GÂLİYYE

الغالية

Daha çok Şia’ya mensup olan ve aşırı düşünceler taşıyan gruplar için kullanılan, İslâm toplumu tarafından tasvip edilmemeyi belirten bir terim.

Sözlükte “haddi aşmak” mânasına gelen gulüv kökünden çoğul anlamında bir nisbet ismi olup “itidal çizgisini aşanlar” demektir. Bu kökten türeyen gulât ile ehlü’l-gulüv, ashâbü’l-gulüv terkipleri de aynı mânada kullanılır.

Mezhepler tarihiyle ilgili olarak eser yazan Sünnî ve Şiî müellifleri, gâliyye terimini genellikle imâmet konusunda aşırı görüşler benimseyen ve Şia’ya bağlılık (teşeyyuǾ) iddia eden gruplar için kullanmışlardır. Bunun yanında bu grupların özellikle âhireti inkâr edip tenâsüh inancını benimsediklerine de dikkat çekmişlerdir (meselâ bk. Nevbahtî, s. 19, 32, 35, 41; EşǾarî, s. 5-16, 46). İbn Bâbeveyh el-Kummî Gâliyye’nin Allah’ı inkâr ettiğini


söylemiş (Risâletü’l-İǾtikadâti”l-İmâmiyye, s. 114), Şeyh Müffd ise Gâliyye’nin, müslüman görünüp Hz. Ali ve neslinden gelen imamlara ilâhlık yahut peygamberlik isnat eden, onlara sahip bulundukları faziletlerin üstünde aşırı özellikler atfeden sapık ve kâfirler olduğunu ileri sürmüştür (Şerhu ǾAķâ’idi’ś-śadûķ, s. 217). İmamlar hakkında ifrata kaçan, onları yaratılmışlık sınırından çıkarıp tanrılıklarına hükmeden, bazan imamları Allah’a, bazan da Allah’ı imamlara benzetenlere Gâliyye denildiğini belirten Şehristânî, aşırılıklarının kaynağı olarak tenâsüh ve hulûl ekolleriyle Allah’ı insana benzeten Yahudiliği ve insanı Allah’a benzeten Hıristiyanlığı göstermektedir (el-Milel.1, 173).

Erken devir müellifleri, genellikle Hz. Ali’nin imâmet hakkını gasbettikleri gerekçesiyle Hz. Ebû Bekir ile Ömer’e dil uzatmayı ve gerçek imamın mâsum olduğu telakkisini gulüv olarak değerlendirdikleri için İmâmî İsnâaşeriyye’yi de Gâliyye’ye dahil etmek eğilimi göstermişlerse de daha sonraları bu terim Zeydiyye, İsnâaşeriyye ve bazan da İsmâiliyye’nin dışındaki fırkalar için kullanılmıştır. Bu arada mezhepler tarihiyle ilgili eserlerde (meselâ bk. Bağdadî, s. 230-312), benimsenen aşırı görüşlerden hareketle sınıflandırmalar yapılmış, bu görüşleri benimseyen itikadî, siyasî ve tasavvufî gruplar da gâlî (yahut müslüman olduğunu iddia ettiği halde İslâm’ın dışında kalan) fırkalar olarak değerlendirilmiştir. Böylece Gâliyye Şîa ile sınırlandırılmayıp kapsamı genişletilmiştir. Gâliyye’nin ortaya çıkışında siyasî, iktisadî ve psikolojik sebepler yanında İslâm ülkesine katılan bölgelerdeki eski din ve kültürlerin de büyük etkisi olmuştur.

