GAZİANTEP

Güneydoğu Anadolu bölgesinde şehir ve bu şehrin merkez olduğu il.

Güneydoğu Anadolu’nun en büyük il merkezlerinden biri olup Fırat nehrine karışan Sacur çayının yukarı kollarından Ayınleben (Allaben) deresinin üzerinde, Halep’in kuzeyinden itibaren gittikçe yükselerek devam eden yaylanın (Antep yaylası) merkezî bir mevkiinde, deniz seviyesinden ortalama 900 m. yükseklikte engebeli bir arazide tepeler üzerine kurulmuştur. Antep şehri ve bölgesi, en eski devirlerden beri uygun iklim ve mevkii sebebiyle iskâna açık bir saha olarak bilinmektedir.

Tarih. İlkçağ’a ait belli başlı kaynak ve araştırmalarda Antep adına rastlanmamaktadır. Bununla birlikte Antep’in 12 km. kuzeyinde Antep-Maraş yolu üzerindeki Dülük’ün (Doliche) oldukça eski bir mevki olduğu bilinmektedir. Antik devirlerde iktisadî ve siyasî bütün faaliyetlerin yoğun bir şekilde sürdüğü Kuzey Suriye ile Mezopotamya’yı İç Anadolu’ya bağlayan yolların geçtiği yerler o devirlerde Dülük bölgesi olarak anılmaktaydı. Yine Eski ve Ortaçağ’larda Fırat nehrini takip ederek Mezopotamya’dan gelen kervanların bu nehri terkettikleri Birecik ile Maraş arasında bir kavşak noktası da Dülük adıyla bilinmekteydi. Bu kavşak aynı zamanda Urfa, Maraş ve Halep yollarının da kesiştiği yeri teşkil ediyordu. Bugün de Dülük adıyla anılan yere Asurlular Babiğü, Bilabhi, Do-luk-, Romalılar Dolichenus, Doulichia, Doliche; Bizanslılar ise Tolonbh demekteydiler.

Milâttan önce 1800-1200 yıllarına kadar hüküm süren Hitit Devleti’nin sınırları Dülük ve çevresini de içine almaktaydı. Bölge daha sonra Suriye’nin kuzeyinde kurulan Hitit şehir devletlerinin, ardından da Asurlular’in hâkimiyetine girdi. Milâttan önce 613-612 yıllarında Medya Kralı Kıyaksar’ın Asurlular’ı mağlûp edip Nînevâ’yı (Ninova) almasıyla Dülük bölgesi, İran’da saltanat değişikliğine rağmen uzun müddet yine İranlılar’ın nüfuz sahasında kaldı. Milâttan önce 334’te Asya seferine çıkan Büyük İskender İssus Savaşı’nı kazanıp Dülük ve bölgesini de sınırlarına kattı. Milâttan önce 190 yıllarında Dülük’e Roma, milâttan sonra 395’ten itibaren de Bizanslılar hâkim oldular. Bizans hâkimiyeti sırasında Dülük ve yöresi Arap sınır bölgesinin önemli bir mevkiini teşkil etmekteydi. Uzun süre bu sınır bölgesinde Araplar’la Bizanslılar arasında mücadeleler devam etti. Muhtemelen bu mücadeleler sırasında Bizanslılar tarafından Dülük yakınlarında bir kale inşa edilmiş ve burası Antep adıyla anılan şehrin ilk çekirdeğini oluşturmuştur. Nitekim Süryânî Mar Yeşua vekâyi’nâmesinde, Selefki takvimiyle 800 yıllarında vuku bulan bir zelzelenin Urfa, Diyarbekir ve Akkâ’yi içine alan bölgede büyük tahribat yaptığını, hatta Fırat nehrinin bazı kollarının sularının kuruduğunu kaydetmektedir. Milâdî 499 yılına rastlayan bu zelzelede Dülük Kalesi’nin ve kasabasının da tahrip olduğu tahmin edilebilir. Bu yüzden Bizans’ın Arap sınır bölgesindeki önemli bir müstahkem mevkiinin yıkılması yeni bir kalenin yapılmasını gerektirmiş ve I. Iustinianos devrinde (527-565) Antep Kalesi inşa edilmiş olmalıdır. Ancak buranın Antep adıyla ne zaman anıldığı tam olarak bilinmemektedir. İlk Arap coğrafyacılarının eserlerinde Dülük adı sık geçerse de Antep (Ayıntab) adının Araplar’ca buraya verildiği söylenebilir. XIII. yüzyıl müelliflerinden Yâküt el-Hamevî’nin ifadesine göre “Aynütâb” sağlam bir kale olup Dülük adıyla anılmaktaydı. Bu ad muhtemelen Haçlı seferleri öncesinde yaygınlık kazanmıştır. Haçlı seferleriyle ilgili vekâyi’nâmelerde Hamtap, Ermeni kaynaklarında Anthaph, diğer bazı kaynaklarda ise Hantab, Entab, Hatab gibi adlandırmalara rastlanır.

Bölge Araplar tarafından ilk defa Hz. Ömer’in kumandanlarından İyâz b. Ganm tarafından İslâm topraklarına dahil edildi. Bu tarihlerde Bizans tahtında Herakleios bulunmaktaydı. Kuzey Suriye, ileri tarihlere kadar Bizanslılarla Araplar arasında mücadele bölgesi olmakta devam etti. Hârûnürreşîd’in, 782 yılında Bizanslılar’dan geri aldığı Kuzey Suriye kaleleri içinde Dülük de vardı. Burasını “avâsım” şehirleri arasında sayan Belâzürî, 169’da (785-86) Hades şehrinin yeniden inşası bitince Dülük’ün de dahil olduğu yöredeki bazı şehirlerden 2000 kişinin göç ettirilip buraya yerleştirildiğini yazar (Fütûh, s. 188, 214). Muhtemelen bu tarihten sonra Dülük’ün yerini yavaş yavaş Ayıntab denilen kale almaya başlamıştır.

Türkler’in Anadolu’ya yönelik harekâtları sırasında Türkmenler’den meydana gelen ordusuyla Afşin Fırat’ı geçerek Antep’in kuzeybatısındaki Karadağ’da karargâh kurup geniş fetih harekâtına başladı ve 1067’de kuvvetleriyle önce Antep ve Ra’bân’ı (günümüzdeki Araban) aldı, sonra da Antakya Dukalığı arazisine girdi, pek çok ganimet ve esir topladı. Afşin bu fetihleriyle Suriye bölgesinde Türk hâkimiyetini kesinleştirdi. Alparslan’dan sonra fetihlere girişen Süleyman Şah 1084 yılında Antakya’yı yeniden aldı; bu suretle Halep ve civarıyla Antep kendiliğinden Süleyman Şah’ın idaresine girdi. Nitekim Haçlılar Suriye’ye geldiklerinde Antep bölgesi Suriye Selçuklulan’nın idaresinde bulunuyordu. Haçlı kuvvetlerinin bu bölgeye yerleşmesiyle Antep, önce 1098 yılında Urfa Kontluğu’nu kuran Boudouin de Boulogne’a, daha sonra Maraş Kontluğu’na tâbi oldu. Haçlılar zamanında Antep ve Telbâşir bölgenin önemli müstahkem mevkileriydi.

Haçlı seferleri şiddetini kaybedince, 1. Mesud’un damadı olan Atabeg Nûreddin Mahmud Zengî 1149 yılında düzenlediği bir seferle Antep, Telbâşir ve Azâz’ı geri aldıysa da, kuvvetleri mağlûp oldu. Bunun üzerine Sultan Mesud, oğlu Kılıcarslan’la beraber Kuzey Suriye’ye sefer yaptı ve Maraş’ı kuşatarak aldı; ordusu Telbâşir önünde Jocelin’in kuvvetleriyle karşılaştı, fakat Franklar savaşa cesaret edemediler. Bundan sonra Sultan Mesud Kılıcarslan’la beraber 1150 yılında Haçlılar’ın işgalinde bulunan Göksün, Behisni, Göynük, Ra’bân ve Antep şehir ve kalelerini zaptetti.

I. Mesud’un ölümü üzerine (1155) Atabeg Nûreddin Mahmud Zengî Antep ve Ra’bân’ı Selçuklulardan aldı. II. Kılıcarslan, Nûreddin’den adı geçen şehirleri iade etmesini istediyse de Nûreddin bunu reddederek saldırılarını sürdürdü. Bunun üzerine Kılıcarslan 1157 yılında kuvvetli bir ordu ile gelerek Antep’i kuşattı; surlarını tahrip ederek şehri ele geçirdi; Nûreddin Mahmud ise Halep’e çekilmek zorunda kaldı. Ardından Selçuklu Sultanı İzzeddin I. Keykâvus


Halep Emirliği topraklarını almak isteyerek Samsat emîri olan Eyyûbî Meliki el-Melikü’l-Efdal ile birlikte hareket edip 1218 yılında Antep’i aldı. Ancak el-Melikü’l-Efdal’in ihaneti üzerine ordusu bozguna uğrayınca Antep yine Halep Emirliği’nde kaldı.

Bütün Anadolu’yu sarsan Moğol istilâsı önce bu bölgede etkili oldu. 1259’da Hülâgû Suriye seferine çıkıp Halep’i alınca Baycu Noyan’ın 1258’de başlattığı harekât tamamlandı ve Antep bölgesi Moğollar’ın eline geçti. Ancak az sonra Memlûk Sultanı Kutuz Moğollarla mücadeleye girişerek 1260 yılında Aynicâlût’ta onları yendi; böylece Halep ve Antep bölgesi Memlüklü nüfuzu altına girdi. Moğollar’ı tamamıyla Kuzey Suriye’den uzaklaştırmak isteyen I. Baybars, 1277’de Antep’ten geçerek Elbistan ovasında Muînüddin Süleyman Pervane idaresindeki Selçuklu-Moğol ordusunu mağlûp ederek Kuzey Suriye’yi Moğol baskısından kurtardı.

