EYYÛBÎLER

الأيّوبيّون

Ortadoğu, Mısır, Hicaz, Yemen ve Kuzey Afrika’da hüküm süren bir Türk devleti (1171-1462).

I- Siyasî Tarih

II- Medeniyet Tarihi

III- Sanat

I- SİYASİ TARİH

Adını, hânedanın kurucusu Selâhaddin Yûsuf b. Eyyûb’un babası Necmeddin Eyyüb b. Şâdi’den alan Eyyûbîler Zengiler’in bir devamıdır. Türk-Kürt-Arap karışımı olan Eyyübî ailesinin menşei karanlıktır. Güvenilir rivayete göre Eyyûbîler Hezbâniyye Kürtleri’nin Revvâdiyye aşiretindendir. Revvâdîler’in atası Revvâd b. Müsennâ el-Ezdî Yemen Arapları’ndan olup 141 (758) yılında Abbasî Halifesi Ebû Ca’fer el-Mansûr tarafından Basra’dan alınarak aşiretiyle birlikte Azerbaycan’a yerleştirilmişti. Bu bölgedeki Hezbâniyye Kürtleri ile karışıp Kürtleşen Revvâdîler, XI. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklular’in hizmetine girerek zamanla Türk-Kürt-Arap karışımı haline gelmişlerdir.

Rivayete göre, Eyyûbîler’in atası olan Eyyûb’un babası Şâdî önceleri Şeddâdiler’in hizmetinde çalışıyor ve Duvîn’e (Dvin) bağlı Ecdânakan kasabasında oturuyordu. Şâdî, VI. (XII.) yüzyılın ilk yıllarında Selçuklu saray ağası ve Bağdat şahnelerinden Bihrûz el-Hâdim’in hizmetine girmiş. Bihrûz da onu veya oğlu Necmeddin Eyyûb’u kendi iktâı olan Tikrît’e vali tayin etmiştir.

Eyyûbîler kaynaklarda ilk defa 525 (1131) yılında Musul Atabegi İmâdüddin Zenginin Tikrît yakınında Abbasî Halifesi Müsterşid-Billâh ile Karaca Sâkî‘nin kuvvetlerine yenilmesi dolayısıyla zikredilir. Bu mağlûbiyetten sonra Tikrît Valisi Necmeddin Eyyûb’un Zengi’ye yardım ederek Fırat’ı geçmesini sağlaması Zengî ile Eyyûbîler arasındaki dostluğun gelişmesine yardım etmiş, çok geçmeden Eyyûbîler Selâhaddin’in doğduğu yıl (532/1137-38) Tikrît’ten Musul’a giderek Zengî’nin hizmetine girmişlerdir (Minorsky, s. 107-129; Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, s 411-418).

Daha sonra Eyyûbîler, İmâdüddin Zenginin hizmetinde Haçlılar’a karşı düzenlenen seferlere katıldılar. İmâdüddin Zengî 534 (1140) yılında ele geçirdiği Ba‘lebek şehrini Necmeddin Eyyûb’a iktâ etti. Bu arada Eyyûb’un kardeşi Şîrkûh el-Mansûr da Zenginin büyük emîrleri arasına girdi ve Urfa’nın fethine katıldı (1144). İmâdüddin Zenginin 541 de (1146) Ca’ber önünde şehid edilmesi üzerine devlet oğulları Seyfeddin Gazi ve Nûreddin Mahmud Zengî arasında paylaşıldı. Halep’te Şîrkûh el-Mansûr’un yardımıyla Nûreddin Mahmud Zengî idareyi ele aldı. Bu dönemde Ba‘lebek’te desteksiz kalan Necmeddin Eyyûb Dımaşk Atabegliği’nin (Böriler, Tuğteginliler) hizmetine girerek Dımaşk’ın en büyük emîrlerinden biri oldu. Şîrkûh ise Nûreddin’in ordu kumandanıydı. Her iki kardeş Nûreddin’in devletinin yükselmesine ve Dımaşk’ın onun idaresi altına geçmesine yardım etti. Dımaşk’ın zaptından sonra Eyyûb buranın valisi oldu (549/1154) Şîrkûh’un gücü ise Nûreddin’in kudretine yaklaştı. Bu yıllarda Eyyûb’un oğulları da genç emîrler arasına katıldı. 562 (1167) yılında Dımaşk’a gelen İmâdüddin el-İsfahânî, Eyyûb’un oğlu Selâhaddin’in Nûreddin’in en büyük yardımcılarından ve emîrlerinden olduğunu, Nûreddin’in onu yanından ayırmadığını söyler.

Eyyûbîler’in tarih sahnesindeki önemli rolleri 559-564 (1164-1169) yıllarında yapılan Mısır seferleriyle başladı. Bu sırada Mısır’da vezirlikten uzaklaştırılan Fatımî Veziri Şâver b. Mücîr, Nûreddin Mahmud Zengi’den yardım istemek için Dımaşk’a geldi (558/1163). İki taraf arasında yapılan müzakerelerde Zengî’nin Şâver’e yardım etmesi karşılığında Mısır’da söz sahibi olması kararlaştırıldı. Nûreddin Mahmud Zengî 559 (1164) yılında Şîrkûh’u bir birliğin başında Mısır’a gönderirken yanına yardımcı olarak yeğeni Selâhaddin’i verdi. Bu sefer sırasında Mısır’ın sahip olduğu zenginlikleri gören Şîrkûh buranın kolaylıkla ele geçirilebileceğini düşündü. Şîrkûh üç yıl sonra Mısır’a bir sefer daha yaptı, fakat başarısızlığa uğradı. Haçlılar’ın Mısır’ı işgale teşebbüs etmeleri üzerine 564’te (1168-69) Fatımî Halifesi Âdıd Lidînillâh ve veziri Şâver, Nûreddin Zengî ile Şîrkûh’tan yardım istediler. Büyük çoğunluğu Türkler’den oluşan 7000 civarındaki süvari birliğiyle Mısır’ın yardımına giden Şîrkûh Mısır’da idareyi ele geçirdi ve 17 Rebîülâhir 564 (18 Ocak 1169) tarihinde Fatımî Halifesi Âdıd-Lidînillâh tarafından vezir tayin edildi. İki ay sonra da öldü. Bunun üzerine yeğeni Selâhaddin ordu kumandanları tarafından başkumandan seçildi. Ayrıca Halife Âdıd-Lidînillâh onu amcasının yerine vezir tayin etti. Böylece Selâhaddin, 25 Cemâziyelâhir 564 (26 Mart 1169) tarihinde hem Fatımî veziri hem de Nûreddin Zenginin Mısır ordusu başkumandanı oldu. Ancak tâbi olduğu asıl hükümdar Nûreddin Zengî idi (Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbiler Devleti, s. 33-36).

Aldığı siyasî-idarî tedbirlerle kısa zamanda kabiliyetini gösteren Selâhaddin önce Fatımî ordusunu ve taraftarlarını idareden uzaklaştırdı. 1169 yılı sonlarında Dimyat’ı kuşatan Bizans-Haçlı kuvvetlerini başarısızlığa uğrattı. En büyük yardımcısı Mısır’ın Sünnî halkıyla Nûreddin Zenginin desteği ve kendi ailesi oldu. İki asır devam eden Şiî-Fatımî idaresine rağmen Sünnî kalabilen Mısır halkı Sünnî olan Eyyûbîler’i destekledi. Selâhaddin, Nûreddin Zengînin teşvikiyle 564-566 (1169-1171) yılları arasında Mısır’daki Fatımî rejimini yavaş yavaş etkisiz hale getirmeyi başardı. Daha sonra Fatımî hilâfetini ortadan kaldırıp Mısır’da Abbasîler adına hutbe okuttu (10 Muharrem 567/13 Eylül 1171). Bu arada Kudüs Haçlı Krallığı’na karşı başarılı seferler tertip etti ve Eyle’yi aldı. Daha sonra Nûbe (Kuzey Sudan), Yemen ve Libya’ya seferler düzenledi ve bu ülkeleri Nûreddin Zengî’ nin devletine bağladı (568-569/1173-1174). Bir taraftan da Bizans ve İtalyan şehir devletleriyle ikili anlaşmalar yaparak dış münasebetlerini geliştirdi. Mısır’ın ticarî ve iktisadî durumunu düzeltti. Donanmaya önem verdi. Mısır’da az bulunan demir, kereste, zift gibi stratejik maddeleri temin etmeye çalıştı. Bazı tarihçiler, Nûreddin’in Mısır nâibi sıfatıyla Mısır ve ona bağlı Yemen, Hicaz, Libya ve Nûbe’de hüküm süren Selâhaddin’le aralarının açıldığını iddia ederlerse de bunu ispat etmek güçtür. Çünkü Selâhaddin’in Nûreddin’e danışmadan hiçbir önemli işe girişmediği, Nûreddin’in de Mısır’ın muhafazasının her şeyden önemli olduğunu söylediği bilinmektedir (a.g.e., s. 37-42).

Nûreddin Zengî’nin Dımaşk’ta ölümü üzerine (569/1174) yerine on bir yaşındaki oğlu el-Melikü’s-Sâlih Nûreddin İsmâil geçti. Bunu fırsat bilen Musullular bağımsızlıklarını ilân ederek el-Cezîre’yi istilâ ettiler. Nûreddin’in Dımaşk ve Halep emîrleri İsmail’in atabegliğini ele geçirmek için birbirlerine düştüler. Atabegliği Halep’teki kumandanlardan Sâdeddin Gümüştegin’in alması üzerine telâşa kapılan Nûreddin’in Dımaşk’taki


emirleri Selâhaddin’i Suriye’ye davet ettiler.

Selâhaddin bir yandan Fatımî taraftarlarının komplosu, Sicilya donanmasının İskenderiye’ye saldırması (Temmuz 1174), ardından Yukarı Mısır’da çıkan Kenzüddevle isyanı ile meşgul olurken öte yandan Suriye’deki gelişmeleri takip ediyordu. el-Melikü’s-Sâlih Nûreddin İsmail adına hutbe okutan ve onun atabegliğinin kendi hakkı olduğunu düşünen Selâhaddin, Dımaşk’tan gelen davet üzerine 12 Ekim 1174 tarihinde Mısır’dan Suriye’ye hareket etti. Dımaşk, Balebek, Humus, Hama gibi önemli merkezleri kolaylıkla ele geçirdi. Fakat Musullular’la iş birliği halinde olan Halepliler Selâhaddin ile anlaşmaya yanaşmayıp Frenkler (Haçlılar) ve Haşhaşîler’le iş birliği yaparak onu Suriye’den atmak için savaştılar. Ancak bu savaşlar Selâhaddin’in galibiyetiyle neticelendi. Selâhaddin etrafındaki bazı önemli kaleleri alıp Halep’i kuşattı. Sonunda Abbasî Halifesi Müstazî-Biemrillâh’ın da yardımıyla iki taraf arasında bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmaya göre tarafların o sırada ellerinde bulundurdukları yerlere hâkim olmaları kararlaştırıldı. Antlaşmanın ardından 12 Şevval 570 (6 Mayıs 1175) tarihinde Abbasî halifesinin Mısır, Suriye, el-Cezîre üzerinde Selâhaddin’in hâkimiyetini tanıdığına dair taklidi geldi. Bunun üzerine Selâhaddin bağımsızlığını ilân edip kendi adına hutbe okutmaya başladı. Halepliler ve Musullular Selâhaddin’e tekrar savaş açtılarsa da yenildiler. Mücadele tarafların kesin olarak anlaşmalarıyla sona erdi 15 Zilhicce 571 (25 Haziran 1176) ve Anadolu Selçukluları ile Artuklular’ın da katıldığı bir antlaşma imzalandı. el-Melikü’s-Sâlih Nûreddin İsmail’in elinde ancak Halep ile birkaç kale kaldı.

Daha sonra Haşhaşîler üzerine bir sefer düzenleyip onları İtaat altına alan Selâhaddin Yemen’e önce büyük kardeşi Turan Şah’ı, daha sonra da diğer kardeşi Tuğtegin’i, Hama’ya Takıyyüddin Ömer, Ba‘lebek’e Ferruh Şah. Humus’a Nâsırüddin Muhammed adlı yeğenlerini göndererek buralarda da idareyi eline aldı. Böylece Eyyûbîler’in Hama, Humus. Balebek kolları kurulmuş oldu.

14 Kasım - 9 Aralık 1177 tarihleri arasında Mısır’dan Gazze-Askalân istikametinde bir akın yapan Selâhaddin Franklar’ın baskınına uğrayarak geri çekildi. Bu yenilginin olumsuz sonuçları, ancak 2 Muharrem 575 (9 Haziran 1179) tarihinde kazanılan Merciuyûn zaferi ve 19 Rebîülevvel 575’te (24 Ağustos 1179) Beytülahzân Kalesi’nin fethiyle telâfi edilebildi. Haçlılar’a asıl darbeyi vuracağı sırada Halep-Musul meselesi yeniden alevlendi. 3 Safer 576 (29 Haziran 1180) tarihinde Musul hâkimi II. Seyfeddin Gazi’nin. 25 Receb 577’de (4 Aralık 1181) el-Melikü’s-Sâlih Nûreddin İsmail’in ölmesi üzerine Selâhaddin, bu bölgede kendisine karşı yeni bir ittifakın meydana gelmesine imkân vermemek ve el-Melikü’s-Sâlih’in mirasını Musullular’a kaptırmamak için Mısır’dan Suriye’ye dönüp I. Şark Seferi’ne çıktı (578/1182). Bu sefer esnasında el-Cezire bölgesini ve Sincar’ı, 4 Muharrem 579’da (29 Nisan 1183) Âmid’i (Diyarbakır), ardından 17 Safer 579’da (11 Haziran 1183) Halep’i aldı. Halep’in zaptı Selâhaddin’in gücünü daha da arttırdı. Bu olaydan sonra Kudüs Haçlı Krallığı üzerine başarılı seferler düzenledi. 581-582 (1185-1186) yıllarında çıktığı II. Şark Seferi’nde Meyyâfârikîn ve Şehrizor yöresini aldı. Musul’u kendi idaresine bağladı. Ahlat’ın durumu üzerinde Azerbaycan Atabeği Pehlivan ile anlaştı. Selâhaddin böylece Nûreddin Zenginin devletini daha kuvvetli ve geniş bir şekilde idaresi altında toplamış oluyordu.