İslâm devletinin, kuruluşundan kısa bir süre sonra Emevîler tarafından ele geçirilip hilâfetin saltanata dönüştürülmesi, devlet ileri gelenlerinin dinin emir ve yasaklarına istenilen ölçüde uymamaları, muhaliflerini sindirmek için çeşitli yollara başvurmaları müslüman halkta idare aleyhinde hoşnutsuzluk meydana getirmiştir. Peygamber ailesinin fertlerine karşı uygulanan baskı ve şiddet, Emevîler’e muhalif olan gruplarda güçlü bir nefret duygusunun gelişmesine yol açmış, yöneticileri meşru saymayan ve adaletli bir düzenin kurulmasını isteyen bu gruplar, Peygamber neslinden gelen saygın kimselerin idareye hâkim olmasını bir çıkış yolu olarak düşünmeye başlamışlardır. Özellikle Kûfeliler’in daveti üzerine yola çıkan ve Kerbelâ’da Emevî ordusu tarafından maiyetiyle birlikte katliama tâbi tutulan Hz. Hüseyin’in şehâdetinden sonra durum daha da gerginleşmiştir. Kurtarıcı liderler ve adaletli idareciler olarak beklenen kimselerin başarılı olamamaları, onlara umut bağlayanların hayal kırıklığına uğramasına sebep oluyordu. Hz. Ali’ye duydukları aşırı sevgiye rağmen oğluna gerekli desteği sağlamayan Kûfeliler’in hissettikleri vicdan azabının etkisiyle Emevîler’e karşı başlattıkları gizli faaliyetler aşırılıkların gelişmesi için uygun bir ortam oluşturuyordu. Bu arada Peygamber neslinin haklarını korumak için silâhlı mücadele başlatanlar yanında Allah tarafından desteklenen, manevî özelliklere sahip karizmatik liderlerin geleceğini iddia eden gruplar da ortaya çıkıyordu. Emevîler’den sonra İslâm devletine hâkim olan Abbâsîler’in de Hz. Ali taraftarları hakkında seleflerinin siyasetini uygulamaları, Şîa’nın faaliyetlerinin artan bir gizlilik içinde devam etmesine sebep olmuştu. Bu arada Şîa bünyesinde Hz. Ali ve özellikle mazlum evlâtları için duyulan aşırı sevgi ve muhaliflerine karşı gittikçe artan nefret duygularının etkisiyle onların etrafında efsaneler geliştiriliyor, her birine ilâhî özellikler isnat ediliyordu. Böylece zaman içinde sevgideki aşırılık itikadda aşırılığa zemin hazırlamış oldu. Muhaliflerine açıkça mukavemet edemeyen Şiî grupların propagandalarını gizli, esrarlı ve remizli ifadeler kullanmak suretiyle yürütmüş olması da onların aşırılığa yönelmesinde etkili olmuştur. Diğer taraftan müslümanların ele geçirdikleri bölgelerdeki dinlere mensup kimselerin İslâm’a girmeleri, eski inanç ve kültür artıklarını İslâm muhitine taşımaları, yahut kültür ve medeniyetleri zarar gören gayri müslim unsurların kendi dinî ve kültürel değerlerini İslâmî bir görünüm içinde sunmaları, aşırılıkların ve aşırı grupların ortaya çıkışının kültürel sebeplerinden önemli bir kısmını teşkil etmektedir.

Aşırı Şiî gruplar genel olarak Kûfe’de ortaya çıkmış, buradan İslâm dünyasının çeşitli merkezlerine yayılmıştır. SaǾd b. Ebû Vakkâs tarafından kurulan Kûfe’ye gelip yerleşenler içinde, Arap ve mevâlî gibi müslüman unsurlar yanında yahudi, hıristiyan ve eski İran dinlerine mensup iken bir kısmı müslüman olmuş, bir kısmı ise eski din ve kültürleriyle irtibatlarını sürdüren çok sayıda kimse de vardı. Hicaz bölgesindeki bedevî kültürünün etkisiyle oluşan sert ve katı tutuma karşılık Irak ve çevresinde eski dönemlerden itibaren birbirinden farklı dinî ve felsefî ekoller teşekkül etmişti. Bu sebeple ilk Gâliyye’nin, Hz. Ali’nin uzun yıllar yaşadığı Medine’de değil daha çok yahudi, hıristiyan, Zerdüştî ve gnostik menşeli kimselerden oluşarak Kûfe’de ortaya çıkması çevrenin buna uygun olmasına bağlanabilir. Geleneksel olarak ilk gâlî şahsın Abdullah b. Sebe olduğu kabul edilir. Abdullah b. Sebe, Hz. Ali’nin Resûl-i Ekrem tarafından vasî olarak belirlendiğini, onun ölmediğini, geri dönüp geleceğini söylemiş ve hatta Ali’nin ilâh olduğunu iddia etmiştir. Gâliyye isminin bir grup hakkında ilk kullanılışı, I. yüzyılın ikinci yarısına (VII. yüzyılın sonları) rastlamaktadır. Taberî’nin Ebû Mihnef’ten naklettiğine göre (Târîh, VI, 103-104) Gâliyye ismi, Muhtar es-Sekafî’nin Emevîler’e karşı isyanı sırasında (66-67/686-687) kendisine bağlı olan Kûfeli bir grup Şiî için kullanılmıştır. Bu gâlîler Hind bint Mütekellife en-Nâıtiyye, Leylâ bint Kumâme el-Müzeniyye, Ebü’l-Ahrâs el-Murâdî, Ebü’l-Hâris el-Kindî, Butayn el-Leysî ve Abdullah b. Nevf’ten teşekkül etmekteydi. Hind ve Leylâ’nın evinde toplantılar düzenleyen bu müfrit Keysânî Şiîler, Abdullah b. Nevf’in geleceği bildiğini iddia ediyorlar, kehanet ve bedâ’ya inanıyorlar, Kur’ân’ın bazı âyetlerini maksatlarına uygun bir şekilde yorumluyorlardı. Bu durum İmam Muhammed b. Hanefiyye’ye bildirilince onlara karşı tepki göstererek tâbilerinin Kûfeli aşırılarla ilişkilerini kesmesini istemiş, bu gâlîlere yazdığı mektupta da aşırılığı terketmelerini, yalandan kaçınmalarını, mescidde ibadetlere devam etmelerini tavsiye etmişti. Buna rağmen aşırı Şiîlik çok geçmeden Keysâniyye tarafından düzenlenen bir şekil almaya başladı. Muhammed b. Hanefiyye’nin gerçekte ölmediği, onun tekrar gelip dünyayı ıslah edecek mehdî olduğu açıkça ilân edildi. Bu devrede Muhtar es-Sekafî, Hamza b. Ammâre (Umâre) el-Berberî, Abdullah b. Harb, Abdullah b. Muâviye, Beyân b. ŞemǾân ve mensupları Keysâniyye bünyesindeki aşırıları temsil ediyordu.

