları cin kabul eder ve onlardan korunmak için üzerlerine tavşan ayağı asarlardı (Âlûsî, II, 324).

Sûret, köpek ve cenâbet kimsenin bulunduğu eve melek girmeyeceğine dair hadisler de birer hikmete dayanmaktadır. Araplar’ın güzel bir taşa bile tapındıkları dönemde resme müsamaha edilmemesi gayet tabiidir. Hz. Süleyman’ın sarayında resim ve heykeli bir dekor unsuru olarak kullandığı Kur’an tarafından belirtildiğine göre (Sebe’ 34/13) Hz. Peygamber’in resmi yasaklaması putperestliği önlemeye yöneliktir (İbn Dakīku’l-Îd, II, 171). “... Yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yeyin” (el-Mâide 5/4) meâlindeki âyet köpeğin çeşitli faydalar için yaratıldığını gösterdiği halde pislik ve hastalık bulaştırmalarını önlemek için evlerde beslenmesine karşı çıkılmıştır.

Resûl-i Ekrem evlerin önlerinin ve sokakların temiz tutulmasını emretmiş, daha çok el sanatlarıyla uğraşan Medine yahudilerinin sanayi artıklarını ortada bırakmalarından olsa gerek bu konuda müslümanların onlara benzememesini istemiştir (Tirmizî, “Edeb”, 41; İbn Ebû Şeybe, V, 264; Müttakī el-Hindî, XV, 388). Ayrıca bir hadisinde de kaldırılmayan çöplerin şeytanların toplantı yeri olacağını belirterek müminleri evlerini ve sokakları temiz tutmaya teşvik ettiği görülmektedir.

Hz. Peygamber’in hadislerinde insanı mutlu eden üç şeyden biri olarak evle birlikte komşu da sayılmaktadır (a.g.e., III, 407). Türkçe’deki, “Ev alma, komşu al” atasözü, “Evden önce komşu, yoldan önce arkadaş” şeklinde Araplar’da da mevcuttur (Kāsım b. Sellâm, s. 277; Meydânî, I, 228); bu ifade hadis olarak da rivayet edilmiştir (Aclûnî, I, 204-205). Evin komşunun rüzgârını kesecek şekilde inşa edilmemesi, şüf‘a hakkı, komşunun evini bitişik yapmasına ve duvara mertek koymasına izin verilmesi, yemek kokusu vb. yollarla komşuların rahatsız edilmemesi, ödünç bir şey istendiğinde verilmesi, komşu açken tok yatılmaması, kişinin kendisi için istediği şeyi komşusu için de istemesi İslâm’ın bu konudaki önemli prensiplerindendir.

Ev İslâm hukukunda aslî ihtiyaçlardan sayıldığı için zekâta dahil edilmemiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Dîvânü lugati’t-Türk Tercümesi, I, 50, 130, 162, 373, 455; III, 174, 268; Lisânü’l-ǾArab, “ekn”, “byt”, “ybr”, “hss” md.leri; Tâcü’l-Ǿarûs, “byt” md.; Kamus Tercümesi, “etm”, “kbb” md.leri; Clauson, Dictionary, s. 3-4; Räsänen, Versuch, s. 34; Lane, Lexicon, I, 279-281; el-Muvattaǿ, “Salâtü’l-leyl”, 2, “İstiǿzân”, 21; Müsned, I, 168; II, 289; III, 407-408; IV, 150, 240, 246, 348; V, 262, 335, 338; Buhârî, “İstiǿzân”, 13, “Salât”, 22, 104, “Mezâlim”, 20, 29, “Hac”, 64; Müslim, “Sıyâm”, 215, “Salât”, 272, “Müsâkât”, 136, 143; İbn Mâce, “Sıyâm”, 62, “Nikâh”, 55; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 24, “Edeb”, 169; Tirmizî, “Edeb”, 41, 58; Kasım b. Sellâm, Kitâbü’l-Emsâl, Beyrut 1980, s. 277; İbn Ebû Şeybe, Musannef, Beyrut 1989, V, 264; Câhiz, Kitâbü’l-Hayevân, I, 325; İbn Kuteybe, Teǿvîlü muhtelifi’l-hadîs (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Kahire 1966, s. 104; İbn Şebbe, Târîhu’l-Medîneti’l-münevvere, I, 232, 256; Belâzürî, Fütûh, Kahire 1901, s. 285-294; Hâkim, el-Müstedrek, II, 144, 162; İbn Sînâ, el-Kânûn fi’t-tıb, Bulak 1877, I, 91-93; Seâlibî, Fıkhü’l-luga, Beyrut, ts., s. 266, 303; Meydânî, MecmaǾu’l-emsâl, Beyrut 1988, I, 228; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, I, 33; a.mlf., el-Kâmil, II, 369; Yâkut, MuǾcemü’l-büldân, IV, 210-211; İbn Dakıku’l-Îd, İhkâmü’l-ahkâm, Beyrut, ts., II, 171; Huzâî, Tahrîcü’d-delâlâti’s-semǾiyye, s. 730-735; Zerkeşî, el-İcâbe (nşr. Saîd el-Efganî), Beyrut 1970, s. 104, 114-115; İbn Haldûn, Mukaddime (trc. Pîrîzâde Mehmed Sâhib), İstanbul 1275, II, 260; a.e. (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, I, 419, 470; İbn Hacer, el-İsâbe,, 17; a.mlf., Metâlibü’l-Ǿâliye, II, 420; III, 6; a.mlf., Fethu’l-bârî, Kahire 1959, IV, 454; Kazvînî, Asârü’l-bilâd, Beyrut, ts., s. 51-52; San‘ânî, Târîhu Medîneti’s-San‘a, San‘a 1981, s. 20-21; Süyûtî, Tefsîru hadîsi Ümmi Zer (Kâdî İyâz, Bugyetü’r-râ’id içinde, nşr. Selâhaddin b. Ahmed el-İdlebî v.dğr.), Muhammediye 1975, s. 96-97; a.mlf., CâmiǾu’l-ehâdîs (nşr. Seyyid Ahmed es-Sakr - Ahmed Abdülcevâd) [baskı yeri yok], ts. (Matbaatü Hattâb), I, 175; Muttaki el-Hindî, Kenzü’l-Ǿummâl, XV, 388; Makkarî, Nefhu’t-tîb, II, 150-151; Aclûnî, Keşfü’l-hafâǿ, Beyrut 1985, I, 204-205; Alûsî, Bülûgu’l-ereb, Beyrut 1324, II, 315, 324, 331; Ömer Rıza, Sadr-ı İslâm, İstanbul 1928, VII, 26; Abdülhay el-Kettânî, et-Teratîbü’l-idâriyye, II, 76, 84; Cevâd Ali, el-Mufassal, V, 23; J. Schacht, The Legacy of Islam, Oxford 1974, s. 248; Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi, İstanbul 1977, VIII,


