FİTNE

الفتنة

İmtihan, iyi veya kötü şeylerle deneme; mânevî çöküntü; dinî, içtimaî ve siyasî kargaşa anlamlarında kullanılan geniş kapsamlı bir terim.

Fitne kelimesi, sözlükte “altın ve gümüş gibi değerli madenleri saflığını anlamak için ateşte eritmek” mânasına gelen fetn (fütûn) kökünden türemiştir. Kelimenin en eski kullanımlarında “derisini daha kolay yüzebilmek için kurbanı sıcak kuma gömmek; kandırmak, gönlünü çelmek” ve “pusu kurarak yol kesmek” anlamları da vardır. Kuyumcu için aynı kökten gelen fettân kullanılır (Lisânü’l-ǾArab, “ftn” md.). Kelime Kur’ân-ı Kerîm’de “ateşe atma, ateşle azap etme” anlamında geçmektedir (ez-Zâriyât 51/13). Fitnenin zamanla kazandığı, insanın zarara uğraması veya uğratılması şeklindeki anlamında ateşte yanmayla ilgili eski mânanın da etkisi olmuştur. Klasik sözlüklerde bu anlamların başlıcaları şu şekilde sıralanmıştır: “Sınama, maddî ve manevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme”. İnsanın içine aşk ateşi düşürdüğü veya gönlünü çelip mantıklı düşünmesini engellediği için kadına fettân denilmiştir. Aynı kelime, kişinin aklını karıştırıp ahlâkını bozan ve cezaya çarptırılmasına sebep olan şeytan için, ayrıca zarar verme mânasından dolayı hırsız için de kullanılmıştır. İnsanların hırsını kamçılayıp günah işlemelerine sebep olan altın ve gümüşe “iki fettân”, insanları zor bir imtihandan geçirecek olan Münker ve Nekir’e de “kabrin iki fettânı” adı verilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ftn” md.; Lisânü’l-ǾArab, “ftn” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “ftn” md.; Müsned, II, 173; III, 346). Fitnenin, “inanç uğruna mâruz kalınan ağır işkence” anlamında kullanımı da oldukça yaygındır (meselâ bk. Câhiz, s. 29, 30, 32, 40).

Fitne, özellikle bu son anlamda kullanıldığında her zaman kötü sonuçlar doğuran bir durumu ifade etmeyebilir; inanma iradesini daha da güçlendirmesi, ahlâkî arınmaya imkân sağlaması, kişiye imanındaki kararlılığı ve erdemli yaşayışı kanıtlamaya fırsat vermesi bakımından ferdin veya toplumun dinî ve ahlâkî gelişmesine katkısı olan olumlu bir imtihan ve deneme yolu sayılabilir. Nitekim Seyyid Şerif el-Cürcânî ve Tehânevî gibi bazı âlimlerin fitne hakkındaki tariflerinde bu hususu dikkate aldıkları farkedilmektedir. İbn Manzûr da fitne için, “insanın isyankârlığını olduğu kadar sabır ve metanetini de ortaya koyup sonuçta Allah’ın mükâfatına nail olmasına fırsat veren imtihan” şeklinde bir açıklama yapar; ardından da Mecdüddin İbnü’l-Esîr’in, fitnenin genellikle “hoşa gitmeyen bir imtihanın sonucu” anlamında kullanıldığını, ancak kelimenin giderek “günah, inkarcılık, savaş, yangın, zelzele” gibi mânalarının yaygınlaştığını belirten açıklamasını nakleder (Lisânü’l-ǾArab, “ftn” md.). Aynı müellif, “Allahım, fitnelerden sana sığınırım!” diyen birine Hz. Ömer’in, “Rabbinin sana mal ve evlât vermesini istemiyor musun?” dediğini hatırlatır ve onun bu sözüyle, “Mallarınız ve evlâtlarınız sizin için birer fitnedir” meâlindeki âyeti (el-Enfâl 8/28) kastettiğini belirtir. Bu açıklamalar da fitnenin büsbütün zararlı bir şey olmadığını göstermesi bakımından ilgi çekicidir.