Muhammed el-Bâkır ve oğlu CaǾfer es-Sâdik’ın imâmet devrelerinde ortaya çıkıp faaliyet gösteren Mugîre b. Saîd el-İclî, Ebû Mansûr el-İclî, Ebü’l-Hattâb el-Esedî gibi gâlîler, Allah’ın insana yahut harflere benzediğini, kendilerinin Allah’la irtibat kurduklarını, peygamberliğin ebediyen devam edeceğini, kendilerine


vahiy geldiğini iddia ederek haramları mubah saymaya yönelmişlerdir. Daha sonra Ali el-Hâdî ve Hasan el-Askerî devrinde Hz. Ali’nin ilâlığını iddia eden İbnü’n-Nusayr en-Nemîrî gibi müfrit İmâmîler ve mensupları tamamen İslâm dışı düşünceler ileri sürmüşlerdir (bk. NUSAYRÎLİK). Bu grupların teşkil ettiği fırkalardan günümüze ulaşmayanların düşünceleri, daha çok mensupları tarafından bir süre devam ettirilmiştir. CaǾfer es-Sâdık’ın ölümünün (148/765) ardından oğlu İsmâil adına ortaya çıkan ve kısa bir süre sonra nasların zahirî mânalarının yanında bâtınî yönlerinin de bulunduğunu, asıl anlaşılması ve uygulanması gerekenin te’vil ile ulaşılabilen bâtını mânalar olduğunu iddia eden Bâtınî - İsmâiliyye, İslâm tarihinde müfrit karakterli bir fırka olarak varlığını sürdürmüştür. Bu arada Karmatîler ve Cennâbiyye gibi bâtınî İsmâilî fırkalar da Gâliyye içinde yer almıştır. Fatımî Devleti’nin kuruluşu ile yapı değişikliğine uğrayan İsmâiliyye bünyesinde, 408 (1017) yılında Halife Hâkim - Biemrillâh’ın ulûhiyyetini iddia eden aşırı unsurlardan sonra (bk. DÜRZILİK) 487’de (1094) Nizârî ve MüstaǾlî bölünmesi meydana gelmiştir. Günümüze kadar varlığını sürdüren bu fırkalardan Ağa hanların imâmetini benimseyen birincisi diğerine nisbetle daha aşırı unsurlar ihtiva etmektedir. Başlangıçtan beri kendi aralarında belirli dinî şahıs ve kurumların yüceliğini destekleme konusunda birbirlerinden ayrılan Gâliyye içinde, Hz. Muhammed’i yücelten ve onu tebliğ edilmiş hakikatin en yüksek prensibi yahut “dışarıdaki gerçeği” olarak kabul edenler Mîmiyye, Hz. Ali’yi ilâhlık düzeyine yükselten, onu imam olarak bâtınî anlamın aslî prensibi olarak kabul edenler Ayniyye, Selmân-ı Fârisî’yi yücelterek onun insanların hakikate giriş kapısı olduğunu iddia edenler Sîniyye (Selmâniyye) adıyla anıldılar. Daha sonraki dönemlerde Gâliyye’nin düşünceleri içinde, Allah’ın birliğine ve ulûhiyyetine ters düşen hususlar dışarıda bırakılmak suretiyle fikirlerinden pek çoğu İmâmî ve İsmâilî hareketler bünyesinde eritilmiştir. Diğer taraftan Şîa dışındaki fırkaların bünyesinde de imâmetle ilgili olmayan bir kısım aşırılıklar görülmüştür. Hâricîler’den Yezîdiyye, Acâride ve bunun kollarından biri olan Meymûniyye fırkaları, ortaya koydukları aşırı düşünceler sebebiyle Gâliyye bünyesinde mütalaa edilmiştir. Düalist fikirler ileri sürdüğü belirtilen Hımâriyye ve Hâbıtıyye de Kaderiyye ve Mu‘tezile’nin aşırıları olarak ortaya çıkmışlardır. Gelişen tasavvufî düşünce içinde hulûl, ittihad, tenâsüh, teşbih ve ibâhaya inanan, kâinatın idaresini harflerdeki gizli mânalarda arayan, mensup oldukları kişilere dinin koyduğu sınırları aşacak özellikler atfeden Hallâciyye, Hurûfiyye, Bektâşiyye vb. ekoller de mutasavvıfların Gâliyye’sini teşkil etmiştir.