121; İbrahim Canan, Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye, İstanbul, ts. (Tuğra Yayınevi), s. 416 vd.; Hitti, İslâm Tarihi, I, 90; Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Ankara 1984, VII, 6; Nebi Bozkurt, Sünnet Verilerine Göre Hz. Peygamber Devrinde Hicaz Folkloru (Mesken) (doktora tezi, 1991), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 14-69; a.mlf., “Çadır”, DİA, VIII, 158-162; Mehmet Altay Köymen, “Alp Arslan Zamanı Türk Evi”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, III, Ankara 1971, s. 1-14; F. Buhl, “Gumdân”, İA, IV, 824-825; “Ev”, SA, I, 546-575.

Nebi Bozkurt




Tarihî Gelişimi. İnsanlık tarihinde evlerin ilk defa ortaya çıkışı Neolitik dönemde (Cilâlı Taş devri) olmuştur. Daha önce avcılık ve toplayıcılıkla geçinen ve mağara, ağaç kovuğu gibi tabii mekânlarda yaşayan insan, yaklaşık dokuz binyıl önce ulaştığı bu dönemde artık hayatının maddî ihtiyaçlarını üretebilecek bir duruma kavuşarak tarımla uğraşmaya, hayvanları evcilleştirmeye ve kendi oturacağı evi yapmaya başlamıştır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde birbirinden bağımsız biçimde ortaya çıkan Neolitik aşamanın en eski ve kapsamlı olanı Ön Asya’dadır. Bu bölgedeki Neolitik yerleşmeler Basra körfezinden başlayıp Güneybatı İran, Kuzey Irak, Güneydoğu Anadolu, Suriye, Lübnan ve Filistin üzerinden Kızıldeniz’e ulaşan hilâl biçimi bir coğrafî alanda görülür. Ancak Konya Çatalhöyük’te olduğu gibi bu alanın dışında kalan yerleşmeler de bulunmaktadır. İlk evlerin görüldüğü bu bölge coğrafî açıdan İslâmiyet’in ilk yayılma alanıyla ortaktır. Bu alandaki evler çoğunlukla kerpiç veya taş yapılardır. Ahşap kirişli, düz damlı bu ev teknolojisi yörede günümüze kadar sürmüştür. Çatalhöyük’teki evlerin bugünkü Orta Anadolu evleriyle büyük benzerlikleri vardır. Diyarbakır’ın kuzeybatısında Ergani yakınlarında bulunan Çayönü yerleşmesinde ise düzenli plana sahip ev tiplerinin çeşitli kültür katlarında tekrar tekrar inşa edildiği görülmekte ve ilk defa burada, yerleşme düzeni açısından ileri bir aşamayı temsil eden meydan düşüncesinin ortaya çıktığı belirlenmektedir.

Avlulu ev ilk karşılaşılan örneklerdendir. Milâttan önce III. binyılda Mezopotamya’daki Ur şehri evleri bir merkezî avlu çevresinde gelişen çok sayıda odadan oluşmaktaydı. Girişin yanındaki bir merdivenle yukarı kata veya çatıya çıkılıyordu. Zemin katta avluya açılan bir kabul odası ile mutfak ve diğer odalar yer almaktaydı. İki katlı örneklerde yatak odası gibi aileye ait özel mekânlar üst katta bulunuyordu. Yaz aylarında dam bugünkü gibi yatak terası olarak değerlendirilmekteydi. Bu evleri, halen İslâm dünyasında çok rastlanan avlulu evlerin ilk örnekleri sayılabilir.

Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye’de bulunan tarihî ev tiplerinden biri de “hilani”dir. Aslında hilani Geç Hitit dönemindeki bir saray tipidir. Bugünkü bilgilere göre hilani yapı tipinin özellikleri, ilk defa Amik ovasındaki Açanahöyüğü’nde milâttan önce 1400’lere tarihlenen yapılarda belirginleşmiştir. Hilanilerin en parlak dönemi milâttan önce VIII. yüzyılın ikinci yarısıdır. Bu ev tipindeki en önemli özellik, asıl eksenleri birbirine paralel iki ince uzun dikdörtgen salondan oluşmasıdır. Evin zeminden yükseltilmiş olan girişi öndeki salonun bir, iki veya üç sütunlu geniş cephesindendir; bazı örneklerde girişin iki yanında masif çıkıntılara da rastlanır. Bu ev tipinde simetriye verilen önem yapıya ek yapılmasını sınırlamaktadır. Bu sebeple de hilanilerin büyütülmesi gerektiğinde yenileri inşa edilmekte, böylece hilani grupları oluşmaktadır.

Diğer bir tarihî ev tipi eyvanlı olanlardır. Bu tipe adını veren eyvan mekânı, dar yüzüyle dışa açılan üç tarafı kapalı bir plana sahiptir. Eyvanın uzun ekseni yapının eyvan ağzını içeren yüzeyine diktir. Hilanilerle eyvanlı evlerin bilinen ilk örnekleri birbirlerine oldukça yakın bölgelerde ortaya çıkmıştır. Her iki tip arasında simetrik cephe düzeni, iki masif yan kanat arasındaki orta mekânın dışa açılması gibi benzerlikler vardır. Aralarındaki temel farklılık, dışa açılmanın biçimi ve eksenlerin yapı kitlesiyle olan ilişkisindedir. Hilanide dikdörtgen mekânın uzun ekseni yapı cephesine paraleldir ve dışarı açılma uzun kenarla olur. Eyvanlıda ise uzun eksen cepheye diktir dolayısıyla dışa açılma dar kenarla olur. Öte yandan bu açıklığın biçimi de farklıdır; hilanideki düz atkılı örtüye karşılık eyvanlı evin eyvanı genellikle beşik tonozludur. Ayrıca eyvan bütünüyle dışarı açılırken hilaninin orta mekânı önünde sütunlar yer alır. Güneydoğu Anadolu’da özellikle şehir evlerinin büyük bir çoğunluğunu oluşturan eyvanlı evler, Türkistan’dan Mısır’a kadar uzanan geniş bir coğrafî alana yayılmıştır. Milâttan önce II. yüzyıla ait Irak’taki Hatra’da (el-Hadr) bulunan eyvanlı Part yapıları, söz konusu tipin tarihinin oldukça eskiye gittiğini göstermektedir. Eyvanlı avlunun Mısır’dan Horasan’a kadar uzanan bölgede yoğun bir biçimde kullanıldığı görülür. Partlar’da olduğu gibi Sâsânîler’de de eyvanlı yapıların tek cephesi vardır ve kesin bir simetrik eksene göre düzenlenmiştir. Yine Part döneminde başlayan birden fazla avlu kullanımı Sâsânîler’de devam etmiştir. Bu ev tipi daha sonraki dönemlerde de büyük bir süreklilik gösterir. Meselâ VI - VII. yüzyıllara tarihlenen Türkistan Karatepe’deki eyvanlı ve avlulu evleri, XI. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen Leşker-i Bâzâr Sarayı’ndaki eyvanlı avluyu, Gazne’deki III. Mesud’un dört eyvanlı avlu içeren sarayının kalıntılarını ve 1221’den önceye tarihlenen Bamyan’daki dört eyvanlı evleri bu grupta saymak mümkündür.