Kur’ân-ı Kerîm’de otuz dört âyette fitne kelimesi, yirmi altı âyette de türevleri geçmektedir. Fitnenin Kur’an’daki kullanımına göre anlamlarını tesbit etme hususunda en önemli kaynak olarak bilinen ve bu bakımdan bazı özel araştırmalara konu olan (meselâ bk. Vadet, XXXVII/I, s. 81-101; Abdulkader Tayob, s. 157-172) Taberî’nin CâmiǾu’l-beyân adlı tefsiri de dikkate alındığında fitnenin Kur’an’da başlıca şu mânalara geldiği görülür: Sınama (ibtilâ), deneme (ihtibâr) ve imtihan (el-Bakara 2/102; Tâhâ 20/40, 85, 90, 131); şirk, küfür, müşriklerin müslümanlara uyguladıkları ve şirke döndürmeyi amaçlayan baskılar (el-Bakara 2/191, 193, 217; en-Nisâ 4/91); sapıklık, sapma, saptırma (el-Mâide 5/41, 49; es-Sâffât 37/162); azap, işkence, ateşe atma (el-Ankebût 29/10; ez-Zâriyât 51/13, 14; el-Burûc 85/10); düşman saldırısı (en-Nisâ 4/101); Allah’ın kullarına farklı imkânlar vererek birbirlerine karşı niyet ve tutumlarını ortaya çıkarması (el-En’âm 6/53; el-Furkân 25/20; bk. Taberî, VII, 206-207; XVIII, 193-194); günah (et-Tevbe 9/49); şeytanın hile ve tuzağı (el-A’râf 7/27); şeytanın zayıf ruhlu kişilere aşıladığı bâtıl inanç ve kuruntu (el-Hac 22/53); nifak (el-Hadîd 57/14; bk. Taberî, XXVII, 226); delilik (el-Kalem 68/6).

Taberî, Arap dilinde fitnenin asıl anlamının “deneme ve sınama”, özellikle de “ateşe atarak deneme” olduğunu hatırlatır ve öteki kullanımların temelde bu mâna ile ilişkili bulunduğuna işaret eder. Deneme bazan, insanlar için daima bir risk taşıyan mal mülk, evlât, sağlık gibi nimet sayılan şeylerle olduğu gibi yokluk, hastalık, musibet, şeytan veya düşman tasallutu gibi sıkıntılarla da olmaktadır (CâmiǾu’l-beyân, I, 461-462; XVI, 162, 196-197, 200, 235). Bu husus özellikle, “Sizi bir fitne olmak üzere şerle de hayırla da deneyip sınarız” meâlindeki âyette (el-Enbiyâ 21/35) açıkça belirtilmiştir. “İnsana bir hayır dokunursa pek memnun olur; bir de fitneye mâruz kalırsa çehresi değişir -dinden yüz çevirir-” (el-Hac 22/11) meâlindeki âyette ise fitnenin hayrın zıddı olarak kullanıldığı görülür. Taberî’ye göre bu âyetteki fitne geçim sıkıntısı, musibet, işkence gibi zorlukları ifade eder (a.g.e., XVII, 122).

Fitne kavramının ifade ettiği deneme ve sınamanın çeşitli şekillerine Kur’an’da işaret edilmiştir. Fitne Allah tarafından kullarına yöneltilen bir imtihan olabilir. Allah, insanların iman ve ahlâktaki samimiyetlerini kanıtlamaları için bir imtihan olmak üzere onları hayırla da şerle de deneyip sınar (el-Enbiyâ 21/35). İnsanlar dünya hayatının geçici güzellikleriyle imtihan edilirler (Tâhâ 20/131). Mal ve evlât birer imtihan vasıtasıdır (el-Enfâl 8/28; et-Tegābün 64/15). Bol rızık veya genel olarak bir nimet de fitnedir (ez-Zümer 39/49; el-Cin 72/17). Buna karşılık insanlar kederle (Tâhâ 20/ 40), çeşitli belâlarla da (et-Tevbe 9/126; el-Hac 22/11) imtihan edilirler. Fitne insanların karşılıklı münasebetleri için de söz konusu olabilir. İnkarcıların müslümanlara karşı olumsuz tavırları müslümanlar için bir fitnedir; zira böylece onların sabırları ve İslâm’a bağlılıkları denemeden geçirilmiş olur (el-Furkân 25/ 20). Öte yandan müslümanların mâruz kalacakları herhangi bir sıkıntı da kâfirlerin bundan yanlış sonuçlar çıkarmasına yol açan bir fitne olabilir. Nitekim müfessirler, “Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir fitne konusu yapma” (el-Mümtehine 60/5) meâlindeki âyeti, “Bizi onların eliyle veya başka bir şekilde ezâ ve cefaya uğratma; aksi halde inkarcılar bizim hakkımızda, ‘Eğer bunlar doğru yolda olsalardı böyle sıkıntılara mâruz kalmazlardı’ diyerek yanlış düşüncelere


