FELEK

الفلك

Ortaçağ İslâm kozmolojisinde yıldızları taşıdığına ve hareket ettirdiğine İnanılan şeffaf gökküre; gezegenlerin yörüngesi.

Arapça’da “kirmen ağırşağı (yün iği başı); kadın göğsü; düz arazi üzerindeki kubbe şeklinde tepe, höyük; mehter takımının çalgı aletlerinden yarım küre şeklindeki zil” gibi yuvarlak ve bombeli nesnelere verilen felek, felke ve filke adlarının aslı, Sumerce bala(g) (yuvarlak olmak; kendi etrafında dönmek) kökünden türetilen Akkadca pilakku (kirmen, iğ) kelimesidir (v. Soden, II, 863; El2 [İng.], II, 761). Felek (çoğulu eflâk) bir astronomi terimi olarak “yıldızların döndüğü yer” anlamını taşımakta, aynı zamanda denizde oluşan girdap da bu adla anılmaktadır. İslâm astronomları güneşle ay dahil yedi gezegenin hareketini açıklamak üzere iç içe geçmiş yedi saydam halka tasavvur etmişler ve her halkaya birer gezegenin


bindirildiği, felek denilen bu halkaların Allah’ın izniyle döndüğü fikrini benimsemişlerdir. Sistem, burçlar feleği ve nihayet yıldızsız Atlas feleğiyle tamamlanmaktadır (Klasik Arapça lugatlardaki çeşitli açıklamalar için bk. Lane, VI, 2443-2444). Bugünün astronomisinde “gökküre” anlamıyla kullanılan Grekçe sfaira (sphere) kelimesi de dönme mefhumunu ihtiva etmektedir ve felekle aynı semantiğe sahiptir. Müslüman gökbilimcilerinden Bîrûnî daire ve felek kelimelerinin eş anlamlı olduğunu, ancak felek kelimesinin daha ziyade hareket halindeki bir daireyi göstermek üzere küre yerine kullanıldığını belirtmiştir. Bu düşünüre göre de feleğe dönüş halindeki iğ ağırşağına benzediği için bu ad verilmiştir (El2 [İng.], II, 762).

Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan, “Her biri bir felekte yüzer” (el-Enbiyâ 21/33; Yâsîn 36/40) meâlindeki âyette felek kelimesiyle gök cisimlerinin üzerinde döndüğü yer yahut yörüngeleri ifade edilmek istenmiştir. Ancak Fahreddin er-Râzî dönen her şeye Arapça’da felek dendiğini, fakat feleğin dönme olayının faili mi yoksa mahalli mi olduğunda ihtilâf bulunduğunu söylemektedir. Dahhâk b. Müzâhim el-Hilâlî’nin öncülüğünü yaptığı görüşe göre felek bir gök cismi değil gezegenlerin dönüş yeridir. Çoğunluk ise onun cismanî fakat şeffaf bir döner varlık olduğunu, gezegenlerin de üzerinde yer aldığı bu görünmeyen cisimle birlikte döndüğünü ileri sürmüştür. Filozofların feleğin mahiyeti hakkındaki görüşlerini ayrıntılı şekilde aktaran Râzî, sonuçta bunları mutlaka kabul etmenin gerekmediğini, alternatif fikirler üretmenin de mümkün olduğunu söyler. Öyle anlaşılıyor ki Râzî gerek feleği hareketli, yıldızları hareketsiz, gerekse yıldızları hareketli, feleği hareketsiz sayan görüşlerin ikisini de akla yakın bulmaktadır (Mefâtîhu’l-ġayb, XXII, 167-168).