Tarih boyunca karşılaşılan ev tiplerinden bir diğeri kubbeli evlerdir. Bu evlerin Ön Asya’daki örneklerinde üst örtü bindirme (taşırtma) tekniğiyle kurulmuştur; İran ve doğusundakiler daha farklıdır. Bindirme tekniğiyle yapılmış olan kubbeye “yalancı kubbe” veya “sahte kubbe” adı verilmektedir. Bu kubbede kerpiç, taş yahut tuğla dizilerinden oluşan her dairevî tabaka, kasnaktan itibaren bir alttakine göre biraz içeri doğru taşırılır. Bu işlem, tabakaların çapları küçülüp en üstte tek bir parça ile örtülebilecek bir boşluk kalıncaya kadar sürer. Bilinen bu tip ilk evler, milâttan önce VI. binyılın ortalarından V. binyılın ortalarına kadar süren döneme tarihlenmektedir.

Arap Evleri. Avlulu, eyvanlı ve kubbeli tarihî ev tiplerinin İslâm ülkelerinde bugün de varlıklarını sürdürdükleri ve bunlardan avlulu evin Arap kültüründe en yaygın tipi oluşturduğu gözlenmektedir. Erken dönemlerden itibaren İslâm evleri bir merkezî mekân çevresinde gelişme eğilimi göstermiştir. İslâm evinde yüksek duvarlarla sınırlandırılmış avlu


yapının esas unsurudur. Daha önceleri Roma döneminde atriumlu, Helenistik dönemde peristilli örneklerle tanınan bu ev tipi sıcak iklim hayatına çok uygun olmasından dolayı geleneksel İslâm sivil mimarisinde önemli bir yer almıştır. Bu tür evlerde çoğunlukla sağır duvarların ardında yer alan, bu üstü açık dışarıya kapalı mekânlara odalar açılmakta ve evlerde asıl günlük hayat buralarda yaşanmaktadır. Avluların ayrılmaz parçaları da havuz veya çeşme gibi su öğeleridir. Avlulu evler geleneksel Bağdat mimarisinde en tipik örneğini bulmaktadır. Bir avlu etrafında gelişen bu tek yahut iki katlı evlerde odalar, günün ve mevsimin niteliklerine bağlı olarak her türlü kullanımla değerlendirilir. Bu evlerde, avlu çevrelerinde iki veya dört kenar boyunca uzanan veranda niteliğinde bir revak yer alır ve buna “tarma” adı verilir. Ayrıca Bağdat evlerinde, uzun ekseniyle tarmaya paralel olarak gelişen ve ona açılan üç tarafı kapalı “talar” adlı bir mekân bulunur. Taların tarmaya bakan açık yüzüne tarihteki hilanilerde olduğu gibi genellikle iki adet sütun konulur ve bunlar düz bir lentoyu taşır. Üst katta yer aldığında döşemesi tarmanın döşemesinden yüksek olan talara iki yan duvarındaki kapılardan girilir. Irak evinde eyvan ikincil mekânlardan biridir. İlk uygarlıklardan beri enine mekân geleneği olan Mezopotamya’da eyvan talara göre daha az yer kapladığından ancak dar parsellerde tercih edilmiştir; çünkü taların tersine eyvanın ekseni tarmaya diktir. Eyvan döşemesi tarma döşemesiyle aynı düzeyde olduğundan eyvana ön cephesinden ulaşılır. Bu sebeple taların iki yanında bulunan ve “eyvançe” denilen küçük eyvanlar bu tipte yoktur, yani mekân kaybına yer verilmemiştir.

Sıcak günlerde Bağdat evlerinin en serin kesimi, “nim” adı verilen ve talara açılan yarı bodrum niteliğindeki mekânlardır. Nimin bir veya iki dar kenarında “tahtabûş” adıyla anılan yükseltilmiş bir platform bulunur ve nimin nemli döşemesine oranla çok daha kuru bir alan oluşturur. Bu platformun döşeme kotu niminkinden daha aşağı seviyededir ve bu kısım depo alanı olarak kullanılır. “Serdâb”lar ise avlunun altında yer alan kubbeli, serin yeraltı mekânlarıdır; ortalarında bir havuz bulunur. Serdâba nimden geçilerek ulaşılır. Sokaktan avluya girişte doğrudan avluya, dolayısıyla da doğrudan eve açılan kapı düzeninden kaçınılmıştır; önce daha küçük bir ön avluya girilir ve genellikle selâmlığa giden yol veya merdiven de bu ön avludan başlar. Zemin katta mutfak, depo, kiler, hizmetkâr odaları, hamam ve tuvaletler yer alır. Üst katlar ise yaşama mekânlarına ayrılmıştır. Bu evlerin hemen hepsinde selâmlık ve haremlik ayırımı vardır. Geniş ve büyük evlerde bu ayırımın yatayda gerçekleştirildiği ve böylece dışa açık özel iki ev grubunun bir arada düşünülmüş olduğu görülür. Her birinin kendi bölümünün merkezi olan bir avlusu vardır. Daha küçük evlerde düşeyde gerçekleştirilen bu ayırımla misafirler üst katlarda kabul edilmekte ve böylece hanımların beyin misafirlerine görünmeden diğer kesimlerde oturmaları sağlanmaktadır.

