FIRAT

Türkiye topraklarından doğup Irak’ta Dicle ile birleştikten sonra denize ulaşan akarsu.

Fırat ismi, aslı Sumerce Bu-ra-nu-nu olan Âsur dilindeki Purattu, İbrânîce’deki Perath adının Arapçalaşmış (Furât) şeklidir. Güneybatı Asya’nın en büyük nehri olan bu akarsuyun adı Eski Farsça’da Ufrâtu, Orta Farsça’da ise Frât biçiminde geçer. Batlı müellifler de bu kelimeyi Euphrate veya Eufrate şeklinde kullanırlar.

Fırat ırmağı Karasu ve Murat adlı iki kolun birleşmesiyle meydana gelir. Bunlardan Karasu en uzun kol olmamakla birlikte eskiden beri halk arasında Fırat adını taşımakta ve bu nehrin ana kolu sayılmaktadır. Dolayısıyla Karasu’nun kaynağı olan ve Erzurum ovasının kuzeyindeki Dumlu dağından çıkan Dumlu suyu da Fırat’ın başlangıç kolu kabul edilmektedir. Karasu Erzurum ovasından geçip bu ovanın batısında Aşkale’den sonra dar ve derin boğazlara dalar. Keskin dirsekler yaptığı Aşkale ile Tercan arasındaki kesiminde önce güneye, sonra da tekrar batıya yönelir. Bu arada sol taraftan Tuzla suyunu alır, tekrar dar ve derin bir boğaz olan Sansa Boğazı’na girer. Bu boğazdan çıktıktan sonra da sık sık yatak değiştirdiği Erzincan ovasından geçer. Erzincan ovasının batısında bu ova ile Kemah arasında Kemah Boğazı’na, Kemah ile İliç arasında Atma Boğazı’na giren ırmak, bu iki boğazda bazı kesimlerde yüksekliği yüzlerce metre olan ve dik duvarı andıran kayalıklar arasında akar. Karasu, İliç’in batısında


birden bire sert bir dirsekle güneye döner ve bu dönemeç yerinde de Divriği tarafından gelen Çaltı suyu (Ortaçağ kaynaklarında Nehrü Abrîķ) kendisine kavuşur. Burada nehir, dar ve kenarları son derece dik olan Sandık Boğazı içinde akarak Kemaliye (Eğin) önlerine gelir. Daha güneyde de sağ taraftan gelen Arapkir suyunu (eski Nehrü Ancâ) aldıktan sonra Keban kasabasının 10-12 km. kadar kuzeyinde Murat nehriyle birleşerek Fırat’ı oluşturur. Karasu ile Murat’ın birleştiği nokta günümüzde Keban baraj gölünün suları altında kalmıştır. Kıyıları çok girintili çıkıntılı olan Keban baraj gölünün kuzeye doğru uzanan dar bir körfezi Kemaliye önlerine, hatta Sandık Boğazı’na kadar sokulur.

Fırat’ın öteki önemli kolu olan Murat ırmağı (Ortaçağ Arap kaynaklarında Nehrü Arsanâs), Van gölünün kuzeyinde bulunan Aladağ ile kuzeybatısındaki Muratbaşı dağının (3510 m.) yamaçlarından kaynaklanan suların birleşmesiyle oluşur. Murat suyu Diyadin kasabasından sonra batıya doğru akarak Taşlıçay civarından geçer, Ağrı (Karaköse) şehri yakınlarında Eleşkirt ovasından gelen suları da alarak güneybatıya yönelir. Tutak’tan geçip Malazgirt ovasına girer, sağ taraftan Bingöl dağlarından kaynaklanan Hınıs suyunu alır. Bundan sonra çok dar ve derin bir boğazdan geçerek Muş ovasına çıkar. Bu ovada, Nemrud dağı eteklerinden doğan ve Bitlis yöresinin sularını toplayan Karasu kendisine katılır. Daha sonra hep doğu-batı doğrultusunda akan Murat suyu vadisinde dar boğazlarla oldukça geniş ovalar birbirini takip eder. Akarsuyun Palu kasabasının batısında kalan kesimi günümüzde Keban baraj gölünün suları altında kalmıştır. Baraj gölü oluşmadan önce Uluova’nın sularını toplayan Harinket suyu ile kuzeydoğudan gelen Peri suyu birer kol olarak Murat suyuna katılırdı. Günümüzde bu akarsularla Murat ırmağı ve eskiden Peri suyunun kolu olan Munzur suyu da Karasu gibi Keban baraj gölüne dökülür.