Râgıb el-İsfahânî felek ve fülk (gemi) kelimeleri arasında bir ilişki görmektedir. Kök harflerinin aynı olması ikisi arasında etimolojik bir akrabalık bulunduğunu kanıtlamamakla beraber fülk kelimesinin feleğin çoğul şekillerinden birini teşkil ettiği bilinmektedir (Lane, VI, 2443-2444). Ancak İsfahânî’nin iki kelime arasında kurduğu ilişki şu şekilde açıklanabilecek olan basit bir benzerliğe dayanmaktadır: Fülk bir “binek”tir (ez-Zuhruf 43/12); felek de yıldızların “aktığı yer”dir. Felek fülk gibi olduğu için, yani yıldızların içinde “yüzdüğü” (Yâsîn 36/41) ve taşıyıcı bir bineğe benzediği için -nitekim fülke “binek” anlamı da verilmiştir (a.e., VI, 2443) bu ismi almıştır (el-Müfredât, “felek” md.). Arthur Jeffery de fülk kelimesini Akkadca’daki pilak-kudan türeyen felekle aynı kökten saymakta ve İsfahânî’nin benzetmesine dikkat çekmektedir (The Foreign Vocabulary of the Qur’ān, s. 229-230). Bunun yanı sıra Kur’an’da gemi için ayrıca “akıp giden” anlamında câriye kelimesi kullanılmakta (eş-Şûrâ 42/32; el-Hâkka 69/11), bunun çoğulu olan cevâr da aynı şekilde gök cisimleri anlamına gelmektedir (et-Tekvîr 81/16). Dolayısıyla, “Bütün gezegenler bir felekte yüzer” (Yâsîn 36/41) meâlindeki âyeti bu benzetmelerin ışığında, “Sanki bir gemide imiş gibi onun yüzmesiyle yüzerler”, “Bir gemi gibi yüzerler” veya “aynı galakside yüzerler” şeklinde yorumlamak mümkündür. İzlerine bugünkü “uzay gemisi, hava limanı, astronot” (Gr. astron-nautes “yıldız gemici, yıldızlar arası gemici”) gibi kelimelerde de rastlanan göklerin kozmik bir okyanus, gök cisimlerinin birer gemi gibi düşünülmesi fikri antik kozmolojilerle ilgili olmalıdır.

Felek kavramının İslâm felsefesinde, özellikle de Fârâbî’nin ortaya koyduğu sudûr teorisinde önemli bir yeri vardır. Eflâtun’un “ideal şekil” dediği küreden meydana gelen, daima dönen, ruha sahip, dolayısıyla canlı ve akıllı olan gökler âlemiyle (Timaios, s. 38-46 [36c-40c]) Aristo’nun ay altı ve ay üstü âlemi ayırımına dayanan kozmolojisi (Kaya, s. 148-149) İslâm filozoflarını çok etkilemiştir. Aristo’ya göre ay üstü âlemindeki felekler beşinci bir unsur olan esîrden (aithera) meydana gelmiştir ve hareketleri dairevîdir. Esir, zıddı olmayan ve değişmeye uğramayan, gerek nitelik gerekse nicelik bakımından dönüşüm geçirmeyen son derece hafif bir maddedir. Bu sebeple dört unsurdan oluşan ay altı âleminin mekaniği ile esirden oluşan feleklerin mekaniği tamamen farklıdır. Arzın merkezde ve hareketsiz durduğu, feleklerin ise onun etrafında dairevî şekilde hareket ettiği âlemin şekli de küredir. Bu iki filozofun görüşlerini Yeni Eflâtuncu yorumlarla tekrar ele alan İslâm filozofları sonuçta feleklerin dönüşüyle (bk. DEVİR) ay altı âlemindeki fizikî değişmeler arasında illiyyet fikrine dayalı bir irtibat kuran bazı sistemler ortaya koydular. Ya’kūb b. İshak el-Kindî, muğlak bir ifadeyle feleği “ezelî olmayan sûret sahibi unsur” şeklinde tanımlar (Resâǿil, s. 169). Ona göre feleklerin konum ve hızları yeryüzündeki oluş ve bozuluşun yakın sebeplerini teşkil eder. Dört unsurun etkilenmesi sonucunda meydana gelen bu değişmeler iklimlerde, türlerde, ahlâk ve karakterlerde farklılığa sebep olur. Ancak ay altı ve ay üstü âlemlerini birbirine bağlayan sistem, kâinata bu düzeni koyan Allah’ın irade ve yönetiminden bağımsız değildir (a.e., s. 225-237); çünkü felekler bu yüce kudret karşısında secde halindedir ve onların secdeleri itaat anlamına gelir (a.e., s. 245).