kapılırlar” tarzında açıklamışlardır (Şevkânî, V, 246). Kur’an’a göre insan inkârcılık, münafıklık gibi yanlış inançları veya kötü davranışları sebebiyle kendi kendisinin de fitnesi olabilir (el-Hadîd 57/14; bk. a.g.e., V, 198). Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de şeytanın hile ve tuzağı (el-A’râf 7/27), şeytandan gelen bâtıl inanç ve kuruntu (el-Hac 22/53), Firavun’un Mûsâ’nın dinine girmelerini önlemek için kavmine işkence etmesi (Yûnus 10/83), düşmanın müslümanlara saldırarak onları öldürmesi veya esir alması (en-Nisâ 4/101; bk. Taberî, V, 243), yahudilerin, Hz. Peygamber’i Allah’a kulluktan uzaklaştırıp kendi isteklerine boyun eğdirmeye kalkışmaları (el-Mâide 5/49; bk. a.g.e., VI, 274) gibi olaylar fitne kelimesiyle ifade edilmiştir. Kalplerinde eğrilik bulunanların Kur’an’daki müteşâbih âyetleri dillerine dolamalarının hedefi fitne çıkarmak (Âl-i İmrân 3/7), yani inananların zihninde şüphe ve tereddütler meydana getirmektir (a.g.e., III, 180). Kur’an’da “ashâbü’l-uhdûd” diye anılan müminler de inkarcılar tarafından ateşe atılmak suretiyle işkenceye tâbi tutulmuş ve fitneye mâruz bırakılmıştır (el-Burûc 85/10).

Bazı âyetlerde, müşriklerin müslümanları dinlerinden vazgeçirmek ve onları tekrar putperestliğe döndürmek maksadıyla giriştikleri yıkıcı faaliyetler, münafıkların farklı metotlarla da olsa aynı yöndeki girişimleri (et-Tevbe 9/47-48; bk. a.g.e., X, 145-147) fitne kavramıyla ifade edilmiştir. Bizzat Resul-i Ekrem bile Mekke’de iken bu amacı taşıyan bir fitneye mâruz bırakılmak istenmiştir (el-İsrâ 17/73; bk. a.g.e., XV, 129-130). Mekke döneminde yoğun baskılarla uygulanan bu fitne faaliyetleri hicretten sonra da bilhassa Medine dışındaki müslüman kabilelere yönelik olarak sürdürülmüş, bunlardan bir kısmının putperestliğe dönmesine sebep olunmuştur (en-Nisâ 4/91; a.g.e., V, 201-202).

Medine döneminde nâzil olan bazı âyetlerde, “Fitne öldürmekten daha şiddetli bir suçtur” (el-Bakara 2/191); “Fitne öldürmekten daha büyük bir suçtur” (el-Bakara 2/217) şeklindeki açıklamalarla inkarcılar tarafından müslümanların inançlarına yöneltilen fitnenin taşıdığı tehlikenin büyüklüğü vurgulanmış; dış düşmanın gerçekleştirmeyi umduğu küfür ve şirk hâkimiyetine karşı silâhlı mücadeleye girişilerek fitnenin bertaraf edilmesi ve Allah’ın dininin hâkim kılınması müşterek bir ideal olarak ortaya konmuş; bu suretle fitne kavramı, ferdî sıkıntı veya buhrana işaret eden eski konumundan bir iman ve zihniyet savaşının sebebi şeklindeki yeni bir konuma kaydırılmıştır (el-Bakara 2/191-193; a.g.e., II, 191-194, 347-353).

Fitnenin sözlük anlamları ve Kur’an’daki kullanımlarının hiçbirinde, onun daha sonra kazanacağı “dinî ve siyasî sebeplerle ortaya çıkan sosyal kargaşa, anarşi, iç savaş” şeklinde bir mâna bulunmamaktadır; önde gelen müfessirler de fitneye dair herhangi bir âyete açık olarak böyle bir açıklama getirmiş değildir. Her ne kadar Taberî ve daha sonraki müfessirler, Enfâl sûresinin 25. âyetinin Hz. Peygamber’den sonra ashap arasında çıkacak bazı çatışmalara işaret ettiğini belirten rivayetler aktarmışlarsa da söz konusu âyetin ne muhtevası ne de siyak ve sibakı böyle bir anlamın çıkarılmasına uygundur. Esasen Taberî “ihtibâr” ve “ibtilâ” şeklindeki açıklamasını burada da tekrarlamış; bu âyetin ashaptan bir topluluk hakkında nâzil olduğuna ilişkin görüşü “söylenir” kaydıyla zikrettikten sonra kendisi hiçbir kanaat belirtmeden ilgili rivayetleri nakletmekle yetinmiştir (a.g.e., IX, 217-219).