Kaynaklarından birleşme noktalarına kadar uzunlukları 722 km. olan Murat suyu ile 460 km. olan Karasu’nun birleşmesiyle oluşan Fırat nehri önce güneybatıya, sonra da güneye doğru akar. Ortaçağ’ın ünlü kalelerinden Hısnü’l-Minsâr’ın batısından geçtikten sonra Malatya ovasının doğu kenarını boylar. Aynı zamanda Malatya ile Elazığ’ı ayıran il sınırına da uyan bu kesimde nehre sağ taraftan gelen iki kol karışır. Bunlardan biri Arap kaynaklarında Nehrü Cercâriyye olarak geçen, günümüzde Kuruçay veya Hekimhan suyu olarak bilinen ve Sivas-Malatya demiryolu tarafından izlenen akarsu, ötekisi de eski kaynaklardaki adı Nehrü Kubâkıb olan Tohma suyudur. Malatya’yı Sivas’a bağlayan tarihî yolu kesen bu ikinci akarsu üzerinde, halen Karakaya Barajı suları altında kalan ünlü Kırkgöz Köprüsü (Kantaratü Kubâkıb) bulunmaktadır.

Fırat bu iki kolu aldıktan sonra, üzerinden Malatya - Elazığ karayolunun geçtiği yeni Kömürhan Köprüsü’nün (Cumhuriyet’in başlarında yapılan ve o dönemde İsmetpaşa Köprüsü adıyla anılan bu köprü günümüzde Karakaya baraj gölünün suları altında kalmıştır) altından geçer ve bu noktadan itibaren Güneydoğu Toroslar arasındaki dar ve derin boğaza girer. Fırat, uzunluğu 50 km. kadar olan bu boğazdan tarihî Gerger Kalesi önünden çıkar. Daha sonra Güneydoğu Anadolu bölgesinde önce kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda akar; Samsat (Sümeysât) önlerinden itibaren yatağı daha da genişler ve bu kesimde vadi yatağı ve çevresi Atatürk baraj gölünün suları altında kalır. Daha sonra da Halfeti önlerinden başlayarak kuzey-güney doğrultusunu alır. Bu kesimde Gaziantep platosu ile Şanlıurfa platosunu birbirinden ayıran Fırat, doğu kıyısı boyunda uzanan çok dik yamaçlı bir kaya sırtı üzerinde inşa edilmiş olan Rumkale’nin de (sonraki dönemlerde Kal’atü’l-müslimîn) eteklerinden geçer. Daha güneyde, 1952 yılında başlanıp 1956 yılında tamamlanan 710 m. uzunluğundaki Birecik Köprüsü’nün inşasından önce Gaziantep’i Urfa’ya bağlayan yol burada kesintiye uğrar, taşıtlar ve yolcular basit sallarla (kelek) karşı kıyıya ulaşırlardı.

Karkamış’ın (Kargamış) hemen doğusunda Türkiye topraklarını terkederek Suriye’ye giren Fırat’a bu bölgede de bazı akarsular kavuşur. Gaziantep platosunun sularını toplayan Sacır (Sacur) suyu ile Şanlıurfa yöresinden gelen Belih suyu, Mardin yöresinden gelen Habur çayı bunlar arasındadır. Suriye topraklarını Ebûkemal’i geçtikten sonra terkeden nehir Irak topraklarına girip bu ülkede Kerbelâ, Hille, Necef, Nâsıriye şehirlerinin yakınından geçer ve sık sık yatak değiştirir. Esasen tarihî kaynaklarda bu akarsuyun mecrasına ait verilen bilgilerin birbirini tutmaması da bu çok sık yatak değişikliğinden dolayıdır. Ayrıca Fırat Dicle nehriyle birleşmeden önce de birkaç kola ayrılarak bataklık ve göllerle kaplı bir alan meydana getirir. Fırat ve Dicle nehirleri beş altı asır müddetle yakın zamanlara kadar Kurna mevkiinde birleşiyordu. Günümüzde ise bu birleşme noktası yaklaşık 45 km. daha güneyde bulunan Gurmet Ali mevkiinde gerçekleşmektedir. Fırat’ın Dicle ile birleştiği noktanın da güneye doğru yer değiştirmiş olması, bu iki nehirdeki sık mecra değişiklikleri hakkında bilgi vermektedir. İki önemli nehrin birleşmesiyle meydana gelen akarsu Şattülarap adını alarak Basra körfezine ulaşmaktadır. Toplam yatak uzunluğu 2800 km. olan Fırat ırmağının, Karasu kaynağından Suriye sınırına kadar olan uzunluğu 971 km., Murat kaynağından Suriye sınırına kadar uzunluğu ise 1263 kilometredir.

