EZAN

الأذان

Sözlükte “bildirmek, duyurmak, çağrıda bulunmak, ilân etmek” mânasında bir masdar olan ezan kelimesi terim olarak farz namazların vaktinin geldiğini, nasla belirlenen sözlerle ve özel şekilde müminlere duyurmayı ifade eder. Aynı kökten gelen müezzin “ezan okuyan kimse”, mi’zene de “ezan okunan yer” (minare) demektir. Ezan kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde “bildiri, ilâm” mânasında geçerken (et-Tevbe 9/3) terim anlamında ezana nidâ kökünün türevleriyle iki âyette (el-Mâide 5/58; Cum’a 62/9) işaret edilmiştir. Ezan sözlük anlamında ve çeşitli fiil kalıplarıyla yedi âyette (Meselâ bk. el-Bakara 2/279; el-A’râf 7/167; el-Hac 22/27), müezzin de yine bu çerçevede “çağrıcı, tellâl” mânasında iki âyette (el-A’râf 7/44; Yûsuf 12/70) yer almaktadır. Hadislerde ise ezan kelimesi terim anlamında hem isim olarak hem de çeşitli fiil kalıplarıyla sıkça geçmektedir (Bk. Wensinck, el-MuǾcem, “eźn” md.; a.mlf., Miftâhu künûzi’s-sün-ne, “eźan” md).

Namaz Mekke döneminde farz kılındığı halde Hz. Peygamber’in Medine’ye gidişine kadar namaz vakitlerini bildirmek için bir yol düşünülmemişti. Medine döneminde ise müslümanlar başlangıçta zaman zaman bir araya toplanıp namaz vakitlerini gözetirlerdi. Bir süre namaz vakitlerinde sokaklarda “es-sa-lâh es-salâh” (namaza namaza!) diye çağrıda bulunulduysa da bu yeterli olmuyordu. Namaz vaktinin geldiğini haber vermek üzere bir işarete ihtiyaç duyulduğu aşikârdı. Bunun için nâkûs (Hıristiyanlarca şimdiki çan yerine kullanılan, üzerine bir çomakla vurularak ses çıkarılan tahta parçası) çalınması, boru öttürülmesi, ateş yakılması veya bayrak dikilmesi şeklinde çeşitli tekliflerde bulunulduysa da nâkûs hıristiyanların, boru yahudilerin, ateş Mecûsîler’in âdeti olduğu için Resûlullah tarafından kabul edilmedi. Ancak bu sırada ashaptan Abdullah b. Zeyd b. Sa’lebe’ye rüyada ezan öğretilmiş, Abdullah da ertesi gün Hz. Peygamber’e gelerek durumu haber vermişti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Bilâl’e ezan cümlelerini ezanda ikişer, ikamette ise birer defa okumasını emretti. Bu arada Hz. Ömer Resûlullah’a gelip aynı rüyayı kendisinin de gördüğünü, ancak Abdullah b. Zeyd’in daha erken davrandığını bildirmiştir (Buhârî, “Eźan”, 1; Müslim, “Śalât”, 1; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 27; Tirmizî, “Śalât”, 25; İbn Mâce, “Eźan”, 1; Nesâî, “Eźan”, 1). Bilâl, Neccâroğulları’ndan bir kadına ait yüksek bir evin üstüne çıkıp ilk olarak sabah ezanını okudu (Ebû Dâvûd, “Śalât”, 3). Böylece ezan hicrî 1. (622) veya bir rivayete göre 2. (623) yılda meşrû kılınmış oldu. Daha sonra Mescid-i Nebevi” nin arka tarafına ezan okumak için özel bir yer yapıldı.

Ezan sünnet yoluyla meşru kılınmakla birlikte Kur’ân-ı Kerim’deki. “Namaza çağırdığınızda onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu davranışları onların düşünemeyen bir toplum olmasından dolayıdır” (el-Mâide 5/58), “Ey inananlar! Cuma günü namaza çağrıldığı zaman hemen Allah’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın” (el-Cuma 62/9) mealindeki âyetlerle de teyit edilmiştir.

Ezan şu sözlerden oluşur: “Allāhü ek-ber” (Allah en büyüktür [dört defa]); “Eş-hedü en lâ ilâhe illallah” (Allah’tan başka tanrı olmadığına şehâdet ederim [iki defa]); “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah” (Muhammed”in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet ederim [iki defa]): “Hayye ale’s-salâh” (haydi namaza [iki defal]); “Hayye ale’l-fe-lâh” (haydi kurtuluşa [iki defa]), “Allâhü ekber” (Allah en büyüktür [iki defa]); “Lâ ilahe illallah” (Allah’tan başka tanrı yoktur). Sabah ezanında, “Hayye ale’l-felâh”tan sonra iki defa, “es-Salâtü hayrun mine’n-nevm” (namaz uykudan hayırlıdır) sözü tekrarlanır ki buna “tesvîb” denilir.


Hanefî ve Hanbelî mezhepleri ezanda Abdullah b. Zeyd’den nakledilen bu lafızları esas almışlardır. Şâfiîler de aynı lafızları benimsemekle beraber müezzinin her iki şehâdet cümlesini önce yanındaki kimselerin duyacağı şekilde alçak sesle, sonra da yüksek sesle okuması anlamına gelen “tercî” ilâvesinin bulunduğu Ebû Mahzûre rivayetini (Müslim, “Śalât”, 6; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 28) tercih etmişlerdir. Mâlikîler ve Hanefî mezhebinden Ebû Yûsuf ile İmam Muha-med ise Abdullah b. Zeyd’den gelen diğer bir rivayeti ve Medine halkının uygulamasını esas alarak tekbirin ezanın başında da iki defa okunacağını söylemişlerdir.

İkāmet sözleri de ezanda olduğu gibidir; ancak burada, “Hayye ale’l-felâh”tan sonra “Kad kâmeti’s-salâh” (namaz başlamıştır) cümlesi iki defa tekrar edilir (Bk. ikâmet). Şiîler’de ise. “Hayye ale’l-felâh’tan sonra “Hayye alâ hayri’l-amel” (amelin hayırlısına geliniz) cümlesi ilâve edilerek iki defa tekrarlanır. Şiî kaynaklarına göre bu ibare başlangıçta ezan metninde yer almakta iken Hz. Ömer, müslümanların daha çok namaza yönelip cihadı terketmemeleri için onu metinden çıkarmıştır (Bahrânî, VII, 438). Şiî çevrelerde ikinci şehâdet cümlesinden sonra iki defa okunan, “Eşhedü enne Aliyyen veliyyullah” (Ali’nin Allah’ın dostu olduğuna şehâdet ederim) veya, “Eşhedü enne Aliyyen emîrü’l-mü’minîne hakkan” (meşru devlet başkanının Ali olduğuna şehâdet ederim) gibi ifadeler Şîa’nın meşhur ve sahih rivayetlerinde yer almaz ve ezanın sözlerinden sayılmaz. Bununla birlikte bu cümlelerin okunması Şiî âlimleri arasında fiilî bir tasvip görmüş ve yaygınlık kazanmıştır.

Hz. Peygamber ve ilk iki halifesi zamanında cuma günleri sadece hutbeden önce bir iç ezan okunurdu. Hz. Osman devrinden itibaren cuma namazı için halkın önceden uyanlması amacıyla namaz vakti gelince dışarıda da ezan okunmaya başlandı.

İslâm’ın şiarı ve müslüman varlığının sembolü olarak kabul edilen ezanı terketme hususunda söz birliği içinde bulunan müslüman bir şehir veya bölge halkına karşı başka bir çözüm şekli bulunamadığı takdirde savaş açılmasının gerektiğine dair ittifak halinde olan İslâm hukukçuları ezanın dinî hükmü konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanefî ve Şafiî mezheplerindeki hâkim görüşe, Mâliki ve Şia’dan İmâmiyye mezhepleriyle Ahmed b. Hanbel’den nakledilen bir rivayete göre ezan okumak sünnet-i müekkededir. Şafiî mezhebindeki bir görüşe göre farz-ı kifâye, bazı Hanefî âlimlerine göre de vaciptir. Hanbelîler ise bir yerleşim yerinde ezan okunmasını farz-ı kifâye kabul ederler. Cuma namazı kılınan yerleşim merkezleri konusunda Mâlikîler de bu görüştedir.