Fitne kavramı Kur’an’daki anlamlarıyla hadislerde de geniş ölçüde geçmektedir (bk. Wensinck, el-MuǾcem, “ftn” md.; a.mlf., Miftâĥu künûzi’s-sünne, “fiten” md.). Hadislerde ayrıca “deccâl fitnesi”, “mesîh fitnesi” şeklindeki tabirlerle kıyamet alâmetleri diye bilinen gelişmelere de fitne denildiği görülür (bk. FİTEN ve MELÂHİM). Bazı hadislerde fitne, İslâm’ın ilk asırlarından itibaren vuku bulan dinî ve siyasî çalkantıları, içtimaî huzursuzlukları haber veren ifadeler içinde yer almıştır. Bu hadislerde fitne genellikle, İslâm ümmetinin birlik ve bütünlüğünü bozan bir komployu veya her türlü yıkıcı faaliyeti ifade eder. Bunların birinde Hz. Peygamber, “Birtakım fitnelerin yağmur selleri gibi evlerinizin arasında aktığını görüyorum” demiştir (Buhârî, “Fiten”, 4). Hadis âlimleri bununla, bilhassa Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayıp sonraki dönemlerde devam eden kargaşa ve iç savaşlara işaret edildiğini belirtirler (Aynî, XX, 64). İbn Hacer, söz konusu hadisin burada kaydedilmeyen ilk cümlesinde Medine isminin özellikle zikredilmiş olduğuna dikkat çekerek Hz. Osman’ın Medine’de öldürüleceği ve bunun daha sonraki fitnelerin de sebebi olacağı hususunun dolaylı olarak anlatılmak istendiğini ileri sürer (Fetĥu’l-bârî, XXVII, 15). Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste, “Zaman yaklaşacak (zamanın bereketi kalmayacak), ameller azalacak, aç gözlülük yayılacak, fitneler açığa çıkacak ve adam öldürme olayları artacak” denilmektedir (Buhârî, “Ǿİlim”, 24, “Fiten”, 5; İbn Mâce, “Fiten”, 25). Bu hadisin başka bir rivayetinde fitneyle ilgili kısım bulunmamaktadır (Buhârî, “Fiten”, 5). Ayrıca Buhârî, zamanla insanlar arasında bilgi ve dindarlık farklarının kalkıp herkesin cehalette ve dinî konulardaki gevşeklikte birbirine benzemesi, amellerin azalması, fitnenin çoğalması, öldürme olaylarının artması, can güvenliğinin ortadan kalkması gibi olumsuz gelişmelerin vuku bulacağını haber veren hadisleri “Fitnelerin Zuhuru” adını taşıyan babda toplamak suretiyle fitne kavramının kapsamını dinî, ahlâkî, ilmî ve içtimaî çöküşü içine alacak şekilde geniş tutmuştur (Buhârî, “Fiten”, 5). “Yakında fitneler meydana gelecektir. O zaman oturan ayakta durandan, ayaktaki yürüyenden, yürüyen koşandan hayırlıdır” (Müsned, V, 39, 48, 110; Buhârî, “Fiten”, 9, “Menâķıb” 25; Müslim, “Fiten”, 10) meâlindeki cümlelerle başlayan hadisten, kişinin böyle olaylara ne ölçüde bulaşırsa o nisbette sorumlu ve günahkâr olacağı anlaşılmaktadır. Önemle vurgulamak gerekir ki bu hadis, Selef âlimlerinin ve daha sonra Ehl-i sünnetin siyasî ve dinî mahiyetteki çalkantılar karşısında pasif bir tavır almalarının başlıca âmillerinden biri olmuştur. Yine Buhârî’nin kaydettiği bir rivayete göre Saîd b. Müseyyeb şöyle demiştir: “İlk fitne (Hz. Osman’ın öldürülmesi) vuku buldu ve bu fitne Bedir ashabından kimseyi bırakmadı. Daha sonra ikinci fitne (Harre Vak’ası) meydana geldi; bu da Hudeybiye ashabından kimseyi bırakmadı. Nihayet üçüncü fitne (râvi bunun hangi olay olduğunu belirtmiyor) ortaya çıktı, artık bu da insanlarda kuvvet ve akıl bırakmadı” (“Meġāzî”, 12). Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra da Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Bedir Gazvesi’ne katılmış daha başka sahâbîlerin henüz hayatta olduğu göz önüne alınarak bu rivayetin râviye ait açıklamalarında hatalar olduğu ileri sürülmüştür. Ancak


İbn Hacer bu ifadelerin, “İki fitne arasında hayatta kimse kalmadı” şeklinde anlaşılması gerektiğini belirtir. Nitekim Bedir ashabından en son kişi olan Sa‘d b. Ebû Vakkās Harre Vak’ası’ndan birkaç yıl önce vefat etmiştir (Fetĥu’l-bârî, XV, 195). Üçüncü fitne ise genellikle Haricî isyanlarıyla ilgili görülmüştür (a.g.e., XV, 196; Aynî, XIV, 113).