Fırat ve çevresinin ilk çağlardan günümüze kadar devam eden en önemli özelliği zengin ziraat alanlarının sulanmasında oynadığı roldür. Tarım alanlarının sulanmasında Fırat nehrinden faydalanmanın geçmişi çok eskilere dayanır. Milâttan önce 3000 yıllarında bu ırmağın aşağı çığırında sulama kanalları açıldığı bilinmektedir. Bu kanallar daha sonra Moğol akınları sırasında yıkılmıştı. Nehrin düzensiz sularını kontrol altına almak için yapılan çalışmalar Ortaçağ’da müslüman Araplar tarafından da devam ettirilmiştir. Gerek Bâbil döneminden izleri günümüze kadar gelen, gerekse bunlardan da faydalanarak Ortaçağ’da inşa


edilen kanallar şebekesi Enbâr civarında başlar. Fırat’tan ayrılan en önemli dört kanalın adı Ortaçağ İslâm kaynaklarında Nehrü Îsâ, Nehrü Sarsar, Nehrü Mâlik, Nehrü Kûsâ olarak geçer.

Nehrin sularını kontrol altında tutmak ve taşkın zamanlarındaki suyu biriktirerek suların çekilmiş olduğu dönemlerde de kullanmak amacıyla bentlerin inşası yakın dönemlerde de devam etmiş, meselâ böyle bir bendin yapımına I. Dünya Savaşı öncesinde başlanarak Habbâniye adıyla sunî bir göl meydana getirilmiştir. Günümüzde ise Fırat’ın sularından hem sulama, hem çevreyi taşkından koruma, hem de elektrik enerjisi üretme bakımından bir dizi kademeli barajlar sistemiyle (Keban, Karakaya, Atatürk barajları) faydalanılmaktadır. Türkiye tarihinde en büyük yatırımı meydana getiren ve on üç alt projeden oluşan Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) yedi alt projesi (Aşağı Fırat, Karakaya Barajı, Sınır Fırat, Suruç-Baziki, Adıyaman-Kâhta, Göksu-Araban ve Gaziantep projeleri) Fırat havzasını ilgilendirmektedir.

Fırat nehrinin tarım alanlarının sulanmasında tarih boyunca hiç eksilmeyen önemine karşılık ulaşım sistemindeki önemi geçmişten günümüze kadar azalmıştır. Ortaçağ ipek ticaretinde Fırat nehrinin önemli bir rolü vardı. Abbâsîler döneminde milletlerarası ticaretin başlıca iki ana yolu Dicle ve Fırat nehirlerini izlemekteydi. Bundan dolayı X. yüzyıl İslâm coğrafyacılarından Makdisî, bu iki nehrin müşterek olarak döküldüğü Basra körfezine Çin denizi adını vermişti. Zira Uzakdoğu’ya giden gemilerin çıkış noktası burası idi. Araplar, İranlılar’a karşı kazandıkları ilk zaferlerin sonunda (635-636) düşmanlarının Basra körfezi boyunca seyrüseferde bulunmalarını ve Uman ülkesiyle Hindistan’a doğru gemi göndermelerini engellemek için Fırat havzasında Basra şehrini kurmuşlardı. Kuruluşunu Fırat nehrinin mevcudiyetine borçlu olan bu önemli şehir sonradan doğuya giden Arap gemilerinin çıkış noktası olmuştur.