Bundan sonra Antep ve bölgesi Memlûk Sultanlığı ile Maraş ve Elbistan’a hâkim Dulkadıroğulları arasında ihtilâf konusu oldu. Dulkadır Beyliği’nin kurucusu olan Zeynüddin Karaca Bey Dulkadır ulusunu bir beylik haline getirmiş, aynı zamanda Bozoklar’ın ve Halep Türkmenleri’nin de reisi olmuştu. Antep ve çevresi ise daha fazla Dulkadırlı Türkmenleri ile meskûndu.

Bu yüzyılda Dulkadırlı-Memlûk çatışmaları bölgeyi derinden etkiledi. Mücadeleler sırasında Atabeg Berkuk 1381 Temmuzunda büyük bir orduyu Dulkadırlılar üzerine şevketti. Tarihçi Bedreddin el-Aynî’nin Antep’e gelişini gördüğü bu ordunun Dulkadırlı Halil Bey’in küçük kardeşi Sûlî Bey’in (Sevli ?) idare ettiği kuvvetleri yenmesiyle Antep ve Halep’in kuzey bölgesi Memlûk Sultanlığı’nın idaresine geçti. Ancak Sûlî Bey mücadeleyi sürdürdü. Malatya naibi Mintaş ile de yakın ilişkiler kurup güç ve nüfuz kazandıktan sonra kuvvetleriyle Antep’e gelerek burayı yağmaladı ve kardeşi Osman Bey’i iç kalenin muhasarası için görevlendirdi. Bir ay kadar süren kuşatmada şehre ve halkına çok zarar veren Osman Bey kaleyi zaptedemeyince kuvvetlerini çekip Maraş’a gitti. Bundan bir müddet sonra 792 Şevvalinde (Eylül 1390) Sûlî Bey ve Mintaş orduları ile Maraş’tan gelip Antep’i işgal ederek kaleyi kuşattılar. Bu sırada kardeşi Şehâbeddin Ahmed ile beraber kalede mahsur kalan Bedreddin el-Aynî kuşatmayı anlatırken Antep halkının uğradığı zulüm ve eziyetlerden, kendisinin geçirdiği tehlikelerden söz etmektedir. Antep şehrinin işgali ve kalenin kuşatması sürerken Halep Valisi Kara Demirtaş’ın ordusu ile buraya doğru geldiği duyulunca Sûlî Bey ve Mintaş muhasarayı kaldırıp Maraş’a çekildiler.

Dulkadıroğullan ile Memlükter arasında Kuzey Suriye üzerindeki hâkimiyet mücadelesi devam ederken Timur da ordusu ile Güneydoğu Anadolu’ya gelerek Mardin’i kuşattı ve Diyarbekir’i zaptetti. 1400’de önce Behisni’yi ele geçirip Antep’e yöneldi. Şehri zaptederek kaleyi muhasara altına aldı. Timur’un yanında seferlerine iştirak eden Nizâmeddin Sâmî’nin Žafernâme’sinde şehrin zaptından sonra bir kısım halkın bağışlandığı, ancak çoğunun kılıçtan geçirildiği, binaların, evlerin yıkılıp yerle bir edildiği belirtilir. Ayrıca Antep Kalesi’ni uzun uzadıya tarif ve tasvir eden Şâmî kalenin çok sağlam olduğunu da yazar.

Timur istilâsının ardından tekrar Memlûk idaresine geçen şehir ve yöresi 1418 yılında yeni bir saldırıya uğradı. Akkoyunlu beyi Karayülük Osman Bey, Karakoyunlu topraklarına girerek Mardin’i kuşatıp civarını yağmalamış, Kara Yûsuf’un üzerine gelmesiyle de kaçarak Memlûk topraklarına girip Halep’e sığınmış, onu takip eden Karakoyunlu kuvvetlerinden Kara Yûsuf’un oğlu Pîr Budak’ın idaresindeki bir kısım askerler Antep üzerine yürümüşlerdi. Bu harekât duyulunca Antep naibi ve halkının bir kısmı şehri terkedip kaçtı. Kara Yûsuf’un Memlûk sınırlarına girip Antep yöresine gelmesi Kahire’de telâş ve endişeye yol açtı. Karayülük’ün durumunu öğrenmek için Halep’e kadar yaklaşan bir Karakoyunlu birliğini mağlûp eden Halep naibi Yeşbek, alınan esirlerden Kara Yûsuf’un Antep şehrinde olduğunu öğrendi. Kara Yûsuf askerlerinin bu yenilgisi üzerine Yeşbek’e gönderdiği mektupta Karayülük’ü cezalandırmak için Memlûk topraklarına girdiğini belirterek Antep’e gelmiş olduğu için özür diledi. Bir müddet sonra da Memlûk topraklarından ayrıldı. Fakat giderken Antep’in çarşı ve pazarlarını yaktığı gibi şehri de askerlerine yağma ettirdi, ayrıca Antep halkından da 100.000 dirhemle kırk at aldı.

Bu tarihlerden sonra yeniden başlayan Dulkadırlı-Memlûk mücadelesi Osmanlılar’ın da devreye girmesiyle farklı bir safhaya büründü ve Antep’i de etkiledi. 1467’de doğrudan Memlükler’le savaşa girişerek önce Şam naibi Berdi Bey kumandasındaki orduyu Tumadağı eteklerinde yenen Dulkadırlı Beyi Şehsüvar Bey, Memlûk Sultanı Kayıtbay’ın Emîr Canıbek Kulaksız idaresindeki ordusunu da Antep yakınlarında bozguna uğrattı (30 Mayıs 1468) ve Antep dahil Halep’e kadar olan yerleri kontrolü altına aldı. Ancak az sonra Emîr Yeşbek kumandasındaki bir Memlûk ordusuna Antep yakınlarındaki savaşta yenildi. Bunun üzerine Antep yeniden Memlûk Sultanlığı idaresine girdi. Alâüddevle’nin beyliği sırasında ise Antep Dulkadıroğulları’nın hâkimiyetinde bulunuyordu. Dulkadıroğulları’nın çok önem verdiği bu şehir, daha önce olduğu gibi Alâüddevle Bey tarafından da imar edildi. Alâüddevle burada kendi adıyla anılan bir cami ile bir maslak (büyük su haznesi) yaptırdı, bunların masrafları için vakıflar kurdu. Dulkadır Beyliği, Osmanlı himayesi altında Şehsüvaroğlu Ali Bey’in idaresine verilirken Memlükler bu fırsattan faydalanarak Antep şehrini tekrar işgal ettiler. Yavuz Sultan Selim’in İran seferi sırasında ve sonrasında Memlûk Sultanı Kansu’nun Şah İsmail’i desteklemesi. Memlûk tebaası Sünnî halkın memnuniyetsizliğine sebep oldu. Yavuz Sultan Selim bu hususta geniş bir propagandaya girişerek Sünnîler’i Osmanlı tarafına davet etti; Şam ve Halep nâibleri yanında Antep naibi de bu davete olumlu cevap verdi. Nitekim Osmanlı ordusu Memlûk topraklarına doğru ilerleyerek Behisni üzerinden gelip Antep yakınlarındaki Merzüban suyu kenarında ordugâh kurduğu sırada Memlükler’in Antep naibi Yûnus Bey Osmanlı hizmetine girdi. Yavuz Sultan Selim 20 Ağustos 1516’da Antep’e gelerek üç gün konakladı. Bu suretle Antep şehri Osmanlı Devleti’ne katılmış oldu.

Osmanlı idaresi sırasında Antep’te önemli bir olay meydana gelmedi. Yalnız diğer Anadolu şehirleri gibi burası da XVII. yüzyıldan itibaren zaman zaman Celâli saldırılarına uğradı; yöredeki bazı nüfuzlu şahsiyetler ve mütegallibenin etkisi altına girdi. Şehir, 1839 Haziranında kısa bir süre için Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa kuvvetleri tarafından işgal edildi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra ilk olarak 17 Aralık 1918’de İngilizler şehre girdiler. Yaklaşık bir yıl süren işgalin ardından Fransızlar ile yaptıkları


anlaşma gereği burayı onlara terkettiler (5 Kâsım 1919). Gerek Fransızlar’ın gerekse onlarla birlikte hareket eden Ermeniler’in baskı ve zulümleri halkın direnişine yol açtı. Antep- Kilis hattında Şahin Bey liderliğinde büyük bir müdafaa başladı. Onun şehid edilmesinden sonra bu defa Antep çatışmalara sahne oldu. Antep halkı 1 Nisan 1920’den 7 Şubat 1921’e kadar Fransız kuvvetlerine karşı büyük bir mücadele verdi. Daha sonra direniş kırıldı ve şehri savunan Türk kuvvetleri geri çekildi. Böylece Fransızlar 9 Şubatta şehirde duruma hâkim oldular. Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendi gücüyle işgale on ay dayanan ve düşmana geçit vermeyen Antep’e 6 Şubat 1921’de gazilik unvanı verdi. Böylece şehir Gaziantep adıyla anılmaya başlandı. Fransızlar Ankara Antlaşmasfnın ardından 25 Aralık 1921’de şehri boşalttılar ve Gaziantep iki yıl süren işgalden kurtuldu.