Selâhaddin, Bizans ile iyi ilişkiler İçinde olduğu 582 (1186) yılında Kerek-Şevbek Prinkepsi Renaud de Chatillon Mısır’dan Şam’a gelen bir kervanı vurdu. Bunun aralarındaki anlaşmaya aykırı olduğunu söyleyip tazminat isteyen Selâhaddin olumlu cevap alamayınca Kudüs Haçlı Krallığı topraklarına bir sefer yapmaya karar verdi. 24-25 Rebîülâhir 583 (3-4 Temmuz 1187) günleri cereyan eden Hıttîn Savaşı’nda Haçlılar’ı büyük bir yenilgiye uğrattı. Bir yıldan kısa bir zaman içinde Sûr dışındaki bütün Kudüs Haçlı Krallığı topraklarını ele geçirdi. Antakya Prinkepsliği topraklarının çoğunu ve Trablus Kontluğu topraklarının bir kısmını zaptetti (Şeşen, TTK Belleten, LIV/209 (1990). s. 427-434). Hıttîn zaferi, Kudüs’ün fethi, Haçlılar’ın ellerindeki toprakların büyük kısmının geri alınması Avrupa’da büyük bir tepkiye sebep oldu. Avrupa Katolik dünyası ayaklandı. Bütün Avrupa hükümdarları yeni bir Haçlı seferine katılmaya karar verdiler. Bunlar arasında, Avrupa’nın en büyük üç hükümdarı Almanya İmparatoru Friedrich Barbarossa, Fransa Kralı Philippe Auguste, İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard da vardı. İslâm dünyasının Selâhaddin’i yalnız bırakmasına rağmen Selâhaddin bu muazzam güce karşı direndi. Onun Sûr-Yafa arasındaki sahil şeridini Haçlılar’a bırakmasına karşılık Haçlılar Kudüs’ü ve fethedilen diğer toprakları Selâhaddin’e bırakmaya razı oldular. 21 Şâban 588’de (1 Eylül 1192) üç yıl sekiz ay süreli, karada ve denizde geçerli bir antlaşma imzalandı. Ancak Haçlılar daha sonra Eyyûbîler arasındaki anlaşmazlıklardan faydalanarak kaybettikleri toprakların bir kısmını geri aldılar.

Barışın ardından ülkesinin savunma tedbirlerini almakla meşgul olan ve daha sonra devlet yönetimini yeniden düzenlemek isteyen Selâhaddin 27 Safer 589 (4 Mart 1193) tarihinde Dımaşk’ta vefat etti. Bu sırada devletin sınırları Trablusgarp’tan Hemedan ve Ahlat’a, Yemen’den Malatya’ya kadar uzanıyordu. Büyük merkezlerden Dımaşk’ta ve-liahtı ve büyük oğlu el-Melikü’l-Efdal Ali. Kahire’de ikinci oğlu el-Melikü’l-Azîz Osman, Halep’te üçüncü oğlu el-Melikü’z-Zâhir Gâzî, Yemen’de kardeşi Tuğtegin, Ürdün ve el-Cezîre’de kardeşi I. el-Me-likü’l-Âdil, Hama’da Takıyyüddin Ömer’in oğlu el-Melikü’l-Mansûr, Humus’ta II. Şîrkûh, Ba’lebek’te Ferruh Şah’ın oğlu Behram Şah, Erbil’de Muzafferüddin Kökböri, Trablusgarp’ta Şerefeddin Karakuş idareye hâkimdi. Birçok şehirde ikinci derecede emîrler vardı ve Selâhaddin’i büyük sultan olarak tanıyorlardı. Kendisine tâbi olan bu hükümdarlar arasında en güçlüsü kardeşi el-Melikü’l-Âdil idi.

Selâhaddin’in sağlığında veliaht tayin ettiği büyük oğlu el-Melikü’l-Efdal Dımaşk’ta büyük sultan oldu. Efdal yumuşak huylu olduğu için emîrler ve halk tarafından seviliyordu. Buna karşılık devlet tecrübesi az, zayıf karakterli, bazan kendini içkiye ve eğlenceye kaptıran bir kişiliğe sahipti. Etrafındaki insanların,


bilhassa veziri Ziyâeddin İbnü’l-Esîrin etkisi altında bulunuyordu. Bu sebeple Selâhaddin’in çevresindeki önemli kişileri darılttı. Bunların bir kısmı Mısır’a el-Melikü’l-Azîz’in, bir kısmı Halep’e el-Me-likü’z-Zâhir’in yanına gitti. Bu devlet adamlarının ve el-Melikü’l-Âdil’in kışkırtması sonucunda Azîz, Efdal’in elinden Dımaşk’ı almaya karar verdi ve onu Dımaşk’ta kuşattı. Efdal amcası el-Me-likü’l-Âdil’in hakemliğine başvurdu. Âdil iki defa Efdal’i kurtardı. Bundan sonra Azîz ile Âdil anlaşıp 1196 yılında Dımaşk’ı el-Melikü’l-Efdal’in elinden aldılar, el-Melikü’l-Azîz büyük sultan ilân edildi (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XII, 121-123, 140-145, 148-150, 155-156, 160-163, 482-483; Sıbt İbnü’l-Cevzî, VIII/2, s. 654-656).

el-Melikü’l-Azîz’in Kasım 1198’de ölümü üzerine el-Melikü’l-Efdal bir ara Mısır’a hâkim olduysa da bu durum uzun sürmedi. el-Melikü’l-Âdil yeğenleri arasındaki ittifakı bozarak ordunun kendisini desteklemesini sağladı. 26 Ocak 1200’de Kahire’ye girip Azîz’in oğlu el-Melikü’l-Mansûr’un atabegi oldu. Çok geçmeden de kendisini büyük sultan ilân etti. 1201 yılında Selâhaddin’in oğulları birleşip Âdilin elinden Dımaşk ve Mısır’ı almaya kalkıştılarsa da başarılı olamadılar. İki taraf arasında yapılan antlaşma Âdil’in büyük sultan olarak kalması, Dımaşk’ın Âdil’in ikinci oğlu el-Melikü’l-Muazzam’ın, Mısır’ın büyük oğlu el-Me-likü’l-Kâmil’in olması, el-Melikü’l-Efdal’e Samsat, Serüc, Kal’atü Necin ve Re’sül‘ayn’ın verilmesi kararlaştırıldı. Âdil’in üçüncü oğlu el-Melikü’l-Eşref Musa’ya ise el-Cezîre bölgesi verildi. Böylece bütün Eyyûbîler el-Melikü’l-Âdil’in sultanlığını kabul ettiler. Âdil devletin önemli bölgelerini oğulları vasıtasıyla kontrolü altına aldı. Sadece Halep bu kontrolden uzaktı. 1202 yılında Mardin Artukluları da onun hâkimiyetini kabul ettiler.

Ağabeyi Selâhaddin devrinde ikinci adam olan el-Melikü’l-Âdil’in geniş devlet tecrübesi vardı. Haçlılar’la yapılan uzun savaşlar onu Haçlılar’a karşı ılımlı bir politika takip etmenin devletin menfaatleri bakımından daha iyi olacağı kanaatine ulaştırmıştı. Bu sebeple cihad davası Âdil zamanında tavsadı. Devletin maliyesine büyük önem veren, hazineyi daima dolu tutan el-Melikü’l-Âdil Haçlılar’la ticari münasebetler de kurdu.

Eyyûbîler Âdil’in zamanında Ahlat, Erciş ve Van’ı da alarak Ahlatşahlar’a son verdiler ve Gürcüler’e komşu oldular. Bu dönemde Eyyûbî ailesi içinde bazı kopmalar oldu. 1205 yılı başında el-Meli-kü’l-Efdal Eyyûbîler’den ayrılarak Anadolu Selçuklu ları” na bağlandı. el-Melikü’l-Âdil’in Habur ve Nusaybin’i ele geçirip Sincar’ı kuşatması üzerine (1209) Kökböri, Musul sahibi Arslanşah (Nûreddin Zengî), Halep sahibi el-Melikü’z-Zâhir Gâzî ve Anadolu Selçuklu Sultanı I. Gıyâseddin Keyhusrev arasında bir ittifak yapıldı.

el-Melikü’l-Âdil Kuzey Afrika ile ilgilenmedi. Onun zamanında 1212’de Şerefeddin Karakuş, Fizan’da Veddan vahasında Yahya el-Mayorkî ve Zübâbîler tarafından öldürüldü. Böylece Eyyûbî-ler’in Mısır’ın batısındaki varlıkları sona erdi. Yemen’de 1197 yılında ölümüne kadar Tuğtegin idarenin başında kaldı. Yerine geçen oğlu Muiz İsmail kendisinin Emevî sülâlesinden geldiğini iddia edip halifeliğini ilân etti. Ancak etrafındaki Memlükler onu öldürerek yerine Sungur adlı birini tayin ettiler. Bir müddet sonra Sungur’un yerine Süleyman Şah adlı bir kişi geçti. Nihayet el-Meli-kü’l-Âdil’in oğlu Mısır Hükümdarı el-Me-likü’l-Kâmil 1215 yılında oğlu Atsız’ı Yemen’e göndererek bu bölgeyi kontrol altına aldı.

Selâhaddin döneminde Haçlılar’la yapılan antlaşma genellikle onun ölümünden sonraki karışıklık devrinde de devam etti. Gerek Âdil gerekse Akkâ Kralı Henri de Champagne barıştan yana idiler. Ancak Alman İmparatoru VI. Henri’nin Haçlı seferine karar vermesi iki taraf arasındaki düşmanlığı yeniden canlandırdı. 1197 yılı yazında bazı Alman Haçlı grupları komşu müslüman topraklarına saldırdılar. Bunun üzerine iki taraf arasında çarpışmalar oldu. Âdil de bundan faydalanarak Yafa’yı ele geçirdi.

1203’te IV. Haçlı Seferi’nin öncülerinden Felemenkler ve Fransızlar Akkâ’ya gelerek II. Amaury’yi müslümanlara karşı bir sefere ikna etmeye çatıştılar. Onun bu teklifi kabul etmemesi üzerine Trablus kontluğuna gelerek Humus, Hama beylikleri topraklarına akınlar yaptılar. Avrupa’da IV. Haçlı Seferi ile ilgili hazırlıkları takip eden Âdil Venedikliler’le anlaşarak 1204 yılında yapılan IV. Haçlı Seferi’ni İstanbul üzerine yöneltmeye çalıştı ve bunda da başarılı olarak ülkesini büyük bir gaileden kurtardı. Bu sırada Doğu’ya gelen bazı Haçlı gruplarının kışkırtmasıyla Kral II. Amaury karada ve denizde müslümanlarla mücadele etti. Âdil ise IV. Haçlı Seferi’nin Filistin’e uzanmasını ve başına yeni bir gaile açmasını önlemek için tâvizkâr davrandı. Böylece Haçlılar Merkab’dan Yafa’ya kadar Akdeniz sahil şeridine yeniden hâkim oldular.

el-Melikü’l-Âdil 1207 yılında Trablus kontluğunu yola getirerek antlaşmaya mecbur etti. Ayrıca Akkâ’daki Haçlılar’ın hareketlerini kontrol etmek için bu şehrin kurulduğu ovaya hâkim Tûr dağı üzerinde müstahkem bir kale yaptırdı. 1217’de Avusturya Dükü VI. Leopold ile Macar Kralı Andria’nın emrindeki Haçlı ordusu Kıbrıs’taki Haçlılar’ın ve Akkâ Kralı Jean de Brienne’nin yardımıyla kuvvetlenerek Tûr Kalesi üzerine yöneldiler. Âdil müdafaa durumunda kalmakla yetindi. Ertesi yıl Doğu’ya gelen V. Haçlı Seferi kuvvetleri Kıbrıs ve Akkâ’da toplandılar. Hedef donanmadan da faydalanarak Mısır’ı ele geçirmekti. Haçlılar 27 Mayıs 1218 tarihinde Akkâ’dan Dimyat’a hareket ettiler. Bu sırada el-Melikü’l-Âdil öldü. Yerine büyük oğlu ve Mısır hâkimi el-Melikü’l-Kâmil geçti. Bazı emirlerin o esnada cephede bulunan Kâmil’e karşı çıkmalarından faydalanan Haçlılar Dimyatı ele geçirdiler. Fakat Kâmil, kardeşleri el-Melikü’l-Muazzam Îsâ ve el-Me-likü’l-Eşref Mûsâ ile iş birliği yaparak güçlükleri yenmeyi başardı. Bir ara çok zor durumda kalan Kâmil, Kerek-Şevbek Beyliği dışındaki bütün eski Kudüs Krallığı topraklarını vermeyi, bunun karşılığında da Haçlılar’ın Dimyatı boşaltmasını teklif etmiş, fakat Haçlılar bu teklifi reddetmişlerdi. Ancak el-Melikü’l-Muazzam ile el-Melikü’l-Eşref onun yardımına gelince Haçlılar çok zor durumda kaldılar, Dimyatı ve işgal ettikleri yerleri boşaltmaya razı olarak barış istediler. Tekliflerinin kabul edilmesi üzerine de 29 Ağustos 1221 tarihinde Dimyatı boşalttılar.

Tecrübeli bir hükümdar olan el-Meli-kü’l-Kâmil babasının yürüttüğü siyasetin doğru olduğu kanaatindeydi. Onun gibi maliyeyi güçlendirmeye ve Haçlılar’la dostça ilişkiler kurmaya önem verdi. Babasının ölümü V. Haçlı Seferi zamanına rastladığı için bu kritik günlerde kardeşleri kolaylıkla onu büyük sultan olarak tanıdılar. Kendisine karşı muhalefet olmadığı gibi kardeşleri el-Melikü’l-Muazzam ile el-Melikü’l-Eşref bütün güçleriyle ona yardım ettiler. Muazzam Dımaşk ve etrafının sultanıydı. el-Cezîre-Ahlatta hükümdar olan Eşref başarılı bir siyaset takip ederek burada Eyyübîler’i güçlendirmiş, Musullular’ın, Anadolu Selçukluları’nın ve Gürcüler’in bölge


üzerindeki emellerinin önüne set çekmiş, V. Haçlı Seferi’nin kritik günlerinde bölgeyi kardeşlerine bırakarak Mısır’ın yardımına koşmuştu. Ancak Haçlılar’ın yenilmesinden kısa bir müddet sonra kardeşler arasındaki bu ahenk bozuldu. Kâmil, Alman İmparatoru II. Friedrich ile yapılan uzun müzakerelerden sonra Kudüs’ün Haçlılar’a bırakılması, etrafındaki arazinin müslümanlarda kalması, iki tarafın mukaddes yerlerinin kendi yönetimlerine terkedilmesi ve Frenklerin Kudüs’ü tahkim etmeyip sadece sivil maksatlarla kullanmaları şartlarıyla bir antlaşma yaptı (24 Şubat 1229).

Bu arada Filistin’de Salt ve Aclûn kaleleri inşa edilerek yağmacı Arap kabileleri kontrol altına alındı. Yemen’e hâkim olan el-Melikü’l-Kâmil’in oğlu Atsız Hicaz’ı da denetim altında tutuyordu. 1229’da Atsız Ölünce yerine naibi sıfatıyla Nûreddin Ömer b. Ali b. Resul et-Türkmânî ülkenin idaresini ele aldı. Nûreddin Ömer önceleri Kâmil’e tâbi idi. Fakat Hicaz’ı da kontrol altına almaya çalışması Kâmil ile arasının açılmasına sebep oldu. 1232 yılından sonra Yemen Nûreddin Ömer tarafından müstakil olarak idare edilmeye başlandı ve böylece Yemen’in merkezle ilişkisi kesildi. Resûlîler’in Yemen’i idaresi 1454’e kadar devam etmiştir (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XII, 413).