Mâna ve muhtevası bakımından ezan hem namaz hem de İslâm için bir çağrıdır. Yani ezan vasıtasıyla insanlar bir taraftan namaza çağrılırken diğer taraftan İslâm’ın üç temel ilkesini oluşturan Allah’ın varlığı ve birliği, Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğu ve asıl kurtuluşun (felâh) âhiret mutluluğunda bulunduğu gerçeği açıklanmış olur. Yer küresinin güneş karşısındaki konumu ve kendi çevresinde dönüşü ile namaz vakitlerinin oluştuğu göz önünde bulundurulduğu takdirde müslümanlarla meskûn olan her noktada günde beş defa okunan ezanın kesintisiz devam ettiği, bu ilâhî mesajın günün her anında yeryüzünden yükseldiği anlaşılır. Hz. Peygamber’ den nakledilen birçok hadis ezanın mâna ve önemini dile getirmekte ve ezan okumanın faziletlerini belirtmektedir (Meselâ bk. Buhârî, “Eźan”, 4, 9; Müslim, “Śalât”, 14-18; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 60).

Ezan namaz vakti girdikten sonra okunmalıdır; vaktinden önce okunursa iadesi gerekir. Hanefî ve Şâfıîler’e göre ezanın sahih olması için niyet şart değildir; Mâliki ve Hanbeliler ise niyeti şart koşarlar. Ayrıca ezan Arapça sözleri ve bilinen tertibiyle okunmalıdır. Hanefî ve Hanbelîler’e göre ezanın Arapça’dan başka bir dilde okunması caiz değildir. Şafiî mezhebine göre ise Arapça bilmeyen yabancıların ezanı asıl şekliyle okuyabilen birinin bulunmaması halinde kendi dillerinde ezan okumaları mümkündür. Şafiî, Mâliki ve Hanbelî mezheplerine göre ezanda tertip vaciptir; sözlerinin sırası değiştirildiği takdirde yeni baştan okunması gerekir. Tertibi sünnet sayan Hanefîler’e göre ise sıranın bozulduğu yerden alınarak devam edilir. Ezanı erginlik veya temyiz çağına gelmiş bir kimse okumalıdır. Gayri mümeyyiz çocuğun okuyacağı ezan geçersizdir. Ayrıca müezzinin ezan sırasında konuşması mekruhtur. Çokça konuşma veya uzunca susma suretiyle ezan sözleri arasına fasıla girmesi halinde ise baştan tekrar edilmesi gerekir.

Ezan farz olan namazlar için okunur. Camide okunan ezan duyuluyorsa evlerde kılınacak namaz için ayrıca ezan okunmaz. Ezanın duyulmadığı uzak bir mesafede veya yerleşim merkezleri dışında bulunanlar da ezan okurlar. Cenaze namazı ile vitir, bayram, teravih, yağmur duası namazı ve farz-ı ayın olmayan diğer namazlar için ezan okunmaz. Farz namazlar dışında güneş tutulması vb. sebeplerle cemaatle kılınan namazlar için Hz. Peygamber zamanında ezan okunmamış, müslümanlar, “es-Salâte (es-salâtü) câmiaten” (cemaatle namaza geliniz) diye çağrılmışlardır (Buhârî, “Küsûf”, 3, 8; Müslim, “Küsûf”, 4). Yeni doğan bebeğin sağ kulağına hafif sesle ezan, sol kulağına da ikāmet okumak menduptur (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 108; Tirmizî, “Edâhî”, 17).

Müezzinin sesinin gür ve güzel olması, ezanı ayakta ve yüksekçe bir yere çıkıp dinleyenlerin tekrarına imkân verecek şekilde yavaş okuması, sesin daha güçlü çıkmasına yardımcı olacağı için şehâdet parmaklarının uçlarını kulaklarına götürmesi veya ellerini kulaklarının üzerine koyması, kıbleye yönelmesi, “Hayye ale’s-salâh” derken yüzünü sağa, “Hayye ale’l-felâh” derken de sola çevirmesi, dinî hassasiyet sahibi ve abdestli olması müstehaptır.

Ezanı İşiten bir müslüman müezzinin sözlerini ondan sonra tekrar eder. Ancak, “Hayye ale’s-salâh” ve “Hayye ale’l-felâh’ta bunların yerine “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” (bütün değişimler, bütün güç ve hareket Allah’ın iradesiyle mümkündür) cümlesini tekrar eder. Sabah ezanında ilâve edilen, “es-Salâtü hayrun mine’ n-nevm” cümlesine de, “Sadakte ve berirte” (doğru ve haklı söyledin) diye karşılık verilir. Ezan okunduktan sonra özürsüz olarak namaz kılmadan camiden çıkmak Hanbelîler’e göre haram, Şâfıîler’e göre de mekruhtur.

Ezanın bitiminden sonra Hz. Peygamber’in öğrettiği ve şefaatine vesile olacağını haber verdiği şu dua okunur: “Allāhümme rabbe hâzihi’d-da’veti’t-tâmme ve’s-salâti’l-kāime âti Muhammeden el-vesîlete ve’l-fazîlete ve’b’ashü makāmen mahmûdeni’llezî vaadteh”( اللهم رب هذه الدعوة التامة والصلاة القائمة آت محمداً الوسيلة والفضيلة وابعثه مقاماً محموداً الذي وعدته) Ey bu mükemmel davetin ve daimî çağrının (veya kılınacak namazın rabbi olan Allahım!


Muhammed’e sana yaklaştırıcı her türlü vesileyi ihsan et, onu faziletlerle donat. Onu -Kur’ân-ı Kerîm’inde- vaad ettiğin övgü makamına yücelt (Buhârî, “Eźân”, 8).

Ezanla ilgili hükümler fıkıh kitapları içinde ayrı bir bölümde ele alınmakla birlikte bu konuda bazı âlimler müstakil eserler de telif etmişlerdir. Bunlar arasında Ebü’ş-Şeyh’in (ö. 369/979) Kitâbü’l-Eźân, Abbâd b. Serhan el-Meâfirî’nin Risale fi’l-eźân (Resâǿilü fi’l-fıķh ve’l-luġa içinde, nşr. Abdullah el-Cübûrî, Beyrut 1982, s. 37-85), Kādî İyâz’ın Nažmü’l-burhân Ǿalâ śıĥĥati cezmi’l-eźân, Emîr es-San’ânînin Teşnîfü’l-âźân biesrâri’l-eźân (nşr. Abdullah Muhammed el-Habeşî, Beyrut 1407/1987) adlı eserleri zikredilebilir. Mısırlı edip ve düşünür Abbas Mahmûd el-Akkād, DâǾi’s-semâǿ Bilsl b. Rebâĥ: müǿeźźinü’r-Resûl adlı eseri içinde (Kahire 1945) ezana da bir bölüm ayırmıştır. Dikkate değer edebî bir güzellik taşıyan bu bölüm İngilizce’ye çevrilerek yayımlanmıştır (Lahore 1978). Ayrıca Lebîb es-Saîd’in el-Eźân ve’l-müǿeźźinûn (Kahire 1970) ve Seyyid Abdürrızâ Hüseyin el-Celâlî’nin el-Eźân ve’l-müǿeźźin (Necef 1972) adlı risâleleriyle Ebû Hatim Üsâme b. Abdüllatîf el-Kavsinin Kitâbü’l-Eźân (Kahire 1408/1987) adlı eseri bu konuda kaleme alınmış diğer çalışmalardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “ezn” md.; Tehânevî. Keşşâf, “ezn” md.; Wensinck, el-MuǾcem, “ezn” md.; Miftâhu künûzi’s-sünne, “ezân” md.; Müsned, II, 136, 366, 411; III, 29, 169; IV, 42, 43, 81, 95, 284; V, 171, 179; Dârimî, “Śalât”, 3-12; Buhârî, “Ezân”, 119, “Küsûf”, 3, 8; Müslim, “Şalât”, 1-18, “Küsûf”, 4; ibn Mâce, “Ezân”, 1-7; Ebû Dâvûd. “Śalât”, 3, 27-45, 60, “Edeb”, 108; Tirmizî, “Śalât”, 25, 139-158, “Edâhî”, 17; Nesâî, “Ezân”, 1 -41; İbn Hişâm. es-Sîre, II, 154; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 246; Ebû Ca’fer et-Tûsî, el-Mebsût fî fıkhî’l-İmâmiyye. Tahran 1387, I, 95-99; Serahsî. el-Mebsût, I, 127; Merginânî. el-Hidâye, İstanbul 1986, I, 41; İbn Kudâme. el-Muğnî (Herrâs), I, 402-431; Nevevî. Şerhu Müslim, IV, 75; İbnü’l-Hâc el-Abderî. el-Medhal. Kahire 1981, II, 241-245; III, 52; Makrîzî. el-Hıtat II, 269-273; İbn Hacer. Fethulbârî (Hatîb), II, 62; Aynî. ‘Umdetü’l-kârî, Kahire 1348, V, 101; Tecrid Tercemesi, II, 551-557; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 133-142; Emîr es-Sanânî, Teşnifü’l-âzan bi-esrari’l-ezan (nşr. Abdullah Muhammed el-Habeşî), Beyrut 1407/1987; Bahrânî, el-Hadâǿiku’n-nâdire (nşr. Muhammed Takī el-İrevânî), Beyrut 1405/1985, VII, 403-404, 438; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr (Kahire), I, 383-400; Muhammed Hasan en-Necefî, Cevâhirü’l-kelâm fî şerhi şeraǿiǾi’l-İslâm, Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), IX, 86-87; Tâhirülmevlevî, Müslürnanlıkta İbâdet Târihi, İstanbul 1963, s. 58; a.mlf.. “Ezan Hakkında Malûmat ve Halisane Bazı Temenniyât”, SR, X/236 (1329), s. 29-31; Abdurrahman b. Muhammed el-Cezîrî, el-Fıkh Ǿale’l-mezâhibi’l-erbaǾa, Kahire 1392, I, 310-326; Abbâd b. Serhan el-Meâfirî, Risale fi’l-ezân (Resâǿilü fı’l-fıkh ve’l-luğa içinde, nşr. Abdullah el-Cûbûrî), Beyrut 1982, s. 32-90; Zühaylî, el-Fıkhü’l-İslâmî, I, 533-562; Ebû Hatim Usâme b. Abdüllatif el-Kavsî, Kitâbü’l-Ezân, Kahire 1408/1987; Abdülhay el-Kettânî., et-Terâtîbü’l idariyye (Özel), I, 142, 156-162; II, 242; Th. W. Juynboll. “Ezan”, İA, IV, 429-430; a.mlf, . “Adhān”, EI² İng ), I, 187-188; “Ezân”, Mv.Fİ, IV, 187-221; “Ezân”, Mv.F, II, 357-373.