Mısır’daki geleneksel ev mimarisinde, meselâ Fustat evlerinde bir eyvanla önündeki enine mekânın oluşturduğu “T” biçimi grup asıl mekân ağırlığını taşır. Avluya açılan eyvan değil öndeki enine mekânın üç kemerli uzun kenarıdır. Kahire’deki XIX. yüzyıl evlerinde avlu işlev açısından evin merkezi olma özelliğini tamamen yitirmiştir. Genellikle evlerin ikinci katındaki “makat” adı verilen loca eyvanın yerini almakta ve avluya açılan tek mekânı teşkil etmektedir. Bu evlerin selâmlıklarındaki “durkāa” ve haremlerindeki “kāa” adıyla anılan kubbe ya da çapraz tonoz örtülü kare mekâna açılan simetrik iki birime eyvan denilmekte, ancak bunların eyvanlı ev örneklerinde olduğu gibi dış mekânla ilişkileri bulunmamaktadır. Mısır ve Suriye konutlarına has kāa tipi, sayıları birle üç arasında değişen eyvanların açıldığı üzeri örtülü bir merkezî bölümden meydana gelir. Suriye’de “atabe” ve Mısır’da durkāa adını alan bu merkezî bölüm eyvandan bir basamak aşağıdadır. Döşemedeki seviye farkı, Türk ve Arap evlerinde görülen odalardaki seki altı - seki üstü ilişkisine benzemektedir. Suriye’de odaların seki altı bölümü kāanın merkezî mekânı gibi atabe adıyla bilinmekte ve aynı işlevi görmektedir. Döşemesi taş kaplı olan ve merkezinde fıskiyeli bir havuz bulunan bu bölümden halı döşeli eyvana geçerken ayakkabı çıkarılır. Kāa ışığını merkezî mekânın örtüsünden alır. Bazan Halep ve Kahire evlerindeki gibi ahşap bir kubbeden oluşan örtü bir aydınlık feneri ya da tambur pencereleri içerir. Evin bu en önemli kısmında merkezin tavanı büyük bir özen sergiler. Kāa çoğunlukla evin avlu veya dış duvarından kopuktur ve etrafı başka mekânlarla çevrilmiştir. Dışa kapalılığı sebebiyle kāa, kışın da yazın da ısı yalıtımı yönünden evin oturmaya en uygun mekanıdır. Suriye evlerinde yaz ve kış için iki ayrı kāası olan örneklere rastlanır. Avlunun kuzeyinde yer alan ve girişi güneye açılan kāa kışın, girişi kuzeye açılan ve avlunun güneyinde bulunan kāa yazın kullanılır. Genellikle girişi avluya açılan Suriye evlerindeki kışlık kāaların bazan Kahire’de olduğu gibi avludan ve dış duvarlardan kopuk planlandığı görülmektedir. Bu loş mekânlar, XVIII - XIX. yüzyıl Kahire evlerinde vitraylı ve meşrebiyeli pencerelerle aydınlık bir görünüm kazanmışlardır. Kahire evlerinin aynı eksen üzerindeki karşılıklı iki eyvandan oluşan plan tipi yan mekânların eklenmesiyle giderek zenginleşir; ancak temel biçim hep aynı kalır. Bu plan Şam evleri için de tipiktir. Halep evlerinde ise üç eyvanlı kāalar yaygındır. Kahire evlerinde selâmlık kāalarına “mandara” adı verilir. Bu evlerde mandaradan ayrı olarak harem katında Suriye’deki gibi kāa adını alan ikinci bir büyük mekân bulunur. XVIII ve XIX. yüzyıllarda Kahire’deki varlıklı ailelerin evlerinde kāa ve mandara sayısı dörde kadar çıkmıştır. Kāadaki farklı eyvanlar farklı statüdeki misafirlerin ağırlanması için kullanılır. Suriye’deki üç kollu eyvanlarda, daha çok ve daha fazla özenle bezenmiş olan orta eyvan önemli misafirlere, diğer eyvanlardan biri akrabalara, diğeri ise daha az değer verilen misafirlere açılır.

Çok katlı kule - ev niteliğindeki Yemen evleri kare ya da daire planlı olmalarına göre iki ana grupta toplanabilir. Daire planlı olanlar genellikle beş altı katlı bir apartman şeklinde yükselmekte ve son bir veya iki katta kare plana dönüşmektedir. Kare planlılar ise genelde zeminden en üst kata kadar bu şekilde çıktıkları gibi zeminde ve diğer alt katlarda karmaşık kat planlarıyla başlayıp yapı yükseldikçe kareye dönüşmektedirler. Yemen evlerinin en önemli özellikleri, yüksekliklerine rağmen temel malzemelerinin kerpiç olması ve kerpiç dış yüzeylerin yoğun bezemeler içermesidir. Katları birbirinden ayıran karmaşık silme dizileri, kornişler, söve bezemeleri geleneksel yapıların dış görünüşlerine özel bir karakter katmaktadır. Geleneksel Yemen evlerine giriş geniş bir hol aracılığıyla sağlanmaktadır. Genellikle bir asma katı olan bu holde depo ve ahır gibi servis mekânları yer alır. Buradan


ayrı bir kapıyla merdiven yuvasına ulaşılmaktadır. Bu yuva bütün yapı boyunca kesintisiz bir biçimde uzanmakta ve yapının aşırı yükselmesinden kaynaklanan statik sorunları azaltmaktadır. Her katta merdiven yuvasından odaları birbirine bağlayan hol mekânına bir kapı açılmaktadır. Katlarda genellikle bir büyük oda, bir depo, bir banyo bulunmakta, oturma odası ise evin ilk katında yer almaktadır; burası gerektiğinde bir selâmlık odası olarak da kullanılır. Bu katın üzerinde evin “divan” adı verilen en önemli mekânı bulunur. Yalnız erkekler tarafından kullanılan ve evin manzaraya en fazla açık, en geniş pencereli kısmı olan kabul salonu ise tepe katındadır.

Sokağa doğrudan açılmayan revaklı bir iç avlu çevresinde gelişmiş odalardan oluşan Tunus evleri ise bütün İslâm evlerinin genel karakterine uygun olarak yine dışa kapalı bir düzen içindedir. Mutfak ve tuvaletlerin girişe yakın olmasına karşılık odalar daha iç kesimlerde yer almaktadır.