Fârâbî ise Allah ile âlem ve göklerle yer arasındaki ilişkiyi belirlemeye çalıştığı sudûr teorisinde küre yahut gök cisimleri (el-ecrâmü’s-semâviyye) adıyla andığı felekleri, cisimleri yanında akıl ve ruhları da (nefs) bulunan dairevî hareket halindeki varlıklar olarak tanımlamıştır. Allah’tan sırasıyla sâdır olan on aklın kendileri hakkındaki bilgisi dokuz feleğin cisim ve ruhunun varlık kazanmasına yol açar; böylece bir felek kendine ait cisim, ruh ve akıldan meydana gelmiş olur. Feleğin hareketi daimîdir ve ayrıca başından beri sahip olduğu sûretin başka bir sûrete dönüşmesi de mümkün değildir. Felek varlığının bir cisim ve bir ruhtan meydana gelişine bakarak onu ortaya çıkaran bu cevherleri madde ve sûrete benzetmek kabilse de feleklerin madde ve sûretten teşekkül eden cisimlere göre noksanlıktan çok uzak, daha mükemmel birer varlık oldukları söylenmelidir. Onları noksanlığın en az ulaştığı varlık mertebesine yücelten, ay altı âleminin hareket ve değişme kanunlarına tâbi olmayışlarıdır. Buna karşılık kuvve-fiil, fiil-infial, kevnfesâd,


hareket-sükûn kavramlarıyla açıklanan cismanî varlıklar, noksanlığın en çok söz konusu olduğu ay altı âlemine yani aşağı varlık âlemine, dünyaya aittirler. Felekler arzın etrafında dönmek için gerekli gücü ilk feleğin dairevî hareketinden alır. Bu hareket birinden diğerine geçerek her feleğin, taşıdığı farklılığa göre değişen hızlardaki dönüşünü gerçekleştirmiş olur. Bütün bu gök cisimleri sistemini müşterek hareket halinde tutan kozmik güç, ay altı âlemindeki cisimlerin ortak cevherini teşkil eden ilk maddenin de oluşmasını sağlar. Feleklerin arza göre konumlarındaki ve hızlarındaki nisbî farklılıklar, söz konusu kozmik gücün özü itibariyle zıt özellikler (sûretler) almaya yatkın tabiatına aynen yansır ve ay altı âlemindeki değişmeleri meydana getirir. Semavî cisimlerin gösterdiği bu farklılıklardan, önce dört unsur, sonra sırasıyla madenler, bitkiler ve düşünen-düşünmeyen canlılar ortaya çıkar. Ancak feleklerdeki farklılığı özdeki zıtlıklar şeklinde yorumlamamak gerekir; bu farklılık nisbîdir ve kendini ilk maddeyi kuvve halinden fiil haline geçiren etkide zıtlık olarak gösterir. Gök cisimleri cismanî cevherin ulaşabileceği en yüksek yetkinliğe sahip bulundukları için hareketleri, büyüklükleri ve şekilleri bakımından değişmezlik gösterirler. Bu sebeple özlerinde zıtlık barındırmazlar ve başka bir dış varlığın da zıddı olmazlar; hareketleri ise hiçbir şekilde kesintiye uğramaz (es-Siyâsetü’l-medeniyye, s. 52-56, 62-65). Feleklerin arzdaki değişikliklerin fizikî sebeplerini teşkil etmesi ve bütün bu sebeplerin “ilk sebep”e (Allah) bağlanması fikri Fârâbî kozmolojisinin özünü oluşturur ve felek kavramı bu sistemde merkezî bir önem taşır.