Abdurrahman Çetin




Ezanın Türkçeleştirilmesi. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, özellikle II. Meşrutiyet’i takip eden yıllarda Türkçülük cereyanının ve buna bağlı olarak dilde sadeleşme akımının ortaya çıkmasından sonra ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi doğrultusunda görüşler ileri sürülmeye başlanmış, bu görüşler arasında bilhassa ezanın Türkçeleştirilmesi gerektiği düşüncesi önemli tartışmalara yol açmıştır. Ezanın Türkçeleştirilmesi fikri muhtemelen ilk defa Ziya Gökalp tarafından 1918’de ortaya atılmıştır. Gökalp 1908’de Osmanlılık idealini taşıdığı dönemde yazdığı (Tansel, s. XVII-XIX) “Ezan” adlı şiirinde ezanı “büyük asrın (Asr-ı saadet) sesi” olarak nitelendirmiş, onun dinî, tarihî ve İslâm dünyası için evrensel mânasını. “Okunurken ezan sanır her vicdan/Cebrail’dir gelmiş Bilâl ağzından/Bütün İslâm ümmetine seslenir” mısralarıyla dile getirmiştir. Bu şiirde ezanı bütün müslüman milletlerin Hz. Peygamber dönemiyle, hatta -Cebrail motifini kullanarak- metafizik âlemle bağ kurmasını sağlayan ortak bir değer, duyuş ve şiar olarak anlatıyordu. Ancak Selânik’e yerleşmesinin ardından başlayan Türkçülük-Turancılık döneminden sonra 1918’de yazdığı Yeni Hayat kitabında yer alan “Vatan” şiirinde, “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur/Köylü anlar mânasını namazdaki duanın...//Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur/Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hudâ’nın/Ey Türk oğlu işte senin orasıdır vatanın” diyerek Türk vatanında ezanın ve Kur’an’ın Türkçe okunması gerektiğini açık bir şekilde ifade etmiştir. Genç Kalemler dergisinde yayımlanan ilk şiiri “Turan” çevresinde geliştirdiği bu görüşlerini daha sonra Türkçülüğün Esasları’nda (Ankara 1339) toplayan Gökalp ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi fikrini bu kitabında da tekrarlamıştır.

Gökalp’in Türkçülük yönündeki genel fikirleri çerçevesinde ezan da dahil olmak üzere ibadet dilinin Türkçeleştirilmesiyle ilgili görüşleri Cumhuriyet döneminde hararetle benimsendi. 1928 yılında Atatürk’ün isteği üzerine Darülfünun müderrisi İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) tarafından İlahiyat Fakültesi müderrisler meclisinde görüşülmek üzere bir ıslahat lâyihası hazırlandı. Gündeme alındığı halde müderrisler meclisinde -kesin olarak bilinmemekle beraber- görüşülmediği anlaşılan, daha sonra basına da intikal ettirilen “İlahiyat Fakültesi’nce Hazırlanan Lâyiha” başlıklı bu raporun (Vakit, nr. 3753, 20 Haziran 1928’den naklen, Mısıroğlu, s. 340) üçüncü maddesinin bir bendinde sözü edilen ıslahat arasında. “İbadet lisanı Türkçe olmalıdır. Âyetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe şekilleri kabul ve istimal edilmelidir” ifadeleri yer almıştır. Burada açıkça belirtilmemekle birlikte ezan ve kāmetin Türkçeleştirilmesi de kastedilmiş olmalıdır. Basına intikal ettikten sonra şiddetli tepki gören bu ıslahat programı hakkında lehte ve aleyhteki yayımlar kısa süre içinde durdurulmuştur (Türkiye Maarif Tarihi, V, 1938-1967).

Ancak bu arada 10 Nisan 1928’de Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu’nun 2. maddesinde yer alan. “Devletin dini dîn-i İslâm’dır” fıkrası ile 26. maddedeki “ahkâm-ı şer’iyyenin Büyük Millet Meclisi tarafından yürütüleceği”ni belirten cümle kaldırılmış, böylece devlet hukuken laik olmuş (Başgil, s. 16-18, 186-192), daha sonraki yıllarda laiklik adına yapılacak uygulamaların kanunî mesnedi hazırlanmıştı. Her ne kadar Gökalp’in, “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur” mısraından Türkçe ezan istediği anlamının çıkarılmayacağını, burada ezanın bir


timsal olduğunu ve onun bu ifadeyle dinin halk tarafından anlaşılmasını kastettiğini, birçok hıristiyan milletin dualarını Latince yapmaları gibi Türk vatanında da ezanın bir sembol olarak Arapça kalması gerektiğini ileri sürenler olmuşsa da (Bk. Ayas, sy. 5, s. 36) ezanın Türkçe okunması fikri, “Vatan” şiirinin yayımlanmasından yaklaşık on beş yıl sonra Atatürk’ün takibi ve yer yer bizzat katılarak doğrudan yaptırdığı çalışmaların ardından 1932 yılında uygulamaya konuldu. Osman Nuri Ergin’in kaydettiğine göre, “Atatürk’ün üzerinde durmak ve başarmak istediği şeyler başlıca namazın etrafında dolaşıyor ve onun şekilleri çerçevesinde toplanıyordu”. Ergin Atatürk’ün namazla ilgili düşüncelerini üç noktada topluyor, a) Tekbir, ezan, kāmet ve salânın Türkçeleştirilmesi; b) Hutbenin Türkçeleştirilmesi; c) Namazın Türkçe Kur’an’la kıldırılması (Türkiye’de Maarif Tarihi, V, 1939). Devri yaşayanların, özellikle ezan ve kāmeti tercüme çalışmalarına katılan Sadettin Kaynak ve Ali Rıza Sağman gibi kişilerin hâtıralarında (a.g.e., V, 1939-1943, 1947-1957) ayrıntılarıyla yer alan bu konuyla ilgili gelişmeler şöyle özetlenebilir: Atatürk’ün emri üzerine sonraları Maarif vekili olan Reşit Galip ile Hasan Cemil Çambel’in yönetiminde. Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti’nin Dolmabahçe Sarayı’ndaki odasında 1932 yılı Ramazan ayı öncesinde (Aralık 1931) dokuz meşhur hafız bu işle görevlendirildi. Beşiktaşlı Rıza, Süley-maniye Camii müezzini Hafız Kemal, Hafız Sadettin (Kaynak), Hafız Burhan, Hafız Fahri, Hafız Nuri, Hafız Yaşar (Okur), Hafız Zeki ve Sultanselimli Hafız Ali Rıza’dan (Sağman) oluşan bu heyet tekbir, ezan ve kāmeti konservatuvardan bazı sazların da iştirakiyle meşkederek hazırladı. Bu arada tercümede tereddüt edilen noktalarda bizzat Atatürk’ün görüşüne başvurularak kesin karar onun tercihleri doğrultusunda verildi. Nitekim Ali Rıza Sağman dışında bütün hafızlar tekbiri “Allah büyüktür” şeklinde tercüme etmişken Atatürk, Sağman’ın “Tanrı uludur” ifadesini daha güzel bulduğu için bu şekil kabul edildi. Ezandaki “Hayye ale’l-felâh” ibaresinin “Haydi kurtuluşa” diye Türkçeleştirilmesi düşünüldü. Ancak “kurtuluş” kelimesinin İstanbul’da Rumlar’ın oturduğu Tatavla semtinin halk arasındaki adı olması sebebiyle tereddüt gösterilince Atatürk’ün de uygun görmesiyle “Haydi felaha” şekli kabul edildi (Granda, s.259-260).