Daha sonra el-Melikü’l-Kâmil, el-Cezîre bölgesinin yönetimini kardeşi el-Me-likü’l-Eşref Musa’ya bıraktı. 1230 yılında Celâleddin Hârizmşah Ahlat’ı Eşrefin elinden aldı. Bunun üzerine Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad ile Eşref, Celâleddin Hârizmşah’a karşı birleştiler ve 8-10 Ağustos 1230 tarihleri arasında yapılan Yassıçimen Savaşı’nda onu yendiler.

el-Melikü’l-Kâmil 630 (1232) yılında Güneydoğu Anadolu’da idarî düzenlemelere girişti. Önce Âmid’i, daha sonra Hısnıkeyfâ’yı zaptederek Artuklular’ın Hısnıkeyfâ koluna son verdi. Artuklu beylerinin Anadolu Selçuklulan’nı yardıma çağırması üzerine I. Alâeddin Keykubad Güneydoğu Anadolu bölgesine girdi, el-Cezîre’yi yağmaladı. Urfa, Harran, Rakka şehirlerini muhasara etti. Ardından Ahlat’ı kuşatmaya başladı. Bunu duyan Kâmil 6 Mayıs 1234 tarihinde Kahire’den Güneydoğu Anadolu bölgesine hareket etti. Bölgenin tabii müdafaa imkânlarını iyi değerlendiren Keykubad, Kâmil’in Toroslar’ın uzantılarının kuzeyine ilerlemesini önledi. Ayrıca güçlenmesinden endişe ettikleri için diğer Eyyübî melikleri de Kâmil’e yardım etmediler, bu yüzden Kâmil başarı sağlayamadan Mısır’a döndü. Anadolu Selçukluları Harput ve Ahlat’ı aldılar.

Bu sırada Moğollar Güneydoğu Anadolu’yu tehdit etmeye başlamışlardı. Anadolu Selçuklu Sultanı Keykubad ölmüş, yerine oğlu II. Gıyâseddin Keyhusrev geçmişti. II. Gıyâseddin Keyhusrev’in Hârizmli beylerle arası açılınca Hârizmliler Anadolu Selçuklularından ayrılarak Kâmil’in oğlu ve Hısnıkeyfâ sahibi el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb’un hizmetine girdiler. Bu olay Kâmil’in Güneydoğu Anadolu’daki gücünü arttırdı. Diğer taraftan Dımaşk sahibi el-Melikü’l-Eşref Mûsâ’nın ölümü (27 Ağustos 1237) Eyyûbîler arasında yeni karışıklıklara sebep oldu.

el-Melikü’l-Kâmil 23 Receb 635’te (11 Mart 1238) Dımaşk’ta ölünce yerine veliahdı ve küçük oğlu el-Melikü’l-Âdil geçti. II. Âdil’in sultanlığı bütün Eyyûbîler tarafından tanınmadı. Kâmİl’in ölümünü bir karışıklık devri takip etti. Mısır’daki emîrlerin II. Âdil’i tutuklamaları üzerine el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb 17 Mayıs 1240 tarihinde Mısırda tahta çıktı. II. Âdil ise 644 (1246) yılına kadar tutuklu kaldıktan sonra boğularak öldürüldü. Bu olay, Eyyûbîler devrinde taht kavgaları sırasında işlenen tek siyasî cinayettir.

el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb devrinde merkezî idarenin beylikler üzerindeki otoritesi iyice zayıfladı. Halep gibi bazı beyliklerin merkezle ilgisi kalmadı. 1243 yılına kadar Kerek ve Dımaşk dahil doğuda sultanın hükmü geçmiyordu. Sadece el-Cezîre, Âmid ve Hama’da onun adına hutbe okunuyordu. Âmid ve Siverek 1240’ta Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyâseddin Keyhusrev tarafından ele geçirildi. Kösedağ Savaşı’na kadar (1243) Halep, Humus ve Dımaşk daha çok Anadolu Selçuklularına tâbi kaldı.

Necmeddin Eyyûb ile Kerek sahibi el-Melikü’n-Nâsır Dâvud ve Dımaşk sahibi İmâdüddin İsmail’in araları iyi değildi. İmâdüddin İsmail Haçlılar’ın desteğini sağlamak için onlara Sayda, Taberiye, Safed, Kevkeb, Kudüs ve Askalân’ı vermişti. 16 Cemâziyelevvel 642 (20 Ekim 1244) tarihinde Gazze yakınında meydana gelen savaşta el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Hârizmliler’in desteğiyle İmâdüddin İsmail ile müttefiklerini ağır bir yenilgiye uğrattı ve Kudüs’ü geri aldı. Aynı yıl Moğollar Suriye ve el-Cezîre’deki Eyyûbî beyliklerine vergi koydular. el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin 645’te (1247) Dımaşk, Kudüs gibi önemli merkezlerin idaresini yeniden düzenledi. Taberiye ve Askalân şehirlerini Haçlılar’dan geri aldı.

1248 yılı başlarında Avrupa’da VII. Haçlı Seferi düzenlendi. Bu Haçlı seferinin lideri IX. Saint Louis, Ağustos 1248’de Fransa’dan doğuya hareket etti ve 8 Haziran 1249’da Dimyat’ı ele geçirdi. Fakat Eyyûbîler arasındaki dayanışma ve Mısır halkının desteğiyle el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Haçlılar’la mücadeleye devam etti.

el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb’un 23 Kasım 1249’da vefatı üzerine karısı Şecerüddür idareyi ele alarak kocasının ölümünü gizledi ve bu sırada Hısnıkeyfâ’da bulunan büyük oğlu el-Melikü’l-Muazzam Turan Şah’ı Mansûre’ye çağırdı. Turan Şah 1 Şubat 1250 tarihinde Mansûre ordugahına gelerek sultan oldu. Müslümanlar mart başlarından 7 Nisan 1250 tarihine kadar devam eden savaşlarda Haçlıları kesin yenilgiye uğrattılar. Kral IX. Saint Louis maiyetiyle birlikte esir alınıp Mansûre ordugâhına getirildi. İki taraf arasında yapılan müzakerelerden sonra Haçlılar’ın Dimyatı iade etmeleri ve ağır bir vergi ödemeleri şartıyla kral ve maiyetinin serbest bırakılması kararlaştırıldı. 7 Mayıs 1250’de Dimyat müslümanlara teslim edildi. 7 Nisan 1250’de kazanılan bu zaferden sonra Sultan Turan Şah eğlence ile vakit geçirmeye başladı. Bunun üzerine muhalifler Baybars el-Bundukdârînin etrafında toplanarak 30 Nisan 1250 tarihinde sultanı öldürdüler. Onun öldürülmesiyle Mısır’da Eyyûbîler devri sona erdi.

Turan Şah’tan sonra Şecerüddürr’ ün sultan olması ve Memlükler’den İzzeddin Aybek Türkmânî’nin ordu kumandanlığına getirilmesi kararlaştırıldı. Şecerüddür seksen gün sonra Aybek ile evlenip onun lehine saltanattan feragat etti. Böylece 3 Temmuz 1250 tarihinde Mısır’da Memlükler devri resmen başlamış oldu. Ancak durum Dımaşk ve Halep’te iyi karşılanmadı. Dımaşk-Hama-Humus- Kerek Eyyûbîleri Halep Eyyûbî Sultanı el-Melikü’n-Nâsır Selâhaddin Yûsuf’un etrafında birleştiler. Selâhaddin Yûsuf ordusuyla 30 Ocak 1251’de Kahire önlerine geldi. Burada iki taraf arasında yapılan savaşta Eyyûbîler yenildiler. Aktay kumandasındaki Memlûk kuvvetleri Şeria nehrine kadar Filistin’i geri aldılar. Nihayet Abbasî halifesinin aracılığı ile taraflar arasında anlaşma sağlandı.


Bu anlaşmaya göre Şeria ve Nablus’a kadar olan topraklar Memlükler’in, Şeria’nın ve Nablus’un kuzeyinde ve doğusunda bulunan topraklar da Eyyûbîler’in idaresinde kalacaktı.

Bundan sonra Aybek ile Bahriyye Memlükleri’nin arası açıldı. Memlükler Kerek’e ve Dımaşk’a giderek Eyyûbîler’in hizmetine girdiler. 655 (1257) yılında Aybek ile Şecerüddürr’ün öldürülmeleri üzerine Memlûk tahtına Aybek’in oğlu el-Melikü’l-Mansûr Nûreddin Ali geçti. Kutuz da onun naibi oldu. Bunun üzerine Mısır’dan ayrılmış olan Memlükler geri döndüler. Bu arada Hülâgû 1258 yılında Bağdat’ı işgal ettikten sonra ertesi yıl da Meyyâfârikîn’i ve el-Cezîre bölgesini ele geçirmişti. 1260 yılı başlarında da Halep’i zaptetti. Kumandanlarından Ketboğa Noyan Mart 1260’ta Dımaşk’ı teslim aldı. Hülâgû daha sonra Mısır’ı tehdit etmeye başladı. Bu sırada Memlûk sultanı olan Kutuz Moğollar’la savaşmaya karar verdi. Memlükler’le Moğollar arasında 3 Eylül 1260’ta Aynicâlût-ta, 6 Eylül 1260’ta Beysan yakınlarında yapılan iki savaş Memlükler’in kesin zaferiyle sonuçlandı. Bunun üzerine Moğollar Fırat’ın doğusuna çekildiler (Sıbt İbnül-Cevzî, VIII/2, s. 779-781; Makrîzî, Kitâbü’s-Sülûk, I/1, s. 366-378, 380-434). Moğollar’ın yenildiğini öğrenen Hülâgû, yanında bulunan Halep Sultanı el-Melikü’n-Nâsır Selâhaddin Yûsuf’u öldürttü (1260). Böylece Eyyûbîler’in Halep kolu da sona erdi. Hısnıkeyfâ dışındaki el-Cezîre Eyyûbîleri de daha önce Hülâgû tarafından ortadan kaldırılmıştı. Aynicâlût Savaşı’ndan sonra sultan olan Baybars 661 (1263) yılında Kerek ve Humus’taki Eyyûbî hâkimiyetine son verdi. Eyyübîler’in elinde sadece Hama ve Hısnıkeyfâ beylikleri kaldı. Hama Eyyûbîleri bazı aralıklarla 1342 yılına kadar devam etti. Tarihçi Ebü’l-Fidâ bu beyliğin son bağımsız hükümdarıdır. Moğollar ve Timurlular devrinde de varlığını devam ettiren Hısnıkeyfâ kolu ise 1462’de Akkoyunlular’dan Uzun Hasan tarafından ortadan kaldırıldı. Bu ailenin mahallî beylerinden bazıları Osmanlılar devrine yetişmiştir.

Eyyûbî hükümdarları arasında sadece Selâhaddin’e karşı isyan olmamış, bütün Eyyûbîler onu desteklemişlerdir. Bunda onun cihad fikrini daima canlı tutması, hanedanın kurucusu olması, ayrıca örnek şahsiyeti ve cömertliğinin büyük rolü olmuştur. Selâhaddin’den sonra hiçbir kimse üzerinde böyle bir ittifak sağlanamamıştır. Bazı Eyyûbî melikleri I. el-Melikü’l-Âdil’e isyan ederek ona karşı Anadolu Selçuklularıyla iş birliği yapmışlardır. Âdil’den sonra Eyyûbîler arasındaki ittifak ve iş birliği daha da azalmıştır. Son Eyyûbî sultanı el-Melîkü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb da Eyyûbîler’in tamamı tarafından büyük sultan tanınmamıştır.

2- MEDENİYET TARİHİ

a- İdarî ve Siyasî Teşkilât. Eyyûbî Devleti merkeze bağlı vilâyetlerden, eyaletlerden, emirliklerden ve tâbi hükümdarlıklardan meydana gelen bir sultanlıktı. Devlet şeriat hükümleri, “el-ahkâmü’s-suLtâniyye” denilen devlet adamlarının idarî kararlan, örf ve âdetlerden meydana gelen bir hukuk sistemiyle yönetiliyordu. Devlet teşkilâtının başında büyük sultan, hanedana mensup melikler, emîrler (beyler) ve vezirler vardı. Devlet müesseseleri Zengî Devleti ile Fatımî Devleti’nden miras alınan kurumların karışımından meydana geliyordu. Selâhaddîn-i Eyyûbî, Zengîler ve Fâtımîler’den devraldığı müesseselerde bazı düzenlemeler yapmıştır. Onun tarafından meydana getirilen bu sistem ana hatlarıyla Memlükler Devleti’nin sonuna kadar devam etmiştir. Devletin çeşitli bölgeleri arasındaki idarî ve kültürel farklılıklar, daha önceki iki devletin idarî yapılarındaki farklılıktan ileri geliyordu. Mısır’da İsmâiliyye mezhebine ait müesseseler kaldırılarak yerlerine Sünnî müesseseler konmuş, askerî teşkilât Zengî Devleti’nin askerî teşkilâtına uydurulmuştur. Nûreddin Mahmud Zengî zamanında Halep ve Dımaşk devletin merkezleri iken Selâhaddin devrinde Halepin yerini Kahire almış, ayrıca Dımaşk ve Kahire devletin merkezleri haline gelmiş, el-Melikü’l-Kâmil devrinden itibaren de devlet merkezi Kahire olmuştur.

Eyyûbîler ülkenin tamamında iktâ (tirnar) sistemini yaygınlaştırmışlardı. Tâbi hükümdarlıklarla emirliklerin büyük kısmı Nûreddin Mahmud Zengî devrindeki ailelerin elindeydi. Selâhaddin Halep, Ba‘lebek, Hama, Humus, Yemen emirliklerini kurdu; el-Melikü’l-Âdil zamanında Hısnıkeyfâ, Meyyâfârikîn ve Kerek emirlikleri meydana getirildi. Emîrler sultanın çıkardığı bir menşurla tayin ediliyordu. Menşurdaki şartlara uydukları sürece sultan onlara dokunamazdı. Sultanın veya emîrin ölümü halinde menşur yenilenirdi. Emîrlerin hâkim oldukları topraklar babadan oğula miras kalırdı. Bunlar iç ve dış işlerinde devlete bağlı idiler. Tâbi hükümdarların bağlılığı ise sadece dış işlerinde söz konusuydu. Devlete karşı düşmanca tavır almadıkları ve aradaki anlaşmaya sadık kaldıkları sürece sultan onların haklarına riayet etmek zorundaydı. Hutbede ve parada sultanın adı geçerdi. Tâbi hükümdarın ülkesinde ise hutbe ve parada sultanın adından sonra tâbi hükümdarın adı da zikredilirdi. Devlete doğrudan bağlı emîrler ise bu hakka sahip değillerdi. Merkezdeki idarî teşkilâtın aynısı tâbi hükümdarlıklarda ve emirliklerde de vardı.

Eyyûbîler, sarı zemin üzerinde kırmızı kartal arması taşıyan bayrağı Zengîler’den almışlardı. Eyyûbîler melez bir aile olmakla beraber devlet her yönüyle bir Türk devletiydi. Bu hususa Selâhaddin’e yazılan iki kasidede açık olarak işaret edilmiştir. Bunlardan biri, Halep’in fethi dolayısıyla yazılan, “Arap milleti Türkler’in devletiyle yüceldi. Ehl-i salibin davası Eyyûb’un oğlu tarafından perişan edildi” beytiyle başlayan kaside (İbn Senâülmülk, s. 9-10, Ebû Şâme, II, 43; İbn Vâsıl, Müferricü’l-kürûb, II, 145), diğeri ise Akkâ’nın fethi münasebetiyle yazılan ve, “Allah’a hamdolsun ki Haçlı devleti zelil oldu. Türkler’le İslâm dini yüceldi” beytiyle başlayan kasidedir (Kütübî, FeVâ-tÜL-Vefeyât, I, 410-411).