İslâm âlimleri genellikle, Hz. Osman’ın öldürülmesiyle (35/656) doruk noktasına ulaşan kanlı siyasî buhranı ilk fitne sayar (Müsned, III, 422; Ebû Hanîfe, el-Fıķhu’l-ebsaŧ, s. 41, 44; Câhiz, s. 173; Tâhâ Hüseyin, s. 417, 677) ve bu olayı “büyük fitne” diye adlandırırlar. Her ne kadar hadis âlimlerinden Abdurrahman b. Muhammed ed-Dâvûdî ilk fitne olarak Hz. Hüseyin’in şehid edilmesini göstermişse de onun şehid edildiği sırada artık Bedir ashabından hayatta kimsenin kalmadığı, ayrıca Saîd b. Müseyyeb’in yukarıdaki rivayetinde büyük ihtimalle sadece Medine’de vuku bulan fitnelerin söz konusu edildiği gerekçesiyle bu görüş ilgi görmemiştir (İbn Hacer, XV, 195-196; Aynî, XIV, 113).

Fitne kavramının tarih boyunca müslümanların ruhunda ürkütücü tesirler uyandırmasında ilk dönem müslümanlarının, özellikle ilk iki asırda yaşayanların müşahede ettikleri siyasî çalkantıların bıraktığı derin izlerin payı büyüktür. Onlar, fitnenin Kur’an’daki ağırlıklı mânasını da dikkate alarak bu çalkantıların vuku bulduğu zamanları dine, İslâm cemaatine ve meşru idareye bağlılıkları konusunda denendikleri dönemler olarak düşünmüşlerdir. Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayıp Cemel Vak’ası ve Sıffîn Savaşı ile devam eden hadiseler, Hâricî isyanları, Emevî iktidarına karşı ayaklanan Abdullah b. Zübeyr’in Hicaz’daki hâkimiyetine son vermek üzere Yezîd b. Muâviye’nin yolladığı ordunun Medine yakınında Harre’de Medineliler’le savaşarak şehri yağmalaması, aynı maksatla Abdülmelik b. Mervân tarafından gönderilen Haccâc b. Yûsuf kumandasındaki ordunun altı ay kadar süren muhasara sonunda Mekke’yi işgali ve Abdullah b. Zübeyr’in öldürülmesi gibi kanlı olaylar, İslâm toplumunun karşılaştığı ilk fitne hareketleri olarak tarihe geçmiştir. Özellikle Hz. Osman’ın şehid edilmesi olayı müslümanların dinî ve siyasî kamplara bölünmesine yol açan, daha sonra Sünnî-Şiî ihtilâfının kökleşmesiyle gelecek kuşakları derinden etkileyecek olan fitnelerin başlangıcı sayılır. Batılı araştırmacıların çoğu da bu görüşe katılmaktadır. Ancak Schacht ilk fitnenin, Hz. Osman’ın şehid edilmesinden seksen dokuz yıl sonra Emevî Halifesi Velîd b. Yezîd’in (II. Velîd) öldürülmesiyle (126/744) zuhur ettiğini, bu olay üzerine müslümanların zihninde artık Peygamber’in yaşayan sünnetinin ortadan kalktığı, eski iyi günlerin son bulduğu kanaatinin uyandığını belirtir. Schacht’a göre bu kanaat aynı zamanda, İbn Sîrîn’e isnat edilen ve hadis rivayetinde sened arama ihtiyacının fitne olayının zuhuru üzerine başladığını bildiren haberle de uyuşur. İbn Sîrîn’in bu açıklaması şöyledir: “Müslümanlar hadis dinlerken isnad sormuyorlardı. Ancak fitne zuhur edince, ‘Bize râvilerin isimlerini söyleyin’ demeye başladılar. Böylece râvilerin sünnet ehli olduğu anlaşılınca bunların hadisi alınıyor, bid’at ehli olduğu görülünce de hadisleri terkediliyordu” (Müslim, “Muķaddime”, 7). Fakat Schacht’a göre bu haberi 110’da (728) vefat etmiş olan İbn Sîrîn’e isnat etmek yanlıştır (The Origins, s. 36). Schacht, Evzâî’ye nisbet edilen ve Velîd b. Yezîd’in öldürülmesinden sonra çıkan iç savaşları fitne olarak değerlendiren iki rivayeti kendi görüşüne delil gösterir (a.g.e., s. 71). Juynboll ise “The Date of the Great Fitna” başlıklı makalesinde (Arabica, XX/2, s. 142-159), Evzâî’ye nisbet edilen bu sözlerin uydurma olduğunun daha sonraki otoriteler tarafından ortaya çıkarıldığını kaynak zikretmeden belirtir (a.g.e., XX/2, s. 143-144). Aynı yazar, hadis râvilerinde adâlet şartı aranmasının fitnenin çıkması üzerine başladığını, ashabın tamamı şüpheden uzak olduğu için onlar hakkında böyle bir şarta gerek duyulmadığını, Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle artık isnadda adâlet şartı aramanın zaruri görüldüğünü düşünen İslâm âlimlerinin bu görüşünü isabetsiz bulur. Zira ona göre öncelikle ashabın toptan âdil ve güvenilir olduğu şeklindeki bir genellemeyi İbn Kuteybe bile isabetsiz bulmuştur; Müslim b. Haccâc’ın el-CâmiǾu’ś-śaĥiĥ’inin mukaddimesinde de böyle bir hükme yer verilmemiştir. Juynboll, İbn Sa’d’ın eŧ-Ŧabaķāt’ından başlamak üzere Hz. Osman’ın öldürülmesi olayını fitne olarak nitelendiren en eski kaynaklardan iktibaslar yapmış, bunlarda geçen fitne kelimesinin hangi anlamlarda kullanıldığını ve hangi olaya tekabül ettiğini belirlemeye çalışmıştır (a.g.e., XX/2, s. 145-159). Nihayet kendisi, Kur’an’daki anlamlarının dışında fitneye “başkaldırma” mânasının Abdullah b. Zübeyr’in Emevî iktidarına karşı isyan etmesi üzerine verildiğini (a.g.e., XX/2, s. 152, 158), hadiste isnad aramanın fitneden sonra başladığına ilişkin olarak İbn Sîrîn’den nakledilen açıklamadaki fitne kelimesiyle de İbnü’z-Zübeyr isyanının kastedildiğini ileri sürmüştür (a.g.e., XX/2, s. 158-159).