Türkçe ezanın bestesi için konservatuvar üyesi İhsan Bey görevlendirildi. Fakat bütün gayretlere rağmen bestenin 1 Ramazan 1350’ye kadar (10 Ocak 1932) İstanbul’daki bütün müezzinlere öğretilmesinin mümkün olamayacağı anlaşılınca ezanın aslî şekliyle okunmasına geçici olarak izin verildi. Ancak bu arada başta İstanbul olmak üzere Anadolu’da da yer yer ezanın Türkçe okunmasına başlandığı gazetelere intikal eden haberlerden anlaşılmaktadır (Cumhuriyet, 2 Şubat 1932, s. 1, 6). Yapılan hazırlıklardan sonra Türkçe Kur’an, tekbir ve kāmet 3 Şubat 1932 gününe rastlayan Kadir gecesinde Ayasofya Camii’ndeki mevlidde okundu ve radyodan naklen yayımlandı. Bu arada Diyanet İşleri Riyâseti’nin de bu uygulamayı kabul etmesi sağlandı (18 Temmuz 1932). İlk dil kurultayından sonra (26 Eylül 1932) bütün vazifelilerin ezanı Türkçe okumaları için hazırlık yapmalarını sağlamak üzere Evkaf Umum Müdürlüğü tarafından hem vilâyetlere, hem de cami ve mescid görevlilerinin âmiri sıfatıyla Evkaf müdürlüklerine gönderilen Türkçe ezan metni şu şekilde düzenlenmişti: “Tanrı uludur/Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’dan başka yoktur tapacak/Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’nın elçisidir Muhammed/Haydi namaza/Haydi felaha/Namaz uykudan hayırlıdır (yalnız sabah namazında)/Tanrı uludur/Tanrıdan başka yoktur tapacak”.

Bu tamimden sonra ezanın Türkçe okunması sıkı bir şekilde takip edildi ve zamanla merkezden uzak bazı bölgeler dışındaki bütün vilâyetlerle karakol ve jandarma teşkilâtının ulaşabildiği bütün yerleşim birimlerinde Türkçe ezan okutulmasına başlandı. Ancak yeni şekli benimsemeyen müezzinlerle halkın bir nevi pasif direniş göstererek ezanı


çocuklara ve meczuplara okuttukları, Türkçe’sini yüksek sesle okuduktan sonra alçak sesle Arapça’sını da tekrar etmek veya imam ve müezzin olmayan kişilere okutmak suretiyle aslî şekli muhafaza etmeye çalıştıkları, bu devri yaşayan ve bir kısmı halen hayatta bulunan kişilerin ifadelerinden öğrenilmektedir. Bu uygulamanın kanunî bir dayanağı bulunmadığı için tamime riayet etmeyenler bazan idarî, çok defa da polisiye tedbirlerle yıldırıldı. Bu maksatla cami içinde ve dışında, minare kapılarında polislerle jandarmalar bekletildiği için emre uymayanlara ânında müdahale edildiği yolunda haberler çeşitli gazetelere intikal etmiştir (Meselâ bk. SR, IV/82, s. 105-106). Bu dönemle ilgili hâtıralar toplandığında ve konu üzerinde sosyolojik incelemeler yapıldığında, halkın bu uygulamaya karşı gösterdiği tepkiler ve bunun için yetkili mercilerin başvurduğu idarî, adlî ve polisiye önlemlerin boyutları hakkında daha sağlıklı bilgiler edinmek mümkün olacaktır.

Ezanın Türkçe okunmasına ilk büyük tepki 1 Şubat 1933’te Bursa’da meydana geldi. Ulucami’de Topal Halil adında halktan birinin Arapça ezan okuduktan sonra minare dibinde bekleyen bir sivil polis tarafından tartaklanarak karakola götürülmek istenmesine tepki gösteren halk, hükümetin bu konuya müdahalesini protesto etmek üzere önce Evkaf müdürlüğüne, oradan da valiliğe yürüdü. Valiliğin askerî garnizondan yardım istemesi üzerine durum İzmir’de Atatürk’ün yanında bulunan garnizon kumandanına bildirildi. Hadiseyi öğrenen Atatürk gezisini yarıda keserek Bursa’ya geldi. Anadolu Ajansı’na verdiği beyanatta olayın haddizatında ehemmiyetli olmadığını, cahil mürtecilerin Cumhuriyet adliyesinin pençesinden kurtulamayacaklarını, olaya bilhassa dini herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha edilmeyeceğinin anlaşılması için önem verdiklerini belirterek meselenin esas mahiyetinin dinle değil dille ilgili olduğunu söyledi (Cumhuriyet, 7 Şubat 1933). Ayrıca konu ile bizzat ilgilenerek hükümet yetkililerine gerekli talimatı verdi. Bursa müftüsüne, savcı ve sulh hâkimine işten el çektirildi. Arapça ezan okuma hadisesine karışan on dokuz kişi, Çorum Ceza Mahkemesi’nde bir yıl süren muhakemeden sonra ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı (Kocatürk, s. 546). O zamana kadar konunun dışında tutulmaya çalışıldığı anlaşılan Diyanet İşleri Riyaseti, Dahiliye Vekâleti’nden gelen bir yazı üzerine 4 Şubat 1933 tarihinde bütün müftülüklere bir tamim göndererek görevlilerin ezanı ve kāmeti Türkçe okumalarını, buna uymayanların “kati ve şedid bir şekilde” cezalandırılacağını bildirdi (Metni için bk. Albayrak, s. 262). Ardından müftülüklere yollanan 6 Mart 1933 tarihli yeni bir tamimle de, “her tarafta Türkçe ezan okunduğu bir zamanda minarelerde Arapça salâtü selâm okumak ahenksiz düşeceği ve hükümetin takip ettiği maksad-ı millîye de uygun gelmeyeceği” gerekçesiyle Arapça sala verilmemesi, gönderilen örnekteki üç Türkçe sala ve tekbir metninden birinin seçilerek okunması istendi.

Ezanın Türkçe okunması kararına uymayan görevliler. 1941 yılına kadar Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesinin kapsamında mütalaa edilerek “yetkili mercilerin kamu düzenini sağlamaya yönelik emrine aykırılık” suçunu işlemiş sayılıp cezalandırılırken 15 Nisan 1939 tarihinde hükümetçe meclise sunulan ve 1941’de kesinleşen 4055 sayılı kanun değişikliğiyle 526. maddeye. “Arapça ezan ve kamet okuyanların üç aya kadar hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar para cezası ile cezalandırılması” fıkrası eklenmiştir (Düstûr, Üçüncü tertip, XXII. 418, kanun lâyihası için bk. TBMM Kütüphanesi Dokümantasyon ve Tercüme Müdürlüğü, nr. 186, 1/78). Bu kanunun gerekçesinde, “Diyanet İşleri teşkilâtı


mensupları haricinde kalanlardan Arapça ezan ve kāmet okuyanlar hakkında ceza verilmesine imkân olmadığından Arapça ezan okuyanların görevli olsun olmasın kanunda sûret-i mahsûsada cezalandırılmasına lüzum hâsıl olmuştur” denilmesinden, Arapça ezanın özellikle görevliler dışındaki kişilerce okunmaya devam edildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, “Arapça lisanının eski zihniyete, eski an’anelere bağlayan tesirinden halkı kurtarmak için” bu kanunun çıkarılması gerektiğinin belirtilmesi de dikkat çekicidir.