Bu dönemdeki diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Eyyûbîler’de de devlet hanedanın ortak mülkü sayılıyordu. Hanedan mensubu emîrler melik unvanı alıyor, protokolde tâbi hükümdarlarla aynı seviyede tutuluyordu. Devlet ana karakteriyle askerî bir devletti. Hanedan mensuplarından sonra en yüksek idarî yetkiye askerler arasından yetişen emirler sahipti. Bir kimsenin emîr olabilmesi için askerî nitelikler yanında yüksek idarecilik vasıflarına da sahip olması gerekirdi. Sultanın nâibleri, valiler, kale kumandanları emîrler arasından tayin edilirdi; emirlik bir anlamda hükümdarlığın uzantısı demekti. Bundan dolayı emîrlerin çoğu Türkler’den seçiliyordu.

İdareci ve askerî sınıfı Araplar’dan, İranlılar’dan, hıristiyan ve yahudilerden teşekkül eden kâtipler sınıfı takip ediyordu. Bürokrasi ve maliye bunların elindeydi. Bunlardan sonra ulemâ sınıfı geliyordu. Ulemâ sınıfı devletin siyasetinde ve kamuoyunun oluşmasında söz sahibiydi. Daha sonra tüccar ve serbest meslek erbabı ile büyük arazi sahipleri geliyor, en alt tabakayı ise küçük çiftçiler, çobanlıkla geçinenler, ücretliler ve


ortakçılık yapanlar teşkil ediyordu (Şeşen, Salâhaddîn Eyyübî ve Devlet, s. 203-206).

Devletin başında bulunan sultanın parada ve hutbede adı geçtiği gibi sarayının kapısı önünde günde beş defa nevbet çalınırdı. Sultanın çıkardığı emirler kanun hükmündeydi. Ancak yetkileri şeriatla ve idarî geleneklerle sınırlıydı. Sultan savaşlarda başkumandanlık yapar, dârüladlde haftada iki defa şikâyetleri dinlerdi. Önemli kararları ulemâdan fetva alarak ve istişare meclisine danışarak alırdı. Otağı ve çizmesi kırmızıydı, el-Melikü’l-Âdil devrinden itibaren sultanın alayının önünde gāşiye taşınmaya başlanmıştır. Sultanın dışında ülkenin çeşitli bölgelerinde hanedan üyelerinin büyüklerinden ve önemli emirlerden meydana gelen ikinci derecede hükümdarlar vardı. Bu sebeple bazı kaynaklarda devletin başındaki sultana “büyük sultan” denilmektedir.

Sultan başşehirde kaldığı zaman sarayında otururdu. Selâhaddin Kahire’de inşa ettirdiği Kal’atülcebel’in içerisine sultan için saraylar yaptırmaya başlamış, bu binalar I. el-Melikü’l-Adil devrinde oğlu Kâmil tarafından tamamlanmıştır. Eyyûbî sarayı, Osmanlılar’ın sonuna kadar Mısır’da sultanların ve valilerin ikametgâhı olarak kullanılmıştır.

Saraydaki görevlilerin en önemlileri üstâdüddâr, hâcib, silâhdar, mîrâhur, devâdâr, taştdâr ve çavuştur. Sultanın idaredeki en büyük yardımcısı veziriydi. Vezirler genellikle bürokratlardan tayin edilirdi. Vezirliğin alâmetleri arasında divit, hokka ve sarık bulunurdu. Sultandan başka ikinci derecede hükümdarların da vezirleri vardı.

Devletin yazışmaları Dîvân-ı İnşâ tarafından yapılırdı. Sultanın fermanları, menşurları, mektupları bu divandan çıkardı. Divanın başkanları üslûbu güzel olan edip kişilerden seçilirdi. Bunlar arasında Kādî el-Fâzıl, Ziyâeddin İbnü’l-Esîr gibi büyük edipler vardı. Dîvân-ı İnşâ’dan çıkan evrak önemine göre çeşitli ebatta kâğıtlara yazılır ve sultanın tuğrasını taşırdı. Devletin istihbarat ve posta işleri de Dîvân-ı İnşâ’ya bağlıydı, dolayısıyla vezir bundan da sorumluydu. Eyyûbiler’de kuvvetli bir haberleşme ve posta teşkilâtı mevcuttu.

Sivil idaredeki önemli görevlilerden biri de sultanın hazinedarıdır. Hazinedar has hazine ile ilgilenirdi. Buradan sultan tarafından dağıtılan bahşişler, hil‘atler, hediyeler ve saray masrafları karşılanırdı.

Kale kumandanlığı yapan valiler bu devirdeki önemli görevliler arasında yer alıyordu. Bunlar askerlerden tayin edilirdi. Reisler de bu dönemdeki önemli memurlardandır. Her cemaatin ve her meslek erbabının bir reisi vardı. Bu reislerin en önemlileri, seyyidlerin ve şeriflerin reisi olan nakîbüleşraf ile reîsületıbbâ idi. Bazı şehirlerin başında halkın işleriyle uğraşan yerli bir reis bulunurdu. Bu reis vali ve belediye başkanı durumundaydı. Selâhaddin devrindeki Halep ve Sincar reisleri bunlar arasındadır. Yahudi ve hıristiyanların da reis denilen cemaat başkanları mevcuttu.

Şahneler ve muhtesibler de önemli devlet görevlilerindendi. Şahne emirler arasından, hemen hemen bugünkü belediye reisi görevini yapan muhtesib ise sivillerden tayin edilirdi. Selâhaddin devrinde bu görevde bulunan Abdurrahman b. Nasr eş-Şeyzerî Nihâyetü’r-rütbe fî talebi’l-hisbe adında değerli bir eser yazmıştır. Şahne daha çok valinin ve garnizon kumandanının görevini yapardı. Bu dönemdeki önemli idarî memurluklardan biri de elçilikti. Elçiler genellikle ilmiyeye mensup kişilerden seçilirdi.

b- Askerî Teşkilât. Selâhaddin cihad fikrini canlı tutmak ve Kudüs’ü Haçlılar’dan geri almak için kuvvetli bir ordu bulundurmuş, devletin gelirinin çoğunu askerî maksatlar için harcamıştır. Eyyûbîler dönemi boyunca Haçlı tehlikesi daima mevcut olduğundan hiçbir hükümdar ordu mevcudunu azaltamamıştır. Selâhaddin kara ordusunun yanında donanmaya da büyük önem vermiştir. Onun devrinde donanmanın malî işleriyle uğraşan Dîvânü’l-üstûl kurulmuş (572/1176-77), fakat daha sonra gelen Eyyûbî hükümdarları donanmayı ihmal etmişlerdir.

Kara ordusunun esasını iktâlı süvari birlikleri meydana getiriyordu. Bu süvariler “tavâşî” (memlûk) ve “kara gulâm” diye iki kısma ayrılıyordu. Hepsi süvari olan memlükler Eyyûbî ordusunun muharip sınıfını meydana getiriyordu. Genellikle Türk aslından gelen memlükler kendilerini yetiştiren emîre nisbet edilirlerdi. Eyyûbîler döneminde memlûk asker sayısı artarak devam etmiş, sonunda el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyüb’un Bahrî Memlükleri devletin idaresini ele geçirerek Memlûk Devleti’ni kurmuşlardır.

Bu dönemde piyade askeri genellikle kalelerin muhasarası ve müdafaasında istihdam edilirdi. Müslümanlar oku, Haçlılar mızrağı iyi kullanıyordu. Müslümanların zırhları hafif ve atları çevik, Haçlılar’ın zırhları ağır ve atları daha güçlüydü. Denizde Haçlılar, karada müslümanlar üstündüler.

Eyyûbîler devrinde askerî iktâ sistemi yaygın hale gelmişti. Eyyûbîler bu sistemi Zengîler’den, onlar da Selçuklular’dan almışlardı. Sultan bir bölgeyi bir emîre iktâ eder, emîr de bu iktâdan askerlerine dirlik dağıtırdı. Bu sistem devamlı hazır asker bulundurmanın yanında toprakların ekilip biçilmesini de sağlardı. İktâ alan her emîr belirli miktarda asker beslemek ve devletin savaş giderlerine katkıda bulunmakla mükellefti. Askerlere İktâlarını Dîvânü’l-ceyş denilen askerî maliye teşkilâtı dağıtırdı. Bazı askerler ise maaşlarını devletten nakit olarak alırlardı. Bir emîrin iktâı askerî giderlerine yetmezse devlet kalan kısmı karşılardı. Daimî askerlerden başka devletin milis kuvvetleri de vardı. Bunlar ihtiyaç halinde askere çağrılırdı. Askerlik en kârlı mesleklerden olduğu için talibi çok olurdu. Savaşlara gönüllüler de katılabilirdi. Askerlerin maaşları aynî olsun nakdî olsun “ed-dînârü’l-cündî” denilen itibarî bir birim üzerinden ödenirdi. Selâhaddîn-i Eyyûbînin daimî ordusu 13.000 kişi civarında olup savaş zamanları dışında Eyyûbî ordusu bu sayıyı aşmamıştır.

Ordu “tulb” denilen birliklere ayrılırdı, Kādî el-Fâzıl’dan yapılan bir nakle göre tulb Oğuzca bir kelimedir. Her tulb 100 kişi civarında olup ayrı kösü ve sancağı vardı. Savaş anında ordu öncüler, sağ ve sol kanatlar, merkez, artçılar olmak üzere beş kısma ayrılırdı. Hücum müfrezelerine “câlîşiyye”, düşmanla temas halinde olan öncülere “yezek” denirdi. Savaştan kaçanların iktâları ellerinden alınırdı.

Ordunun “zerdhâne” denilen bir silâh deposu ve bir de çarşısı bulunmaktaydı. Silâh dahil askerler için gerekli her şey burada satılırdı. Zerdhâne, sultanın atlarının beslendiği ıstabl ve ordu çarşısı sefere orduyla beraber giderdi. Makrîzî, Selâhaddin’in Akkâ önündeki ordu çarşısında 7000’den fazla dükkân olduğunu söyler (Kitabü s-Sülük, I/1, s. 94).

Bu dönemde ateşli silâh olarak neft kullanılırdı. Kaplar içinde ve el bombası şeklinde atılan neftin uçan çeşitleri de


vardı. Orduda kullanılan diğer silâhlar ok, yay, kılıç, kalkan, balta, gürz, topuz, sapan, mancınık, arrâde, hücum kuleleri ve koçbaşı idi. Mancınık, arrâde, hücum kulesi, koçbaşı ve neft genellikle kale muhasaralarında kullanılırdı. Zenberek ve çarh denilen ve birden fazla ok atan yaylar vardı. Bu devirde silâhlarla ve ordu donanımıyla ilgili iki önemli eser yazılmıştır. Bunların biri, Merdî b. Ali et-Tarsûsinin Tebśıratü erbâbi’l-erbâǿ fîkeyfiyyeti’n-necat fi’l-hurûb mine’l-esvâǿ (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2848 mükerrer), diğeri Herevinin et-Teźkiretü’l-Hereviyye fi’l-ĥiyeli ‘1 - ĥarbiyye adlı eseridir. Askerler başlarına sarıksız sarı kelûteler giyerler, zülüfleri bunların altından sarkardı. Ordunun malî işlerini Dîvânü’l-ceyş yürütürdü.

Donanmada bulunan çeşitli gemilerin en çok kullanılanı şînî idi (çekdiri-galeri). Yük ve hayvan taşımak için yapılan butsa, tarîde, hammâle denilen gemiler zaruret halinde savaş gemisine çevrilebilirdi. Ayrıca harrâka adı verilen bir tür ateş gemisi vardı. Kara savaşlarında kullanılan bütün silâhlar deniz savaşlarında da kullanılırdı.

c- Adlî Teşkilât. Adliye teşkilâtının başında kādılkudât bulunurdu. Kādılkudât sultan tarafından tayin edilir, o da diğer kadıları tayin ederdi. Genellikle bütün mezhep mensuplarının kadıları vardı. Başkadılar Şafiî mezhebine mensuptu. Sultan gerekli görürse bazı önemli merkezlere doğrudan doğruya kendisi kadı tayin ederdi. Kazasker ise ordunun adlî işleriyle uğraşırdı.

Sultanın şikâyetleri dinlediği mezâlim mahkemesi onun başkanlığında haftada iki gün dârüladlde toplanırdı. İlk dârüladl Nûreddin Mahmud Zengî zamanında Dımaşk’ta kurulmuş, Selâhaddin ve ondan sonraki hükümdarlar devrinde Kahire, Halep ve diğer yerlerde bu müessesenin birer örneği meydana getirilmiştir.

d- İlim ve Kültür Hayatı. Eyyûbîler devri eğitim ve öğretim bakımından İslâm tarihinin son derece parlak bir dönemini teşkil eder. Selçuklular tarafından Suriye’de açılmaya başlanan medreseler Nûreddin Mahmud Zengî zamanında yaygın hale getirilmişti. Eyyûbîler’le Mısır’a, Hicaz’a ve Yemen’e giren medreselerde Şafiî, Hanefî, Hanbelî fıkhı okutuluyordu. Bazı medreseler iki mezhebe göre öğretim yapardı. Eyyûbîler’in sonlarında ise Sünnî dört mezhep üzere öğretim yapan medreseler açıldı. Medreselerin yanı sıra dârülhadis ve dârülkur’ânlar da vardı. İlk öğretim mahalle mekteplerinde (küttâb) yapılıyor, riyâzî ve tabii ilimler genellikle özel derslerde öğretiliyordu. Bu devirde gözde olan tıp öğretimi daha çok hastahanelerde özel derslerle veriliyordu. İslâm tarihinde tıp öğretimi yapan medrese ilk defa bu dönemde Reîsületıbbâ Mühezzebüddin ed-Dahvâr (ö. 628/1230) tarafından kurulmuştur. Medreselerdeki hocalar ve talebe devlet tarafından himaye ediliyordu. Ayrıca medreseler için birçok vakıf tesis edilmiştir. Eğitim ve öğretim masraflarının büyük kısmı bu vakıflarca karşılanıyordu. Selâhaddin devrinde Dımaşk’ta kırkın üstünde. Halep ve Kahire’de on beşten fazla medrese vardı. Eyyûbîler’in sonlarında Kahire ve Mısır’daki medreselerin sayısı giderek artarken medrese mimarisinde de gelişmeler oldu. Genellikle iki eyvanlı olarak yapılan medreseler, el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyüb zamanında dört eyvanlı olarak yapılmaya başlandı. Bugün Güneydoğu Anadolu, Kuzey Irak, Suriye. Filistin ve Mısır’da Eyyûbîler devrinden kalma pek çok medrese bulunmaktadır. Medreselerin başmüderrisleri sultan tarafından tayin edilirdi. Bütün eğitim kurumları kâdılkudāta bağlıydı.