Fırat ırmağı Ortaçağ’da Irak için olduğu kadar Suriye için de önemli bir yoldu. Basra körfezinden, Fırat’ın Akdeniz’e en fazla yaklaştığı noktada bulunan Bâlis şehrine kadar nehir boyunca veya nehir kıyısını takip eden kervan yoluyla bir mal akımı devam ediyordu. Eski Arap coğrafyacılarına göre bu yol üzerinde önemli iki merkez Rakka ve Bâlis şehirleriydi. Bunlardan Rakka İranlılar’ın ipek aldıkları pazar yerlerinden biriydi. Bu şehir Arap hâkimiyeti altında, özellikle Sâsânîler zamanında Fırat boyunca kuzeydoğu yönünde Nizip, güneybatıda Sam ile olan bağı sonucunda zenginlik ve refahını sürdürdü. Bâlis şehri ise Fırat’ın Akdeniz kıyılarına en fazla yaklaştığı noktada kurulmuş olması dolayısıyla ayrı bir öneme sahipti. Bu avantajı sayesinde Bâlis’e kadar nehir taşımacılığı ile gelen mallar, en kısa karayolunu takip ederek Akdeniz kıyısında İskenderun ya da Lazkiye limanına aktarılıyordu. Hatta Arap coğrafyacısı İstahrî bu şehri “Suriyeliler’in limanı” şeklinde anmıştır. Ortaçağ müelliflerinden Hurdâzbih’in verdiği bilgiye göre tüccarlar Bâlis ile Antakya arasındaki karayolunu üç günde katediyorlardı.

Ortaçağ’da Akdeniz’de ticaret yapan yahudiler bazan Âsi nehrinin denize ulaştığı yerde karaya ayak basarlar, Antakya ve Halep’ten geçtikten sonra Fırat’a varırlar, Fırat yatağını Dicle’ye en çok yaklaştığı noktaya kadar takip ettikten sonra Bağdat’a geçip Dicle yoluyla Basra körfezine ve Hint Okyanusu’na çıkarlardı. Burada da Dicle havzasında olan Bağdat’ın önem kazanmasında bu mevkiin Dicle’nin Fırat’a en fazla yaklaştığı noktada, yani Fırat üzerindeki nakliyattan en kolay istifade edilebilir bir yerde bulunmasının rolü açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Fırat üzerindeki nehir taşımacılığı Osmanlı Devleti döneminde de önemini korudu. Bu dönemde Birecik’le Basra arasında ulaşım yapılmaktaydı. XVI. yüzyıl başlarında Birecik’te tekne yapılan bir tersanenin bulunduğu bilinmektedir.

İngilizler Fırat yoluyla Hindistan’a ulaşmanın kolaylığını ispat etmek için 1840 yılında iki buharlı gemiyi Fırat’ta sefere koydular, fakat olumlu bir sonuç alamayınca bu teşebbüslerinden vazgeçtiler. Midhat Paşa’nın Bağdat valiliği sırasında yaptırdığı küçük gemilerden biri de Fırat üzerinde Halep’in doğusundaki Meskene’ye kadar çıkabilmiştir. Fakat Fırat üzerindeki taşımacılık hiçbir zaman komşusu Dicle ırmağındaki kadar önemli olmamıştır. Günümüzde modern ve hızlı kara taşıma araçlarının devreye girmesinden sonra Fırat’taki geleneksel nehir taşımacılığı Dicle’deki gibi önemini yitirmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

İstahrî, Mesâlik, s. 23, 27, 62; İbn Hurdâzbîh, el-Mesâlik ve’l-memâlik, s. 154; H. von Moltke, Türkiye Mektupları (trc. Hayrullah Örs), İstanbul 1969, s. 156-164; W. Heyt, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi (trc. Enver Ziya Karal), Ankara 1975, s. 38, 137, 181, 183; Cengiz Orhonlu -Turgut Işıksal, “Osmanlı Devrinde Nehir Nakliyatı Hakkında Araştırmalar: Dicle ve Fırat Nehirlerinde Nakliyat”, TD, XIII/17-18 (1962), s. 77-102; Besim Darkot - R. Hartmann, “Fırat”, İA, IV, 622-626; R. Hartmann - E. De Vaumas, “al-Furāt”, EI² (İng.), II, 945-948; İdris Bostan, “Birecik”, DİA, VI, 187-188.

Metin Tuncel




EDEBİYAT. Divan edebiyatında birçok ülke ve şehrin yanında çeşitli dağ, göl ve ırmaklar da değişik özellikleriyle doğrudan veya dolaylı olarak şiirlere konu edilmiştir. Bunlar arasında Fırat nehri de Tuna, Nil, Meriç, Tunca, Seyhan, Ceyhan nehirleriyle beraber çeşitli beyitlerde yer alır.