Fizikî, Sosyal ve Ekonomik Yapı. Tepelerle çevrili bir düzlükte kurulan Antep’in ilk çekirdeğini teşkil eden kale bugün Türktepe denilen yükseklikte yer almaktaydı. Şehir muhtemelen bu kale çevresinde gelişme göstermiştir. Eskiçağ’lardan beri kervan yollarının kavşak noktasında yer alması buranın önemini oldukça arttırdığı gibi fizikî bakımdan gelişmesine de yol açmıştır. Antepli olduğu için “Aynî” lakabıyla tanınan Bedreddin Mahmud burayı bağlar ve bostanlarla çevrili, güzel çarşılara sahip bir şehir olarak tarif eder ve burada dokuz cami, 120 mescid, yirmi hamam, on beş medrese bulunduğunu yazar. Pek çok ilim adamı toplandığı için de buraya “Küçük Buhara” dendiğini belirtir. Antep’in Timur tarafından zaptını anlatan Nizâmeddin Şâmî ise “Antab” şeklinde andığı şehrin iyi bir mevkide bulunup zahire ve meyvesinin bol, hisarının muhkem olduğunu yazar. Buradaki evleri yıkıp yerle bir eden Timur ordusunun tahribatının izleri Antep’te uzun süre silinmemiş olmalıdır. Memlûk ve Dulkadır hâkimiyetleri dönemlerinde çeşitli defalar tamir görmesi de muhtemelen bu olayla ilgilidir.

Antep Osmanlı idaresine girdikten sonra fizikî yönden ve nüfus bakımından gelişmesini sürdürdü. 1536 yılında otuz üç, 1543’te yirmi dokuz, 1574’te ise otuz bir mahallesi vardı. XVII. yüzyılda bu sayı otuz iki idi. Bu mahallelerin adlarından esas yerleşmelerin kalenin hemen civarında olduğu anlaşılmaktadır. Zamanla inşa edilen cami ve mescidler yerleşmeyi daha aşağılara doğru yönlendirdi. XVI. yüzyıl tahrirlerine göre şehrin en kalabalık mahallelerini İbn Şeker, Ali Neccâr, Akyol, İbn Eyyûb, Tarla, İbn Ammî (Cami-i Köhne), Kozluca, Şıkkak, Şehreküstü, Tövbe adlı yerleşme yerleri teşkil ediyordu. Bazı kalabalık mahalleler sokakları ile yazılmıştı. Her sokak bir mescidin adını taşımaktaydı. Meselâ en kalabalık mahalleyi oluşturan İbn Ammî mahallesi Mescid-i Develi, Mescid-i Başıbüyük, Mescid-i Acemoğlu, Mescid-i Cami-i Köhne, Mescid-i Sôfiyân, Mescid-i Ahmed Fakih, Mısrî Şems ve Mescid-i Mağara adlı sokaklardan müteşekkildi. Şehrin toplam nüfusu 1536’da 1856 hâne, 439 bekâr (yaklaşık 9300-9350 kişi), 1543’te 1969 hâne, 490 bekâr (9900 kişi), 1574’te 2969 hâne, 466 bekârdan (15.000 kişi) ibaretti. Antep’in nüfusu bu rakamlara göre giderek artış göstermiş, artış nisbeti otuz yıllık bir dönemde % 50’yi bulmuştur. Bu artışta, nüfusun kendi bünyesi içindeki büyüme etkili olduğu gibi dışarıdan gelenlerin de rolü bulunduğu defterlerdeki kayıtlardan anlaşılmaktadır. Özellikle yöredeki aşiretler bu yerleşmede önemli bir yere sahip görünmektedir. Antep bu haliyle XVI. yüzyılda Halep şehrinden sonra bölgenin nüfus bakımından en kalabalık şehriydi. Bu dönemde Antep iktisadî ve ticarî bakımdan da ön plana çıkmıştı. Şehirde pek çok ticarethane ve imalâthane vardı, imal edilen mallar civar bölgelere sevkediliyordu. 1536 tarihli deftere göre şehirde en az 225 kişi çeşitli meslek dallarıyla uğraşıyordu. Ticaretin ölçüsü olan pazar vergileri (bâc-ı bâzâr) 100.000-136.000 akçelik bir kapasiteye sahipti. Kapana gelen mallardan alınan vergi hacmi ise 25.000-33.000 akçe arasındaydı. Vergi gelirlerini gösteren kayıtlara göre şehirde bedesten, ki-rişhâne, boyahane dükkânları, kassâr, debbâğ dükkânları, başhâne, şem’hâne, kasap dükkânları gibi büyük işletmeler bulunuyordu. Şehrin vergi geliri miktarı 224.190 akçeden 448.416 akçeye yükselmişti. Bütün bu rakamlar şehrin ticarî önemini açık olarak ortaya koymaktadır. Yine bu yüzyılda şehirde on bir cami vardı. Bunlar Ali Neccâr, Hacı Mûsâ, Debbâğ, Câmi-i Atik, Tahtalı, Alâüddevle, Kale Camii, Eyyûboğlu (Eyyûbzâde, ibn Eyyûb), Kadı Kemâleddin, Şehreküstü adlarını taşıyordu. Mescid sayısı da altmış kadardı. Ayrıca vakıfları mevcut Yahşi Bey Medresesi, Medrese-i Cedîde (bânisi Muhyiddin İbn Şeyh Abdurrahman Erzincânî) adlı iki medrese, dört buk’a, bir sıbyan mektebi, sekiz de zaviye yer alıyordu.

Şehir bu durumunu XVII. yüzyılda da korudu. Evliya Çelebi’nin verdiği bilgilere göre bu yüzyılın ortalarında Antep’te otuz iki mahallede 8067 toprak ve kireç örtülü ev vardı. Bu rakama göre nüfusu yaklaşık 35.000-40.000 civarında olmalıdır. Evliya Çelebi, 140 cami ve mescid içinde arasta meydanındaki Boyacıoğlu Camii ile Uzunçarşı’daki Tahtalı Camii’nin büyük mâbedler olduğunu belirttikten sonra Ali Neccâr Camii, Eyyûbzâde Camii, Molla Ahmed Camii, Müftü Camii, Alaybey Camii, Pişmaniye Camii; Şehreküstü semtinde Ağa Camii, Ramazan Efendi Camii, Şeyh Efendi Camii, Uzunbey Camii, Emîr Camii ve Tabakhane Camii, Handâniye Camii, Alâüddevle Camii ve İçkale Camii’nin adlarını sayar. Bunların çoğu XVI. yüzyıldaki camilerdir. Ayrıca bu dönemde şehrin dış mahallesini oluşturan Şehreküstü semtinin oldukça genişlemiş olduğu da anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi medrese ve dârülhadis, mektep gibi eğitim kurumlarından bahsettikten sonra çarşısında 3900 dükkânı, iki bedesteni bulunduğunu, uzunçar-şı ve saraçhane dükkânlarının üstlerinin kapalı olduğunu da yazar (Seyahatnâme, IX, 352-359).

XVIII. yüzyılda bu durumunu koruyan Antep, XIX. yüzyılda da bölgenin önemli ticaret merkezlerinden biri olmayı sürdürdü. V. Cuinet’e göre şehirde XIX. yüzyıl sonlarına doğru 3815 pamuklu dokuma tezgâhı ve yetmiş boyahane vardı. Dokuma sektöründe 4000 kadar kadın çalışıyor, hamam takımları, döşemelik dokumalar, kilim, halı, alaca imali yapılıyor; bağcılıkla ilgili yan sanayi kolları bulunuyor, yağ ve sabun imali önemli bir kolu oluşturuyordu. Şehirde dericilik eskiden beri sanayi kollarının başında yer almaktaydı. Şan, kırmızı sahtiyan işleniyor ve bunlar Halep, Kilis ve Mısır’a; alaca, bez, abâ, sabun gibi ürünler Anadolu’nun çeşitli yörelerine sevkediliyordu. Kāmûsü‘l-aǾlâm‘da Antep’te 2215 bez ve alaca tezgâhı, kırk beş boyahane, altı yağhane, biri buharla çalışan on iki değirmen, beş sabunhanenin bulunduğu kayıtlıdır. Bu yüzyılda, işlek kervan yollarının kavşak noktasında bulunması dolayısıyla şehrin ticarî yönden önemi daha da artmıştı. Şehir Maraş’tan Halep’e, Birecik’ten Akdeniz kıyılarına, Diyarbekir’den İskenderun’a ulaşan yolların


kesiştiği yerde bulunuyordu. Bu sayede XX. yüzyılın ilk senelerine doğru oldukça gelişmiş bir şehir olup Halep’ten sonra ikinci sırayı almıştı. Söz konusu dönemlerde şehrin nüfus yapısı da buna paralel bir büyüme gösterdi. 188’l-1888’de burada 26.000’i müslüman 42.000 kişi, V. Cuinet’e göre ise 30.000’i müslüman 43.000 kişi yaşıyordu.