Ayrıca camilerde, tekke ve zaviyelerde de öğretim yapılıyordu. Medreseler genellikle talebelerin barındığı, camiler ise öğretimin yapıldığı yerlerdi. Tıp gibi pratik gerektiren ilimler hastahanelerde ve tıp medreselerinde öğretiliyor, hastahanelerde yapılan uygulamalarla da öğretim destekleniyordu. Bu devirde tıp öğretiminde pratik çok gelişmişti. Tabip ve talebeler toplu halde hastaları dolaşır, durumları hakkında konsültasyon yaparlardı.

Eyyûbîler devri sosyal hizmet kurumlan açısından İslâm tarihinin en parlak devirlerinden biridir. Bunların başında gelen hastahaneler halka ücretsiz sağlık hizmeti vermek için tesis edilmiştir. Dünya tıp tarihinde İlk klinik Dımaşk’taki Nûreddin Mahmud Zengî Hastahanesi’nde kuruldu. İbn Cübeyr Dımaşk’ta iki hastahanenin bulunduğunu ve bunların müsiümanların iftihar edeceği kurumlar olduğunu söyler (er-rıĥle, s. 283-284). Bu devirde Musul’da dört, Harran, Halep ve Dımaşk’ta ikişer, Kahire, Kudüs ve İskenderiye’de birer hastahanenin hizmet verdiği bilinmektedir. Bunlardan Dımaşk’taki Nûreddin Mahmud Zengî Hastahanesi ile Kahire’deki Kalavun Hastahanesi’nin binaları zamanımıza ulaşmıştır.

Bu devirde kimsesiz çocukların ve fakirlerin barınması için yurtlar yapılmıştır. Nûreddin ve Selâhaddin ile Erbil sahibi Kökböri’nin bu konudaki gayretlerinden kaynaklarda söz edilir. Nûreddin Dımaşk’ta Mağrib’den gelen talebelerin barınması için evler tahsis etmiş, geçimleri için vakıflar kurmuş, yolcu ve tüccarlar için hanlar ve kervansaraylar yaptırmıştı. Diğer Eyyûbî hükümdarları ve zamanın ileri gelenleri de pek çok hayır kurumu tesis etmişlerdir. İbn Hallikân, bunlardan Kökbori tarafından Erbil’de yaptırılan hayır kurumları hakkında bilgi verir (Vefeyât, III, 272-273).

Medreselerin yaygın hale gelmesi sonucunda bu dönemde kütüphanelerin sayısı da artmıştır. Nûreddin Mahmud Zengî devrinde Halep ve Dımaşk gibi şehirlerde önemli koleksiyonlar vardı. Halep Camii, Dımaşk’taki Emeviyye Camii ve Nûreddin Mahmud Zengî Hastahanesi’nde bulunan koleksiyonlarla Âmid Ulucamii koleksiyonları bunlar arasındadır. Eyyûbîler’e Mısır’da Fâtımîler’den zengin bir saray kütüphanesi kalmıştı. Bu kütüphanede 120.000 cilt civarında değerli yazmanın bulunduğu kaydedilir (Bündârî, I, 234-236). Selâhaddin’in veziri Kâdî el-Fâzıl ile kardeşi Abdülkerîm büyük kütüphaneler kurdular. Bu kütüphanelerde yaklaşık 325.000 cilt kitap bulunuyordu. Üsâme b. Münkız’ın Haçlılar tarafından ele geçirilen kütüphanesi 4000 cilt, Selâhaddin’in baştabibi Muvaffakuddin Es’ad b. Matrân’ın kütüphanesi 10.000 ciltti. Bu devirde Ebü’l-Yümn el-Kindî ve Tâceddin el-Bündehî’nin de değerli koleksiyonları vardı, el-Melikü’l-Âdil ve el-Melikü’l- Kâmil dönemlerinde Reîsületıbbâ Mühezzebüddin ed-Dahvâr’ın kütüphanesi çok meşhurdu. Yâküt el-Hamevî ile İbnü’l-Kıf-tî’nin de değerli eserler ihtiva eden kütüphaneleri bulunuyordu. Hama’da da bir kütüphane vardı. Yine bu devirde Dımaşk’ta Kellâse yanındaki el-Melikü’l-Eşref Türbesi’nde değerli bir koleksiyon mevcuttu (Bu koleksiyonun fihristi Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır Fâtih, nr. 5433, vr. 246a-270a).

Eyyûbîler devri ilim ve edebiyat bakımından parlak bir dönemdir. Başta Selâhaddin olmak üzere Eyyûbî hükümdarlarından bazıları ilimle meşgul olmuşlar, aralarından Böri, Behram Şah gibi şairler, el-Melikü’l-Mansûr, el-Melikü’l-Muazzam ve Ebü’l-Fidâ gibi eser yazan


âlimler çıkmıştır. Eyyûbîter döneminde ilim hayatı bakımından Dımaşk ve Kahire Bağdat’ı geride bırakmıştır. Bu bölgeye gelen âlimler arasında Bağdatlı, Horasanlı, Türkistanlı, Endülüslü olanlar vardı. Alâeddin el-Kâsânî, Kutbüddin en-Nîşâbûrî, Ebü’l-Yümn el-Kindî, İmâ-düddin el-İsfahânî, Abdüllatîf el-Bağdâdî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Şehâbeddin es-Sühreverdî ve İbnü’l-Baytâr gibi âlimler bunlar arasında sayılabilir. İbn Cübeyr, Mağribli talebelere Doğu’ya gitmeyi tavsiye ederken orada yabancı öğrencilere ayrılmış birçok hayır kurumu bulacaklarını söylemektedir (er-Riĥle, s 41-42, 52, 272, 277, 285-286).

Bu uygun ortamda pek çok âlim yetişti ve bunlar çeşitli konularda değerli eserler yazdılar. Önce Suriye’de oluşan bu ortam Selâhaddin ile Mısır’a intikal etti. Bu devirde toplum hayatında hadisçilerin ve fakihlerin önemli yeri vardı. Bu âlimler ve bir dereceye kadar da mutasavvıflar kamuoyunun oluşmasında etkin bir rol oynamışlardır. En çok rağbet gören ilim dalları Kur’an, hadis ve fıkıhtı. İbn Asâkir, Ebû Tâhir es-Silefî, Hâfız Abdülganî, Mecdüddin İbnü’l-Esîr ve Münzirî hadis sahasında; Alâeddin el-Kâsânî, İbn Ebû Asrûn, Bahâeddin İbn Şeddâd, İbn Kudâme el-Makdisî, el-Melikü’l-Muazzam ve İzzeddin İbn Abdüsselâm fıkıh alanında yetişen seçkin âlimlerdendir. Eyyûbî âlimleri Şafiî mezhebindendi. Sadece el-Melikü’l-Muazzam Şerefeddin Îsâ Hanefî mezhebine geçmiş, bu mezhebin fıkhına göre eserler yazmıştır.

Eyyûbîler döneminde tasavvuf da çok gelişmiş, bazı tarikatlar bu devirde kurulmuştur. Mutasavvıfların tertip ettiği semâlara Selâhaddîn-i Eyyûbî ve Muzafferüddin Kökböri gibi sultanların da katıldığı bilinmektedir. Nûreddin ve Selâhaddin mutasavvıfları korurlardı. Bu devirde, doğudan ve batıdan birçok mutasavvıf Eyyûbî topraklarına gelmiştir. Bunlar arasında Lisânüddin el-Belhî, İmâdüddin Ebü’l-Feth Ömer b. Ali b. Muhammed b. Hameviyye ile Muhyiddin İbnü’l-Arabî zikredilebilir. Nûreddin Mahmud, İbn Hammûye’yi şeyhüşşüyûh tayin etmişti. Dımaşk’taki Sümeysâtiyye Hankahı’nın şeyhi olan İbn Hammûye’den sonra yerine oğullan Sadreddin ve Tâceddin geçmiş, ayrıca Kahire’deki Salâhiyye Hankahının şeyhliğini yapmışlardır. Bu döneme damgasını vuran iki meşhur mutasavvıf Şehâbeddin es-Sühreverdî ile Muhyiddin İbnü’l-Arabidir.

Eyyûbîler devrinde Arapça sahasında eser veren pek çok âlim yetişmiştir. Bunların en önemlileri İbn Berrî, Belatî, Ebü’l-Yümn el-Kindî, Abdüllatîf el-Bağdâdî ile İbn Yaîş”tir. İbn Berrî, Cevherinin eś-Śi-ĥâĥu’l-luġa’sına üç ciltlik bir zeyil ve ayrıca çeşitli risaleler yazmıştır. Aslen Bağdatlı olan Ebü’l-Yümn el-Kindî, Eyyûbîler döneminde yetişen en büyük dil hocası olup sultanların çoğu ondan Arapça okumuştur.

Arap nesir ve şiiri Eyyûbîler zamanında en parlak devirlerinden birini yaşamıştır. Bu dönemde sanatkârane nesirde Kādî el-Fâzıl, İmâdüddin el-İsfahânî ve Ziyâeddin İbnü’l-Esîr gibi üslûpçular yetişmiştir. Bunlardan Kādî el-Fâzıl’a telmihen daha sonraları sanatkârane nesre bazı edipler “sınâatü’l-Fâzıl” demişlerdir. Bu devirde yetişen diğer bir edip de “menâmât” (rüyalar) yazarı Vehrâni’dir. Kâtib İmâdüddin el-İsfahâninin bir şiir antolojisi olan Ħarîdetü’l-ķaśr’ı ve tarihe dair kitapları. İbn Cübeyr’in er-Riĥle’si, Üsâme b. Münkız’ın Kitâbü’l-İǾtibâr’ı ve Abdüllatîf el-Bağdadînin Mısır’ın coğrafyası, sosyal ve iktisadî durumu hakkında bilgi veren eseri el-İfâde ve’l-iǾtibâr’ı bu devrin en güzel nesir örneklerindendir. Ziyâeddin İbnü’l-Esîr de edebî sanatlar konusunda eserler yazmıştır.

Eyyûbî devlet adamları şair ve edipleri himaye etmişlerdir. Bu dönemde Üsâme b. Münkız, İmâdüddin el-İsfahânî, İbn Senâülmülk, İbn Uneyn, Cilyânî, Muhammed b. Saîd el-Bûsîrî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Ebü’l-Hüseyin Ahmed b. Muhammed et-Tilimsânî ve İbnü’l-Fârız gibi büyük şairler yetişmiştir. İbnü’l-Arabî ve İbn Senâülmülk aynı zamanda müveşşahât (şarkı) dalında da meşhurdurlar. Üsâme b. Münkız ve Ali b. Muhammed İbnü’s-Sââtî musammat ve müveşşah dalında şiir yazdılar. Bu devirde Haçlılar’la yapılan savaşlar ve kazanılan zaferler şiirin en önemli konularını teşkil etmiştir.

Eyyûbîler devri tarih ilmi bakımından da çok verimli bir dönem olmuştur. Nûreddin ve Selâhaddin devirlerinde Suriye’de başlayan tarih ilmi alanındaki uyanış zamanla Mısır’a intikal etmiştir. Bu dönemde siyasî tarih, biyografi, ilimler tarihi alanlarında değerli eserler kaleme alınmıştır. Önemli tarihçiler arasında Ebü’l-Kâsım İbn Asâkir, Üsâme b. Münkız, Kâdî el-Fâzıl, İmâdüddin el-İsfahânî, İzzeddin İbnü’l-Esîr, Bahâeddin İbn Şeddâd, Yâkūt el-Hamevî, İbnü’l-Kıftî, Sıbt İbnü’l-Cevzî, İbnü’l-Adîm, Ebû Şâme, İbn Vâsıl, İbn Hallikân, İzzeddin İbn Şeddâd, İbn Ebû Usaybia gibi her biri İslâm tarihçiliğinde önemli bir yere sahip kişiler vardır. Bu ilim adamları siyasî tarih ve biyografi alanında eserler yazmışlardır. İmâdüddin el-İsfahânî, İzzeddin İbn Şeddâd, Bahâeddin İbn Şeddâd ve İbn Vâsıl’ın eserleri Eyyûbîler tarihi bakımından çok önemlidir. İbnü’l-Esîr ve Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin eserleri de bütün İslâm tarihi ve özellikle Eyyûbîler devri için önemli birer kaynaktır. İbn Asâkir’in Târîhu medîneti Dımaşk’ı, İb-nü’l-Adîm’in Halep tarihi en güzel şehir tarihlerindendir. İmâdüddin’in Haride-tü’l-ķaśr’ı, Yakūt el-Hamevî’nin İrşâdü’l-erîb’i ve İbn Hallikân’ın Vefeyâtü’l-aǾyan’ı ise İslâm biyografi edebiyatının değerli örneklerindendir.

İbnü’l-Kıftî’nin Târîħu’l-ĥükemâ’sı ile İbn Ebû Usaybia’nın ǾUyûnü’l-en-bâǿ adlı eseri, İslâm dünyasında ilim tarihi konusunda yazılan en mükemmel eserlerdir. 500’den fazla filozof, matematikçi, astronom, tabiat bilimcisi ve tabipten bahseden bu iki eserin yanı sıra bu dönemde yazılan başka bir önemli eser de İzzeddin İbn Şeddâd’ın Eyyûbîler devrindeki imar faaliyetlerini, çeşitli kurumları ve iktisadî durumu ele alan el-AǾlâķu’l-ħaŧîre adlı kitabıdır.

Müslümanlara eski milletlerden intikal eden riyâzî ve tabii ilimlere ve felsefeye İslâmiyet’in başlangıcından beri İslâm dışı kültürlerin bir semeresi olarak bakılmış, genellikle din âlimleri tarafından tasvip edilmemiştir. Selâhaddîn-i Eyyûbinin Dımaşk başkadısı İbn Zekiyyüddin ve şehrin başhatibi Abdülmelik b. Zeyd Devlaî aydınları mantık ve felsefe ile uğraşmaktan menederlerdi. Yine bu devirde Dımaşk medreselerinde bu ilimlerin okutulması yasaklanmış, bu sebeple Seyfeddin el-Âmidî müderrislikten çıkarılmıştır (Şeşen, Salâhaddîn Eyyûbî ve Devlet, s. 409-410, 419). Buna rağmen Eyyûbîler döneminde felsefe, riyâzî ve tabii ilimler sahasında değerli âlimler yetişmiştir.

Eyyûbîler devrinde yaşayan İşrâkıyye felsefesinin kurucusu ve en büyük temsilcisi Sühreverdî el-Maktûl Halepli fakihler tarafından idama mahkûm edilmiş ve cezası Halep Kalesi’nde infaz edilmiştir. İbn Meymûn el-Kurtubî, Abdüllatîf el-Bağdâdî ve Seyfeddin el-Âmidî bu devirde yetişen önemli filozoflardır. Seyfeddin felsefenin dışında diğer ilimlerde ve bilhassa kelâm ilmi sahasında


da büyük bir âlim olup değerli eserler yazmıştır. Bu dönemde felsefe alanında yetişen diğer bir ünlü âlim de Kemâleddin İbn Yûnus’tur.