Kur’ân-ı Kerîm’de üç âyette “azbün furâtün” ve “mâen furâten” şeklinde geçen (el-Furkān 25/53; Fâtır 35/12; el-Mürselât 77/27) furât kelimesi “içene ferahlık veren tatlı su” anlamında kullanılmaktadır. Arapça sözlüklerde “son derece tatlı” mânasına gelen furât çeşitli hadislerde Fırat nehrinin adı olarak yer almaktadır (bk. Wensinck, el-MuǾcem, VIII, 326). Kütüb-i Sitte’de bulunan ve mi‘racı geniş bir şekilde anlatan meşhur hadiste zikredildiğine göre, Hz. Peygamber sidretü’l-müntehâda sidre ağacını ve altından akan nehirleri görünce Cebrail’e burayı sormuş, onun, “Sidretü’l-müntehâdır; buradan ikisi zahir, ikisi bâtın olmak üzere dört nehir akar” diye cevap vermesi üzerine, “Bu dört nehir hangileridir?” diye sormuş, Cebrail de, “Bâtınî olan iki nehir cennettedir, zâhirî nehirler ise Nil ve Fırat’tır” demiştir (hadisin tamamı ve izahı için bk. Tecrid Tercemesi, X, 60-75). Bir başka hadiste Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil nehirlerinin cennet ırmaklarından olduğu bildirilmiştir (Müslim, “Cennet”, 26). Kıyametin kopmasının Fırat nehriyle ilgisini belirten hadisler de vardır (Müslim, “Fiten”, 29-32).

Tevrat’a göre Âdem ile Havvâ’nın içinde yaşadığı bahçe (cennet) Dicle ile Fırat arasındaki bölgede kurulmuştur. Ahd-i Atîk’te Fırat arz-ı mev‘ûdun doğu sınırı olarak gösterilmektedir (DİA, III, 442-444). İslâm ulemâsı arasında da arz-ı mukaddesin doğu sınırının Fırat nehri olduğu kabul edilmektedir. Dünya üzerindeki en eski ve büyük medeniyetler Dicle ve Fırat arasındaki vadilerde kurulmuştur.

Fırat nehri, öncelikle mi‘rac hadislerinde zikredilen özellikleriyle Abdülvâsi Çelebi, Ârif, Süleyman Nahîfî, Hâfız Ömer Yenişehrî ve Seyyidî gibi birçok şairin


mi’racnâmelerinde yer almıştır. Nahîfî’nin mısraları yukarıdaki hadisin tercümesi gibidir: “Oldu ol enhârın ikisi ayân / İkisi bâtından olurdu revân / ... Onları sordukta dedi Cebrail / Nehr-i ayân oldu Fırat ile Nîl” (Akar, s. 279-280). Abdülvâsi Çelebi de aynı bilgileri verir: “Dedim bu ne acâib müntehâdır / Dedi bu da o sidr-i müntehâdır / Onun dibinde dört ırmak akar / İkisi tâhir uş dünyâya çıkar / Birisi Nîl’dir biri Fırât uş / İkisi dahi uçmağa akar” (a.g.e., s. 353). Ârif ise bu dört ırmağın besmeleden doğduğunu söyleyerek farklı bir yorum getirir: Cebrâil, dört ırmağın nereden doğduğunu soran Hz. Peygamber’e bunların kaynağını bilmediğini, ancak hepsinin Kevser havuzunda birleştiğini ifade ederek cevabı Allah’tan istemesini öğütler. Duasını tamamlayan Resûl-i Ekrem’e gelen melek ona gözünü açıp bakmasını söyler. Kapısı kilitli bir kubbenin altından doğan ırmakları gören Resûlullah bunların kaynağını da görmek isteyince besmeleyle kilidi açması tavsiye edilir: “Gördü ol dört ırmağı ol mu’teber / Dört bucaktan çıkubanı hoş akar / Gördü su ırmağını ol mu‘teber / Mîm-i bismillâhtan çıkmış akar / ...Bildi dört ırmağın aslın ol hakîm / K’oldu bismillâhirrahmânirrahîm” (a.g.e., s. 282-283). Cennet hakkında bilgi veren Envârü’l-âşıkīn, Muhammediyye gibi manzum ve mensur birçok dinî halk kitabında Fırat nehri hakkında bilgi bulunmaktadır.