Ezanın aslî şekliyle okunması suç haline getirildikten sonra gazetelerle hâtıralara intikal eden bilgilerden, ceza uygulamalarının kanunda öngörülen miktarların üç dört katına kadar çıkarıldığı, dayak gibi yıldırıcı polisiye tedbirlerin sürdürülmesinin yanında aylarca akıl hastahanelerine kapatma gibi cezalandırmalara başvurulduğu da öğrenilmektedir (Ceylan, III, 376-398).

Bernard Lewis, ibadet diline yapılan bu müdahalenin diğer laiklik uygulamalarına göre daha geniş bir halk tepkisine sebep olduğunu belirtir (Modern Türkiyenin Doğuşu, s. 411). Ancak bütün bu baskılara rağmen ülkenin birçok yerinde ezanın aslî şekliyle okunmasına devam edilmiştir. 1941’den itibaren çeşitli tarikatlar ve dinî gruplar da yurdun her yerinde gittikçe artan bir şekilde Arapça ezan okuma mücadelesine girişmişlerdir. Bu mücadelede Ticâniyye tarikatı şeyhi M. Kemal Pilavoğlu ve Ankara’da ki halifesi Abdurrahman Balcı’nın bağlılarıyla örgütlü bir mücadele yürüterek ön plana çıktıkları görülmektedir. Özellikle 1946 yılından itibaren sistemli ve yoğun bir şekilde camilerde ve çeşitli yerlerde bu tarikata bağlı, halk arasında “ezan delileri” olarak tanınan insanların her vesileyle Arapça ezan okumaları dikkati çekmeye başladı. Nitekim bunların 4 Şubat 1949 Cuma günü Türkiye Büyük Millet Meclisi dinleyici locasında, bir millî maçta Dolmabahçe Stadyumu’nda, Beyoğlu’nda bir sinemada ve Ankara valisinin huzurunda ezan okudukları, ayrıca Eskişehir’de yine aynı tarikata mensup bir grup askerin çeşitli camilerde ezanın aslî şeklini okuduğu basın organlarına intikal eden haberlerden ve çeşitli hâtıralardan öğrenilmektedir. Öte yandan hükümet de takipten vazgeçmiyor, Arapça ezan okuyanlara hapis ve para cezalan veriliyor, birçoğu da akıl hastahanelerine gönderilerek uzun müddet oralarda tutuluyordu (Jaschke, s. 46; Tunaya, s. 204).

1946 seçimlerinde halkın Demokrat Parti’ye yönelmesinin ardından bu konuda hükümetten bazı tâvizlerin koparıldığı görülmektedir. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 22 Eylül 1948 tarihli bir tamiminde “mevlidlerde, hatim duası esnasında, bayram namazı ve günlerinde okunması gereken tekbirlerin Arapça olmasının 4055 sayılı Arapça ezan ve kāmetin memnuiyeti kanununun şümulüne girmediği, İçişleri Bakanlığı ile yapılan görüşme ve yazışmalar neticesinde başkanlığın bu konudaki görüşlerinin kabul edildiği” belirtilmektedir.

Arapça ezan okuma yasağının kaldırılması amacıyla 1950 seçimlerinden sonra yoğun bir çalışma başlatıldı. Ceza kanunundan İlgili fıkrasının çıkarılması için 31 Mayıs 1950 tarihinde Tokat Milletvekili Ahmet Gürkan. 2 Haziran 1950’de Kayseri Milletvekili İsmail Berkok ve on üç arkadaşı, 14 Haziran 1950 tarihinde de Başbakan Adnan Menderes hükümetince Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne çeşitli kanun teklifleri sunuldu. Bu tekliflerin gerekçesinde daha önceki hükümetçe yapılan uygulamanın yanlış olduğu, ceza kanununa hüküm konulmasının din ve vicdan hürriyetine baskı sayıldığı belirtilerek, “Çeşitli gerekçelerle ezanı Türkçe okutmak, vatandaşın din ve vicdan hürriyetini herhangi bir şekilde kısmen veya tamamen mahkûm etmek ve bu hususu kanunî ceza tesbitleri altında bulundurmak doğru olmaz” deniliyor ve gerekçe şu hükümle sona eriyordu: “Bütün bu mülâhaza ve sebeplerden başka müslüman Türkler’e sebepsiz yere mânevî huzursuzluk veren böyle bir yasağın demokrasi ile idare olunan bir devlet nizamı içinde yer alabilmesi de müstahildir. Fıkranın tayyı müslüman Türkler’e muhakkak bir huzur ve vicdan rahatlığı verecektir” (15 Haziran 1950 tarihli, Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesinin değiştirilmesi hakkında TBMM başkanlığına sunulan teklifin gerekçesi S. sayısı; 3/1/9, 2/6, 7 TBMM Kütüphanesi Dokümantasyon ve Tercüme Müdürlüğü). Bunun üzerine Ceza Kanunu’nun 526. maddesinde gerekli değişiklikler yapılarak 16 Haziran 1950’de Ramazan arefesinde ezanın Arapça okunması serbest bırakıldı.

Bu durum, Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin imzasını taşıyan 23 Haziran 1950 tarih ve 6715 sayılı tamimle bütün müftülüklere resmen tebliğ edildi. Bu tarihî metinde, “Elfâz-ı mahsûsa ezanın rüknü ve sıhhatinin şartı olduğuna göre hususî lafızlarından


başkası ile okunan ezana velev en doğru bir tercüme ile de olsa İtibar yoktur. Tamamıyla dinî bir ibadet mevzuu olan ezan ve kāmeti aslî şeklinden çıkarıp şu veya bu dille okumaya zorlayıcı hükümlerin, ezan ve kāmeti din lisanıyla okumak yasağının ahîren Büyük Millet Meclisi’nce kaldırılması hadisesinin vatandaşlar üzerinde husule getirdiği büyük ferahlık ve hoşnutluk yurdun muhtelif bölgelerinden gelen yazılarda açıklanmaktadır” şeklinde bir tesbite yer verilmesi, Diyanet teşkilâtının ve halkın on sekiz yıl kadar süren bu yasak ve baskılara karşı tavırlarının anlaşılması bakımından önemlidir. Tamimin son paragrafında, “Bu yolda yapılan tebligat üzerine ilinizde/ilçenizde hâsıl olan durum hakkında bilgi verilmekle beraber hangi gün ve vakitten itibaren tatbikata başlandığının ve ezanı, kendisine mahsus olan usul ve dinî lisanla okumayı bilmeyen müezzinler bulunup bulunmadığının, şayet böyleleri varsa bu hususta ne gibi tedbirler alındığının bildirilmesi lüzumu ehemmiyetle beyan olunur” denilmesi, Diyanet camiasının bu dönemde içine düştüğü durumu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Yasağın kalkmasıyla birlikte ramazan ayında minarelerden yükselen ezanlar büyük bir sevinçle karşılanmış, selâtin camilerinin minarelerinde çifte ezanlar ve salâlar okunmuş, sabah ezanlarını dinlemek için camilerin etrafında toplananların secdeye kapanıp yeri öptükleri görülmüştür. Ülkenin her tarafında kurbanlar kesilmiş, zamanın hükümetine ve millet meclisine tebrik ve teşekkür telgrafları gönderilmiştir (SR, IV/82, s. 103-105). Öte yandan zamanın başbakanı ve bazı bakanları, ezanın aslî şekliyle okunmasına karşı çıkan bazı kişiler tarafından inkılâplara aykırı hareket ettikleri gerekçesiyle İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanmakla tehdit edilmiştir (a.g.e., IV/84, s. 140-141). 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden ve 12 Eylül 1980 hareketinden sonra da ezanın Türkçe okunması gündeme gelmiş, ancak küçük bir grubun bu konudaki teşebbüsleri ilgi görmemiştir.