Fârâbî’nin sistemini ana hatlarıyla takip eden İbn Sînâ, özellikle eş-Şifâǿ adlı eserinin tabîiyyât bölümündeki “es-Semâ ve’l-âlem” kısmında feleklerin mahiyeti üzerinde ayrıntılarıyla durmuştur. Ona göre de felekler, ay altı âlemindeki dört unsurdan meydana gelen cisimlere karşılık beşinci unsurdan meydana gelmişlerdir. Aristo’nun esir kavramına tekabül eden bu beşinci unsur, dört unsurun zıddı bile sayılmaması gereken tamamen kendine has özelliklere sahiptir. Dört unsur tabii mekânları yönünde, başlangıç ve bitiş noktaları belli olan düz bir harekete sahipken esîrden meydana gelen felekler başladığı ve bittiği noktalar belirsiz, dairevî ve dâimî bir hareket halindedir. Feleklere has bu fiilin bir infiali veya kesintisi yoktur ve onlar herhangi bir infialin ürünü sayılabilecek iç değişmeye de uğramazlar: bu anlamda oluş ve bozuluş kanunlarına tâbi değildirler. Ayrıca dört unsura nisbet edilen ağırlık, hafiflik, sıcaklık, soğukluk özellikleri de felekler için söz konusu değildir. Onlar bir başka cisimden meydana gelmedikleri gibi bir başka cisme de dönüşmezler. Onların cevheri Allah’ın ihtira’ ve ibda’, yani doğrudan doğruya, modelsiz ve yoktan yaratma fiilinin eseridir; dolayısıyla onların varlığına başka bir cisim tekaddüm etmez. Cihetleri yoktur ve başka cismin cihetleriyle de kuşatılmış değildirler: aksine onlar cihetleri kuşatırlar. Oluş ve bozuluşa tâbi olmadıklarından varlıkları bozulma sûretiyle değil ancak yok edilme sonucu ortadan kalkabilir. Hareketlerinin kaynağı kuvveden fiile geçiş şeklindeki mekanik bir süreç olmayıp ruhlarının iradesinden ibarettir: bunun için de felekler tabii değil iradî harekete sahiptirler (bk. Âtıf el-Irâkî, s. 356-362; krş. İbn Sînâ, s 16-34).

İbn Rüşd de günümüze yalnız İbrânîce tercümesi gelmiş olan Maķāle fî cevheri’l-felek adlı eserinde felek kavramını madde-sûret teorisi açısından ele almış, felek cisminin ay altı âlemindeki cisimlerden farkını vurgulayarak kavramı cevher, hareket ve sebeplilik problemleri bakımından tahlil etmiştir. İbn Rüşd’e göre ay altı âlemindeki cisimlerde sûret, üç boyutluluğa kuvve halinde sahip bulunan ilk maddenin içinde mevcuttur ve dolayısıyla cismin üç boyutluluğuyla sınırlı olarak cismanî bir özellik taşır. Halbuki feleğin cevherinde sûret, üç boyutluluğa bilfiil sahip bulunan maddeye bitişmiştir; bu sebeple de cismanî değildir. Felek cevherinin maddesi ise üç boyuta sahip olma bakımından bilfiil, devrî hareketin imkânı açısından bil-kuvve varlıktır. Bunun mantıkî sonucu olarak İbn Rüşd, felek cevherini oluş ve bozuluşa uğramamasını dikkate alarak gayri maddî saymakta, fakat harekete mâruz kalması sebebiyle de saf sûret olarak tanımlanamayacağını ileri sürmektedir. Bir başka açıdan filozofa göre mademki feleğin devrî hareketi süreklidir, o halde onu hareket ettiren sûret üç boyutlu yani sonlu bir cisme ait olamaz. Zira feleğin sonlu cisminin son bulmayan bir hareketin sebebi olması söz konusu edilemez. Bunun yanı sıra feleğin sureti, ay altındaki cismanî sûretlerden farklı biçimde düz yerine devrî harekete yol açtığına göre dört unsurun sûretleriyle aynı cinsten değildir. İbn Rüşd’e göre İbn Sînâ’nın felek cisminin madde ve sûretten oluştuğu iddiası yanlıştır; çünkü madde ve sûretten meydana gelen feleğin cismi değil cevheridir ve cevherinin sûreti gayri cismanî, maddesi ise kuvve hali yalnızca devrî hareketin imkânına indirgenebilecek olan basit bir varlıktır. Bu kuvve halini fiilen devrî harekete sevkeden sûret gayri cismanî bir cevherdir ve nefs adını da alır. Ancak felek cevherinin sûretine nefs denmesi onun muharrik sebep oluşuyla ilgilidir: devrî hareketin gaye sebebini teşkil etmesi bakımından ise bu sûrete akıl adı verilmektedir. Felek cevherinin sûreti bir açıdan nefs, diğer açıdan akıl adını alan aynı sûret ise İbn Sînâ’nın madde-sûretten oluşan felek cismi, felek nefsi ve felek aklı şeklinde üç ayrı cevherden söz etmesi yanlıştır. Ayrıca İbn Rüşd’e göre sonuçta devrî hareketin yöneldiği gaye olarak da bu harekete akla yönelik şevki veren muharrik sebep olarak da felek sûreti aynı şeyi ifade etmektedir. Ayrıca felek nefsi, semavî hareketin yalnızca felekî akla şevk duyan gayri cismanî ilkesi olmadığı gibi aynı zamanda bütün felek nefslerinin müştereken yöneldiği “ilk muharrik”e yani Allah’a yönelir (bk. Hyman, s. 28-35).