Dinî kaynaklarda hem bir nehir adı, hem de içilecek iyi bir suyun sıfatı olarak yer alan Fırat kelimesine divan edebiyatında daha çok tamlama halinde “mâ-i furât, azb-i furât” şeklinde rastlanmakta, iki mâna taşıdığı için de üzerinde tevriye yapılması mümkün olmaktadır. Cennetten doğan Fırat nehri cennet nehirleri gibi içimi güzel, içene ferahlık veren tatlı ve gür bir su kaynağı olarak kabul edilmektedir. Fırat beyitlerde Nil, Seyhan, Ceyhan gibi nehirlerle ve “milh-i ucâc” (tuzlu ve acı su) gibi zıddı olan mefhumlarla birlikte zikredilmiştir. Nitekim Bakî, “La’linden alsa lezzeti milh-i ucâc-i bahr / Bahseyler idi çeşme-i azb-i furât ile” beytinde kelimenin Kur’an’daki mânasından hareketle, tuzlu tadını sevgilinin dudağından alan denizin bu tuzlu ve acı lezzetine rağmen tatlı su ile yahut Fırat’ın suyu ile bahse girişecek kadar güzel olacağını belirterek kelimeyi tevriyeli şekilde kullanmaktadır.

Helâkî, hüsn-i ta’lîl yaparak Fırat’ın suyunun bol oluşunu Hz. Âdem’le birlikte cennetten ayrılışına bağlar: “Nice meyletmesin Nîl ü Fırat’a Âdem’in yaşı / Ki cennetten bile çıkmıştır ağlaşı ağlaşı”. Muallim Naci’nin, “Fırat’a dönse eşkim çok mudur mâh-ı muharremdir / Zamân-ı girye-i peyderpey-i âh-ı demâdemdir”; Kemâlî Efendi’nin, “Cihânın sâhibinden bir içim su kıskanılmış âh / Fırat ağlar Murâd ağlar zemîn ü âsumân ağlar” beyitlerinde olduğu gibi Hz. Hüseyin’in aşkıyla çok ağlamaktan bahsedilirken göz yaşının Fırat gibi durmadan aktığı ifade edilmiştir. Kerbelâ Fırat yakınlarında bir yer olduğu için Kerbelâ hadisesiyle ilgili metinlerde, mersiye ve maktellerde Fırat da bu özellikleriyle daima yer almıştır.

Nev’î’nin, Tab‘-ı latîf ü vaz‘-ı şerîfinde var idi / Seyr-i sabâ ile reviş-i Dicle vü Fırât” beyti, Fırat’ın yavaş yavaş akışını belirttiği kadar onun Dicle ile birlikte anılışına da örnektir. Taşlıcalı Yahya Bey de, “Âşık-ı şûrîdeler boynun burup leyi ü nehâr / Yalımı alçak yürür kûyunda mânend-i Fırât” beytinde âşıkların gece gündüz sevgilinin mahallesinde boyunlarını bükerek ağır ağır ve çekingen yürümelerini Fırat’ın akışına benzetir. Bir rivayete göre Fırat, suyunun bolluğunu, tadını, vakar ile ağır ağır akışını cennet nehirlerinden kendisine damlayan bir katreden elde etmiştir. Nailî, “Tab’ımız oldu müntehî aşk ile bir makāma kim / Katreye tâb-ı cûşiş-i nehr-i Fırât verdiler” beytinde kendisini katreye benzetir ve aşkın yüce makamına erişmesinden dolayı bir su damlası gibi olan gönlünün bu sayede Fırat nehrine benzer gür ve coşkun bir güç kazandığını söyler. Fırat nehri zaman zaman Nil nehriyle birlikte anılır. “Adi ü dâdı nitekim Nîl ü Fırât / Kâinâta gün gibi verir hayât” beytinde Taşlıcalı Yahyâ Bey, Sultan III. Murad’ın adaletinin Nil ve Fırat gibi kâinata hayat verdiğini belirtmektedir.