Bindirme kubbeli ev tekniğinde bilinen en eski gelenek Kuzey Suriye, Irak ve Güneydoğu Anadolu’da yalnızca kırsal kesimde sürdürülmektedir. Suriye’de bindirme kubbeli evlerin en yoğun olduğu bölge, Hatay’ın doğusundaki Suriye sınırından başlayıp Halep üzerinden Fırat’a kadar uzanan ve kuzeyde Türkiye’nin güney sınırını izleyen bölgedir. Söz konusu dağıtım alanı, yine aynı yoğunlukta Halep - Hama - Humus doğrultusunda Humus’un 45 km. güneyine kadar uzanır. Kubbeli evin dağılım alanının doğusu çölle sınırlıdır. Ayrıca giderek çöle doğru yaklaşan yeni köyler de bütünüyle bindirme kubbeli evlerden oluşmaktadır.

Doğu Anadolu’dan Hazar denizine kadar olan bölgedeki dağlık kesimde ve ayrıca Kuzey Afganistan ile Tacikistan’da ortaya çıkan “tüteklikli” evler Doğu Anadolu’nun bu tür evleriyle büyük bir benzerlik göstermektedir.

Türk Evleri. Anadolu ve Balkanlar’ın geleneksel ev mimarisi incelendiğinde oldukça geniş bir yayılma alanı bulunan, ortak özellikli tek bir tiple karşılaşılmaktadır. Bu tip, merkeziyetçi bir nitelik taşıyan Osmanlı Devleti’nin politik hâkimiyet alanına bağlı olarak İstanbul merkezli bir daire içinde yer alır; yani Osmanlı Devleti’nin özel ilgi gösterdiği Balkanlar’daki en uç yayılma alanının mesafesi kadar Anadolu’da da doğuya doğru uzanır ve Anadolu’nun batısındaki yaklaşık üçte ikilik bir bölümü oluşturur. Onun doğusunda dağlık Doğu Anadolu platosunda Kafkasya ile ortak ve milât öncesi yüzyıllara kadar gittiği ispatlanabilen, soğuk iklime göre biçimlenmiş bir ev tipi vardır. Sıcak ve kurak Güneydoğu Anadolu’da ise özellikle İran ve Irak’ın tarihi Sâsanîler’e uzanan, şeklî özellikler taşıyan ve mükemmel bir yığma taş işçiliği arzeden ev tipi görülür. Bu iki bölgede yukarıda sözü edilen merkezî tipin etkileri de yer yer hissedilmektedir. İmparatorluğun hâkimiyet alanıyla çakıştığı için “geleneksel Osmanlı evi” denilebilecek merkezî tipe, asıl kendi bölgesi dışında Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde kalan Kırım, Kahire, Bağdat, Yemen, Sudan gibi çeşitli yerlerde ve “Osmanlı evi” adı altında rastlamak mümkünse de bu örneklerde mahallî özelliklere bağlı olarak az çok farklılıklar görülür. Geleneksel Osmanlı evi adı altında toplanabilecek olan bu tipin yayılma alanında sadece tipolojik açıdan değil malzeme ve konstrüksiyon açısından da sergilenen ortaklıklar dikkat çekicidir. Bu, zemin katı yığma taş veya kerpiç, üst katı hafif ahşap iskelet arası dolgu olan bir konstrüksiyondur (hımış). Üst katın hafifliği, geleneksel Osmanlı evinin Anadolu ve Balkanlar’daki başlıca özelliklerini teşkil eden bol pencerelerle çıkmaları yapmaya imkân verir. İstanbul ve yakın çevresinde görülen ahşap konut mimarisinin iskelet konstrüksiyonu diğer örneklerde sıvandığı halde burada ahşap kaplıdır (bağdadî).

Yukarıda sözü edilen bu konstrüksiyonun sağlam ve kalıcı olmaması sebebiyle, XIX. yüzyıldan geriye giden örnekleri yok denecek kadar az olan geleneksel Osmanlı evinin kökeni konusunda güvenilir verilere dayanan bir araştırma yapmak mümkün değildir. Bir imparatorluk evi olarak tebaa arasındaki etnik grupların çeşitli düzeyde katkılarından etkilendiği düşünülebilir. Günümüzde köken meselesine temas eden araştırmacıların milletlere bağlı var sayımlar ileri sürmeleri pek gerçekçi sayılmasa da özellikle oda düzeninde çok belirgin olduğu gibi göçebe bir yaşayış biçiminin kalıntıları açıkça görülmektedir. Oturma katının yükseltilmiş olması ve eyvan, köşk ve taht öğelerinin kullanımı Doğulu tasavvurlara işaret eder.

Osmanlı evi gerek kendi içinde gerekse etrafı ile olan ilişkileri çerçevesinde genel bir kullanış/biçimleniş şemasına uyar. Ortak özelliklere bağlı olarak geleneksel ev mimarisinin içe dönük bir biçimlenmeyle geliştiği söylenebilir. İslâm toplumunda aile hayatının gizliliğine verilen önem, evin yüksek duvarlarla sınırlı bir avlu veya iç bahçeye açılan düzene göre şekillenmesine sebep olmuştur. Kadının yoğun ev içi etkinlikleri giriş katında ve özellikle avlu/bahçede gerçekleşmektedir. Bundan dolayı da bütün geleneksel evlerde zemin katlar ya tamamen sağır ya da çok az açıklıklı olmaktadır. Evin sokakla doğrudan bağlantı kurduğu en önemli açıklık, ailenin iç dünyasını koruyan küçük bir kale kapısı niteliğindeki avlu/bahçe kapısıdır. Yüksek duvarların ardındaki avlu havuzu, kuyusu ve bol yeşiliyle evin günün hemen her saatinde en fazla yaşanan alanını oluşturur. Zemin kattaki avluya açılan mekânlar depo, ahır, kiler gibi tâli işlevlere ayrılmıştır.