Görüşleri. Gâlî fırkaların, İslâm toplumunun bünyesinden kaynaklanan ve dışarıdan gelen tesirler sonucunda ileri sürdükleri aşırı fikirlerin belli başlıları şunlardır: 1. Ulûhiyyet ve Hulûl. İlâhî ruhun Hz. Peygamber’e, ardından Hz. Ali’ye intikal ettiği ve Ali’nin ilâh olduğu iddiası Abdullah b. Sebe ile başlamış, ilâhî bir cüzün Ali’ye hulûl ettiğini ileri süren Beyân b. SemǾân ve Ebü’l-Hattâb el-Esedî gibi aşırılarca sürdürülmüştür (Şehristânî, I, 174-175, 179-180). Hint dinlerinde mevcut olan bu düşüncenin Firavunlar devrinde Mısır’da yaygın olup oradan intikal ettiği (Ebü’l-Alâ el-Maarrî, s. 457), yahut eski İran’daki Seneviyye’den kaynaklandığı (Neşvân el-Himyerî, s. 146) ileri sürülürse de Allah’ın Hz. Îsâ’ya hulûl ettiğini ve Îsâ’nın beşer şeklinde bir ilâh olduğunu kabul eden Hıristiyanlık’tan geçtiği kanaati daha yaygındır (bk. HULÛL).

2. Teşbih. Allah’ın kula yahut kulun Allah’a benzetilmesi demek olan teşbihinde yabancı menşeli olduğu kabul edilmektedir. Şehristânî’ye göre teşbih görüşü, yaratıcıyı yaratılana benzeten yahudi ve yaratılanı yaratıcıya benzeten hıristiyan düşüncesinden kaynaklanmaktadır (el-Milel, I, 173). Eski Yunan ve Hint dinlerinde de görülen bu düşüncenin tabii sonucu Allah’ın insanlar gibi cisim olarak kabul edilmesidir.

3. Bedâ. Allah’ın bir şeyi bilmezken daha sonra bilmesi, yahut bir şeyin iyi veya kötü şeklinde ortaya çıkacağını bildirmişken aksinin zuhûr etmesi mânasına gelen ve Allah’ın bilgisinin kesin olmadığını ifade eden bedâ düşüncesi Keysâniyye aşırılarında ve özellikle Muhtar es-Sekafî’de görülmektedir (bk. BEDÂ).

4. Peygamberlik İddiası. Peygamberliğin sona ermeyeceği, zaman içinde imâmetin nübüvvete intikal edeceği ve imamın peygamber olacağı düşünceleri yanında (Şehristânî, I, 175) Karmatîler’in Muhammed b. İsmâil’in nübüvvetini ileri sürmeleri, Mugîre b. Saîd el-İclî’nin kendi peygamberliğini iddia etmesi, Resûl-i Ekrem’in nübüvvet devresinin bittiği ve şeriatının ilga edilmiş olduğu gibi hususlar Gâliyye arasında oldukça yaygın bir şekilde görülmektedir.

5. İmamet. İmamların yetenekleri ve dindeki konumları hususunda aşırı iddialar ileri süren Gâliyye onların Hz. Peygamber’in vasîsi olduklarını, nübüvvet otoritesine sahip bulunduklarını, gaybı bildiklerini, bir kısmının ölmeyip gözden kaybolduğunu ve bir gün mutlaka döneceğini (rec’at) iddia etmektedir. Özellikle rec’at konusunda Yahudilik ve ondan etkilenen Hıristiyanlığın tesirleri bulunduğu düşünülmektedir (bk. Tekvîn, 1/5; II. Krallar, 2/1-12; Malaki, 4/5-6; Markos, 16/6-20).

6. Tenâsüh. Büyük ihtimalle Hinduizm ve Budizm’den Maniheizm’e, daha sonra da Gâliyye’ye geçen ruhun bir bedenden diğerine intikali (ruh göçü) inancı Sebeiyye, Kâmiliyye, Harbiyye, Nusayriyye gibi gâlî fırkalarda ve Bektaşîlik’te yaygın olarak görülmektedir. Tenâsühe inanan gruplar, sonuçta kıyameti kabul etmeyerek bunun ruhun bir önceki bedende işlediği amele göre bir başka bedene geçişi olduğunu, son bedendeki durumunun daha önce bulunduğu bedendeki hareketlerine göre nimet ve azap şeklinde gerçekleşeceğini iddia etmişlerdir.

7. Bâtınî Te’vil. Milâdî I. yüzyılda eski Yunan felsefesinden Yahudiliğe geçen ve Tevrat’ın zahirî ve bâtınî anlamı bulunduğu şeklinde yaygınlaşan bâtınî te’vil yahudi asıllı olan Abdullah b. Sebe, Meymûn el-Kaddâh ve oğlu Abdullah b. Meymûn gibi mühtedi görünen kimselerce İslâm dünyasına taşınmış ve daha çok İsmâiliyye mezhebinin mensuplarınca benimsenmiştir. En geç III. (IX.) yüzyıldan itibaren Gâliyye arasında Kur’ân-ı Kerîm’in sembolik ve bâtınî tefsiri geliştirilmiştir.