Eyyûbîler devrinde otomatik makinalar ve saatler hakkında iki önemli eser yazılmıştır. Bunlardan İsmail b. Rezzâz el-Cezerî’nin el-CamiǾ beyne’l-Ǿilmi ve’l-Ǿameli’n-nâfiǾ fî śınâǾati’l-ĥiyel’i, İslâm âleminde bu konuda yazılmış en mükemmel eser olup defalarca basılmış ve üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Diğeri Fahreddin İbnü’s-Sââtinin, babası İbnü’s-Sââtrnin çalışmalarına dayanarak yazdığı Kitâbü Ǿİlmi’s-sâǾa ve’l-Ǿameli bihâ adlı eseridir (Köprülü Ktp., nr. 949). Bu devirde Muhammed b. Sââtî ile Müeyyedüddin Muhammed b. Abdülkādir el-Urzinin Dımaşk Emeviyye Camii’nde su ile çalışan bir otomatik saat kurdukları bilinmektedir (İbn Cübeyr, s. 270-271). Matematik alanında yetişen büyük âlimler arasında da Kemâleddin İbn Yûnus, Şerefeddin et-Tûsî, Mûsâ b. Meymûn, Alemüddin Kayser b. Ebü’l-Kāsım, İbnü’l-Adîm’in oğlu Cemâleddin Muhammed, Abdüllatîf el-Bağdâdî ve Kādi’l-Hümâmiyye Ahmed b. Ali b. Sebat sayılabilir. Abdürrahîm (Abdurrahman) el-Cev-berî de fizik ve kimya alanında bazı eserler kaleme almıştır.

Tıp, botanik ve eczacılık Eyyûbîler devrinde gerçekten parlak bir devir geçirmiştir. Eyyûbîler zamanında müslüman ve gayri müslim tabipler çok müreffeh bir hayat yaşamışlardır. İç hastalıkları, cerrahî, göz hastalıkları gibi dallarda uzman tabipler deneylerini “künnâş” adı verilen mecmualarda toplarlardı. İbn Ebû Usaybia tıp alanında gördüğü ve yaşadığı ilgi çekici olayları anlatan Kitâbü ‘t-Tecârib adlı bir eser kaleme almıştır. Ya‘kūb b. Saklâb en-Nasrânî adlı tabip Câlînûs’un eserlerini Yunanca’ larından okurdu. İbnü’n-Nefîs’in küçük kan dolaşımını doğru olarak tesbit etmesi bu dönemdeki önemli tıbbî buluşlar arasında zikredilebilir. Şeker hastalığı üzerinde ilk müstakil eseri yazan ve bu hastalığın karaciğere bağlı olduğunu tesbit eden de Eyyûbîler dönemi tabip-filozoflarından Abdüllatîf el-Bağdadîdir. Botanik ve eczacılık konusundaki çalışmalar da deneye dayanmaktaydı. Reşîdüddin es-Sûrîve İbnü’l-Baytâr’ın talebeleriyle birlikte kırlarda, bahçelerde, dağlarda dolaşarak botanik araştırması yaptıkları, Reşîdüddin es-Sûrinin bu araştırmalar sırasında yanında ressam götürüp çeşitli safhalarında bitkilerin resimlerini yaptırdığı bilinmektedir. İbnü’l-Baytâr, el-Melikü’l-Kâmil ile el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin’in botanikçibaşısı (reîsülaşşâbîn) olmuş, Endülüs, Kuzey Afrika, Mısır, Suriye ve Anadolu gibi ülkelere seyahatler düzenlemiş ve bitkiler üzerinde araştırmalar yapmıştır. İbnü’l-Baytâr, el-CâmiǾ li-müfredâti’l-edviye ve’l-aġźiye adlı kitabında yer verdiği 1400 tıbbî ilâcın 300’den fazlasından ilk defa kendisi bahsetmiştir ki bunların 200’den fazlası bitkisel ürünlerdir (İbn Ebû Usaybia, II, 133, 217-219; Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, s. 273-389).

e- Sosyal ve İktisadî Hayat. Eyyûbî Devleti’nde halk müslümanlardan, hıristiyan ve yahudilerden meydana geliyordu. Müslümanlar Türk, Arap, Kürt olmak üzere başlıca üç ırka ayrılıyordu. Hıristiyanlar da doğulular ve Avrupalılar olmak üzere iki sınıftı. Devlette hâkim unsur müslümanlardı. Diğer dinlerin mensupları azınlık statüsündeydiler. Yahudilerin bir kısmı Endülüs’ten göç etmişlerdi. Mısır yahudi toplumunun reisi Mûsâ b. Meymûn Endülüs yahudilerindendi. Yahudiler Filistin’e bu dönemde yerleşmeye başladılar. Avrupa’da baskı altında olan yahudiler Eyyûbîler’e bir koruyucu gözüyle bakıyorlardı. Müslümanlarla yahudiler arasındaki ilişkiler çok iyi idi. Müslümanlarla hıristiyanlar arasındaki ilişkiler de iddia edildiği kadar kötü değildi. İbn Cübeyr’in anlattığına göre Lübnan dağlarında yaşayan hıristiyanlar müslüman zâhidleri korur ve gözetirlerdi. İki taraf arasındaki devamlı savaşa rağmen ticarî ilişki III. Haçlı Seferi sırasında bile tamamıyla kesilmemişti. 1192 yılında Selâhaddin ile Aslan Yürekli Richard anlaşma yapınca iki tarafın tüccarları birbirlerinin ülkelerine gitmişlerdir. Venedik, Cenova, Geniza arşivlerinde Eyyûbîler’le Avrupa ülkeleri arasında yapılan ticaret anlaşmaları hakkında belgeler bulunmaktadır. Halep’te, Dımaşk’ta, İskenderiye ve Kahire’de Avrupalı tüccarlara rastlanırdı. Haçlılar’ın ülkesinde de müslümanlar vardı. Bunlar yapılan anlaşmalara göre eski yerlerinde kalmışlardı.

Eyyûbîler Haçlılar ve İtalyan şehir devletleri vasıtasıyla Avrupa’yı etkilemişlerdir. Haçlılar tarafından bazı Eyyûbî hükümdarlarına şövalye unvanı verilmiştir. Haçlılar arma kullanma usulünü Eyyûbiler’den almışlardır.

Eyyûbîler güçlü bir maliye teşkilâtına sahipti. Bilhassa Mısır’da çok eski devirlerden beri devam eden bir maliye teşkilâtı (Dîvânü’l-mâl) vardı. Ayrıca bu divana bağlı çeşitli divanlar mevcuttu. Vilâyet ve kazalarda bu teşkilâtın şubeleri bulunuyordu. Maliye teşkilâtının başkanına “nâzırü’d-devâvîn, nâzırü’d-devle, sâhibü dîvâni’l-mâl” gibi unvanlar verilirdi. Bu divan Dîvanül-ceyş ile yakın ilişki içindeydi. Bu divanda tutulan defterlere ekilen araziler, buralara nelerin ekildiği, ne kadar vergi toplandığı, iktâlıların, toprağı işleyenlerin adları yazılırdı. Malî divanların işleyişlerini kontrol eden “müşiddü’d-devâvîn” (şâddü’d-devâvîn) adında yüksek bir görevli vardı. Emirler arasından seçilen bu görevli genellikle sultanın naibi olurdu.

Nazırdan sonra maliyedeki en yüksek memur divanların mütevellileriydi. Mütevelliler divanın işleyişinden sorumlu idi. Bunlar bütün işlerini nazır tarafından verilen talimata göre yürütürlerdi. Mütevelliden sonra müstevfî denilen memur gelirdi. Müstevfî, divanda çalışan memurlardan vermeleri gereken malları alır, cerideleri (gelir gider) kontrol ederdi. Müstevfîden sonra gelen âmil mahallî malî divanın başkanıydı ve vergilerin tahsilinde önemli bir görevi vardı. Müşrif ise müfettişlik yapar, âmilden vergileri teslim alırdı. Bunlardan başka Dîvânü’l-mâl’de muîn, şâhid, nâsih, kâtip, cehbez, nâib, emîn, hâiz, hâzin, delil adlarında küçük memurlar çalışırdı. Gümrüklerin işletilmesine ve zekâtın toplanmasına da Dîvânü’l-mâl bakardı. Sultanın ve büyük emîrlerin haslarının gelir giderlerine bakan dîvânü’l-hâslarda ise bunların özel bütçeleri hazırlanır ve yürütülürdü.

Şehir hayatı ve ticaret oldukça gelişmiş olmasına rağmen ülke ekonomisi tarım ve hayvancılığa bağlıydı. Askerî iktâ sistemi de tarıma dayalıydı. Tarım dışında ticaret ve zenaat erbabından alınan vergilerin bir kısmı şeriatta yeri olmayan vergilerden (mükûs) sayılıyordu. Fakihler zaman zaman bu verginin alınmasına karşı çıkmışlardır. Nûreddin Mahmud Zengî ve Selâhaddîn-i Eyyûbî fakihlerin fetvalarına uyarak mükûsü kaldırmışlar, onun yerine zekâtı koymuşlardı. Fakat devletin topladığı zekât geliri hiçbir zaman önemli bir yekûn tutmamıştır. Ziraî vergiler şemsî yıla göre alınır, gayri menkul kiraları, ticarî vergiler ve zekât ise kamerî yıla göre toplanırdı.

Eyyûbî Devleti Mısır ve Yemen gibi önemli tarım alanlarına sahipti. Ülkede güçlü bir ziraî ekonomi vardı. Devlet ziraî ürünlerin bir kısmını dışarıya ihraç


edebiliyordu. Ülke Haçlıların zahire ambarı durumundaydı. Ziraî ürünlerin vergilerini Dîvânü’l-harâc toplardı. Alınan vergi onda birden beşte bire kadar değişebiliyordu. Dayanıklı tüketim maddelerinden aynî, sebze ve meyve gibi mahsullerden nakdî vergi alınırdı. Hangi araziden ne kadar vergi alınacağı ve arazilere nelerin ekileceği vergi defterlerinde kayıtlıydı. Mısır’da Nil’in taşması belli bir seviyeye ulaşmazsa sultan haraç vergisi almazdı. Haraçtan sonra en çok vergi ticaret mallarından toplanan zekât hums ve öşürden sağlanırdı.

Eyyûbî Devleti’nin canlı bir ticaret hayatı vardı. İpek yolunun Akdeniz’e ulaşan bir kısmı ile baharat yolunun önemli bir bölümü Eyyûbîler’in kontrolündeydi. Uzakdoğu’dan Yemen’e, oradan Kızıldeniz yoluyla Ayzâb’a, Ayzâb’dan Nil üzerindeki Kus’a, Kus’tan Nil yoluyla İskenderiye ve Dimyat’a ulaşan Baharat yolu ülkeye çok önemli miktarda gümrük vergisi sağlardı. Ayrıca Haçlılar’la yapılan ticaretten de gümrük vergisi alınırdı. Selâhaddin, el-Melikü’l-Âdil ve daha sonra el-Melikü’l-Kâmil doğudaki Haçlı devletleri, İtalyan şehir devletleri Venedik, Cenova, Amalfi, Piza ve Napoli ile, Bizans’la ikili ticaret antlaşmaları yapmışlardı. Ortadoğu’nun ve Uzakdoğu’nun ticaret malları bu yolla Avrupa’ya, Avrupa’nın ticaret malları da doğuya taşınıyordu. Mısır gümrüğü devletin en büyük gelir kaynaklarından biriydi. Bu ikili ticaret savaş zamanlarında bile devam edebiliyordu. İskenderiye, Akkâ, Lazkiye büyük ticaret limanlarıydı. Selâhaddin ve diğer Eyyûbî hükümdarları ikili antlaşmalarla demir, kereste, zift gibi stratejik maddelerin bir kısmını Avrupa’dan sağlamışlardı. Mahzûmî el-Minhâc fî aĥkâmi’l-ħarâc, İbn Memmâtî Ķavânînü’d-devâvîn adlı eserlerinde Mısır’da alınan çeşitli vergiler ve malî divanların işleyişi konusunda önemli bilgiler vermektedirler.

Diğer bir önemli vergi gayri müslimlerden toplanan cizye idi (cevâlî). Müsadereler, fidyeler, ganimetler de önemli gelir kaynaklarındandı. Mısır’da şap, soda madenleri işletiliyor ve Avrupa’ya ihraç ediliyordu. Vakıflar da önemli gelir kaynakları arasındaydı. Eğitim ve hayır kurumları kendilerine ayrılan vakıflarla çalışıyordu. Devlet ayrıca çeşitli yollardan vergiler alıyordu. Bunların arasında hayvanlardan alınan vergileri bilhassa zikretmek gerekir.

Ülkede ziraat ve ticaret çok gelişmişti. Mısır-Yemen Baharat yolundan başka İpek yolunun Musul ve Âmid’den itibaren Akdeniz limanlarına kadar olan kısmı Eyyûbîler’in kontrolündeydi. İbn Cübeyr er-Rihle’sinde Eyyübîler dönemindeki ticaret hayatı hakkında bilgi verir. Büyük çarşılar, hanlar, kervansaraylar, kaysâriyyeler ticaretin en yoğun yapıldığı yerlerdi. Yemen-Mısır Baharat yolu üzerinde ticaret yapan tüccarlara “tüccârü’l-kârim” denirdi. Avrupalılar’ın İskenderiye, Dimyat, Akkâ, Lazkiye gibi şehirlerde çarşıları ve ticarî temsilcilikleri bulunurdu. Guillaume de Tyr bütün ıtriyat, mücevherat, baharat ve Avrupa’da


bulunmayan değerli malların İskenderiye’den getirildiğini söyler. W. Heyd de Selâhaddin, el-Melikü’ 1 -Âdil, el-Me-likü’l-Kâmil ile Avrupalılar ve Haçlılar arasında yapılan ticaret anlaşmaları hakkında bilgi vermiştir (Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, s. 144-177, 397-446 vd).

Eyyûbîler iç pazarlarını korumayı başarmışlar, ikili antlaşmalar yaptıkları Avrupa ülkelerinden ve Bizans’tan kendi tüccarları için bazı imtiyazlar elde etmişlerdir. Çeşitli sanat ve ticaret erbabı loncalar ve şirketler halinde teşkilâtlanmışlardı. Her loncanın, her şirketin başında bir reis bulunuyordu. Dokumacılık, camcılık, kâğıt ve sabun imalâthaneleri gelişmişti. Dımaşk’ta imal edilen kılıçlar dünyaca ünlüydü. Bu kılıçların çeliklerinin sırrı ancak yeni çalışmalarla çözülebilmiştir.

Ülkede sabit bir para sistemi vardı. Paralar altın, gümüş ve bakırdan basılıyordu. Bu paralardan pek çok örnek zamanımıza ulaşmış, çeşitli kataloglarda yer almıştır. Ülkenin önemli şehirlerinde bulunan darphânelerde isteyenler belirli bir ücret karşılığında ellerindeki gümüş ve altını paraya çevirebiliyorlardı. Altın paranın (dinar) ağırlığı 4, 25 gramdı. el-Melikü’l-Kâmil devrinde 7 gramlık dinarlar basılmıştır. Bazı araştırmacılar Selâhaddin devrinde bazan standart dışı altın para basıldığını söylerlerse de (Ehrenkreutz, The Crisis of Dinar, s. 180-182; Cahen, EI²(Fr.), I, 822) bu doğru değildir.