İdarî Yapı ve Kültürel Hayat. Antep Osmanlı idaresine girdiğinde bir sancak haline getirilip önce Arap vilâyeti adıyla oluşturulan beylerbeyiliğe bağlandı. Sonradan Dulkadır beylerbeyiliği teşkil edilince buraya katıldı ve bu durumunu XVIII. yüzyıl sonlarına kadar korudu. XIX. yüzyılda ise Halep’e bağlandı. Sancağın XVI. yüzyılın ilk çeyreğine ait tahrirlerine göre Antep dört nahiyeden meydana geliyordu. Bunlar merkez nahiye dışında Telbâşir, Nehrülcevâz (Nehrülcevz) ve Derbsâk (Gündüzlü) idi. Merkez nahiyede 1304 hâne, 197 mücerred, Derbsâk’ta 813 hâne, 93 mücerred, Nehrülcevâz’da 290 hâne, 6 mücerred ve Telbâşir’de 1346 hâne, 138 mücerred olmak üzere sancakta bu sıralarda toplam 3753 hâne, 434 mücerred (tahminen 20.000 kişi) bulunuyordu. XVI. yüzyılda merkez nahiyeye bağlı 219, Teibâşir’e bağlı 180 ve Nehrülcevâz’a bağlı elli köy vardı. 1543’te Antep sancağının 36.000’i bulan toplam nüfusu 1574’te 45.000’i geçmişti. Bu nüfusun % 67’si köylerde yaşıyordu. 1574’te önceki tahrirlere göre şehir nüfusunda % 5,14 nisbetinde artış olurken köy nüfusunda aynı nisbette azalma meydana gelmişti. Sancak bu idarî durumunu XIX. yüzyıla kadar sürdürdü. 1818’de kaza haline getirilip Halep’e bağlandı ve XIX. yüzyıl boyunca bir kaza olarak kaldı. 1908’deki düzenlemeler sırasında sancak oldu. 1916’da Halep vilâyetine bağlı Antep sancağı Rumkale, Menbiç ve Maarretün-nu’mân adlı kazalardan oluşuyordu; Antep kazasında toplam dokuz nahiye ve 346 köy vardı. 1871’de Haleb Vilâyeti Salnamesi ‘ne göre Antep kazasında toplam 9742 hanede 47.599’u müslüman, 9833’ü hıristiyan, 544’ü Musevî olmak üzere 57.976 kişi yaşıyordu. 1889’da bu nüfus 81.040, 1899’da ise 85.053 oldu. Cuinet, XIX. yüzyıl sonunda Antep kazasının nüfusunu 65.085’i müslüman olmak üzere 86.988 olarak verir. XVI. yüzyılda olduğu gibi XIX. yüzyılda da Antep bölgesinin en önemli geçim vasıtasını ziraat teşkil etmekteydi. Özellikle üzüm bağlan oldukça önemli yer tutuyor, fıstık ve zeytin üretimi de önem kazanmış bulunuyordu. Ancak en fazla üretimi hububat oluşturmaktaydı.

Antep Ortaçağ’lardan beri parlak bir ilim ve kültür merkezi olmuştur. “Küçük Buhara” adıyla anılan şehirde başta Bedreddin el-Aynî olmak üzere birçok ilim adamı yetişmiştir. İbn Bâlî adlı XV. yüzyıl Türk şairi yanında XIX. yüzyılda Mütercim Âsim ve Münib efendilerle Maarif Nâzırı Münif Mehmed Paşa da buralıdır. Öte yandan yine XIX. yüzyılda Antep muhtelif misyonerlerin faaliyetine sahne olmuştur. Burada Fransisken Manastırı ve Amerikalı Protestan misyonerlerin koleji vardı. 1903’te Maarif Salnâmesi’ne göre Antep kazasında Protestanlar’a ait iki idâdî, dört rüşdiye, Er-meniler’e ait bir rüşdiye bulunuyordu. Antep’te bugüne ulaşan tarihî eserler arasında kale, Ömeriye Camii, Boyacı (Kadı Kemâleddin) Camii, Eyyûboğlu Camii, Esenbek (ihsan Bey) Camii, Ali Neccâr Camii, Alâüddevle Camii, Tahtalı Camii, Ağa Camii, Handâliye Camii, Alaybey Camii, Hacı Nasır Camii, Şeyh Fethullah Camii, Tekke Camii, Ramazâniye Medresesi ve muhtelif han ve hamamlar sayılabilir.

BİBLİYOGRAFYA:

BA. TD, nr. 186, 301, 373; TK, TD, nr. 161, 556; Belâzûrî, Fütûh (Fayda), s. 188, 214, 274; Urfalı Mateos, Vekâyi’nâme (trc. H. D. Andre-asyan), Ankara 1962, s. 277; Yâkût, MuǾcemü’l-büldân, IV, 176; Bündârî, Zübdetü’n-Nusra (Burslan), s. 205 vd.; Ebü’l-Ferec, Târih, I, 318; II, 321; Süryani Mar Yeşua, Vakayiname (trc. Mualla Yanmaz), İstanbul 1958, s. 19, 28; Nizâmeddîn-i Şâmî, Zafernâme (trc. Necati Lugal), Ankara 1949, s. 267, 284; Silahşor. “Fetihnâme-i Diyâr-ı Arab be Devlet-i Kahire-i Sultan Selim Han” (nşr. Salahattin Tansel), TV. sy. 17 (1958); Feridun Bey, Münşeat, I, 479; Hoca Sâdeddin. Tâcü’t-tevârîh, II, 331; Kâtib Çelebi, Cihannümâ, s. 566; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IX, 352-360; Kāmûsü’y-a’lam, V, 3232; Cuinet, II, 188-191; Haleb Vilâyeti Salnamesi (1315), s. 204; a.e. (1317), s. 19; Hikmet Turhan Dağlıoğlu, Antep ve Antep Kalesi, Gaziantep 1930; a.mlf., Antep Meşahiri, Gaziantep 1939; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 171 vd.; Ahmet Temir, “Anadolu’da İlhanlı Valilerinden Samağar Noyan”, Fuad Köprülü Armağanı, İstanbul 1953, s. 495 vd.; Mustafa Güzelhan, Ayıntab Tarihinden Notlar, Gaziantep 1959, s. 10, 13 vd.; Nazmi Sevgen, Anadolu Kaleleri, Ankara 1959, I, 125; Fikret Işıltan, Urfa Bölgesi Tarihi, İstanbul 1960, s. 77; W. M. Ramsay, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyası (trc. Mihri Pektaş), İstanbul 1961, s. 307-309; M. C. Şehabeddin Tekindağ, Berkuk Devrinde Memlûk Sultanlığı, İstanbul 1961, s. 72, 84, 87, 94, 97; a.mlf., “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, TD, sy. 22 (1968), s. 76; a.mlf., “Memlûk Sultanlığı Tarihine Toplu Bir Bakış”, a.e., sy. 25 (1971), s. 34 vd.; a.mlf., “Fatih Devrinde Osmanlı - Memlûk Münasebetleri”, a.e., sy. 30 (1976), s. 78 vd., not 17; a.mlf., “Kutuz”, İA, VI, 1059; Firuzan Kınal, Eski Anadolu Tarihi, Ankara 1962, s. 242; Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1963, s. 259; Ali Sevim, Suriye Selçukluları, Ankara 1965, I, 29; Faruk Sümer, Karakoyunlular, Ankara 1967, I, 99 vd.; Gaziantep Şer’î Mahkeme Sicilleri (haz. Cemil Cahit Güzelbey), I-1V, Gaziantep 1966-70; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1969, s. 117; a.mlf., Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 73, 187, 199, 492, 496, 545, 575; E. Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Sınırı (trc. Fikret Işıltan), İstanbul 1970, s. 111; Besim Atalay, Maraş Tarihi ve Coğrafyası, İstanbul 1973, s. 52 vd.; Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi, İstanbul 1974, s. 77; Hüseyin Özdeğer. Onaltıncı Asırda Ayıntab Livası, İstanbul 1988; Âdile Âbidin. “Aynî’nin Ikdülcuman Fi Tarihi Ehlizzeman Adlı Tarihinde Osmanlılara Ait Verilen Malûmatın Tetkiki”, Tarih Semineri Dergisi, II, İstanbul 1938, s. 121; Enver Çakar, “938 Numaralı Tapu-Tahrir Defterine Göre 1523 Yılında Ayntâb ve Birecik Sancakları”, TDA, sy. 94 (1994), s. 112-116; T. H., “Ayıntab”, İA, II, 64-67; Marçais - (M. Halil Yınanç), “Aynî”, a.e., II, 70; J. H. Mordtmann, “Dulkadırlılar”, a.e., III, 654, 656, 658 vd.; K. V. Zettersteen, “Hâlid”, a.e., V/l, s. 143; M. Canard, “ǾAyntâb”, EI2(İng.), I, 791-792.

Hüseyin Özdeğer




Mimari. Gaziantep Hz. Ömer zamanında İslâm topraklarına katılmış olmakla birlikte şehirde Emevîler’den, Abbâsîler’den ve II. Kılıcarslan zamanında kısa süre (1157) hâkimiyet kuran Selçuklular’dan


kalma tarihî bir eser mevcut değildir. İlk esaslı imar faaliyeti Eyyûbîler döneminde gerçekleştirilmiştir. Eyyûbîler’den el-Melikü’s-Sâlih Ahmed buraya köşkler, istihkâmlar ve camiler yaptırarak bağlar, bahçeler tesis etmiş, bu şehirden yetişen ünlü âlim Bedreddin el-Aynî’nin ifadesine göre Selâhaddîn-i Eyyûbî de mermer süslemeli yüksek bir köşk ile bazı evler inşa ettirmiştir. Bu sebeple kalede şimdi izine rastlanmayan caminin ve harabesi duran hamamın da Eyyûbîler zamanında yapılmış olduğu düşünülebilir. Bedreddin el-Aynî’nin ilk eğitimini gördüğü Eşrefiyye Medresesi, ismini büyük bir ihtimalle Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Eşref Muzaf-ferüddin Musa’dan almıştır. Yapılış tarihleri hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte, Osmanlı dönemi öncesinden varlıkları bilinen Boyacı (Kadı Kemâleddin) ve Eyyûboğlu camilerini de Eyyûbîler’e (muhtemelen XIII. yüzyılın birinci yarısı) mal etmek mümkündür.