Bunlardan başka Hz. Ali, oğulları Hasan, Hüseyin ve Muhammed b. Hanefiyye’nin (el-esbâtü’l-erbaa) kutsallığı, belirli bir dereceye ulaşıldığında dinî mükellefiyetin düşmesi, dinin emir ve yasaklarının kabul edilmemesi (ibâha), mal ve kadında ortaklık gibi hususlar gâlî fırkalarda görülen aşırı düşüncelerdendir.

Gâliyye’nin Kolları. İslâm fırkalarıyla ilgili eserlerde Gâliyye ve kolları birbirinden farklı şekillerde tasnif edilmiştir. Gâlî fırkaların sayısı on bir (Şehristânî, I, 173-190), on beş (EşǾarî, s. 5-16) ve yirmi


(Bağdadî, s. 232-233) olarak belirtilmektedir. Aslında Şîa’nın belli başlı fırkalarındaki gâlîler ile Şîa dışındaki aşırı grupların ele alınıp incelenmesi daha uygun sonuçlara varılmasına yardımcı olacaktır. Bu bakımdan Gâliyye Şîa açısından Sebeiyye, Keysâniyye, İsmâiliyye, İmâmiyye Gâliyyesi ve Şiî olmayan diğer fırkaların aşın grupları olarak ele alınabilir.

Sebeiyye. Hz. Ali’nin ilâhlığı, ölümsüzlüğü, Hz. Peygamber tarafından vasî tayin edildiği, yahut ölmeyip geri döneceği gibi düşünceler ileri süren bir fırkadır (bk. ABDULLAH b. SEBE).

Keysâniyye. Bu isim altında toplanan Beyâniyye, Cenâhiyye, Harbiyye, Hâşimiyye, Kerbiyye, Muhtâriyye ve Rizâmiyye gibi fırkalarda hâkim olan görüş, Ali’nin ulûhiyyeti yahut Hz. Peygamber’in vasîsi olduğu, Ali, Hasan, Hüseyin ve Muhammed b. Hanefiyye’nin kutsallığı, genellikle imâmetin Muhammed b. Hanefiyye ve evlâdına intikali, fırka liderlerinin geleceği bilmesi, peygamberlik ve bazan ilâhlık iddiaları, tenâsüh, bedâ, recǾat ve ibâha ile ilgili düşüncelerdir. Genel olarak İslâm camiasında ve özellikle İmâmiyye geleneğinde Keysâniyye gâlî bir fırka olarak kabul edilir (bk. KEYSÂNİYYE).

İsmâiliyye. Kuruluşundan itibaren muhtelif devreler geçiren İsmâiliyye’nin tamamının gâlî olduğunu, yahut tamamının gulüvden uzak bulunduğunu söylemek güçtür. CaǾfer es-Sâdık’ın ölümünden sonra ortaya çıkan bu fırka bünyesinde, İsmâil b. CaǾfer’in ölmediğini, takıyye gereği gözden kaybolduğunu, tekrar dönüp dünyayı ıslah edeceğini ileri süren asıl İsmâilîler (el-İsmâîliyyetü’l-hâlisa, bk. İSMÂİLİYYE), daha sonra her zahirin bir bâtını bulunduğunu, bâtının ancak te’ville elde edileceğini iddia eden Bâtıniyye ve dinî bir sembol olarak elbiselerini kırmızıya boyayan Muhammire tamamıyla gulüv özelliği sergilemektedir. Bâtıniyye’nin genellikle Basra ve Bahreyn’de ortaya çıkan ve Karmatîler diye anılan gruplarında hulul, nübüvvet iddiası, aşırı te’vil, mal ve kadında ortaklık gibi telakkiler görülmektedir. Günümüzdeki İsmâilîler’den Ağa Han’a bağlı olan Nizârîler bilhassa imamın şahsı, vasıfları ve imâmet makamı konusunda aşırı düşüncelere yönelmişlerdir. Bir başka İsmâilî fırkası olan MüstaǾlî Bohralar da Nizârîler kadar olmasa bile özellikle te’vil konusunda aşırı düşüncelere sahiptirler (bk. BOHRÂ). Fatımî halifelerinden Hâkim - Biemrillâh’ın Hanlığını ileri sürmek suretiyle İsmâiliyye’den kopan, İslâm şeriatının neshedildiğini ileri süren ve tenâsühü prensip olarak kabul eden Dürzîler ise gâlî bir İsmâilî fırka olmanın da ötesinde İslâm’la ilgisini kesmiş bir toplum durumundadır.