İbn Sînâ’nın yorumcusu, tenkitçisi ve bir ölçüde takipçisi olan Fahreddin er-Râzî, felekî nefs ve akıl kavramlarından


ve aynı şekilde Kindî’yi hatırlatır tarzda (yk. Bk.) gök cisimlerinin Allah’a secde ettiklerini belirten dinî öğretiden hareketle felek ve yıldızların canlı ve akıllı olması gerektiği sonucuna varmakta, bunu ispatlamak için de şu delilleri ortaya koymaktadır: Feleklerin dairevî hareketi tabii veya zorlayıcı (kasrî) hareketle açıklanamadığına göre üçüncüyü teşkil eden iradî hareketten kaynaklanmalıdır; feleğin cismi hayatiyeti kabul bakımından dört unsurdan daha latif, şeffaf, nurlu ve mutedil olup ilâhî ve aydınlatıcı nefslerin kendisine ilişmesine herhangi bir canlı bedeninden daha lâyıktır; felekler aşağı âlemdeki sûret ve arazların ilkesi sıfatıyla sebebiyet verdikleri şeylerden kemal bakımından daha üstün olmalıdırlar; hayatiyetin kozmolojik ilkesinin cansızlığı, iradesizliği ve şuursuzluğu söz konusu edilemez. Râzî’ye göre felekler meleklerin menzili ve meskenidir; melekler de kesif cisimler değil felek cismini yöneten ruhanî sûretlerdir. Böylece Râzî, felsefî kozmolojinin felekiyyât ile melekiyyâtı birleştiren metafizik yönünde Fârâbî-İbn Sînâ geleneğiyle uzlaşmış olmaktadır (el-Meŧâlibü’l-Ǿâliye mine’l-Ǿilmi’l-ilâhî, VII, 335-347, 374-376).

Felek sisteminin tasviri ve hareketlerinin hesaplanması, İslâm ilimler tasnifinde tabii ilimlerden ziyade riyâzî ilimler arasında gösterilen astronomi çerçevesinde ele alınmış, bu sebeple İslâm bilginleri ilm-i hey’et ve ilm-i nücûm terimleriyle birlikte ilm-i feleği de astronomi karşılığında kullanmışlardır (bk İLM-i FELEK).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “felek” md.; Lisânü’l-ǾArab, “flk” md.; Lane, Lexicon, VI, 2443-2444; v. Soden, AHW, II, 863; Eflâtun, Timaios (trc. Erol Güney-Lütfi Ay), İstanbul 1989, s. 38-46 (36c-40c); Kindî, Resâǿil, s. 169, 225-237, 245; Fârâbî, es-Siyâsetü’t-medeniyye (nşr. Fevzî M. Neccâr), Beyrut 1964, s. 52-56, 62-65; İbn Sînâ, eş-Şifâǿ eŧ-ŦabîǾiyyât (2), s. 16-34; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XXII, 167-168; a.mlf., el-Meŧâlibü’l-Ǿâliye mine’l-Ǿilmi’l-ilâhî (nşr.T. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Beyrut 1987, VII, 335-347, 374-376; A. Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Qur’ān, Baroda 1938, s. 229-230; M. Âtıf el-Irâkî, el-Felsefetü’ŧ-ŧabîǾiyye Ǿinde İbn Sînâ, Kahire 1969, s. 356-362; Abdurrahman Bedevî, ǾArisŧo, Beyrut 1980, s. 222-225; Mahmut Kaya, İslâm Kaynakları Işığında Aristoteles ve Felsefesi, İstanbul 1983, s. 148-149; A. Heyman, Auerroes’ De Substantia Orbis, Cambridge 1986, s. 28-35; W. Hartner, “Falak”, El2 (İng.), II, 761-762.