Dulkadıroğulları ve Memlükler zamanında da imar edilen Gaziantep’te Dulkadıroğulları’ndan kalan eserlerin en eskisi, Nâsırüddin Mehmed Bey’in 1402 yılı civarında yaptırdığı medrese ile mescid, en meşhuru da XVI. yüzyılın başlarına tarihlenen Alâüddevle Camii ‘dir. 1903 yılında minaresi hariç tamamı yenilenen Alâüddevle Camii’nin eskiden dikdörtgen planlı ve düz damlı olduğu Sultan Abdülhamid albümlerindeki bir fotoğraftan anlaşılmaktadır. Memlükler’in yaptırdığı bilinen diğer iki eser Sultan Kansu Gavri’nin mescidiyle çeşmesidir; bu dönemde Arduç Baba Zâviyesi’ne de çeşitli vakıflar tahsis edilmiştir.

Gaziantep 1516 yılında Osmanlı topraklarına katılınca imar faaliyeti hızlandı. 1557 tarihli bir vakıf defterinde Ali Neccâr, Hacı Mûsâ, Debbâğ, Tahtalı, Akyol, Alâüddevle, Kale, Eyyûboğlu, Kadı Kemâleddin ve Şehreküstü camilerinin adlarına rastlanmaktadır. Vakıf defterinde zikredilmemekle birlikte bu yıllarda, Sehreküstü’deki aynı zamanda cami olarak kullanılan Şeyh Fethullah (Bâlî Bey) Tekkesi ile (1550 civarı) Bostancı Camii de (1557) yapılmış bulunmaktaydı. Yine aynı yıllarda şehirde yetmiş beş kadar mescidin varlığı ismen bilinmektedir; şer’î mahkeme sicillerinden öğrenildiğine göre bu mescidlerden on üç tanesi daha sonraki devirlere intikal etmiştir. Bu sicillerde ve bir hayrat satış defterinde bunlardan başka günümüze ulaşmayan 100 mescidin daha adı tesbit edilmektedir. Osmanlılar zamanında mevcut olup da halen ayakta duran cami ve mescidlerin sayısı, eski şekillerini tamamen kaybedenler de dahil otuz dörttür. Böylece Osmanlı devrinde varlıkları ismen bilinen mescidlerin sayısı 196’yı bulmaktadır. Bir kısmı Osmanlılar’dan önceki dönemlerde yapılan diğer İslâmî anıtların dökümü ise şöyledir: Yirmi sekiz medrese, üç buk’a (mektep), yirmi tekke ve zaviye, otuz üç han, on sekiz hamam, altı bedesten, otuz bir çeşme ve kastel (kısmen veya tamamen yer altında bulunan havuzlu su tesisi), bir kale. Ancak cami ve mescidlerde olduğu gibi bu yapılarla ilgili rakamlara da kesin gözüyle bakılamaz. Medrese ve buk’aların hiçbiri günümüze ulaşmamıştır; tekkelerden de cami haline getirilen iki tanesi hariç diğerleri mevcut değildir. Hanlardan on dokuzu, hamamlardan sekizi, bedestenlerden ikisi, çeşme ve kastel-lerden on biri ise zamanımıza sağlam olarak intikal etmiştir; bunların büyük bir kısmı Osmanlı devrine aittir.

Camiler. Gaziantep camileri hem plan hem mimari hem de tezyinat bakımından Artuklu, Zengî ve Memlûk etkisi altında gelişmiş mahallî bir üslûp gösterirler. Halep ve Şam’da dahi klasik Osmanlı tarzında camiler yapılmışken An-tep’te böyle bir eser yok gibidir. Bu sebeple buradaki XVI. yüzyıl camileriyle XIX. yüzyıl camileri arasında üslûp açısından hemen hemen hiçbir fark bulunmamaktadır.

Gaziantep camilerini harimlerinin planlarına göre dört grupta incelemek mümkündür. Birinci tipi teşkil edenlerde harim kıbleye paralel bir veya iki sahnlı plan üzerine inşa edilmiştir. Bekir Bey (1648), Kılınçoğlu (XVII. yüzyıl ortaları), Kesikbaş (1690), Ayşe Bacı (1722) ve Karagöz (1755) tek sahnlı; Boyacı (XIII. yüzyıl), Eyüboğlu (XIII. yüzyıl), Ali Neccâr (XIV. yüzyıl), Tahtânî (Şeyh Muhyiddin Mehmed, 1557 öncesi), Handan Bey (XVI. yüzyıl sonları), Ahmed Çelebi (1672), Esen-bek (İhsan Bey, XVIII. yüzyıl başları), Karatarla (1775), Nuri Mehmed Paşa (1785), Ömeriye (1786), Ağa (1797), Alaybey (1809) ve Hacı Nasır (1812) iki sahnlı camilerdir. Birkaçı dışında bu tip camilerin mihrap önü dahil olmak üzere bütün hacimleri, kare planlı yığma ayaklar üzerine oturan çapraz tonozlarla örtülmüştür. Küçük mihrap önü kubbesi sadece Tahtânî Cami ile Ağa, Karatarla, Nuri Mehmed Paşa ve Ömeriye camilerinde bulunmaktadır. Karatarla Camii’nde arka arkaya yerleştirilen üç kubbe ile mihrap mihveri vurgulanmıştır.

İkinci grubu oluşturan çok kubbeli camilerin tek örneği Hüseyin Paşa Camii’dir (1700) ve harimi iki ayak üzerine oturan üçerli çift sıra halindeki altı kubbeyle örtülmüştür. Bu kubbeleri kuzeydeki son cemaat mahallinin üç kubbesi tamamlamaktadır; ancak bu eserde, bazı benzer yönler olmasına rağmen klasik Osmanlı devri camilerinin estetiğini görmek mümkün değildir.

Üçüncü gruptaki Tekke ile (1639) Şirvânî veya iki şerefeli camilerinde (1681) harim dört ayak üzerine oturan merkezî bir kubbe ile örtülmüş, köşeler ve yan mekânlar ise tonozlarla kapatılmıştır. Yine bu eserlerde de klasik Osmanlı camilerindeki tenasüp ve ahenk görülmez.

Dördüncü tipi halen iki örneği kalan tek kubbeli camiler meydana getirir. Bunlardan biri, son cemaat yeri bulunmayan küçük kubbeli Balıklı Mescidi (muhtemelen XV1I-XVIII. yüzyıl), diğeri, dikdörtgen planlı ve düz damlı eski Alâüddevle Camii hariminin yıkılıp yeniden yapılmasıyla meydana getirilen ve yine aynı adı taşıyan camidir. Bu yeni caminin de son cemaat mahalli mevcut olmayıp eser, gömme ayaklar üzerine oturan 15,10 m. çapındaki tek bir kubbeyle örtülmüştür. Bunlardan başka, II. Abdülhamid dönemine ait albümlerde yer alan panoramik bir fotoğraftan, şehirde klasik Osmanlı üslûbuna yakın tarzda yapılmış tek kubbeli bir caminin daha bulunduğu öğrenilmektedir. Adı ve yapılış tarihi bilinmeyen bu cami, fotoğraftaki durumuna göre doğrudan doğruya dört duvar üzerine oturan büyük bir kubbeyle örtülmüş bir harimden ibaretti ve büyük ihtimalle son cemaat mahalli yoktu. Aslı tekke olan Şeyh Fethullah Camii ise merkezdeki bir yığma ayak üzerine oturan şemsiye


tonozun örttüğü kare mekânın güney yönünde genişletilmesiyle elde edilmiş, evvelce yanlış olarak ters “T” tipi denilen tabhâneli (zâviyeli) camiler planına sahiptir.

Camilerin Mimarisi. Gaziantep camilerinde ön cephe dışında kalan kısımlara fazla önem verilmemiştir. Harimin mihrap mihveri üzerindeki kapısı özellikle vurgulanmış, son cemaat mahalli kemerleriyle kuzey cephesi renkli taşlarla bezenmiştir. Alaybey, Mehmed Paşa ve Hüseyin Paşa camilerinde görüldüğü üzere yan ve arka duvarlar çok defa dışarıdan ağır payandalarla desteklenmiştir. Bu duvarlarda dikkati çeken yegâne mimari unsur, genellikle sivri bir kemer içerisine alınmış olan altlı üstlü pencerelerdir. Hangi tipte yapılmış olursa olsun, birkaçı hariç bütün camilerde üzeri düz damlı bir son cemaat yerinin bulunduğu görülür; yalnız Nuri Mehmed Paşa Camii’ninki kubbelerle örtülmüştür.

Kapı. Sokağa açılan avlu kapıları da harim kapıları da fazla gösterişli değildir ve basık kemerli giriş açıklıklarını dıştan derinliği az sivri bir kemerin kuşatmasıyla meydana getirilmişlerdir. Şeyh Fethullah Camii’nin taçkapısı renkli taş işçiliği, kovan kısmındaki püsküllü sarkıtları, girişin iki yanındaki nişleri ve yuvarlak profilli baş kemeriyle göz doldurmaktadır; Bostancı Camii’nin taçkapısı da aynı tarzdadır. 1903 yılında yenilenen Alâüddevle Camii’nin kapısı ise Batı tesirinde kalmış eklektik bir üslûp göstermektedir.