Fitne kelimesinin, Kur’an’daki anlamları yanında giderek, dinî bakımdan birbirine zıt olan iki durumdan hangisinin tercih edilmesi gerektiği hususunda baş gösteren sıkıntı ve karışıklık, birbiriyle çekişen iki zümreden birinin tercih edilmesinde hissedilen zorluk ve bunun doğurduğu kargaşa, bir dinî-siyasî otoriteye karşı direnme, isyan, anarşi ve iç savaşa kadar varan bir anlam çeşitliliğine sahip olduğu görülür. Bilhassa “ilk fitne” tabirinin Hz. Osman’ın şehid edilmesine delâlet etmesi yanında daha ziyade çoğulu olan “fiten” kelimesi, genel olarak müslümanlar arasında çıkan kargaşa, anarşi ve iç savaş gibi olumsuz gelişmeleri de ifade eder. Nitekim Câhiz el-ǾOŝmâniyye adlı eserinde (s. 175) İbn Sîrîn ve Âmir eş-Şa’bî’nin, “Fitne (Hz. Osman’ın öldürülmesi) vuku bulduğu zaman Medine’de Resûlullah’ın ashabından 10.000 (başka bir yerde 20.000 (s. 10)) kişi vardı” şeklindeki bir açıklamasını naklettikten sonra bu iki zatın Cemel ve Sıffîn savaşlarını da fitne diye adlandırdıklarını kaydeder; ayrıca Şîa’nın Hz. Ali’yi Ebû Bekir’den daha faziletli görmesini eleştirirken kullandığı, “Fitneler onun (Hz. Ali) başında döndü; Haricîler ona isyan etti” şeklindeki cümlelerinde de (a.g.e., s. 185) fiten genel olarak siyasî karışıklık ve iç huzursuzlukları ifade eder. Gerek bu eserde gerekse konuyla ilgili diğer klasik kaynaklarda fitnenin, açıklamaya ihtiyaç duyulmadan herkes tarafından bilindiği intibaını veren bir şekilde zikredilmesi bu anlamdaki kullanımının uzun geçmişe sahip olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Çağdaş hadis âlimi M. Mustafa el-A‘zamî’ye göre isnadın nasıl başladığını anlatırken İbn Sîrîn’in, “Ben veya biz şöyle şöyle yapıyoruz” yerine üçüncü şahıs kipiyle geçmişten söz etmesi,


hadiste isnad geleneğinin 110’da (728) vefat eden bu kişinin doğumundan önce başlamış olduğuna işaret eder. Bu sebeple bazı şarkiyatçıların esasen ilk fitneyi Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonraki tarihlere götürmeleri, dolayısıyla hadis rivayetinde ilmî ölçülerin İslâm âlimlerince benimsenen dönemden daha geç bir zamanda başladığı yönünde şüphe uyandırmayı amaçlayan çabaları ilmî bir temele dayanmamaktadır. Zira gerek Harre olaylarına, gerekse Velîd b. Yezîd’in öldürülmesi üzerine baş gösteren karışıklıklara fitne adının verilmesi, bunlardan önce cereyan eden karışıklıklara fitne denilmediği anlamına gelmez.