Türkçe ezan filmlere de konu teşkil etmiştir. 1991 yılında çevrilen, senaryosunu Ömer Lutfi Mete’nin yazdığı, İsmail Güneş tarafından yönetilen “Çizme” adlı filmde, Karadeniz bölgesinde bir kasabada bütün halkın Arapça ezan yasağına karşı tepki ve direnişleri, yasağı uygulamaya çalışan nahiye müdürüne karşı verdiği mücadele ve yasağın kalkmasından duyduğu engin mutluluk anlatılmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Kanun Lâyihaları, TBMM Kütüphanesi Dokümantasyon ve Tercüme Müdürlüğü, nr. 186, 1/78, 3/1/9, 2/6, 7; Düstûr, Üçüncü tertip, XXII, Ankara 1941, s. 418; Ziya Gökalp, Yeni Hayat, İstanbul 1918; a.e.-Doğru Yol (Haz. Müjgan Cunbur), Ankara 1976, s. 11; Türkiye Maarif Tarihi, V, 1938-1967; Ali Fuad Başgil. Din ve Laiklik (İstanbul 1954), İstanbul 1985, s. 17-18, 133-134, 190-192; Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler, İstanbul 1967, s. 340; G. Jaschke, Yeni Türkiye’de İslâmlık (trc. Hayrullah Örs), Ankara 1972, s. 45-47; Cemal Granda, Atatürk’ün Uşağı İdim, İstanbul 1973, s. 259-260; Sadık Albayrak, Türkiye’de Din Kavgası, İstanbul 1973, s. 262; Ut-kan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1918-1938, Ankara 1983, s. 476, 479, 530, 531, 543, 544, 546; B. Lewis, Modern Türkiyenin Doğuşu (trc. Metin Kıratlı), Ankara 1984, s. 411; Fevziye Abdullah Tansel, Ziya Gökalp Külliyatı - 1 Şiirler ve Halk Masalları, Ankara 1989, s. XVII-XIX, 100-101, 243; Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, İstanbuI 1991 (Simavi Yayınları), s. 204; Hasan Hüseyin Ceylan, Cumhuriyet Dönemi Din/Devlet İlişkileri, Ankara, ts., II, 425-428, 505-511; III, 369-400; M. Ertuğrul Düzdağ, Düşman Acımaz, İstanbul 1994, s. 77-89; a.mlf., “Ezan - 1932”, Milli Gazete, İstanbul 9 Kasım 1993; Tâhirül-mevlevî, “Ezan Hakkında Mâlumat ve Hâlisâne Bazı Temenniyat”, SR, X/236 (1329), s. 29-31; Ayas, “Mürteciler Karşısında Din”, Millî Talim ve Terbiye Cemiyeti Mecmuası, sy. 5, İstanbul 1334, s. 36; “Ezan Hakkında Kanun”, SR, IV/82 (1950), s. 100-106; “Büyük Millet İnkılâbı Karşısında”, a.e., IV/84 (1950), s. 140-141; Yusuf Ziya Çağlı, “Ezan Meselesi Hakkında”, a.e., XIII/320 (1961), s. 307-308; Abdülkadir İnan, “Hafız Yaşar ve Türkçe Ezan”, TK, VI/62 (1968), s. 131-132; “Ezan”, TA, XVI, 67.

Halis Ayhan - Mustafa Uzun




Edebiyat. Divan edebiyatı sahasına ait eserlerde ezan hakkında müstakil şiirlere rastlanmamakla birlikte konuyla ilgili bazı unsurlar çeşitli mısra ve beyitlere girmiştir. Ezan Batılılaşma sürecinin başladığı, din duygusunun giderek zayıflamaya yüz tuttuğu Tanzimat döneminden sonra çeşitli şiir ve yazılara konu teşkil etmiş, dinî ve millî yönleriyle işlenmiştir. Ezan ayrıca günün başlangıcını ve sona erişini anlatan tabiat tasvirlerinin pitoresk manzaraları içinde ümit, ürperti, melal ve hüzün gibi duyguların yoğunlaştığı şiirlerde bir motif olarak ortaya çıkmaktadır. Yeni Türk edebiyatında ezanla ilgili manzumelerin başında Mehmed Akif’in, “Zaman geçmez ki yüz binlerce kalbin vecd-i sekrânı/Zeminden yükselip göklerde vahdetzâr-ı yezdânı” beytiyle başlayan “Ezanlar” adlı şiiri gelir. İki bölümden meydana gelen bu şiirin ilk bölümünde şair ezan nağmeleriyle inleyen gökyüzü altında uyanarak güne bu ilâhî sadanın rehberliğiyle başlayan müslümanları tasvir eder. İkinci bölümde ezan sesini taş yüreklere bile tesir eden ney sesine, minareleri de sûr-ı İsrafil’e benzetir. Mehmed Akif ezanın din, vatan ve millet için taşıdığı değeri ayrıca İstiklâl Marşı’nın, “Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli/Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” mısralarında ortaya koymuştur.

Tevfik Fikret’in, “Allahü ekber... Allahü ekber.../Bir samt-ı ulvî güya tabiat/Hâmûş hâmüş eyler ibâdet” misralarıyla başlayan “Sabah Ezanında” adlı on iki mısralık şiiri sabah ezanından alınan ilhamı aksettiren güzel bir örnektir. Tevfik Fikret’in dinî hislerinin kuvvetli olduğu gençlik yıllarında yazdığı bu şiirde dini tabiatta hissedilen bir tablo gibi canlandırma duygusu açıkça görülmektedir. Hayatının sonlarına doğru Mehmed Akif’e reddiye olarak yazdığı ünlü “Molla Sırâta” adlı şiirinde ise, “Ben de âşıktım ezan nağmesine/Bir koşardım ki o Allah sesine” beytinde olumsuz bir ifadeyle de olsa ezanın kendi üzerinde bıraktığı etkiyi belirtmektedir.

Ahmed Hâşim, ilk eserlerinden biri olan “Allahü Ekber” adlı dört kıtalık şiirinde bir sabah vaktini tasvir ettikten sonra okunmaya başlanan ezanları anlatır ve şöyle der: “O demde nûr-ı hidâyet, sadâ-yı yezdânî/Eder bu ruhumu mevküf-ı vecd ü istiğrak/Bütün mehâ-sin-i âlem olup gözümden uzak/Sücûd-ı şükr ile terkeylerim bu dünyâyı”.

Ezanın toplum hayatında taşıdığı mâna üzerinde ayrı bir dikkat ve ilgiyle duran Yahya Kemal, “Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî/Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî” beytiyle başlayan “Ezân-ı Muhammedî” adlı gazelinde cihan semalarını inleten ezanı düşünerek fetih duyguları içinde ezanla fetih ve zafer arasındaki münasebeti ortaya koyar. “Ra’d-ı tekbîr kopup gitmelidir bang-i ezan/Dâr-ı küffârda meşhur kenîsâya kadar” beytinin yer aldığı “Gedik Ahmet Paşa’ya Gazel’de de aynı duyguları dile getirir. Şair, Türk ordusunun başarısı için 30 Ağustos Zaferi’nden birkaç gün önce kaleme aldığı münâcât mahiyetindeki kıtasında, “Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın/Gālib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın” mısralarında ezanı yine bu vasıflarıyla anmıştr.


Yahya Kemal’in “Ezan ve Kur’an” ve “Ezansız Semtler” adlı makalelerinin yeni Türk nesri içinde ayrı bir yeri vardır. Birinci makalede, “Kökü mâzîde olan âtîyim” mısraında ifadesini bulan bir anlayışla mâziyi ve mâzinin değerlerini yaşadığı zamana ve hatta geleceğe taşımak gerektiği düşüncesini öne sürerken bu değerler arasında ezan ve Kur’an sesine önemli bir yer verir. Bunları muhteşem mimarinin müstesna dekorları içinde, Ayasofya’nın minareleriyle Hırka-i Saadet Dairesi duvarlarından akseden ilâhî ve ebedî sesler olarak şöyle tavsif eder: “Bir gün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan hâl-i vâki’ idi. Bu ezanı dinlerken Fâtih’i asıl manasıyla ilk defa idrak ettim... Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevî temeli vardır: Fâtih’in Ayasofya minarelerinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor. Selîm’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor”.

Ezan okuma İslâm dünyasında fetih ve zaferlerin vazgeçilmez bir unsuru olmuştur. Nitekim Mekke’nin fethinden beri ele geçirilen her beldede yapılan ilk uygulamalardan biri, fetih müjdesini her tarafa duyurmak üzere yüksek bir yerde ezan okumak olmuştur (DİA, VI, 152). Bâkî’nin meşhur Kanunî Sultan Süleyman Mersiyesi’ndeki, “Aldın hezâr bütgedeyi mescid eyledin/Nâkūs yerlerinde okuttun ezanları” beyti bu uygulamanın divan şiirine aksetmiş bir ifadesidir.