Minare. Camilerde dikkati çeken en önemli unsur hiç şüphesiz minarelerdir. Minareler son cemaat mahallinin doğu veya batısında, yahut da avlunun kuzey kenarının ortasında yer almaktadır. Yalnız Tekke Camii’nin minaresi bunlardan farklı konumda avlu kapısının üstüne kısa gövdeli olarak yapılmıştır. Genellikle binaya oranla nisbetsiz bir şekilde yüksek tutulan minarelerin gövdeleri, Boyacı Camii’nin eski minaresinden başka Alaybey ve Handan Bey camilerinde çokgen, Karatarla ve Hacı Nasır camilerinde burmalı, Alâüddevle, Eyyûboğ-lu ve Şeyh Fethullah camilerinde yuvarlaktır. Şirvânî Camii dışında hepsi tek şerefeli olan bu minareler, hem gövdelerinin hem de şerefelerinin yapımında gösterilen maharet ve çeşitlilik sebebiyle dikkat çeker. Şerefelerin birçoğu çinkoyla kaplı ahşap bir şemsiye ile örtülmüştür.

Mihrap. Mihraplar, hafif çıkıntılı bir blok içinde yer alan Şeyh Fethullah Camii’ninki hariç, kıble duvarıyla aynı hizada başlayan yarım daire veya ters “U” şeklindeki nişlerden ibarettir. Ömeriye, Bostancı, Tekke ve Esenbek camilerinin dışında kalan camilerin hiçbirinin mihrap kavsarasında mukamas mevcut değildir. Nişler üç taraftan düz silmelerin meydana getirdiği çerçevelerle kuşatılmış, tepeleriyle çerçeve arasında kalan kısımları kitâbe levhası ve bazı süs unsurları ile doldurulmuştur. Mihraplarda renkli taş işçiliğinin özel bir yer tuttuğu görülmektedir.

Minber. Minberler, gerek çeşitleri gerekse sahip oldukları süslemeler bakımından büyük önem taşımaktadır. Gaziantep camilerinde hareketli, klasik ve köşk olmak üzere üç tip minber bulunmaktadır. Hareketli minberler ahşaptan yapılmıştır ve altlarına konulan tekerlekler vasıtasıyla mihrabın sağ tarafına oyulan bir yuvanın içine girip çıkacak şekilde raylar üzerinde hareket ederler. Cuma hutbesi için yuvasından dışarı çekilen minber namazdan sonra yerine itilir. Bu tür minberlere halen Boyacı, Ahmed Çelebi ve Şirvânî camilerinde rastlanmaktadır; bunlardan başka Ayşe Bacı Camii’nde de eskiden bu çeşit bir minberin bulunduğu söylenmektedir. Klasik tarzda yapılan, yani kıble duvarına dik olarak yerleştirilen minberler yalnızca Tahtanı Camii ile Ali Neccâr, Bostancı, Hüseyin Paşa ve Şeyh Fethullah camilerinde görülmektedir; bunların hepsi de mermerden yapılmıştır. Nuri Mehmed Paşa Camii’nin bu tarzdaki ahşap minberi 1970’lerin sonunda köşk tipine dönüştürülmüştür. Mihrabın sağ tarafında, duvarın içine açılan bir taş merdivenle veya dışarıdan konulan ahşap bir dayama merdivenle çıkılan balkon şeklindeki köşk tipi minberler ise Alaybey, Karatarla, Hacı Nasır, Karagöz, Bekir Bey, Eyyûboğlu, Handan Bey, Esenbek, Kozanlı, Kozluca, Ömeriye, Ömer Şeyh, Hacı Veli, Alâüddevle ve Tekke camilerinde kullanılmıştır. Bu camilerin birçoğunda mihrabın sol tarafında bulunan vaaz kürsüsü ikinci bir köşk minber görüntüsü vermektedir.

Mahfil. Harimin kuzey kapısı üstüne yapılan müezzin mahfilleri Ahmed Çelebi Camii’nde olduğu gibi belli zamanlarda kadınlara tahsis edilmekteydi. Bu mahfiller, Gaziantep camilerindeki en zengin kalem işi nakışların görüldüğü yerlerdir. Alt yüzlerinin ortasında, etrafı çakma tekniğinde geometrik kompozisyonlarla çerçevelenmiş stalaktitli birer göbek bulunmakta, kompozisyonların içlerinde ise kalem işiyle yapılmış nebatî motifler yer almaktadır. Bunlar arasında Ahmed Çelebi, Karatarla, Hacı Nasır, Nuri Mehmed Paşa, Alaybey, Eyyûboğlu ve Esenbek camilerindekilerin sanat değeri yüksektir.

Malzeme. Tuğlanın ve moloz taşın hiç kullanılmadığı Gaziantep camilerinin ana inşa malzemesi beyaz kalkerle siyah bazalttır. Siyah taşın asıl tercih edildiği yerler Esenbek, Alaybey, Mehmed Paşa camilerinde görüldüğü üzere mihraplar ve Hüseyin Paşa ile Şeyh Fethullah camilerinde olduğu gibi minberlerdir.


Ayrıca harimin ve son cemaat yerinin cephelerinde de siyah taş kullanılmıştır. Buna örnek olarak da Karatarla, Mehmed Paşa, Esenbek, Handan Bey, Ağa, Alâüddevle ve Boyacı camilerinin cepheleri verilebilir. Bütün bu eserlerin cephe, mihrap ve minberlerinde siyah taş beyaz ve pembe taşlarla birlikte görülür.

Tezyinat. Mimari yaratıcılığın ve ihtişamın söz konusu olmadığı bütün eserlerde görüldüğü gibi Gaziantep camilerinde de tezyinat ön plana çıkmıştır. Bu tür yapılarda güzellik bütünde değil parçalarda arandığından camilerin mihrap, minber, kapı, minare, mahfil ve cepheleri zengin süslemelerle bezenmiştir. Bunlarda kullanılan malzemeye göre bir değerlendirme yapmak mümkündür, a) Taş. Camilerin inşasında kullanılan malzeme tamamıyla taş olduğu için süslemelerde de en çok bu maddeden faydalanılmıştır. Boyacı ve Eyyûboğlu gibi Eyyûbîler ve Alâüddevle (eski) gibi Dulkadıroğulları zamanında yapıldığı tahmin edilen birkaçı dışında camilerin hepsi Osmanlılar’a ait olduğu halde bunların tezyinat anlayışları aynı devrin diğer şehirlerinde görülenlerden farklıdır. Süslemelerde kısmî benzerlikler bulunmakla birlikte tam bir Memlûk özelliği de görülmez. Renkli taş işçiliği Memlûk kompozisyonlarından daha sade olduğu gibi burada Zengîler’in düğümlü ve birbirini aşırtmalı biçimde diklemesine kesen köşe kompozisyonları da yoktur. Gaziantep camilerinde kullanılan renkli taşlarla yapılmış bezemeler saç örgüsü kuşaklarından, damalardan ve palmet benzeri şekillerden ibarettir, b) Ahşap. Ahşap işçiliği minberlerde, müezzin mahfillerinde ve kapı, pencere kanatlarında görülmektedir. Gaziantep’te özellikle Boyacı Camii’nin kündekârî tekniğinde yapılan minberinin (1357) bağa kakmalarla süslenmiş geometrik kompozisyonları fevkalâde önemlidir. Hepsi de geç tarihli olan diğer eserler bu minberle karşılaştırıldığında ahşap işçiliğinin daha sonraki yıllarda büyük bir gerileme gösterdiği anlaşılmaktadır, c) Kalem İşi. Gaziantep’te sıva üzerine yapılmış kalem işi süslemelere yalnız Hüseyin Paşa Camii’nin kubbe göbeğinde rastlanır. Kalem işlerinin en güzel örnekleri müezzin mahfillerinde ahşap üzerine uygulanmış olup bunlar arasında en müstesna yeri, Ahmed Çelebi Camii’nin yaklaşık üçte ikilik kısmı 1980’lerde ortadan kaldırılan mahfili işgal etmektedir. Bu mahfillerin alt yüzleri çok sayıda panoya bölünerek bunların her biri değişik geometrik kompozisyonlarla süslenmiş, bu kompozisyonların içleri ve aralarında kalan boşluklar da çeşitli nakışlarla doldurulmuştur. Pembe, yeşil, şan ve mavi renklerin ağırlıklı olarak kullanıldığı motifler arasında gül, karanfil, hatâyî, filiz, yaprak, yıldız ve mine ilk sırayı almaktadır. Kalem işlerinin diğer zengin örnekleri Alaybey, Hacı Nasır ve Nuri Mehmed Paşa camilerinin müezzin mahfillerinde görülür, d) Çini. Gaziantep camilerinde çiniye yalnız şerefe altlarında gömme tabak şeklinde rastlanır. Bostancı Camii’nin minare kapısının üstünde de çini kalıntıları mevcuttur, e) Maden İşleri. Maden işçiliği sadece kapı ve pencerelerin tokmak, reze ve kilitlerinde uygulanmıştır.