İmâmiyye (İsnâaşeriyye). İmâmiyye ortak adıyla anılan fırkalar arasında tarihte ve günümüzde aşırı telakkiler benimseyen gruplar mevcuttur. Bunların başta gelenlerinden biri, Mugîre b. Saîd el-İclî’ye (el-Becelî) mensup olan Mugîriyye’dir. Hâlid el-Kasrî’nin yahut Becîle kabilesinin âzatlısı ve Muhammed el-Bâkır’ın çağdaşı olan İran asıllı Mugîre, Ebû Bekir ile Ömer’den teberrî düşüncesini ilk defa ortaya koymuş, onları açıktan lânetlemiştir. Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini gnostik tarzda ilk te’vil edenlerden olan Mugîre, Ali’nin ölüleri dirilttiğini, kör bir adamın gözlerine elini sürdüğünde gözlerinin açıldığını, dileseydi Âd ve Semûd gibi nesilleri tükenmiş kavimleri de hayata döndürebileceğini ileri sürmüştür. Gaybın bilinmesi, teşbih, tecsîm, nübüvvet ve ilâhlık iddiası gibi aşırılıklar İslâm mezhepleri tarihiyle ilgili eserlerde Mugîre’ye atfedilen hususlardandır (Eş’arî, s. 6-9; Ebû Hatim er-Râzî, s. 302; Kâdî en-NuǾmân, s. 49).

Bir başka gâlî fırka, Mugîre’den etkilenen Ebû Mansûr el-İclî’nin mensuplarının teşkil ettiği Mansûriyye’dir (bk. EBÛ MANSÛR el-İCLÎ). CaǾfer es-Sâdık’ın çağdaşlarından Ebü’l-Hattâb el-Esedî’ye mensup olan Hattâbiyye de gâlî fırkalardan biridir. İbnü’n-Nusayr en-Nemîrî’ye mensup olan, Nusayriyye veya Nemîriyye adıyla anılan, Hz. Ali’yi ilâh kabul eden fırka ise günümüze uzanan gâlî fırkalardandır (bk. NUSAYRÎLİK). İbn Ebü’l-Azâfir’e (Azâkır) mensup olan ve ilâhî ruhun önce Hz. Âdem’e, ardından sırasıyla diğer peygamberlere, daha sonra Hz. Peygamber’den Ali’ye ve diğer imamlara, on ikinci imamdan da kendi liderlerine geçtiğini iddia eden Azâfire de İmâmiyye’nin gâlî gruplarından biridir (bk. MÜŞEBBİHE).

Albâiyye (Ulyâiyye), genel olarak Hz. Ali’nin ilâhlığını ve Resûl-i Ekrem’den üstünlüğünü ileri süren bir fırkadır. İnsanları Ali namına Hakk’a davet edecekken kendi adına çağrıda bulunduğunu iddia ettikleri Hz. Peygamber’i eleştirmelerinden dolayı Zemmiyye veya Zemîmiyye adını alan Albâiyye’nin tâli fırkalarını teşkil eden, ilâhlık konusunda Ali’ye öncelik tanıyan Ayniyye, Hz. Peygamber’e öncelik tanıyan Mîmiyye, Selmân-ı Fârisî’ye öncelik veren Sîniyye, “kisâ” altına alınan beş kişinin yani Resûl-i Ekrem, Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’in ilâh olduklarını kabul eden Muhammise, adı bilinmeyen ebedî bir varlığın dünyanın yaratılması için bu beşli grubu görevlendirdiğini iddia eden Müfevvida, Allah’ın söz konusu beş kişiye hulûl ettiğini ileri süren ŞurayǾî adlı kişinin mensuplarının teşkil ettiği ŞurayǾiyye, Ali ile Hz. Peygamber’in birbirlerine çok benzedikleri için Cebrail’in yanılarak vahyi Hz. Peygamber’e getirdiğini iddia eden Gurâbiyye, Ali’ye biati terkettiklerinden dolayı bütün sahabeyi tekfir eden Kâmiliyye, CaǾfer-i Tayyâr’a mensup olduklarını iddia eden ve tenâsühe inanan Tayyare (Tayyâriyye), Allah’ın insanı Ahmed isminin şekline uygun yarattığını ve kendisinin “kâim” olduğunu ileri süren Ahmed b. Keyyâl’e mensup Keyyâliyye, Ali’nin buluttan gölgeler içinde geleceğini iddia edip ona ilâhlık izâfe eden Gamâmiyye ve Hz. Ali’nin efdaliyetini ileri sürerek onunla savaşanları kâfir kabul eden Muhammed b. Yemân el-Kûfî’ye mensup Yemâniyye gâlî Şiî fırkalarındandır. Ayrıca cismanî kıyameti ve miǾracın bedenen vuku bulduğunu inkâr ettiği gerekçesiyle İran’daki Şiî müctehidler tarafından Şîa toplumundan uzaklaştırılan ve Usûliyye ekolüne muhalif olan Şeyh Ahmed el-Ahsâî mensuplarının oluşturduğu Ahsâiyye (Şeyhiyye), Babîlik ve müstakil bir din hüviyetiyle ortaya çıkmadan önce Bahaîlik de birer İsnâaşerî gâlî fırkası olarak kabul edilebilir.