Yahya Kemal’in, 1922 yılının Martında işgal altındaki İstanbul’un kasvetli havası içinde bir istiklâl müjdesi verircesine yazdığı “Ezan ve Kur’an” adlı makalenin arkasından yayımladığı “Ezansız Semtler’de, doğarken kulağına ezan okunan Türk çocuklarının millî ve manevî terbiyenin ilk esasını bu ezan sesinden aldıklarına dikkat çekmektedir. Makalede müslüman semtlerinde camilerin gölgesinde oynayan, beş vakitte okunan ezan sesinin büyüleyici nağmelerini dinleyerek yetişen çocukların mutluluğu ile ezansız semtlerde alafranga terbiye ile yetişen çocukların bedbahtlıklarına, mahrumiyetlerine ve bu sebeple uğradıkları manevî kayıplara işaret edilmektedir. Meselenin pedagojik, psikolojik ve sosyolojik yönlerini ön plana çıkaran bu yazı Yahya Kemal’in şahsî tecrübelerinin ışığı altında şu hükümle sona ermektedir: “Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlamayacaklardır”.

Mithat Cemal Kuntay’ın, “Tutulur hâle gelip taşta sükûn, dağda sükût/Başı koynunda gömülmüş, düşünürken melekût//Koptu birden bire bir ses: Bu semâ hâdisesi/Gecenin yatsı ezânındaki hicranlı sesi” mısralanyla başlayan “Bir Ezan Sesi” adlı dokuz beyitlik manzumesi de burada zikredilmelidir.

Aka Gündüz’ün “Ezan Vakitleri” adını taşıyan yirmi dört mısralık şiirinde, Kafkasya köylerinde kaval sesleri ve kuzu melemeleri arasında “bir yeşil nur ile başlayan her geceyi” emniyet ve huzur verici bir ses halinde kuşatan akşam ezanları tasvir edilmektedir.

Ziya Gökalp’in 1908 yılında Diyarbakır’da “Köylü Şiirleri” başlığıyla kaleme aldığı şiirler arasında bulunan on dört mısralık “Ezan” manzumesi, ezan sesinin millî ve manevî değerler arasındaki yerini belirtmeye yönelik didaktik bir parçadır. Onun Türkçülük ideolojisi doğrultusunda 1918’de yazdığı “Vatan” adlı şiirinde geçen, “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur/Ey Türk oğlu işte senin orasıdır vatanın” mısralarında ifadesini bulan ezanın Türkçe okunması fikri Cumhuriyetin kuruluşundan sonra uygulama sahasına konulmuş ve ezan on sekiz yıl kadar Türkçe okutturulmuştur. Bu dönem İsmet Özel’in, “Binlerce yılın yabancısı bir ses/Değdi minarelere: Tanrı uludur. Tanrı uludur/Polistir babam, Cumhuriyetin kuludur” mısraları ile edebiyata yansımıştır.

Cumhuriyetten sonraki yıllarda Halide Nusret Zorlutuna, Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ali Ulvi Kurucu, Sezai Karakoç gibi şairler şiirlerinde ezan temasını işleyen beyit ve mısralara yer vermişlerdir. Bunlar arasında Halide Nusret Zorlutuna’nın “Bir Ezan Sesi” adlı şiiri. Mütareke yıllarının işgal altındaki İstanbul’unda duyulan bir ezan sesinin şairin tahassüslerini aktarması bakımından kayda değer bir manzumedir.

Ali Ulvi Kurucu’nun ezanın aslî şekliyle yeniden okunmaya başlandığı yıllarda kaleme aldığı “Medîne-i Münevvere’de Bir Sabah Ezanı” adlı yazısında (İslâm’ın Nuru, sy. 11, s. 19-20; sy. 13, s. 38), Medine’de Harem-i şerifin meşhur müezzinlerinden Mahmûd Nu’mân’ın okuduğu ezanı dinlerken daldığı düşünceler anlatılır. Kurucu bu ezanla, Bilâl-i Habeşî’nin Medine’de okumaya başladığı, fakat tamamlayamadığı son ezanı arasında, Mehmed Akif’in “Ezanlar” şiirinden de bazı mısralar aktararak bir bağ kurar. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Şama hicret eden Bilâl-i Habeşî rüyasında Resûl-i Ekrem’i görür ve onun, “Bilâl, bizi ziyaret etmez oldun!” sitemi üzerine Medine’ye geri döner. Ali Ulvi Kurucu yazısında, Hz. Bilâl’ın Medine’ye dönüşünde okuduğu ve, “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah” derken düşüp bayıldığı bu ezanı his ve heyecan dolu bir lirizm içinde anlatır. İsmail Lütfi Çakan, Bilâl-i Habeşî’nin bu son ezanını dinî edebiyatımızın örnek mensur parçaları arasında yer alabilecek güzellikteki “Ehadden Ekbere” adlı yazısında ayrıca İşlemiştir (Altınoluk, 1/3, s. 7-8).

Ezan hem kelime hem de mefhum olarak taşıdığı davet manasıyla, Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye azalarından Şerif Sadeddin Paşa tarafından 1919 Martında sadece iki sayı yayımlanabilen dinî bir dergiye de ad olmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Mehmed Âkif Ersoy, Safahat (Haz. M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul 1991, s. 91-93; Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi (Ankara 1953), İstanbul 1986, s. 608, 704; Yahya Kemal, Eski Şiirin Rüzgarıyle, İstanbul 1962, s. 71, 140; a.mlf., Aziz İstanbul, İstanbul 1964, s. 118-124; Fevziye Abdullah Tansel, Servet-i Fünûn ve Son Devir Edebiyatında Dinî Şiirler, Ankara 1962, s. 12, 38; Mehmet Kaplan. Tevfik Fikret, İstanbul 1971, s. 121-122; Rıza Akdemir, Dînî ve Millî Şiirler Antolojisi, Ankara 1991, s. 294-295, 318-319; Sadık Albayrak, Meşrûtiyet’ten Cumhuriyete Meşihat Şeriat Tarikat Kavgası, İstanbul 1994, III, 9, 10, 12, 13; Ali Ulvi Kurucu, “Medîne-i Münevverede Bir Sabah Ezanı”, İslâm’ın Nuru, sy. 11, İstanbul 1952, s. 19-20; a.e, sy. 13 (1952), s. 38; İ. Lütfi Çakan, “Ehadden Ekbere”, Altınoluk, 1/3, İstanbul 1986, s. 7-8; a.mlf., “Ezan, Müezzinlik ve Hz. Peygamber’in Müezzinleri”, a.e., IV/63, İstanbul 1991, s. 16-18; IV/64 (1991), s. 31-32; IV/65 (1991), s. 33-34; Mustafa Fayda, “Bilâl-i Habeşî”, DİA, VI, 152.

Mustafa Uzun




Mûsiki. Ezan, dinî mûsikinin cami mûsikisi formlarının en önemlilerindendir. İcrası bakımından dış ve iç ezan olmak üzere İkiye ayrılır.


Türk mûsikisinde ezan, okunduğu namaz vaktine göre seçilmiş bir makam anlayışı içinde kendine has bir icra tarzı ve üslûp çerçevesinde serbest olarak şu şekilde okunur: Hangi makamda okunacaksa başlangıç tekbirlerinde o makamın ilk perdeleri gösterilir. Lafzatullahın açık olarak telaffuz edilmesine bilhassa dikkat edilmeli, ibarenin “...lāhu ekber” şeklinde söylenip anlaşılmasına ve bölünmesine, benzeri prozodi hatasına meydan verilmemelidir. “Eşhedü en lâ ilahe illallah” cümlesi de tekbirlerde kullanılan makam ve perdelerden okunur. Ardından gelen, “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah” larda makamın meyana gelmeden önceki seyrini gösterecek nağmeler yapılır. “Hayye ale’s-salâh” ezanın meyan kısmı olduğundan burada tiz seslerde dolaşılır ve uygun makam geçkileri yapılır. “Hayye ale’l-fe-lâh’ın okunuşunda ise bu kısmın ikinci meyan olması sebebiyle yine meyan nağmelerinde gezinilir. Son tekbirlerde makamın karar sesleri gösterilir, tehlilde ise karar verilerek ezan bitirilir. Ezanın icrasında müezzinin ses rengi, perde genişliği ve özellikle mûsiki bilgisinin önemli rolü vardır. Bu konularda güçlü müezzinlerin icraları bir anlamda irticâlî bir besteleme faaliyeti olarak düşünülebilir. Bundan dolayı gerçekten güzel ezan okumak ayrı bir kabiliyet ve hüner işidir. Ezan okuyuşunda ayrıca kararların çok önemli bir yeri olduğu ve karar perdeleri ezanın en tesirli bölümlerini meydana getirdiği için müezzinin buralarda daha dikkatli olması ve bütün mûsikî kabiliyetini bu kısmın icrasında ortaya koyması gerekir.