İlhan Kutluer




EDEBİYAT. Gök, gökkubbe ve gökyüzünü ifade eden bu kelime divan şiirinde aynı zamanda çarh, âsuman, sipihr, gerdün, feza ve sema kelimelerini de karşılar ve çok defa bu kelimelerin yerine kullanılır. Özellikle çarh kelimesiyle eş anlamlı olup biri diğerinin yerini tutar. Felek de çarh gibi geniş ve mecazi olarak dehr, dünya, devran, âlem, talih, baht, kader anlamlarını içine alır. Bu mecazi mânaları ile genellikle tevriyeli bir şekilde kullanılır.

Batlamyus’tan gelen eski astronomi anlayışına göre felek dünyayı çevreleyen iç içe dokuz kubbeden meydana gelmiştir, aynı zamanda yedi kat olarak da tasavvur edilir. Böyle kat kat düşünüldüğünden genellikle eflâk ve felekler diye çoğul şeklinde geçer. Buna bağlı olarak nüh felek, nüh kıbâb (kubbe), nüh künbed, nüh kubbe-i uzmâ, nüh peymâne, nüh mînâ, dokuz çarhî kalkan, eflâkin dokuz meydanı, heft eflâk, yedi çarh-ı mutabbak, yedi başlı ejder, yedi gerdün, yedi çînî çanak, arûs-ı heft felek gibi sözler içinde katlarının sayısı açıkça belirtilir.

Eski inançlara göre, kâinatın merkezinde bulunan ve hareketsiz duran dünyanın etrafını soğanın zarlarına benzer şekilde üst üste kuşatmış gök tabakalarının her biri ayrı ayrı birer yıldıza mahsustur. Felekler dünyaya yakınlıklarına göre şöyle sıralanmış olup ilk yedi felekte şu yedi gezegen (seb‘a-i seyyâre) bulunmaktadır: Birinci felekte ay, ikincide Utârid (Merkür), üçüncüde Zühre (Venüs), dördüncüde güneş, beşincide Mirrih (Merih, Mars), altıncıda Müşterî (Bercis, Jüpiter), yedincide Zühal (Keyvan); sekizinci felek sabit yıldızlar ve burçlar feleğidir. Bu felekte birer burç halinde sabit yıldızlar toplanmıştır ve adına “kürsî” denir. En dışta olan ve ötekilerin hepsini içine alan dokuzuncu feleğe bu durumundan dolayı “felekü’l-eflâk”, yine hepsinden büyük ve kuvvetli olduğu için de “felek-i a‘zam” (çarh-ı a‘zam) adı verilmiştir. Boş ve her türlü cisimden arınmış olan dokuzuncu felek, içinde hiçbir yıldız veya herhangi bir nokta ve nişan olmadığı ve bu haliyle desensiz bir kumaşı andırdığı için çok defa “felek-i (çarh-ı) atlas” diye de anılır. Buna “arş-ı a‘lâ, arş-ı a‘zam, arş-ı ilâhî” denildiği gibi kürsî diyenler ve arş ile kürsîyi birbiri yerine kullananlar da vardır.