Medreseler. Yazılı kaynaklardan, Osmanlı devrinde ve daha öncesinde otuz kadar medrese ile üç buk’anın yapıldığı öğrenilen Gaziantep’te, bunlardan günümüze orijinal haliyle ulaşmış herhangi bir örnek bulunmamaktadır. En eski medresenin Eşrefiyye olduğu ve Eyyûbî emirlerinden el-Melikü’l-Eşref Muzafferüddin Mûsâ (ö. 1237) tarafından yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Sunguriyye ve Dulkadıriyye medreselerinin de Osmanlılar’dan önce inşa edildiği kesindir. Mihaloğlu Yahşi Bey Medresesi’nin XV. yüzyılda yapıldığı söylenebilir. Varlığı bilinen en eski Osmanlı medresesi 1548 tarihli Medrese-i Cedîde’dir. Günümüzde 1125 (1713) tarihli bir kitâbesi bulunmakla birlikte Evliya Çelebi’nin ifadesinden 1640’larda mevcut olduğu anlaşılan Ahmed Çelebi Medresesi öğrenci yurdu haline getirilirken büyük değişikliğe uğratılmış ve üstüne ikinci bir kat inşa edilmiştir. Orijinal yapısından yalnızca alt kattaki birkaç odası kalmış olan bu medresenin kitâbenin yer aldığı kapısı da 1980’lerde yıkılarak yeniden yaptırılmıştır. Hüseyin Paşa Camii’nin kuzeyinde yer alan Hüseyin Paşa Medresesi (1720), dükkân olarak kullanılan beşik tonozlu mekânların üstüne yapılmış ikinci kat odalarından ibarettir. Nuri Mehmed Paşa Camii’nin kuzeyindeki Hüseyin Ağa Medresesi’nin de (1799) aynı tarzda inşa edildiği anlaşılmaktadır; bu eserden ancak iki mekân günümüze ulaşabilmiştir. Bu tür iki katlı medreselerin diğer bir örneği de Ali Neccâr Camii (1817) avlusunun kuzeyinde bulunmaktadır.

Çeşitli kaynaklardan öğrenildiğine göre Gaziantep’teki medreselerin büyük çoğunluğunu, camilerin avluları etrafına yapılmış olan tek katlı medreseler teşkil etmekteydi; ancak bugün yalnız Boyacı Camii’nde böyle bir medresenin izi görülmektedir (fakat mevcut odaların, caminin inşa edildiği sanılan XIII. yüzyılla münasebetini ortaya koyacak unsurlar mevcut değildir). Şeyh Muhyiddin Mehmed (Tahtam Camii), Ömer Şeyh, Esenbek, Bostancı, Şeyh Fethullah, Karagöz, Ferhâdiyye, Eyüboğlu, Kozanlı, Fethiye ve Ayşe Bacı medreseleri de aynı adı taşıyan camilerin avlularının etrafında sıralanan odalardan ve dershaneden meydana gelmekteydi; ancak bugün bunlardan en küçük bir iz dahi kalmamıştır. Dulkadriyye (muhtemelen 1402 civarı) ve Nakib (1720’ler) medreselerinin ise herhangi bir camiyle ilgileri tesbit edilememiştir ve bunların mimarileri hakkında da yeterli bilgi yoktur.

1557 tarihli vakıf defterinden şehirde Şeref Îsâ, Dulkadriyye ve Hacı Mûsâ adlı üç buk’anın mevcut olduğu öğrenilmektedir. Ayrıca şimdiki Şuburcu civarında Nûr Ali oğlu Hüseyin Ağa (1799) ve Hacı Abdullah Edib Efendi (1899) kütüphaneleri yer alıyordu.

Tekkeler ve Zaviyeler. Başta şer’î mahkeme sicilleri olmak üzere çeşitli tarihî kaynaklarda yer alan ifadelerden Gaziantep’te yirmi kadar tekke, dergâh ve zaviyenin bulunduğu ve bunlardan on ikisinin I. Dünya Savaşı’ndan önce faaliyetini sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Bu sayılara, aynı zamanda cami olarak kullanılan ve günümüze de bu hüviyetleriyle intikal eden Şeyh Fethullah, Tekke ve Şirvânî tekkeleri dahil değildir. Şirvanî ve Tekke camileri mevlevîhâne idi; Şeyh Fethullah Tekkesi’nin hangi tarikata ait olduğu ise bilinmemektedir. Bu üçü dışında kalan tekke, zaviye ve dergâhlardan hiçbiri bugüne ulaşmamıştır. Diğer tekkelerden tarikatları tesbit edilebilenler şunlardır: Hacı Baba ve Şeyh Salman Mevlevî; Aydı Baba, İhlâsiyye ve Şeyh Muslihuddin Halvetî; Mehmed Ağa ve Şeyhcan (Şıhıcan) Nakşibendî; Kamacı Baba Rifâî ve Çepni Bektaşî. Bu tekke, zaviye ve dergâhlardan zaviye adıyla bilinen Hacı Baba, Şeyh Muslihuddin, Ardıç Baba, Düiük Baba, Ahî Mahmud oğlu Ahî Ahmed, Emin Dede, Ballıca Baba, İbn-i Demirci’nin (Demircizâde) tarihi Memlükler’e kadar dayanmaktadır; diğerleri ise hemen hemen tamamıyla Osmanlı dönemine aittir.

Türbeler ve Mezarlar. Şehrin mezarlığı, bilindiği kadarıyla Bedreddin el-Aynî’nin


babasının zamanından beri şehrin güneyinde bulunuyordu. Onun ifadesine göre babası Kadı Kemâleddin ölünce (XIV. yüzyıl sonları) Halep yolundaki Mukre denilen yere defnedilmişti. Kemikli Bedesten yapılırken yer altından mezarların çıkması, daha XVI. yüzyıl başlarında şehrin merkezinde kalan bu mevkiin eskiden mezarlık olduğunu göstermektedir. Bu durumda, Antep’in kuruluşunda önceleri müslüman ölülerinin bu kesime gömüldüğünü, ardından şehrin gelişip büyümesiyle de mezarlığın daha güneydeki tepelere nakledildiğini düşünmek mümkündür. Şimdi buralarda Savcılı, Çamlıca, Saçaklı, Şenyurt, Kurtuluş ve Aydınbaba mahalleleri yer almaktadır. Bugün doğumevinin bulunduğu yerin yakın zamana kadar Kabirli Bostan adıyla tanınmasından yer yer kuzeye doğru sarktığı anlaşılan bu mezarlık 1940’larda kaldırılarak kabirler Asrî Mezarlık’a taşınmıştır. Bundan başka şimdiki tren istasyonu tarafında da daha küçük bir mezarlığın mevcut olduğu bilinmektedir.

Eskiden şehirde daha ziyade makam ve yatır türünde birkaç türbe vardı. Bunların bazıları günümüze ulaşmışsa da sanat tarihi bakımından fazla önem arzetmemektedir.

Hanlar. Gaziantep’te I. Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda sayıları otuz bir olan hanlardan bugün hepsi de şehir hanı planında yapılmış on sekiz tanesi mevcuttur; ayrıca şehre 10 km. mesafede Sam Köyü Hanı bulunmaktadır. Eldeki bilgilere göre hanların en eskisi, Mihaloğlu Yahşi Bey Medresesi’ne (XV. yüzyılın başları) vakfedilen Hân-ı Cedîd (Yeni Han) olmalıdır. Pürçekli Kervansarayın 1462 öncesinde, Dulkadırlı Alâüddevle Bozkurt Bey’in hanının ise XVI. yüzyılın başında yapıldığı kabul edilmektedir. Şehir merkezinde halen mevcut bulunan en eski han, Lala Mustafa Paşa’nın 1563 yılı civarında yaptırdığı Paşa (Hişva) Hanı’dır. 1648’de buraya gelen Evliya Çelebi hanların sayısı hakkında bir rakam vermemekle birlikte Mustafa Paşa’nın Pekmez Hanı’nı, Tuz Hanı’nı, Börekçi Hanı’nı ve Mustafa Ağa Hanı’nı ismen zikreder.

Günümüze ulaşan hanlardan Sam Köyü Hanı (XVI. yüzyıl), Paşa (Hişva) Hanı (XVI. yüzyıl ortalan) ve Tütün Hanı (1754 öncesi) tek katlı olduğu halde Yeni Han (1557 öncesi). Tuz Hanı (XVII. yüzyıl başları), Emîr Ali Hanı (1719), Yüzükçü Hanı ile (1735 öncesi) XIX. yüzyıla ait Seker, Mecidiye, Millet, Belediye, Eski Gümrük, Kürkçü, Maarif, Anadolu ve Güven hanları ve Beyazların Han iki katli; Kumruoğlu (XIX. yüzyıl sonlan) ve Elbeyli (XX. yüzyıl başları) hanları ise üç katlıdır. Han inşası XIX. yüzyılda çok artmıştır. Beyazların Han dışında diğer hanlar, kaleden başlayıp güneydoğuya doğru devam eden Halep yolu üzerinde ve civarında yer aldığı halde bu han batıda Akyol mahalleşindedir.

Bütün hanlarda odalar bir avlunun etrafına sıralanmıştır. Tek katlı hanlardan yalnız Paşa Hanı revaklıdır; çift katlıların ise ikinci katlarında ahşap veya kâgir ayaklar üstüne oturan revaklar mevcuttur. Çok katlılarda alttaki odalar alışveriş merkezleri ve atölye, üsttekiler dinlenme yeri olarak kullanılmıştır. Gaziantep hanlarının belki de en önemli özelliği, ahırlarının mağara şeklinde kayaya oyulmuş olmasıdır. Bütün hanlar kapıları hariç genellikle sadedir; Yeni Han ile Elbeyli, Millet, Belediye ve Kürkçü hanları siyah-beyaz taş işçiliğiyle dikkat çekerler.