Haricîler, Şîa ve Mu‘tezile, özellikle “emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker” ilkesinin uygulanmasıyla ilgili olarak dinî ve siyasî ihtilâfları duruma göre silâhlı mücadeleye kadar götürmeyi gerekli görürken Ehl-i sünnet’in bu husustaki tutumu oldukça farklılık gösterir. Ebû Hanîfe’ye isnat edilen el-Fıķhü’l-ebsaŧ’a göre toplumun bir kesiminin bozulmuş olduğuna bakarak onlardan ayrılmak doğru değildir. Bununla birlikte Ebû Hanîfe, “Fitneye düşmekten korktuğu için fitnenin bulunmadığı başka bir yere göç eden kimseye Allah yetmiş sıddîkın ecrini verir” mealinde bir hadis nakleder ve toplumun bütünüyle isyana kalkışması halinde onlardan uzaklaşmayı öğütler (s. 44). Yine Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen el-Fıķhü’l-ekber’deki, “Ashabı yalnızca hayırla anarız” cümlesi (s. 61) bütün Ehl-i sünnet’in sadakatle yaşattığı bir ilke olmuştur. Eş‘arî, hilâfetin otuz yıl süreceğini, ardından saltanat döneminin başlayacağını bildiren, ancak sıhhati konusunda itirazlar bulunan (meselâ bk. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, II, 437) bir hadisi (Tirmizî, “Fiten”, 48) zikrederek ilk siyasî çalkantılara kaderci bir anlayışla yaklaşmış, ayrıca bu olayların ictihad ve yorum farkından doğduğunu belirterek taraflardan her birinin kendi ictihadında haklı olduğunu savunmuştur (el-İbâne, s. 191-192). Aynı müellif Mu‘tezile, Zeydiyye ve Hâricîler’le Mürcie çoğunluğunun isyanı bastırmak için silâha başvurmayı gerekli gördüğünü ifade ettikten sonra, “ehl-i hadîs” dediği Selefıyye’nin hangi şartlar altında olursa olsun silâhlı mücadeleyi bâtıl saydıklarını belirtir (Maķālât, s. 451-452). İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî de hata etmiş olsalar bile ashap hakkında hüsnüzan beslemek gerektiğini söyleyerek bilhassa Hz. Âişe’nin Cemel Vak’ası’ndan önce intikam duygularını yatıştırmak ve fitne ateşini söndürmek için teşebbüste bulunduğunu belirtir. Ancak, “Ali b. Ebû Tâlib yönetimi üstlenmiş gerçek devlet başkanı, onunla savaşanlar ise âsi idi” diyerek sert bir üslûp kullanır (el-İrşâd, s. 433). Abdülkāhir el-Bağdâdî ve Şehristânî gibi Sünnî müelliflerin kaydettiklerine göre Ehl-i sünnet, Hz. Osman’ı öldürenleri de Hz. Ali’ye karşı savaşanları da âsi saymış, ancak Ali’ye karşı çıkanlardan Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’i sadece hatalı göstermekle yetinmiş, bununla birlikte genel olarak taraflardan hiçbirinin küfürle itham edilemeyeceğini düşünmüştür (el-Farķ, s. 119, 289-290, 350-351; el-Milel, I, 103).