Eski astronomi anlayışına göre dünya sabit olup felekler dönmektedir, bundan dolayı da gerdûn-ı gerdân, gerdî-de, sipihr-i gerdiş-i devvâr, bî-karâr gibi sıfatlarla anıldığı görülür. Devr kelimesi aynı zamanda onun yuvarlaklığını da hatırlatır. Felekü’l-eflâk olan dokuzuncu gök, diğer feleklerin batıdan doğuya olan tabii dönüşünü tersine olarak doğudan batıya çevirir, dolayısıyla yıldızları da birlikte döndürür. Bunun sonucunda yıldızların birbirine ve burçlara olan uzaklığı sürekli değişir. Yıldızların insanın talihine tesir ettiği inancına bağlı olarak onların yerlerini değiştirip duran felek her türlü kötülüğün ve uğursuzluğun sebebi sayılmış ve devamlı olarak ondan şikâyet edilmiştir. Böylece felek “kader” mânasını almaktadır. Divan edebiyatında şairlerin, her şeyin ilâhî takdire bağlı olduğunu bilmekle beraber talihsizlik ve ıstıraplarını hep feleğe yüklemeleri Fars edebiyatından geçmiş bir edebî gelenek dolayısıyladır.

Tasavvufa göre de felekler Allah’ın yaratıcı tecellisi olan akl-ı kül ve nefs-i küllün birleşmesinden meydana gelmiştir. Akl-ı külden yaratılan arş, yahut hükemânın tabirince felek-i atlasın akıl ve nefsinden sekizinci felek (kürsî), sekizinci feleğin akıl ve nefsinden ise diğer feleklerle semâyı dünyâ, anâsır-ı erbaa (toprak, su, hava ve ateş), canlı ve cansız varlıklar yaratılmıştır. Bu sebeple bütün varlıkların babası sayılarak “âbâ-yı ulviyye” diye adlandırılırlar.

Gök katları içinde dördüncü ve yedinci felekler özellikle söz konusu edilir. Dördüncü felek (çarh-ı çârüm, âsumân-ı çârüm) güneş ve Hz. Îsâ münasebetiyle ele alınmaktadır. Güneş dördüncü göktedir. Kendisine güneş feleği dendiği gibi Hz. Îsâ da göğe yükseltilince burada kalmıştır. Zühal’in bulunduğu yedinci felek, bu gezegenin kötü tesirleri dolayısıyla bazı olumsuzluklar ifade etse de yüceliği ve yüksekliği itibariyle daha çok olumlu yönden ele alınır.

Gökyüzü mânası içinde felek rengi, parlaklığı, yüksekliği, şekli gibi müşahhas yönleriyle çeşitli mazmun ve benzetmelere konu olmuştur. Günün çeşitli zamanlarındaki rengi dolayısıyla teşbih ve terkiplerde sürh-âb, sepîd-âb, pîrûze-gûn, nîl-gûn, mînâ-reng, sîm-âb, çînî, anber-i sârâ, âbenûs, zümürrüd, mey-i asfer, sebze-zîr, gül-zâr diye de ifade edilir. Şekil bakımından çînî tabak, tas veya tersine dönmüş tas, yedi kat tas, ters dönmüş kâse, sifâl (saksı), şeffaflığı ile de fânus gibi benzetmeler alır. Kat


kat tabaka tabaka tasavvur edilişiyle defteri, düz görünüşüyle bir sayfa veya levhayı (levh-i zeberced) andırır. Yüksekliğini de çok defa tâk, kubbe, dam, sakf benzetmeleri ifade eder. Ay ve güneş birer tavla zarı gibi düşünüldüğünde felek bunların içine konulduğu bir tas, yıldızlar inci, mücevher gibi alındığında da bir dürc (mücevher kutusu) olur. Bazan ipleri güneş ışığından, direği aydan bir sâyeban olarak tasavvur edilir. Bazan da ay, güneş ve yıldızların görünüp kaybolmaları ve bunun gibi dünyanın geçici oluşu dolayısıyla içinde hayal oyunu oynatılan bir çadıra benzetilir. Geceleyin çâder-i kühlî (sürme gibi siyah), gündüz zer-nigâr (altınla işlenmiş) bir çadır görünümündedir. Kavisli görünüşü ve içindeki güneş ışınları ile de çeng şeklinde hayal edilir. Feleklerin dönüşünden mülhem olarak “ilm-i edvâr” denilen mûsiki ilminin doğduğuna dair bir inancı burada kaydetmek gerekir.