BİBLİYOGRAFYA:

a- Belgeler. Eyyûbîler devrine ait bazı arşiv belgeleri için bk. M. Amori, Dipiomi Arabi del Archivio Fiorentino, 1863-67; G. L. Fr. Tafel -G. M. Thomas, Urkunden zur älteren Handelsund Staatsgeschichte der Republik Venedig mit besonderer Beziehung auf Byzanz und die Levante vom 9. bis zum Ausgang des 15. Jahr, herausg, Viyana 1856-1857, I-III; A. Dietrich. Eine Eheurkunde aus der Aiyubidenzeit (Doc. Islam Inedite içinde), Berlin 1952; A. S. Atıya. The Arabic mss. of Mt Sinai, Baltimor 1955; Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul 1983, s. 2-3; W. Heyd. Yakın-Doğu Ticaret Tarihi (trc. Enver Ziya Kara), Ankara 1975, s. 144-177, 397-446 vd.

b- Kaynaklar. Kadı el-Fâzıl. et-Teressül, çeşitli ciltleri için bk. Süleymaniye Ktp., Beşir Ağa, nr. 127; Bibliotheque Nationale, Arabe, nr. 6024; Yusuf Ağa (Konya), nr. 4881; British Museum, Add. nr. 7466, 25757; Cambridge üniversitesi Ktp., nr. Qq. 232; İmâdüddin el-İsfahânî. el-Berku’ş-Şâmî, III, Bodleian Bruce, nr. 11; V (nşr. Ramazan Şeşen). istanbul 1979; a.mlf., el-Fethu’l-kussî (nşr. M. Mahmûd Subh), Kahire 1962; Ebü’l-Kâsım İbnü’s-Sayrafî, Kânûnü dîvâni’r-resâǿ (nşr. Ali Behçet), Kahire 1905; Umâre el-Yemenî, en-nüketü’l-Ǿaşriyye, Bîbliotheque Nationale, Arabe, nr. 2147; Mahzûmî, el-Minhâc fî ahkâmi’l-harâc, British Museum, Add. nr. 23438; İbn Memmâtî, Kavânînü’d-devâvîn (nşr. A. S. Atıya), Kahire 1943; İbn Cübeyr, er-Rihle (nşr. W. Wright), Leiden 1907, s. 41-42, 52, 270-272, 277, 283-284, 285-286; el-Melikü’l-Mansûr, Mizmârü’l-hakaǿik (nşr. Hasan Habeşî), Kahire 1967 (H. 575-581 yıllarına ait kısmı), Yâkût, MuǾcemü’l-üdebâǿ, Kahire 1355/1936, tür.yer.; Abdüllatîf el-Bağdâdî, el-İfâde ve’l-iǾtibâr, Kahire 1869, tür.yer.; İbnü’l-Esîr. el-Kâmil, Beyrut 1961, X-XII, ayrıca bk. İndeks; a.mlf., et-Târîhu’l-bahir fi’d-devleti’l-Atâbekiyye (bi’l-Mevśıl) (nşr. Abdülkâdir Ahmed Tuleymât), Kahire 1382/1963, tür.yer.; Bahâeddin İbn Şeddâd, en-Nevâdirü’s-sultâniyye (nşr. Cemâleddin eş-Şeyyâl), İskenderiye 1964, tür.yer.; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr. er-Resâǿilus-śâhibiyye (nşr. Enîs el-Makdisî), Beyrut 1959, tür.yer.; Bündârî, Sene’l-Berkı’ş-Şâmî (nşr. Ramazan Şeşen). Beyrut 1971, I, 234-236; a.e., Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2249/2, vr. 163b-242; İbnü’l-Kıftî. İnbâhur-ruvât, tür.yer.; a.mlf., ihbârü’l-Ǿulemâǿ (Lippert), tür.yer.; Sıbt İbnü’l-Cevzî. Mirǿâtü z-zaman, VIII/2, s. 654-656, 779-781; a.e., TSMK, III. Ahmed, nr. 2907; İbn Senâülmülk, Dîvân (nşr. Muhammed Abdülhak), s. 9-10; İbnü’l-Adîm, Bugyetüt-taleb, TSMK, III. Ahmed, nr. 2925; a.e, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 3036; a.e, Feyzullah Efendi, nr. 1404; a.mlf., Zübdetü’l-haleb, I-III; Ebû Şâme, Kitâbür-Ravzateyn, Kahire 1288, II, 43, 235-236; İbn Ebû Usaybia, ǾUyûnu-enbaǿ Kahire 1299/1882. II, 133, 217-219, 242. ayrıca bk. tür.yer.; İbn Hallikân, Vefeyât, Kahire 1948, III, 272-273; İbn Şeddâd, el-AǾlâkul-ha-tîre fî zikri ümerâǿi’ş-Şâm ve’l-Cezire (nşr. D. Sourdel). Damas 1953; a.e, TSMK, Revan Köşkü, nr. 1304; a.e (nşr. Sâmî ed-Dehhân), Dımaşk 1956; a.e (nşr. Yahya Abbâre), Dımaşk 1978, III/1; Osman b. İbrahim en-Nâblusî, Târîhu’l-Feyyûm ve bilâdih (nşr. Moritz), Kahire 1898, tür.yer.; a.mlf., “Kitâbü Lümaǿi’l-kavâ-nîni’l-mudıyye fî devâvîni’d-diyâri’l-Mısriyye” (nşr. Cahen-Becker), BEO, XVI (1958-60); İbnü’l-Mücâvir, Şıfatü bilâdi’l-Yemen (nşr. O. Löfgren), Leiden 1951; İbn Vâsıl, Müferricü’l-kürûb, I-III (nşr. Cemâleddin eş-Şeyyâl), Kahire 1953-1960; V (nşr. Hasaneyn M. Rebî), Kahire 1977; a.mlf., et-Târîhu’ş-Şâlihî, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 4224, tür.yer.; İbnü’l-Amîd. Târîh, Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 2002, tür.yer.; Ahmed b. İbrahim el-Hanbelî, Şifâǿü’l-kulûb fî menâkıbı Benî Eyyûb, British Museum, nr. 7311; Ebü’l-Fidâ, et-Muhtaşar, Kahire 1325, II, tür.yer.; Zehebî. AǾ lâmun-nübelâǿ, I-XXIII, tür.yer.; a.mlf., Târîhu’l-İslâm, TSMK, III. Ahmed, nr. 2917; a.e., Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 3011-3012, tür.yer.; İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâltkü’l-ebsâr, TSMK, III. Ahmed, nr. 2297; ae., Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 3425-3439; Kütübi, Uyûnü’t-tevârîh, TSMK, III. Ahmed, nr. 2922; a.mlf., Fevâtü’1-Vefeyât, 1, 410-411; Safedî, el-Vâfî, I-XX, tür.yer.; İbn Kesîr. el-Bidâye, Kahire 1932, XIV; Şeyzerî, en-Nehcü’l-mes-lûk fî siyâseti’l-mülûk (trc. Nahîfî), İstanbul 1286; a.mlf., Nihâyetü’r-rütbe fî tatebi’l-his-be, Kahire 1946; İbn Haldun, el-Ǿİber, Kahire 1284; Kalkaşendî. Şubhu’l-aǾşâ, Kahire 1913-19; Makrîzî, İttiǾâzü’l-hunefâǿ, TSMK, III. Ahmed, nr. 3013; a.mlf.. el-Hıtat, Beyrut, ts., tür.yer.; a.mlf, , Kitaba s-Sülük, I/1, s. 94, 228-232, 366-378, 380-434; Aynî, Ǿİkdul-cümân, TSMK, III. Ahmed, nr. 2911, XII; a.e, Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 2390-91; Hazrecî, Târîhu devleti’t-ekrâd ve’l-etrâk, Süleymaniye Ktp., Hekîmoğlu, nr. 695; Nuaymî, ed-Dâris fî târihi’l-medâris (nşr. Ca’fer el-Hasenî), Dımaşk 1948-51, tür.yer.; İbnü’l-Furât. et-Târîhu’l-vâ-z’ıhu’l-meslûk (nşr. H. M. eş-Şemmâ). IV/2, Basra 1969 (H. 568-585 yıllarına ait neşredilen kısım)

c- Çalışmalar. Lane-Poole. Saladin and the fail of the Kingdom of Jerusalem, London 1889; R. Grousset, Histoire des croisades et du royaume franc de Jerusalem, Paris 1934-36, I-III; Cl. Cahen, La Syrie du nord á t’epoque des croisades, Paris 1940; a.mlf., “Ayyūbides”, EI² (Fr), I, 820-830; Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, II-III; V. Minorsky, Prehistory of Saladin: Studies in Caucasian History, London 1953, s. 107-157; Champdor, Saladin le pius pur hėros de l’Istam, Paris 1956; Mekîn b. el-Amîd. Ahbârü’l-Eyyûbiyyîn (nşr. Cl. Cahen, BEO. XV [1955-57] içinde), s. 127-184; H. L. Gottschalk. al-Malik al-Kamil und Seme Zeit, Wiesbaden 1958; G. Shregle, Die Sultanin Von Agypten, Wiesbaden 1961; Historians of the Middle East (nşr. B. Lewis - P.M. Holt), New York 1962, s. 79-97; Kadrî Kal’acî. Śelâhuddîn el-Eyyûbî, Beyrut 1966; N. Elissėeff, Nûrad-Din ünd grand prince musulman de Syrie au temps des croisades (511-569 H./1118-1174), Damas 1967, II; Ehrenkreutz, Satadin, NewYork 1972; a.mlf.. The Crisis of Dinar, s. 180-182; H. A. R. Gibb, The Life of Saladin, Oxford 1973; F. J. Dahlmanns, al-Malik al-Âdil, Giessen 1975; Abdülkâdir Düreyd. Siyâsetü Śelâhiddîn el-Eyyûbî, Bağdad 1976; R. S. Humphreys. from Saladin to the Mongols: The Ayyubids of Damascus (1193-1260), New York 1977; Sellâm Şafiî Mahmûd Sellâm, Ehlü’z-zimme fî Mısr fi’l-Ǿasri’l-Fâtımiyyi’ş-şânî ve’l-Ǿaşri’l-Eyyûbî (467-648/1074-1250), [Kahire], 1982, tür.yer.; Şevki Dayf, el-Fen ve mezâhibüh fi’n-nesri’l-ǾArabî, Kahire, ts. (Dârul-Maârif), s. 364-368; Muhammed b. Ahmed el-Ukaylî. Târîhu’l-mihlâ-fi’s-Süleymânî, Riyad 1982, I, 174-197; F. Hammâd Muhammed Âşûr, el-Cihâdü’l-İslâmî zıd-de’ş-salîbiyyîn fi’l-Ǿasri’l-Eyyûbî, Kahire 1983; Abdülmecîd Ebü’l-Fütüh Bedevî, et-Târîhu’s-siyâsî vel-fikrî, Cidde 1403/1983, s. 273-313; Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul 1983; a.mlf.. Salâhaddîn Eyyûbî ve Devlet, İstanbul 1987; a.mlf.. “Hıttin’de Salâhaddin’in Ordusu”, TTK Belleten, LIV/209 (1990), s. 427-434; M. C. Lyons -D. E. P. Jackson, Saladin: The Politics of the Hoyl war, Cambridge 1984; Saîd Abdülfettâh Âşûr, el-Hareketü’ś-śalîbiyye, Kahire 1986, II; Muhammed b. Ali Asîrî, el-Hayâtü’s-siyâsiyye ve mezâhirü’l-hadâre fi’l-Yemen fi’l- Ǿaśri’l-Eyyûbî (569-626), Cidde 1405/1985; Muhsin Muhammed Hüseyin. el-Ceyşü’l-Eyyûbî fîǾahdi Śelâhiddîn, Beyrut 1406/1986; Ekrem Hasan el-Ulebî, el-Melikü’l-MuǾazzam Tûrânşâh el-Eyyûbî: batalü maǾreketi’l-Manśûre (648 h.), Beyrut - Dımaşk 1987; İsâmüddin Abdürraûf el-Fıkî. el-Yemen fî zilli’l-İslâm [baskı yeri ve yılı yok], (Dâru 1-Fikri’l-Arabî), s. 205-235; Saîd Abdülfettâh Aşûr, Mısr ve’ş-Şâm fi Ǿaśri’l-Eyyûbiyyîn ve’l-Memâlîk,


Beyrut, ts. (Dârü’n-Nehdatil-Arabiyye), s. 9-79; Muhammed Zağlûl Selâm, el-Edeb fi’l-Ǿaśri’l-Eyyûbî, İskenderiye 1990; Âdil Necm Abv, “el-Medrese fil -Ǿimâreti’l-Eyyûbiyye fi Sûriyâ”, el-Havliyyâ-tü’l-eseriyyetü.’l-ǾArabiyyetü’s-Suriye, X1V/1-2, Dımaşk 1974, s. 75-99; Nâzım Reşîd. “en-Neşâtü’l-Ǿilmi ve’l-edebî fi Ǿahdi’l-üsreti’l-Eyyûbiyye”, Âdâbü’r-râfideyn, VIII, Musul 1977, s. 443-477; S. D. Goitein, “Urban housing in Fatımid and Ayyubid Times”, Stl, XLVII (1978), s. 5-23; Selâhaddin el-Buhayrî. “Dîvânü’l-Ceyş fî’d-devleti’l-Eyyûbiyye”, el-Mevsimü’ś-śe-kafi (1976-1977), Kahire 1978, s. 169-190; Mahmûd Yâsîn et-Tikrîtî, “el-Eyyûbiyyûn fi’l-Yemen: târîhuhümü’s-siyâsî min (569-626 h./1174-1226 m.)”, Âdâbü’r-râfideyn, XII, Musul 1980, s. 113-152; Angelika Hartmann, “al-Malik al-Mansûr (gest 617/1220), ein ayyübidischer Regent und Geschichtsschreiber”, ZDMG, CXXXVI/3 (1986), s. 571-606; Reşîd Abdullah el-Cümeylî, “el-ǾAlâkātü’s-siyâsiyye beyne’l-Eyyûbiyyîn ve’l-Muvahhidîn fi’l-Mağribi’l-akśâ 567-589/1171-1193”, MüǿerrihulǾArabi, XXXV, Bağdad 1988, s. 159-178; C. H. Becker, “Eyyûbîler”, İA, IV, 424-429; R. S. Humphreys. “Ayyubids”, ELr., III, 164-167.

Ramazan Şeşen





III- SANAT

Eyyûbî sanatı, İslâm sanatının yeniden gelişmeye başladığı ve daha önce denenmemiş usullerle yeni bina tiplerinin ortaya çıktığı devrin başlangıcında önemli bir merhale teşkil eder; özellikle Mısır’ın sanat geleneklerine temel oluşturmuştur. Bu sanat Mısır’daki Fatımî anlayışından farklı biçimde köken İtibariyle bağlı olduğu Suriye anlayışını devam ettirerek gelişmiş ve gelişme süreci içerisinde en fazla bölgedeki Selçuklu sanatının en önemli temsilcisi olan Zengî sanatından etkilenmiştir. Bundan dolayı Eyyûbîler’in Mısır İslâm sanatı için tam anlamıyla bir yeniden doğuşu temsil ettikleri söylenebilir; Suriye sanatını ise takipçisi oldukları Zengîler’le birlikte önemli ölçüde yönlendirmişlerdir. Böylece Mısır’da temeli atılan sanat, daha sonra iktidara gelen Memlükler döneminde ilerleme gösterip Mısır ve Suriye’de, buralara Eyyûbîler öncesinde hâkim olan Fatımî ve diğer Arap soylu devletlerin sanat anlayışlarından farklı, tamamen Türk sanat geleneğinin takipçisi bir sanatın doğmasına zemin hazırlamıştır. Aynı zamanda bu sanat bölgeye, Mısır’ın Ötesinde kalan Mağrib’in Mâlikî ve Fâtımîler’in Şiî İsmâilî anlayışlarına karşılık olarak Şafiî ve Hanefî mezheplerinin görüşlerine uygun düşen yeni bir anlayış getirmiştir.