Ezan okumanın âdâb ve erkânı zamanla çeşitli farklılıklar göstermiş, bundan da değişik tavırlar doğmuştur. Nitekim eskiden İstanbul, Bursa, Konya ve İzmir gibi önemli kültür merkezlerinin özel ezan okuma tavırlarının olduğu bilinmektedir. Bunlardan “saray tavrı” adı verilen İstanbul tavrının saraya mensup müezzinlerle bazı paşaların bilhassa ramazan aylarında selâtin camilerinde müezzinlik yapmaları sebebiyle halk arasında yerleşmiş olduğu belirtilir.

Osmanlı saray teşkilâtında müezzinlik müessesesinin ayrı bir yeri vardır. Enderuna alınan güzel sesli ve kabiliyetli gençler burada mûsiki eğitimi görerek yetişir, içlerinde müezzinliğe yatkın olanlar müezzin seçilirdi. Enderun Has Oda erkânından olan hünkâr müezzini saray mescidinin başmüezzini olduğu gibi padişahların cuma ve bayram namazları için gittiği camilerde de müezzinlik yapardı. Ayrıca hünkâr müezzinlerinin maiyetinde “müezzinân-ı hâssa” denilen güzel sesli, mûsiki bilgisi ve icrası kuvvetli bir müezzin grubu bulunurdu. Bazı kayıtlara göre bunlar XVI. yüzyılda on beş kadarken XVIII. yüzyılın ikinci yansında sayıları otuza ulaşmıştır.

Selâtin camilerinde görev yapacak imam ve müezzinlerin güzel sesli ve mûsiki bilgisine sahip iyi birer icracı olmaları ön planda tutulurdu. Bunlar başarı gösterip kendilerini ispatlamak için âdeta yarışırlardı. Bu da vazifelerin daha iyi bir şekilde icrasına sebep olan önemli bir teşvik unsuru olurdu. Selâtin camilerinde geniş bir imam ve müezzin kadrosu vardı. Bununla ilgili olarak Süleymaniye vakfiyesi ile Hatice Turhan Sultan’ın Yenicami vakfiyesi örnek gösterilebilir. Süleymaniye vakfiyesinde şöyle denilmektedir:”... ve yirmi dört adet ilm-i mûsikār ve fenn-i edvarda mâhir ve şuab-ı makâmâtta ve tecrî-i terennümâtta sâhir hûb-âvâz kimesneler müezzin olup... ve vazîfe-i yevmiyyeleri beşer akçe ola...”. Müezzinlerle ilgili Yenicami vakfiyesindeki ifadeler de şöyledir:”... ve on iki nefer sıyânet ü afâf ile mevsûf ve diyanet ü salâh ile ma’rûf fenn-i makāmâtta bînazîr, İlm-i mîkātta basîr, nîk-nefes ve hûb-nefes kimesneler evkât-ı hamsede müezzinler olup münâvebe tarikiyle ref’-i savt ile minarelerde ezan okuyup... ve zikrolunan müezzinlerin her birinin cihet-i yevmiyyesi onar akçe ve reislerinin on ikişer akçe...”. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre müezzinlerin takva sahibi, namaz vakitlerini iyi tayin edebilen, aynca pratik olarak mûsiki bakımından çok iyi bir seviyede olmalan gerekmektedir. Ücretlerinin dolgun oluşu da müezzinliğe çok önem verildiğinin bir belirtisidir.

Birden fazla müezzini bulunan camilerde gerek ezan gerekse namaz esnasında müezzinlerin toplu olarak veya sırayla yaptıklan müezzinlik faaliyetine “cumhur müezzinliği” denir. Müezzinler arasında ehliyetli ve en kıdemli olan müezzinbaşı tayin edilirdi. Osmanlı tarihinde diğer memuriyetler yanında müezzinbaşılığı ihdas ederek müezzinlerin görevlerini bir talimatname ile belirleyen hükümdar II. Bayezid’dir (1481-1512).

Eskiden İstanbul’da sabah ezanının sabâ, dilkeşhâverân; öğle ezanının rast, hicaz; ikindi ezanının hicaz, uşşak, bayatî; akşam ezanının hicaz, rast, segah, dügâh; yatsı ezanının hicaz, uşşak, bayatî, neva, rast makamlarından okunması bir gelenek haline gelmişti. Ayrıca sabah ezanından bir süre önce dilkeşhâverân makamından bir sala vermek, arkasından da bir kaside okumak; öğle, ikindi ve yatsı ezanlarından sonra da ezanın okunduğu makamdan kısa bir sala vermek âdetti. Ancak ezanın sadece yukarıda belirtilen makamlarda okunması şart değildir. Müezzin mûsikideki kudretine göre her makamdan ezan okuyabilir.

İki kişinin karşılıklı olarak okuduğu ezana “çifte ezan” denilir. Çifte ezanda cümleler karşılıklı olarak ve perde gösterilmek suretiyle okunur. Bu tür ezanın Emevîler devrinde okunmaya başlandığı rivayet edilmektedir. Ayrıca birbirine yakın camilerde müezzinlerin karşılıklı ezan okuduklarına da şahit olunmaktadır. Son devirde Aksaray Valide Camii müezzini Aksaraylı Hafız Cemal Efendi ile Üsküdar Yeni Valide Camii müezzini Hafız Süleyman’ın (Karabacak) okudukları çifte ezanlar mûsiki literatürüne geçmiştir.

Cuma namazında hatibin minbere çıktığı sırada cami içinde okunan ezana “iç ezan” denir. Bir kişi tarafından okunan bu ezanda da dış ezandaki seyir düzeni biraz daha kısa olarak uygulanır. Hatip minbere çıkarken müezzin tarafından okunan âyet ve ardından getirilen salâtü selâmda hangi makam icra edildiyse iç ezanın da aynı makamda okunması gerekir.

Osmanlı devrinde sarayda musâhiblik ve ardından müezzinbaşılık görevine yükselmiş meşhur bestekârlar vardır. XIX. yüzyılın ünlü musikişinaslarından Şâkir Ağa, Hammâmîzâde İsmail Dede, Hacı Hâşim Bey ve Rifat Bey bunlardan bazılarıdır. XX. yüzyılın ilk yarısında da müezzin ve müezzinbaşılar arasında mûsiki bilgileri ve seslerinin güzelliğiyle âdeta birer ekol haline gelmiş kimseler yetişmiştir. Bunlar arasında Süleymaniye Camii müezzinleri Hafız Şevket ve Hafız Kemal, Üsküdar Yeni Valide Camii müezzini Hafız Süleyman, Beyazıt Camii müezzini Hafız Kerim (Akşahin) ve Aksaray Valide Camii müezzini Aksaraylı Hafız Cemal Efendi’yi bilhassa zikretmek gerekir.


BİBLİYOGRAFYA:

Süleymaniye Vakfiyesi (nşr. Kemâl Edîb Kürkçüoğlu), Ankara 1962, s. 33; Şem’dânîzâde, Müri’t-tevârîh (Aktepe), II, 90-119; Atâ Bey. Târih, 1, 169; Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ (İstanbul 1331), İstanbul 1968, I, 255-257; Ali Seydi Bey, Teşrifat ve Teşkilâtımız, İstanbul, ts., s. 22; Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 374; Tâhirülmevlevi, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, İstanbul 1963, s. 58-64; a.mlf., “Ezan Hakkında Malûmat ve Halisane Bazı Temenniyât”, SRX/236(1321), s. 29-31; a.mlf., “Ezan”, Musavver Dâiretü’1-maârif, I, 864-868; Midhat Sertoğlu. Osmanlı Tarih Lügatı, İstanbul 1986, s. 157, 231; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbül-idâriyye (Özel), 1, 156-159; İstanbul Yeni Cami ve Hünkâr Kasrı, İstanbul, ts., s. 79, 110; Halil Can, “Dinî Türk Musikisi Lûgatı”, MM, XVIII/218 (1966), s. 56; R. Ekrem Koçu, “İstanbul’da Ezan Musikisi”, Hayat Tarih Mecmuası, sy. 11, İstanbul 1969, s. 18-20.

Nuri Özcan