Evin esas yaşama katı, avludan ahşap bir merdivenle çıkılan ve sokak tarafında çıkmalarıyla dış dünyaya açılan üst katlarıdır. Dışarıyı olabildiğince görebilme amacıyla bu katlar zemin katın sağırlığına karşılık bol pencerelidir. Birçok evin bu katında, “cumba” denilen sokağa bakabilmek için yapılmış üç tarafı kafesli pencerelerle çevrili ve üstü kapalı balkonlar bulunur. Yerleşmelerde, Osmanlı şehrinin genellikle düzgün olmayan arazi mülkiyetine bağlı olarak yapıların üzerine oturtuldukları parseller dik köşeli değildir. Zemin katların planlarında parsele uyulmuş, üst katlarda ise muntazam mekânlar elde edebilmek için bu katları zemin katların taş duvarları üzerinden taşırtma yoluna gidilmiştir. Böylece çıkmalarla zenginleştirilen üst katlar,


genel bir karakter olarak Osmanlı şehirlerindeki sokak dokusuna etkileyici perspektiflerle dikkat çeken görünümler katmıştır.

Genellikle iki, bazan üç katlı olan bu evlerde geleneksel plan tiplerini ortaya koyan üst katların farklı düzenleridir. Anadolu’da çok az bulunmakla birlikte tek katlı örneklere de rastlanmaktadır; bu durumda karakteristik plan şemasını zemin kat gösterir. Birçok bölgenin evlerinde daha çok kışın kullanılan bir de ara kat bulunmaktadır. Bazı evlerin ise çatısının altında “cihannümâ” denilen ve yazın kullanılan, manzarası güzel, camekânlı, balkonlu bir oda yer alır.

Üst katların en önemli mekânı sofadır. Sofa, kendi aralarında bağımsız birimler oluşturan odaların buraya açılması sebebiyle her şeyden önce bir dağılım mekânıdır. Ancak bugünkü anlamda bir dağılım mekânından çok farklıdır ve üst kat planının en azından yarısını kaplaması bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. İşlev açısından sofa ev içi üretim, ev işleri, oturma, yemek yeme ve bazı yerlerde yazları yatma yeri olarak kullanılır. Geleneksel Osmanlı evinde sofaya göre bir tipoloji oluşturulmuştur: Dış sofalı ve iç sofalı evler. Anadolu genelinde dış sofalı evler fazladır. Sanıldığına göre birçok yerde iç sofa dış sofanın zaman içindeki evriminden ortaya çıkmıştır ve daha çok bir şehir evi niteliği taşır.

Dış sofalı örneklerde sofa evin yüksek duvarlarla sınırlı avlu/bahçesine dönüktür. Bir üst seviyeden tabiata ve en iyi yöne açılır. Dış sofaya eklenen bazı kültürel ve sembolik elemanlarla burada mekân düzeni yönünden çok cazip, hareketli bir oturma ortamı oluşturulur. Sofayı zenginleştiren elemanların başında eyvan gelir. Eyvan, oda dizileri arasında yer alan üç tarafı kapalı, bir tarafıyla sofaya açılan sakin bir oturma alanıdır ve Sâsânî İranı’nın önemli bir prestij mekânı olma niteliğini Türk evinde de sürdürür. Eski minyatürlerde sık rastlandığı gibi yine krala ait ve şiirsel bir dinlenme yeri olan köşk, sofadan dışarı taşan ve avlu cephesini hareketlendiren ayrı bir oturma köşesidir. Eyvan ve köşkün döşemeleri sofadan bir kademe yüksek olabilir. Ancak bunun dışında da sofanın uçlarında birkaç basamak yükseltilmiş oturma platformları bulunur. Buna “tahtseki” adı verilir ki bilindiği üzere taht da yine krala ait bir semboldür.

İç sofa, en azından iki tarafında odaların yer aldığı dışa kapalı bir ortak mekândır. Dış sofaya göre avantajı iklim ve güvenlik yönünden muhafazalı olmasıdır. XIX. yüzyıldan itibaren iç sofalarda, İstanbul’da ortaya çıkarak Balkanlar ve Anadolu’daki bazı eşraf konaklarına kadar yayılan bir merkezîleşme görülür (orta sofa). İstanbul’un Batılı yaşama biçimiyle bütünleşen en görkemli konakları ve yalıları ile Filibe’nin “Bulgar Rönesansı” olarak nitelendirilen evleri bu tür sofalara sahiptir. Ayrıca bu dönemde büyük şehirlerde geleneksel Osmanlı evinin değişimi sokak cephesine de yansır ve artık zemin katta da pencereler açılır (ayrıca bk. DİVANHÂNE).

Üst kattaki odalar birbirinden bağımsız birimler halinde sofaya açılır. Kendi aralarında bağlantı olmaması önemli bir özelliktir. Odalardan sokağa bakan ve genellikle köşede yer alan biri daha büyük boyutludur ve bezemesi bakımından özel bir nitelik taşır. Burası evin “baş oda” (arz odası) adıyla anılan misafir kabul odasıdır. Bunun dışında odalar arasında işlev bakımından farklılaşma bulunmadığından boyutları ve iç düzenlemeleri birbirine benzer. Teorik olarak odaların bütün ihtiyaçları karşıladığı düşünülür. Büyük yerli dolapları (yüklük), dolap içindeki küçük yıkanma yerleri (gusülhâne) ve mobilyasız oturma alanlarıyla bu odalar bağımsız birer ev gibidir.

Odada üç yükseklik farkı vardır. Genellikle dikdörtgen biçimli olan bu mekânın dar kenarındaki üçte bir/dörtte birlik bölüm sofa ile aynı seviyededir (seki altı); giriş buradandır ve duvarı boyunca yüklük ile gusülhâne bulunur. Bu alandan sonra bir kademe (20 - 30 cm.) daha yüksek olan ve bir korkulukla ayrılmış bulunan asıl bölüm gelir (seki üstü). Bu kesimin üç duvarı boyunca çepeçevre uzanan ve “makat” veya “sedir” denilen yaklaşık 20 - 40 cm. yüksekliğinde ve 60 cm. eninde bir kerevet yer alır. Yerde halı, sedirler üzerinde işlemeli minder ve yastıklar vardır. Dayanma yastığının bittiği yerden pencere başlar. Pencerenin üstünde odayı dolaşan ve daha çok dekoratif kap kaçak vb. eşyanın sergilendiği bir raf görülür. Bu rafın üzerinde bazı evlerde ve özellikle de erken dönem örneklerinde birçok hallerde revzenli tepe pencereleri bulunur. Tavan genellikle odanın en görkemli, ahşap bezemeli unsurudur. Ayrıca yine seki üstündeki bölümün duvarlarında kapakları bezemeli küçük dolaplar, nişler yer


alır. Bazı odalarda ve özellikle baş odada bir ocak vardır. Ocağın alçı veya ahşap davlumbazı da dekorasyonuyla dikkat çeker. XIX. yüzyıla kadar geleneksel Osmanlı evinde taşınabilir mobilya görülmez; her şey sabittir. Yorgan, yastık ve yataklar yüklük içinde durur. Akşamları seki üstü döşemesine serilir, sabahları kaldırılır. Yemek yerken de odanın ortasına bir örtü (sofra bezi) serilir ve üzerine yaklaşık 20 cm. yüksekliğinde yuvarlak bir sofra tahtası veya açılır - kapanır bir altlık üstüne bakır bir sini konulur.