Eyyûbî sanatı müslümanların tarihteki en zor günlerini yaşadığı, iç ve dış tehditlerin İslâm âlemini temelinden sarstığı bir devrin sanatıdır. Sünnî olan Eyyûbî hükümdarları, Nûreddin Zengî’nin yolunu takip ederek bir taraftan Haçlı saldırılarına ve hıristiyan işgaline karşı durmaya çalışırken diğer taraftan kendi topraklarında büyük bir güç haline gelmiş olan Şiîler’le ilmî sahada da mücadele etmişlerdir. Bundan dolayı Eyyûbî imar ve sanat faaliyetinde ilmî hususiyet önem kazanmış ve bu durum özellikle medrese mimarisinde kendini göstermiştir.

Mimari. Oldukça fazla sayıda örneğin günümüze intikal ettiği medreseler genellikle birbirini hatırlatan plan şemalarına sahiptirler; ancak Suriye’dekilerle çok az sayıda yapının ayakta kalabildiği Mısır’dakiler arasında belirli farklar göze çarpmaktadır. Suriye’deki medreselerin çoğunlukla tek eyvanlı olmasına ve kıble tarafında yer alan mescid kısmıyla irtibatlı bir türbeye sahip bulunmasına karşılık Mısır’daki Örneklerin birbirine bakan çifte eyvanlı tipte oldukları ve türbelerin de ayrı binalar halinde inşa edildiği görülmektedir. Daha sonra Memlüklü mimarisinde de uygulanan bu düzenlemenin sebebi medreselerin Mısır’da iki veya dört mezhep. Suriye’de ise genellikle bir tek mezhep için yapılmış olmasıdır. Bu ilmî faaliyet çerçevesinde medreseler kadar önem taşıyan dârülhadisler de Eyyûbî mimarisinin başlıca eserleri arasında yer alır. Sünnî akaidini ve hadis çalışmalarını tesirli hale getirmeye yönelik faaliyetler için mekân teşkil eden bu kurumlar da plan ve teşkilât itibariyle medreselere paralel mimari özelliklere sahiptir. En önemli Eyyûbî mimari eserleri şunlardır:

Ebü’l-Fevâris Medresesi. Maarretünnu-mân’da 595 (1198-99) yılında Ebü’l-Fevâris Necâ b. Abdülkerîm tarafından Şafiî fıkhının okutulması için yaptırılmıştır. Kubbeli bir eyvan şeklinde olan giriş dikdörtgen bir avluya açılır. Kıble tarafındaki mescid orta kısımda pandantiflerle geçilen bir kubbe, yan kısımlarda da tonozlarla örtülüdür. Batıdaki eyvanı ortadan kalkmış bulunan binanın kuzey doğusunda bir türbe, kuzeyinde de molla odaları yer almaktadır.

Zâhiriyye Medresesi. Halep’te el-Melİ-kü’z-Zahir Gâzî tarafından yapımı başlatılan ve onun ölümünden sonra 616 (1219-20) yılında bitirilen medrese, aynı plan özelliklerine sahip bir bina olmasına rağmen üç kubbeli mescidi ve doğudaki büyük eyvandan başka kuzeyinde iki küçük eyvanın ortasında yer alan giriş eyvanının bulunmasıyla farklı bir durum arzeder. Ayrıca mescidin batısındaki salon da farklı bir mimari bölüm oluşturmaktadır.

Rükniyye Medresesi. Şam’da I. el-Melikü’l-Âdil’in anne bir kardeşi Feleküddin Süleyman’ın âzatlısı Rükneddin Menkûferîş el-Felekî tarafından 624 (1227) yılında yaptırılmış olan medrese değişik özellikler göstermektedir. Plan itibariyle diğer medreselere yaklaşmakla birlikte kıble tarafında bulunan mescidle doğudaki türbenin açıldığı avlunun tromplar üstünde yükselen bir kubbe ile örtülü olması dikkat çekicidir. Bu kubbeli mekânın etrafında tonoz örtülü dehlizler bulunmakta, mescidin de tonozla örtülü olduğu görülmektedir.

el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb Medrese ve Türbesi. Mısır’daki Eyyûbî eserlerinin en önde gelenlerinden olan ve tarihî kayıtlarda uzun uzun ihtişamından söz edilen el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb Medresesi (el-Medresetü’s-Sâlihiyye), büyük ölçüde tahribat geçirmesine rağmen bugün de Kahire’nin en önemli tarihî binalarından birini oluşturmaktadır. Eski Fatımî dârülilimleriyle Memlûk medrese ve bîmâristanları arasında bir geçiş merhalesi niteliğindedir. Belgelere göre 640-641 (1242-1243) yıllarında Fâtımîler’in el-Kasrü’l-kebîr eş-Şarkīnin yerinde çift eyvanlı, karşılıklı iki benzer blok halinde inşa edilmiştir. Bu teşkilât biçimiyle medresenin dört Sünnî


mezhebe göre eğitim vermek üzere planlandığı bilinmektedir. Güneydeki blokun batı cephesiyle kuzeydeki blokun tamamı ayakta kalmış, diğer kısımlar yok olmuştur. Mevcut blokun kuzeybatı ve güneydoğusunda bulunan eyvanlar tonoz örtülüdür. Bu eyvanların açıldığı dörtköşe avlunun iki yanında da revaklarla bunların arkasında odaların yer aldığı tesbit edilmektedir. Binanın bütün dış cephesiyle her iki bölümün girişlerinin bağlandığı ana girişi teşkil eden Hâretü’s-Sâlih adıyla bilinen geçidin üstünde bulunan tuğla minare Mısır İslâm mimarisi için önemli bir örnektir. Cephenin mimarisi ve girişin tezyinatı, Fatımî ve Memlûk cephe teşkilâtları arasında tam bir geçiş sergilemekte ve gelecekteki Memlûk cephe düzenlemesine ışık tutmaktadır. Dirsekli bir koridorla medresenin avlusuna bağlanan el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb’un türbesi de yine en önemli Eyyûbî eserlerinden biridir. Sultan el-Melikü’s-Sâlih’in ölümünden sonra Şecerüddür tarafından 647-648 (1249-1250) yıllarında yaptırılan türbe kare planlı olup sekizgen kasnak üzerinde yükselen sivri ve yüksek bir kubbe ile örtülüdür; içeride kubbeye geçiş mukarnaslı pandantiflerle sağlanmıştır.

İmam Şafiî Türbesi (Kubbetü’l-Imâm eş-Şâfiî). Bugün Kahire’de en önemli Eyyûbî eserleri arasında yer alan türbe mânevî değerinin yanı sıra mimari özellikleri açısından da büyük önem taşımaktadır. Fatımî ve Memlük türbeleri içinde bir merhale teşkil eden yapının diğer Eyyûbî türbelerinin birçoğu gibi bir medreseyle irtibatlı olduğu tarihî kayıtlardan öğrenilmektedir. Kaynaklar, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin emriyle 575 (1179-80) yılında İmam Şafiî’nin mezarının yanına Şafiî mezhebi için bir medresenin yapıldığından, üç yıl sonra da türbenin inşasından bahsetmektedir. Halen mevcut olan türbe son şeklini 608 (1211-12) yılında almış ve daha sonra el-Melikü’l-Kâmil Muhammed ile annesi de buraya defnedilmiştir. Ayrıca Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin oğlu el-Melikü’l-Azîz Osman ve annesi Şemse’nin de buraya gömüldükleri söylenmektedir. Zaman içinde önemli onarım ve değişiklikler görmüş olan kare planlı bu büyük ve yüksek binanın üstü, ahşap pandantiflerle geçilen ahşap bir kubbeyle örtülmüş ve kubbenin dış yüzü çiviyle ahşaba raptedilen yeşil çinilerle kaplanmıştır. Örtü sisteminin daha sonraki devirlerde yapılmış olması muhtemeldir (Ayrıca Bk. İMAM ŞAFİİ TÜRBESİ).

Eyyûbîler’in sivil mimari faaliyetleri arasında ayrıca çeşitli camilerde yaptıkları köklü onarımlarla inşa ettikleri minareler de bulunmaktadır. Bunlar arasında özellikle Mısır’daki 634 (1236-37) tarihli Seyyidinâ Hüseyin Camii Meşhedi minaresiyle Kuzey Suriye’deki 595 (1198-99) tarihli Maarretünnu‘mân Ulucamii’nin minaresi sayılabilir.

Eyyûbîler’in içinde bulunduğu şartların zorlamasıyla askerî mimariye büyük önem verdikleri gerek kaynaklardan gerekse mevcut örneklerden anlaşılmaktadır. Bu faaliyetler çerçevesinde Fâtımîler devrinde tesis edilen kale ve surları onarıp genişlettikleri gibi birçok yerde de yeni inşaatlara girişmişlerdir. Bunlar arasında Kahire’nin ayrı bir yeri vardır. Devletin İlk kuruluş yıllarından başlayarak Kahire surlarında yapılan inşaat işlerinin dışında özellikle Selâhaddîn-i Eyyûbî ve el-Melikü’l-Kâmil Muhammed’in ilgi gösterdikleri Kahire Kalesi, evler ve köşklerden oluşan aşağı kısım ve askerî garnizonun bulunduğu Kal’atülcebel adıyla bilinen yukarı kısımdan meydana gelen bir iskân merkezi haline getirilmiştir. Diğer kaleler arasında da en fazla Şam (Dımaşk), Basra ve Halep kalelerine önem verildiği görülmektedir. Bunlardan başka el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb’un Mısır’daki Ravza adasında bulunan sarayı ve bu adayı kuşatan surlar bugün mevcut olmamakla birlikte kaynaklarda verilen bilgiler çerçevesinde dikkat çekmektedir.

Mimari Tezyinat ve Küçük El Sanatları. Mimari eserlerin sayıca azlığı ve daha sonraki devirlerde geçirdikleri onarım ve değişiklikler sebebiyle orijinal hallerini kaybetmiş olmaları, iç ve dış mimari tezyinat hakkında kesin görüşler ileri sürmeyi güçleştirmektedir. Buna rağmen mevcut örneklere dayanarak belli bir sonuca varmak mümkün olmaktadır. Özellikle dış cephelerin süslenmesinde sık ve derin nişlerle Fatımî geleneğinin devamı olan istiridye kabuğu motifinin kullanıldığı ve dış cephe tezyinatının ana hatlarıyla Memlûk cephe mimarisinin habercisi olduğu görülür. İç tezyinatta ise eski Fatımî anlayışına uygun bazı özelliklerin yaşatılmasının yanında daha çok Selçuklu tesirine bağlanan ve Anadolu, İran, Orta Asya Türk sanat çevreleriyle ilgisi bulunan alçı tezyinatla mukarnaslara ağırlık verilmiştir. Eyyûbî mimari tezyinatının en önemii özelliklerinden biri, çok renkli mermer kakmalarla bezenmiş olan mihraplardır. Önceleri Suriye’de Zengî sanat muhitinde görülen bu tip mihrap süslemeleri Eyyûbîler’den sonra Memlûk sanatında bütün cepheyi kaplamıştır. Mevcut örneklerin gösterdiğine göre iç tezyinata dahil olan bir başka eleman da özellikle kitabe şeritlerini teşkil eden uzun dikdörtgen ahşap panolardır.


Bu panolar frizler halinde, bilhassa türbelerin yüksek kısımlarında bir kuşak meydana getirir. Ahşap panoların ve alçı tezyinatın temelini geometrik ve geçmeli bitkisel motiflerin oluşturduğu görülmektedir. Bunların dışında daha çok türbe pencerelerinde rastlanan renkli camlar da dikkat çeken süsleme unsurlarındandır. Eyyûbî el sanatlarının günümüze kalan ürünleri arasında en önde gelenler ahşap ve madenî eserlerdir. Az sayıda örnek bulunmakla birlikte el sanatlarında da mimari tezyinatta görülen kendine has özelliklerle Zengî tesirinin ve mahallî anlayışların karışması söz konusudur. Ahşap sanatı sandukalar, kapı pencere kanatları, dolaplar ve diğer bina içi teçhizat örnekleriyle temsil edilmekte ve bunlar arasında da özellikle İmam Şafiî’nin 574 (1178-79) tarihli sandukası ile yine aynı türbede bulunan diğer ahşap eşya ve Halep’teki Zengîler’e ait Hallâviyye Medresesi’nin 595 (1198-99) tarihli ahşap mihrabı büyük değer taşımaktadır. Aynı şekilde el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb’un türbesindeki bir çift kapı kanadı ile diğer ahşap eşya da en önemli örnekler arasında yer almaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

J. Sauvaget - M. Ecorchard, Les Monuments ayyubides de Damas, Beirut 1938-50; Suâd Mâhir Muhammed. Mesâcidü Mıśr ve evliyâ’ü-he’ś-śâliĥûn, Kahire 1971-76, I, 21-22, 27, 379; II, 150-157; R. S. Humphreys. From Saladin to the Mongols: The Ayyubids of Damascus 1193-1260, New York 1977; K. A. C. Creswell, The Muslim Architecture of Egypt, New York 1978, s. 1-103; G. Mitchell. Architecture of the Islamic World, London 1984, tür.yer.; P. M. Holt, The Age of the Crusades, Essex 1986, s. 46-82; J. Hoag. İslam, Stuttgart 1986, s. 79-93; E. Baer, Ayyubid Metalwork with Christian Images, Leiden 1989; M. Lauffrey. “Un Madrassa ayyubide de la Syrie du nord”, Annales archėologiques de Syrie, III/1-2, Şam 1953, s. 49-66; A. Abel. “La Citadelle ayyubide de Bosra Eski Cham”, a.e., VI (1956), s. 95-138; J. Sourdel-Thomine. “Les anciens lieux de pėlerinage damascaint d’aprės les sources arabes”, Bulletin d’ėtudes de Damascus, XIV/4, Şam 1959, s. 65-85; Âdil Necm Abv. “el-Medrese fi’l-Ǿimâreti’l-Eyyûbiyye fî Sûriyâ”, el-Havliyyâtü’l-eşeriyyetü’l ǾArabiyyetü’s-Sûriyye, XXIV/l-2, Dımaşk 1974, s. 75-99; S. D. Goitein. “Urban Housing in Fatimid and Ayyubid Times”, St, XLVII (1978), s. 5-25; R. Ellenblum, “Who Built Qalat al Subayba”, Dumbarton Oaks Papers, XLIII, Washington 1981, s. 103-112; R. Amitai, “Notes on the Ayyubid Inscrip-tions at al-Subayba Qalat Nimrud”, a.e., s. 113-119; J. Feeneu. “Fortress on the Mounśtain”, Aramco World, XLlV/2, Washington 1993, s. 32-39.

A. Engin Beksaç