Allah’ın üç boyutlu bir varlık olduğunu söyleyen Hişâm b. Hakem ve Hişâm b. Şalim el-Cevâlîkî’nin mensupları ile diğer mücessime grupları da Gâliyye’den sayılmaktadır. Allah’ın Acemler’den bir peygamber göndereceğini, ona gökten bir kitap indireceğini ve böylece Resûl-i Ekrem’in şeriatının ilga edileceğini ileri süren Yezîd b. Ebû Üneyse’ye (Enîse) mensup olan Yezîdiyye, Yûsuf sûresini bir aşk hikâyesi olduğu gerekçesiyle Kur’ân’dan saymayan Acâride, kız torunlarla erkek ve kız kardeşlerin kız torunlarının haramlığı Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmediği için onlarla evlenmeyi helâl sayan Acâride’ye mensup Meymû-niyye Hâricîler’in gâlî fırkalarındandır. Biri ezelî, diğeri yaratılmış olmak üzere iki ilâh bulunduğunu, ikincisinin Meryem oğlu Îsâ olduğunu ve onun insanları âhirette hesaba çekeceğini iddia eden ve tenâsühü benimsediği nakledilen Hâbıtıyye ile (bk. AHMED b. HÂBIT) buna yakın


iddialar ileri süren Askerimükrem’deki Hımâriyye de Mu‘tezile ve Kaderiyye Giliyyesi’nden sayılmıştır.

Hulul ve ittihad gibi düşünceler ileri süren bazı tasavvuf erbabı ve özellikle Hallâc-ı Mansûr’a mensup olan Hallâciyye, Allah’ın güzel yüzlü insanlara hulûl etmesi sebebiyle onlara secde etmenin gerekli olduğunu söyleyen Hulmâniyye Gâliyye’den sayıldığı gibi harflere kutsiyet atfeden, harflerde gaybî mânaların gizli olduğunu belirten Hurufîlik ve bünyesinde tenâsühe yer veren telakkiler de bu gruba dahil edilebilir.

Muhtelif gâlî fırkalarının İslâm dairesinin içinde mi yoksa dışında mı kaldığını tesbit ederken kendilerine nisbet edilen görüşleri gerçekten benimseyip benimsemediklerine ve ayrıca aşırılık derecesine dikkat etmek gerekir. Genellikle Sünnî ve mutedil Şiî âlimleri onların İslâm’a mensubiyet iddia eden, fakat müslüman olmayan gruplar olduğu noktasında birleşmişlerdir (ayrıca bk. GULÜV).