XIX. yüzyıla kadar Osmanlı topraklarının sınırları içinde kalan Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya ve Arnavutluk’taki evlerde de benzer özellikler görülür. Bunlar arasında daha erken tarihli olan dış sofalı örneklere de rastlanmakla birlikte genelde çoğunluk iç sofalılardadır. Bazı örneklerde Anadolu evlerindeki bağımsız oda düzeninin tersine odadan odaya geçiş görülür. Eyvan ve köşk çok azdır. Özellikle Bulgaristan’daki bazı örneklerin dış cephelerinde bezemelere rastlanır; bu konuda Filibe’nin özel bir yaratıcı merkez olduğu söylenebilir. Bu örneklerin dışında Balkanlar’da, Batı Anadolu sahilinin ve İstanbul’un azınlık mimarisinde de görüldüğü gibi Batılılaşma’nın ağırlıkta olması sebebiyle neo - klasik unsurların önem taşıdığı Batı evlerine benzer bir şehir evi tipi daha bulunmakta ve ekseriyeti bu tip teşkil etmektedir.

İstanbul önce Bizans’ın, sonra da Osmanlılar’ın başşehri olması ve ayrıca coğrafî konumu sebebiyle Anadolu’nun diğer şehirlerine göre farklı kültürleri içinde barındıran bir yer olmuş, bu durum evlerin biçim ve düzenine yansımıştır. Bugün şehrin ahşap ev kültüründen kalan önemli örnekleri ortadan kalkmış durumdadır. Halen sur içindeki tarihî yarımadada ve diğer eski yerleşme bölgelerinde bulunan evlerin yapım tarihleri ancak XIX. yüzyıl başına kadar uzanmaktadır; daha geriye gidebilen örnek çok azdır. İstanbul evleri müslüman ve azınlık Levanten evleri olmak üzere iki temel grupta toplanabilir. Müslüman evleri geleneksel Anadolu evlerinin başşehre has değişimlere uğramış örnekleridir. Teknik ve estetik farklılıkları dışında temelde İslâm aile yapısı, ailenin toplum içindeki yeri ve günlük hayat biçiminin yarattığı ortak özellikleri bu evlerde görmek mümkündür. Dolayısıyla bunlar özellikle plan düzeni açısından Anadolu ve Balkan evleriyle aynı kökenlidir. Büyük boyutlu ve görkemli olanlarına “konak” denilen bu evlerin genellikle zemin katları kâgir, üst katları ahşap karkas üzerine ahşap kaplamadır. Karakteristik plan üst katlarda gelişmektedir. Bu katlar, sokağı ve manzarayı olabildiğince geniş görebilecek biçimde planlanmış, buna karşılık dışarıdan bu kata bakış kafes, kepenk vb. öğelerle sınırlandırılmıştır. Şehrin bazı kesimlerinde Anadolu yerleşmelerinde olduğu gibi topografyaya ve arazi mülkiyetine bağlı olarak düzensiz yapı parselleri ortaya çıkmış ve yine Anadolu evlerindeki gibi üst katlarda düzgün mekânlar elde edilebilmek için bu katlar, zemin kat beden duvarları üzerinden taşırılarak yapı sınırından sokağa doğru uzanan çıkmalar yapılmıştır. Bu evlerde de temel unsur sofadır ve üst kat odalarının açıldığı bir dolaşma alanı olmasının yanı sıra ayrıca ev içinde bir odak teşkil eden önemli bir mekândır. İstanbul evlerinde de sofaya açılan odalar arasında kullanım açısından bir farklılaşma olmadığı için her oda günlük hayatın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde planlanmıştır. Anadolu’daki bir yönüyle avluya açılan dış sofalı örnekler, İstanbul’da erken tarihlerden itibaren yerlerini iç veya orta sofalı örneklere bırakmışlardır. İç sofalı plan tipi sofanın iki yanının oda sıralarıyla çevrilmesinden oluşur. Orta sofalı örneklerde ise sofa evin merkezinde yer alır ve dört yanı odalarla çevrilidir. İstanbul’un büyük konaklarının Osmanlı aile yapısına uygun biçimde haremlik ve selâmlık bölümlerini içerdikleri ve oda sayısının çok fazla olduğu görülür.

İstanbul’un geleneksel konut mimarisinde özel yer tutan diğer bir grup yalılardır. En ünlü örnekleri Boğaz’ın iki kıyısında yer alan bu yapılar, dönemin ekonomik ve politik gücünü elinde tutan başta padişah ailesi olmak üzere vezirler, paşalar, hıristiyan azınlığın oluşturduğu tâcirler ve varlıklı esnaf tarafından yaptırılmıştır. XVIII. yüzyıl bostancıbaşı defterlerinde adları ve sayıları verilen bu yalılardan çoğu bugün mevcut değildir; ayakta kalabilmiş en eski yalı, Anadoluhisarı’ndaki 1699 tarihli Amcazâde Hüseyin Paşa Yalısı’nın divanhânesidir. Yalılar haremlik selâmlık bölümleri, ek binaları, kayıkhâneleri ve bol ağaçlı geniş bahçeleriyle görkemli, büyük sahil yapıları olarak Boğaz köylerinin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır. Mimari


biçimleniş açısından ev ve konaklarla hemen hemen aynı özellikleri gösteren yalılar genellikle ahşap ve hafiftir. Önlerindeki rıhtıma rağmen esas katlarıyla deniz üzerine çıkmalı olan Boğaz cepheleri, özellikle birinci katlarındaki kafes ve pencerelerle manzaraya açılırlar. Esas katı taşıyan ahşap payanda veya “eli böğründe” dizilerinin yer aldığı zemin katlar XVIII. yüzyıla kadar sağır tutulmuş, XIX. yüzyıldan itibaren bu seviyede de normal pencereler açılmıştır. Genellikle yazlık olarak kullanılan yalılara ulaşım deniz yoluyla sağlanmaktaydı. Bu yüzden de halen mevcut örneklerin çoğunda görüldüğü gibi altlarında birer kayıkhâne bulunuyordu. Bu bölüm genellikle harem kısmının altına gelmekte ve kayıklara biniş dışarıya görünmeden gerçekleştirilmekteydi. Zemin katlar birer taşlık ve havuzlu mekân içermekte, arkasındaki bahçe ve diğer konaklarla bağlantı, aradan geçen bir yol olması halinde üzerinden köprüyle atlayarak sağlanmaktaydı. Yolun bir tünel şeklinde bahçenin altından gittiği örnekler de vardı.