Yahya Kemal “Itrî” adlı şiirinde, “Mûsikîsinde bir taraftan dîn / Bir taraftan bütün bir hayât akmış / Her taraftan Boğaz o şehrâyîn / Mâvi Tunca’yla gür Fırât akmış” mısralarıyla Itrî’nin mûsikisini Fırat’ın vakur akışına ve etrafına hayat dağıtmasına benzetmiştir.

Divan edebiyatında daha değişik yönlerden de ele alınan Fırat halk şiirinde de yer almıştır. Zaman zaman taşarak ekili arazilere ve meskûn yerlere zarar vermesi ve can kaybına sebep olması, Fırat’ın bölge halkının yaktğı birçok ağıtın ana unsurunu teşkil etmesine sebep olmuştur. “Fırat kenarında yüzer kayıklar / Anam ağlar bacım beni sayıklar / Başıma toplanmış bağrı yanıklar / N’ettim size beni yâre götürün” dörtlüğüyle başlayan bir Malatya yöresi ağıdı Fırat’ta boğulan bir delikanlının ağzından yakılmıştır. “Fırat kenarında kayık değilim / Yarden ayrılmışım ayık değilim / Bir çift selâmına lâyık değilim / Tez gel ağam tez gel Eğinli misin / Sılaya dönmeye yeminli misin” mısralarıyla başlayan gurbet türküsü gibi birçok türküde de yine Fırat’tan söz edilmiştir. Fırat nehri, halk türküleri ve ağıtlar yanında geçtiği yörelerde teşekkül eden birçok mâni, efsane, masal ve halk hikâyesinde de değişik özellikleriyle yer almıştır.

Zürrumme, Ferezdak, Buhtürî, Ebü’l-Firâs el-Hemdânî gibi Emevîler devri Arap şairlerinin önde gelenlerinden başlayarak çeşitli şiirlerde de Fırat’ın değişik özelliklerine temas edilmiştir. Bu şairlerin methiye yazdıkları kişileri Fırat nehrine benzeterek câizelerinin de Fırat’ın suyu gibi bol olmasını temenni etmeleri dikkat çeker. Fars edebiyatında Firdevsî, Nizamî, Dakīkī, Hâkānī gibi tanınmış şairlerin şiirlerine giren Fırat (Dihhudâ, s. 90), İslâm dünyasında tanınmış birçok şahsın künyesi olarak da kullanılmıştır (a.e., s. 90-91).

Fırat nehri eski haritalara ve minyatürlere de konu olmuştur. İstahrî’nin Kitâbü’l-Mesâlik ve’l-memâlik adlı eserindeki dünya haritası ile (vr. 2b) Ortadoğu haritaları (vr. 43a, 47a) bunlar arasında sayılabilir. Matrakçı Nasûh’un Beyân-ı Menâzil-i Seier-i Irâkeyn’inde, Fırat’ın Türkiye sınırları içindeki kollarından başlayarak Bağdat ve Kerbelâ civarına kadar birçok kısmı minyatür tarzında resmedilmiştir (vr. 22a, 23a, 61b).

BİBLİYOGRAFYA:

Wensinck, el-MuǾcem, VIII, 326; Müslim, “Cennet”, 26-32; Tecrid Tercemesi, X, 60-75; Bâkî, Divan (haz. Sadettin Nüzhet Ergun, Bâkî Hayatı ve Şiirleri içinde), İstanbul 1935, s. 160; İstahrî, Mesâlik (Abdülâl), vr. 2b, 43a, 47a; Matrakçı Nasuh, Sefer-i İrâkeyn, vr. 22a, 23a, 61b; Mehmet Özbek, Folklor ve Türkülerimiz, Ankara 1975, s. 263; Nurettin Albayrak, Folklorumuz ve Erzincan, Erzincan 1983, s. 142-143; Metin Akar, Türk Edebiyatında Manzum Mi‘râcnâmeler, Ankara 1987, s. 280-283, 352-353; Saim Sakaoğlu, Efsane Araştırmaları, Konya 1992, s. 75-76; Nâmık Açıkgöz, “Dîvân Şiirinde Fırat Nehri”, Lale, sy. 5, İstanbul 1987, s. 22-25; Dihhudâ, Luġatnâme, XXI, 90-91; Süleyman Hayri Bolay, “Âdem”, DİA, I, 360; Abdurrahman Küçük, “Arz-ı Mev’ûd”, a.e., III, 442-444.

Mustafa Uzun