Ehl-i sünnet âlimleri, halifenin dokunulmazlığı ve cemaatin birliği fikrinden yana olmayı prensip edindikleri için konuyla ilgili hadisleri ve ilk fitneleri yaşayan ashabın tecrübelerini dikkate alarak fitneyi körüklemekten kaçınmayı, ihtilâfları barışçı yollarla yatıştırmayı, bu mümkün olmazsa siyasî otoritenin varlığı ve ümmetin birliği için pasif kalmayı tercih etmişlerdir. Müsteşrik J. C. Vadet Ehl-i sünnet’in bu tavrını, “Bâbil’den günümüze kadar sürüp gelen Şark ruhunun modeli olan kadercilikle izah eder (REI, XXXVII/1, s. 86). Çağdaş bir müslüman yazar da fitne endişesinden kaynaklanan bu “siyasî ihtiyatsızlığın” İslâm siyasetçilerini her türlü inkılâpçı reformu şer’an yasaklamaya sevkettiğini ileri sürer (Abdulkader Tayob, s. 138). Ancak İslâm dünyasında daima çoğunluğu oluşturan ve toplumun selâmetinden kendini sorumlu tutan Ehl-i sünnet’in, fitneye karşı sert hareketlere girişerek onun boyutunu daha da genişletmekten ve böylece ümmetin birliğini büsbütün tehlikeye sokmaktan çekindiği için böyle bir tavır takındığında şüphe yoktur. Nitekim Gazzâlî, siyasî otoriteye karşı zor kullanmanın fitneyi harekete geçireceği, şerri arttıracağı ve zararının yarardan fazla olacağı görüşündedir (İĥyâǿ, II, 437). İbn Teymiyye de Hâricîler’in yaptığı gibi fitneyi ortadan kaldırmak için silâhlı mücadeleye kalkışmanın daha büyük bir fitne olduğunu belirtir (el-İstiķāme, II, 290). Bu şekilde Ehl-i sünnet mensupları, fitneye sebebiyet vermemek için fâsık imama itaatin câiz olduğu fikrinde birleşmişlerdir.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ftn” md.; Lisânü’l-ǾArab, “ftn” md.; et-TaǾrîfât, “fitne” md.; Fîrûzâbâdî, el-Ķāmusü’l-muĥîŧ, “ftn” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “ftn” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 1156; Wensinck, el-MuǾcem, “ftn” md.; a.mlf., Miftâĥu künûzi’s-sünne, “fiten” md.; M. F. Abdülbâkî, el-MuǾcem, “ftn” md.; Müsned, I, 169, 185, 320; II, 172, 173, 282, 408; III, 346, 422; IV, 226; V, 39, 48, 110; Buhârî, “Ǿİlim”, 24, “Eźan”, 60, 63, “Muĥśar”, 4, “Mevâķīt”, 4, “Meġāzî”, 12, “Mežâlim”, 25, “Menâķıb”, 25, “Tefsir”, 11/30, “Fiten”, 4, 5, 9, 17; Müslim, “Mukaddime”, 7, “Îmân”, 186, “Śalât”, 179, “Fiten”, 9, 10, 13; Ebû Dâvûd, “Fiten”, 2; İbn Mâce, “Cenâǿiz”, 65, “Fiten”, 25; Tirmizî, “Fiten”, II, 25, 29, 33, 48; Ebû Hanîfe, el-Fıķhü’l-ebsaŧ (nşr. M. Zâhid Kevserî, trc. Mustafa Öz, İmam-ı Azamın Beş Eseri içinde), İstanbul 1981, s. 41, 44; a.mlf., el-Fıķhü’l-ekber (a.e. içinde), s. 61; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, III, 68-71; Câhiz, el-ǾOŝmâniyye (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1374/1955, s. 29, 30, 32, 40, 173, 175, 185; Taberî, el-CâmiǾu’l-beyân, Beyrut 1405/1984, I, 461-462; II, 191-194, 347-353; III, 180; V, 201-202, 242-243; VI, 238, 274; VII, 206-207; IX, 217-219; X, 145-147; XV, 129-130; XVI, 162, 196-197, 200, 235; XVII, 24-25, 122; XVIII, 171-178, 193-194; XXVII, 226; XXIX, 19-20; XXX, 136-137; Eş‘arî, Maķālât (Ritter), s. 451-468; a.mlf., el-İbâne (Arnaût), s. 191-192; Bağdadî, el-Farķ, Kahire 1965, s. 119-121, 289-290, 350-351; Cüveynî, el-İrşâd (Muhammed), s. 433; Gazzâlî, İĥyâǿ, II, 424-425, 437-438; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, el-ǾAvâśım (Tâlibî), II, 437; Şehristânî, el-Milel (Vekîl), I, 103; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, 410-411; İbn Teymiyye, el-İstiķāme [baskı yeri ve tarihi yok] (Müessesetü Kurtuba), II, 290; Cürcânî, Şerĥu’l-Mevâķıf, II, 478; İbn Hacer, Fetĥu’l-bârî (Sa‘d), XV, 195-196; XXVII, 3-4, 14-22; Aynî, ǾUmdetü’l-ķārî, Kahire 1392/1972, XIV, 113; XX, 64; Şevkânî, Fetĥu’l-ķadîr, Beyrut 1412/1991, V, 198, 246; Tâhâ Hüseyin, el-Fitnetü’l-kübrâ I: ǾOŝman b. ǾAffân, s. 417, 677; II: ǾAlî b. Ebî Ŧâlib ve benûh, s. 677 (el-MecmûǾatü’l-kâmile, IV içinde), Beyrut, ts.; L. Gardet, Dieu et la destinée de l’homme, Paris 1967, s. 450-454; B. Lewis, “Islamic Concepts of Revolution”, Revolution in the Middle East (ed. P. I. Vatikiotis v.dğr.), New York 1972, s. 30-40; J. Schacht, The Origins of Muhammadan Jurisprudence, Oxford 1975, s. 36-37, 71; M. H. Hussain - A. H. Kamali, The Nature of the Islamic State, Karachi 1977, s. 130-135; Abdulkader Tayob, “An Analytical Survey of al-Tabarī’s Exegesis of the Cultural Symbolic Construct of Fitna”, Approaches to the Qur’ān (ed. G. R. Hatwing - A. K. A. Shareef), London 1993, s. 138, 157-172; Jean-Claude Vadet, “Quelques remarques sur la racine ftn dans le Coran et la plus ancienne littérature musulmane”, REI, XXXVII/1 (1969), s. 81-101; E. H. A. Juynboll, “The Date of the Great Fitna”, Arabica, XX/2, Leiden 1973, s. 142-159; Hümâm Abdürrahîm Saîd, “Fitnetü’l-firaķ ve’l-ehvâǿ ve mevķıfü’l-müslim minhâ fî đavǿi’s-sünne”, Dirâsât, XI / 3, Amman 1984, s. 25-44.

Mustafa Çağrıcı