Öte yandan gökyüzü, gece karanlığında dibinin görünmez oluşu ve batan güneşin zindana atılan Hz. Yûsuf gibi düşünülmesi dolayısıyla bir de kuyu ve zindana benzetilir. Hayat geçici olduğundan bazan da kısa bir süre kalınan bir misafirhanedir. Felek, kâinat yaratıldığından beri gelmiş geçmiş bütün hadiselerin şahidi olmakla beli bükülmüş bir pîr veya kocakarı da (bîve, pîrezen) sayılır.

Başka bir mazmundaki tasavvura göre yıldızlar inci, güneş la‘l ve altın, ay gümüş olarak alındığında felek de sarraf hüviyetinde gözükür. Sabahki görünüşüyle çînî bir kaba (kaftan) gibidir. İnsanların geleceğini tayin eden hüviyetiyle de onlara ömür elbisesi biçen bir terzidir. Ay ve güneş ekmeğe benzetilince felek bir tennûr (fırın) olmaktadır. Çok farklı bir tasavvurda ise felek güneş ışıklarından kanatları olan bir anka veya güneş tavusunun yuvasıdır.

Gece ve gündüz değişik şekiller gösterdiği, yıldızlar ve güneş birbiri ardınca doğup battığı, ay bir şekilden başka bir şekle girdiği için felek “mukalleb-ahvâl” (iki yüzlü) kabul edilir. Feleğin aya teşbihinde şekil benzerliği yanında gece ve gündüzün onun iki yüzü olarak düşünülmesi de rol oynamaktadır.

Bir başka mazmunda felek keman (yay) olarak alınır. Buna göre kavisli görünüşüyle insanlara sürekli tîr-i kazâ fırlatan bir yaydır. Burada kader söz konusudur ve “âsumânî kazâ” tabiri bu münasebetle zikredilir. Nihayet felek insanları aldatıp yiyen bir dev, ehrimen veya yedi başlı ejderdir.

Felek kelimesi yükseklik bakımından sevgili ve övülen kimse hakkında kullanılan “felek-câh, felek-rif‘at, felek-kadr, felek-mertebe, felek-pâye” gibi çeşitli terkiplerde yer almaktadır. Türkçe’de “feleğe küsmek, feleğin çemberinden geçmek, feleğin sillesini yemek, kahpe felek, kambur felek” gibi deyim ve tabirler bulunmaktadır.

Bir de çarkıfelek vardır ki “dönerken etrafa ateş ve kıvılcımlar saçan tekerlek, şenlik fişeği” demektir. Buna benzer şekilde etrafa sular saçarak dönen fıskiye fırıldaklarına da bu ad verilir. Bu tabir dönme dolap için kullanıldığı gibi aynı zamanda Türk süsleme sanatlarında bir motifin de adıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

İbrâhim Hakkı Erzurûmî, Mârifetnâme, İstanbul 1310, s. 49 vd.; H. A. R. Gibb, Osmanlı Şiiri Tarihi (trc. Halide Edip Adıvar), İstanbul 1943, s. 40-45; Ali Nihat Tarlan, Şeyhî Divanını Tedkik, İstanbul 1964, s. 228-229, 238-245; Mehmed Çavuşoğlu, Necati Bey Dîvânının Tahlili, İstanbul 1971, s. 238-241; Harun Tolasa, Ahmed Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara 1973, s. 305-306; Cemâl Kurnaz, Hayâlî Bey Dîvânı (Tahlili), Ankara 1987, s. 416-431; a.mlf., “Necati Bey, Ahmed Paşa, Hayâlî Bey ve Nev‘i Divanlarındaki Teşbih ve Mecaz Unsurları”, TKA, XXV/1 (1987), s. 158-160, 171; İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, Ankara 1989, I, 315-319; “Çarkı-felek”, SA, I, 370; Dihhudâ, Luġatnâme, XXI, 312-316; “Felek”, TDEA, III, 179-182.

Cemal Kurnaz