İstanbul’da Boğaz’ın dışında Haliç kıyısında da günümüze örneği gelmeyen yalılar yapılmıştır. Ayrıca içinden Porsuk’un geçtiği Eskişehir ve Yeşilırmak’ın geçtiği Amasya gibi şehirlerin nehir boylarında da yalı dizileri oluşmuştur.

İstanbul’un gayri müslim cemaatleri, özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti’nin Batı’ya açılmasıyla birlikte Avrupa’dan aldıkları kâgir tek yapı, sıra ev ve apartman örneklerini benimseyerek şehir dokusuna katmışlardır. Kat sayıları iki - dört arasında değişen bu evler, dar arsalar üzerinde yükselen ve buna bağlı olarak da az oda içeren bir şehir evi niteliğindedir. Cephelerinde yer yer dönemin süsleme tarzı özelliklerini yansıtan bu yapıların üst katları sokağa taşan cumbalarla desteklenmiştir. Demir ve taş kullanımı, söz konusu yapıların daha sağlam ve uzun ömürlü olmasını sağlamıştır. Özellikle sıra evler, dönemin üslûp özellikleri açısından Batı biçimlerine en çok bağlı olan konutlarını meydana getirmiştir. Bir yapı için geliştirilen cephe ve plan düzeninin yanyana ritmik bir biçimde tekrarıyla oluşturulan sıra evler daha çok hıristiyan küçük tüccar, küçük esnaf ve zenaatkârlarla orta küçük bürokratlardan meydana gelen bir kullanıcı kesiminin konutu olmuştur. Diziler benzer veya aynı tasarı ve biçim özelliklerine sahip olsalar da gerek ölçek gerekse şehir mekânı ile bütünleşme açısından çeşitlilik gösterirler. Bu çeşitlilik de İstanbul’un mimari düzenini zenginleştiren örnekler yaratmıştır. XIX. yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkan büyük boyutlu apartmanlar ise yine dönemin Avrupa başşehirlerindeki özellikleri sergilemektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

O. Reuther, Das Wohnhaus in Bagdad und Andreen Städten des Irak, Berlin 1910; a.mlf., “Die Qa’a”, Jahrbuch des Asiatischen Kunst, sy. 2, Leipzig 1926, s. 205-216; R. Thoumim, La Maison. Syrienne, Paris 1932; Ch. Peev, Alte Häuser in Plovdiv, Berlin 1943; Leman Tomsu, Bursa Evleri, İstanbul 1950; Necibe Çakıroğlu, Kayseri Evleri, İstanbul 1952; Doğan Erginbaş, Diyarbakır Evleri, İstanbul 1954; Sedad Hakkı Eldem, Türk Evi Plân Tipleri, İstanbul 1968; a.mlf., Türk Evi Osmanlı Dönemi: Turkish Houses Ottoman Period I, İstanbul 1984; G. Goodwin, “The Ottoman House”, A History of Ottoman Architecture, London 1971, s. 428-449; Önder Küçükerman, Anadolu’daki Geleneksel Türk Evinde Mekân Organizasyonu Açısından Odalar, İstanbul 1973; Fouad el-Khoury, Domestic Architecture in the Lebanon, London 1975; T. Faegre, Tents, Architecture of the Nomads, New York 1979; S. Hallet - R. Samizay, Traditional Architecture of Afganistan, New York 1980; H. Schoenauer, 6000 Years of Housing, New York 1981; Reha Günay, Geleneksel Safranbolu Evleri ve Oluşumu, Ankara 1981; Doğan Kuban, “Türk Ev Geleneği Üzerine Gözlemler”, Türk ve İslâm Sanatı Üzerine Denemeler, İstanbul 1982, s. 195-209; A. Bammer, Wohnen im vergänglichen, Graz 1982; B. Maury v.dğr., Palais et maisons du Caire/II-Epoque ottomane (XVIe - XVIIIe siècles), Paris 1983; D. Philippides, Greek Traditional Architecture, Atina 1983, I - II; L. Golvin - M. Ch. Fromont, Thula. Architecture et urbanisme d’une cité de Haute Montagne en République Arabe du Yémen, Paris 1984; J. Revault, Palais, demeures et maisons de Plaisance, Aix - en - Provence 1984; E. J. Grube v.dğr., “Vernacular Architecture: The House and Soeiety”, Architecture of the Islamic World, London 1985, s. 176-208; Günkut Akın, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Ev Tiplerinde Anlam, İstanbul 1985; a.mlf., Asya Merkezî Mekân Geleneği, Ankara 1990, s. 106-123; R. Anguelova, “L’architecture vernaculaire de la Bulgarie”, L’Architecture vernaculaire dans les Balkans, [baskı yeri yok] 1985, s. 23-36; L’Architecture libanaise du XVe au XIXe siècle, Beyrouth [1985]; Nur Akın, Balkanlarda Osmanlı Evi, İstanbul 1987; H. Moutsopoulos, L’Encorbellement architectural ‘Le Sachnisia’, Contribution à l’étude de la maison grecque, Thessalonique 1988; Metin Sözen - Cevat Eruzun, Türk Evi, İstanbul 1993; W. J. Eggeling, “Hausformen in Yugoslavisch - Makedonien”, Zeitschrift für Balkanologie, XIV, Münih 1976, s. 12-19; Emin Rıza, “La Typologie de l’habitation urbaine albanaise (XVIIIe -siècle- Moitié du XIXe)”, Studia Albanica, XIV/1, Tirana 1977, s. 109-125; K. Yagı, “Housing Analysis in Syria”, Process Architecture, sy. 15 (1980), s. 113-180; G. Marçais, “Dar”, EI² (İng.), II, 113-115.

Nur Akın