İtikadî mezhepler konusunda eser yazan müellifler, Gâliyye’ye ait görüşleri de diğerleriyle birlikte ele alıp incelemişlerdir. Bu konuda kaynaklarda adı geçen en eski monografiler, Ebû Sehl en-Nevbahtî (İbnü’n-Nedîm, s. 225) veya Hasan b. Yahya (Hasan b. Mûsâ olmalıdır) en-Nevbahtî (İbnü’l-Cevzî, s. 97) ve SaǾd b. Abdullah el-Kummî’ye nisbet edilen, ancak günümüze ulaşmayan Kitâbü’r-Red Ǿale’l-ġulâŧ adlı eserlerdir. Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî’nin Fıraku’ş-ŞîǾa (İstanbul 1931; Necef 1355/1936) ve SaǾd b. Abdullah el-Kummî’nin el-Maķalât ve’l-fıraķ adlı eserlerinde Gâliyye’nin düşünceleri geniş bir şekilde ortaya konulmuştur. Her üçü de Şiî kelâmcılarından olan bu müelliflerden sonra eldeki en eski Sünnî kaynak Ebü’l-Hasan el-EşǾarî’nin Maķalâtü’l-İslâmiyyîn’ıdır (Wiesbaden 1960). Abdülkâhir el-Bağdâdî’nin el-Farķ beyne’l-fıraķ’ı (Kahire 1328/ 1910) ve İbn Hazm’ın el-Faśl’ı (I-V, Cidde 1402/1982, 2. bs.) Gâliyye’nin düşüncelerini ele alan, kaynaklarını araştıran ve reddine dair fikirleri ihtiva eden çalışmalardır. Muhammed b. Mâlik el-Ham-mâdî’nin Keşfü esrâri’l-Bâŧıniyye (Kahire 1939) ve Muhammed b. Hasan ed-Deylemî’nin Beyânü meźhebi’!-Bâtıniy-ye (İstanbul 1938) adlı eserleri, bâtını galilerin düşüncelerini reddeden monografilerdir. Şehristânî’nin el-Milel ve’n-niĥal ile (Kahire 1395/1975) İbnü’l-Cevzî’ye ait Telbîsü İblîs’in (Kahire i 368) konuyla ilgili bölümleri önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Çağdaş müelliflerden Ali Sâmî en-Neşşâr’ın Neş’etü’l-fikri’l-felsefî fî’l-İslâm’ının (Kahire 1977) II. cildi, Yûsuf Derviş Gavânime’nin Ġulâtü’ş-ŞîǾati’l-Bâŧniyye fî bilâdi’ş-Şâm (Amman 1401/1981), Fethî Muhammed ez -Zağbî’nin Ġulâŧü’ş-ŞîǾa (Tanta 1409/ 1988), Abdurrahman b. Muallâ el-Luvey-hık’ın el-Ġulüv fî’d-dîn, Rainer Freitag’ın Seelenwanderung in der Islamischen Häresie (Berlin 1985) ve Matti Moosa’nm Extremist Shiites. The Ghu-lat Sects (Syracuse 1988) adlı eserleri bu konuya dair önemli çalışmalardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Müsned, I, 215, 347; Nevbahtî, Fıraku’ş-ŞiǾa, s. 19-63; EşǾarî. Makâlât (Ritter), s. 5-16, 46; Taberî, Târih (Ebü’l-Fazl), VI, 103-104; Ebû Hatim er-Râzî, Kitâbü’z-Zîne (Abdullah Sellûm es-Sâmerrâî, el-Gulüv ve’l-fıraku’l-Gâliyye içinde), Bağdad 1982, s. 286-312; Malatî, et-Tenbîh ve’r-red, s. 18-33; İbn Bâbeveyh el-Kummî, Risâletü’l-iǾtikâdâti’l-İmâmiyye (trc. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara 1978, s. 114-115; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 225; Kâdî en-NuǾmân, DeǾâ’imü’l-İslâm (nşr. A. Ali Asgar Feyzî), Kahire 1985, s. 49; Makdisî, el-Bedǿ ve’t-târîh, V, 124-134; Ebü’l-Alâ el-Maarrî, Risâletü’l-gufrân (nşr. Âişe Abdurrahman), Kahire 1397/1957, s. 457; Hârizmî, Mefâtîhu’l-Ǿulûm (nşr. İbrahim el-Ebyârî), Beyrut 1409/1989, s. 48-51; Müfîd, Şerhu ǾAkâǿidi’s-sadak (Evâǿi-lü’l-Makâlât içinde, nşr. Abbâskulî S. Vecdî), Tebriz 1364 hş., s. 217-219; Kâdî Abdülcebbâr, Tesbîtü delâǿili’n-nübüvue, Beyrut, ts. (Dârü’l-Arab), s. 715; Bağdadî, el-Fark (Abdülhamîd), s. 230-312; a.mlf., Usûlü’d-dîn, s. 331; İbn Hazm, el-Fasl (Umeyre), II, 272; V, 35-50; Muhammed b. Mâlik el-Hammâdî, Keşfü esrâri’l-Bâtıniyye (nşr. M. Zâhid Kevserî), Kahire 1939; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 173-190; Neşvân el-Himyerî, el-Hûru’l-Ǿîyn, Kahire 1948, s. 146; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblis, s. 9’l-112; Fahreddin er-Râzî, İǾtikâdât (Neşşâr), s. 8’l-92; İbn Ebü’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-belâga (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrahim), Beyrut 1965, VIII, 119-122; X, 10-11; Browne, LHP, I, 310-336; II, 195; Abdullah Feyyaz, Târîhu’l-İmâmiyye, Beyrut 1395 /1975, s. 86-129; Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşǿetul-fikril-felsefî fi’l-İslâm, Kahire 1977, II, 65-99; Yûsuf Dervîş Gavânime, Gulâtu’ş-ŞîǾati’l-Bâtıniyye fî bilâdi’ş-Şâm, Amman 1401 /1981, s. 9-47; Abdullah Sellûm es-Sâmerrâî, el-Gulüv ve’l-fırâku’l-Gâliyye, Bağdad 1982; İrfan Abdülhamîd, Dirâsât fi’l-fırak ve’l-Ǿakâǿidi’l-İslâmiyye, Beyrut 1404/1984, s. 74-88; Fethi M. ez-Zağbi, Ğulâtu’ş-ŞîǾa, Tanta 1409/1988; Wadâd al-Qâdi, “The Development of the Term Ghulat in Müslim Literature with Special Reference to the Kaysaniyye”, Akten des VII. Kongresses für Arabistik und Islamıvissenschaft, Göttingen 1976, s. 295-319; Willia F. Tucker, “Asiler ve Gnostikler el-Muğire İbn Said ve Muğiriyye” (trc. Ethem Ruhi Fığlalı), İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, V, Ankara 1982, s. 203-229; Wilferd Madelung, “Shiism”, ER, XIII, 245-246; M. G. Hodgson, “Ghulât”, El2 (İng.), II, 1093-1095; “Gulât”, DMF, II,s. 1812.

Mustafa Öz