Bedestenler. Gaziantep’te çeşitli zamanlarda altı tane bedesten yapılmış, bunlardan yalnız, 1957 yılında yandıktan sonra sebze haline çevrilen Zincirli Bedesten ile (1717) zamanımızda iş yeri olarak kullanılan Kemikli Bedesten (1853) günümüze ulaşmıştır. Lala Mustafa Paşa’nın yaptırdığı 110 dükkândan meydana gelen Eski (Karanlık) Bedesten (1578), Kadri Paşa (Fatlacılar) Bedesteni (1854-1857) ve Oturakçılar Bedesteni ile Hüsrev Paşa’nın yaptırdığı Kuyumcular Bedesteni ise (XVI. yüzyıl) artık mevcut değildir. Bunlardan Kuyumcular Bedesteni kalenin güneybatı tarafında, diğerleri Tahtânî Camii’nin batısında idi. Mevcut bedestenler, üstü kapalı bir sokağın iki tarafında sıralanan beşik tonoz örtülü dükkânlardan ibarettir; dolayısıyla bunlar her ne kadar bedesten adını taşımakta iseler de klasik bedesten planından ziyade arasta planındadırlar.

Hamamlar. Çeşitli arşiv belgelerinden tesbit edilebilen hamamların sayısı on dokuzdur. Bunlardan yalnızca İki Kapılı Hamam ile Eski Hamam (1557 öncesi) ve Keyvanbey (XVI. yüzyıl), Şeyh Fethullah (XVI. yüzyıl ortaları), Paşa (1560’lar), Hüseyin Paşa (1727), Nâib ve Tabakhane hamamları asıl işlevleriyle günümüze ulaşabilmiş, Tutlu Hamamı değişiklik geçirip depo haline gelirken Kale Hamamı da (muhtemelen Eyyûbîler devri) toprak altında kalmıştır. Tişlaki (1536 öncesi), Bağat (1557 öncesi), Kadı (1557 öncesi), Akyol (XVI. yüzyılın üçüncü çeyreği), Bey (Çukur), Koca Nakib (XVIII. yüzyıl başları), Mücelle, Piyâle Paşa ve Tüffâh hamamlarından ise herhangi bir iz mevcut değildir. Gaziantep hamamları ısı kaybını önlemek amacıyla 1/2 veya 1/3 oranında yere gömülü olarak yapıldıkları için dışarıdan pek dikkati çekmezler; buna karşılık yıldız tonozları ve çok renkli taş döşemeleri önemlidir. Şeyh Fethullah ve Tabakhane hamamları ile iki Kapılı Hamam ve Eski Hamam dört eyvanlı-köşe halvetli, diğerleri ise yıl-dızvari şema üzerine çok eyvanlı olarak inşa edilmiştir.

Çeşmeler ve Kasteller. Gaziantep şehri modern içme suyu şebekesine kavuşmadan önce su ihtiyacını en azından XIII. yüzyıldan beri kanavet denilen kayalara oyulmuş, kanal-dehliz sisteminden getirilen su ile karşılamaktaydı. Bedreddin el-Aynî, dedesinin 731 (1330) yılında Antep’ten Halep’e su götürmek için açılan ve halen izlerine Oğuzeli civarında rastlanan meşhur Kuveyk Kanalı’nın yapımında inşaat nâzın olarak çalıştığını ifade etmektedir. Gaziantep’te her eve, her mabede ve her meydana uğrayan bu akarsu sistemine yukarıdan açılan bir kuyu ile ulaşmak mümkündü; eski evlerde günümüzde de bu tür kuyular bulunmaktadır. Bu su yollan bazan cami avlusu veya küçük meydanlardaki kastel denilen tesislerde sona eriyordu. Derinlikleri 3 ile 10 m. arasında değişen, mağara şeklinde oyulmuş geniş bir mekânın ortasındaki bir havuzla bunun etrafına sıralanan oturma sekileri, hela ve çimeklikten meydana gelen kastellerin Esenbek Camii ve Pişirici kastellerinde bugün hâlâ mevcut olduğu gibi bazan mescidleri de bulunuyordu. Günümüze ulaşan Ahmed Çelebi, Kozluca ve Şeyh Fethullah Camii kastellerine mescid yapılmamıştır ve halen bunlardan yalnız Şeyh Fethullah Kasteli kullanılabilir durumdadır. Bekir Bey, Şahvelî, Ayşe Bacı, Kırkayak, Şeyhcan, Kabainek ve Gazâlî kastelleri ise toprakla doldurularak ortadan kaldırılmıştır.

Gaziantep’te her türlü çeşmeye kastel denilmekteyse de bunu yalnız yer altındaki tesisler için kullanmak uygun olur. Bugüne gelebilen altı çeşmeden Hüseyin Paşa Hamamı Çeşmesi (1828) renkli taş işçiliği, Kumandan Çeşmesi (1915) yazıları, Pazaryeri Çeşmesi (1920;


aslında daha eski olması gerekir) üzerindeki hayvan kabartmaları ile dikkat çeker. Yazılı belgelerden şehirde en az on beş çeşmenin daha bulunduğu öğrenilmektedir; Evliya Çelebi ise bu sayıyı yetmiş olarak verir. Bunlardan 1611 tarihli Kale Çeşmesi’nin, dört ayak üzerine oturan kubbesi ve onun altındaki mermer teknesiyle diğerlerinden daha fazla önem taşıdığı anlaşılmaktadır. Gaziantep’teki adı belli tek sebil olan Böğrüdelik (1648) günümüzde mevcut değildir.

BİBLİYOGRAFYA:

Evliya Çelebi. Seyahatnâme, IX, 352; Haleb Vilâyeti Salnamesi (1317), tür.yer.; J. M. Kinneir, Journey Through Asia Minor in the Years 1813 and 1814, London 1818; Şakir Sabri Yener. Gaziantep Kitabeleri, Gaziantep 1958; Mustafa Güzelhan, Ayıntap Tarihinden Notlar, Gaziantep 1959; a.mlf., “Hüseyin Ağa Medresesi”, Gaziantep Kültür Dergisi, VIII / 90, Gaziantep 1965, s. 5; a.mlf., “İki Kapılı Hamam-Dutlu Hamamı”, a.e., VIII/91 (1965), s. 4; a.mlf., “Kale Kasteli-Kale Kapısı”, a.e., IX/100 (1966), s. 93; a.mlf., “Kâzımî Tekkesi”, a.e., IX/100 (1966), s. 93; Cemil Cahit Güzelbey, Gaziantep Evliyaları, Gaziantep 1964; a.mlf., Gaziantep Camileri Tarihi, Gaziantep 1984; a.mlf., “Bedesten ve Gaziantep Bedestenleri”, Gaziantep Kültür Dergisi, IV/40, Gaziantep 1961, s. 4; a.mlf., “Gaziantep Kalesi”, a.e, X/110 (1967), s. 12; Gaziantep Şer ‘î Mahkeme Sicilleri (haz. Cemil Cahit Güzelbey), I-IV; Hüseyin Özdeğer, Onaltıncı Asırda Aymtab Livası, I, İstanbul 1988; M. Özkarcı, Gaziantep İl Merkezinde Bulunan Hanlar (yüksek lisans tezi, 1988), Erzurum Atatürk Üniversitesi; Nusret Çam, Şeyh Fethullah Külliyesi, Ankara 1989; a.mlf., Gaziantep Boyacı (Kadı Kemalettin) Camii, Ankara 1990; a.mlf.. “Gaziantep’te Kastel Adı Verilen Su Tesisleri”, VD, XVIII (1984), s. 165-174; a.mlf., “Gaziantep Camilerinde Minber Problemi ve Müteharrik Minberler”, TTK Belleten, LII/205 (1988), s. 1683-1694; Âdile Âbidin, “Aynî’nin Ikdülcuman Fi Tarihi Ehlizzaman Adlı Tarihinde Osmanlılara Ait Verilen Malûmatın Tedkiki”, Tarih Semineri Dergisi, II, İstanbul 1938, s. 109-215; Metin Sözen, “Eine Moschee von seltenem Typ in Anatolia: Die Şeyh Fethullah Moschee in Gaziantep”, Anatolica, III, Leiden 1969-70, s. 177-187; N. Topkaraoğlu, “Gaziantep Fethullah Camii ve Zaviyesi”, VD, XIX (1985), s. 207-222.

Nusret Çam




Bugünkü Gaziantep. Kurtuluş Savaşı sırasında en fazla hasar gören şehirlerden biri olan Gaziantep, iki yıl kadar süren Fransız işgalinden 25 Aralık 1921 tarihinde kurtulduktan sonra hızlı bir gelişme gösterdi. Nüfusu arttığı gibi ticaret ve sanayi alanında büyük atılımlar gerçekleştirildi. Şehrin çekirdeğini, Sacur suyunun yukarı kollarından olan Allaben deresinin güney kenarındaki tepeler üzerinde kurulmuş mahalleler meydana getirmektedir. Bu tepelerden biri üzerinde de şehrin tarihî kalesi yükselir. Şehir, Adana - Malatya demiryolunun Narlı İstasyonu’nu Halep-Bağdat demiryolunun Barak (Cerablus) İstasyonu’na bağladığı gibi düzgün karayolları ile de Birecik Köprüsü üzerinden Şanlıurfa’ya, Narlı üzerinden Kahramanmaraş’a, Fevzipaşa üzerinden Adana ve Antakya’ya, Kilis üzerinden Halep’e, bu yoldan ayrılan başka bir yolla Antakya’ya ve ayrıca Besni üzerinden Adıyaman’a bağlanarak önemli bir düğüm noktası meydana getirir. Şehrin hızlı gelişmesinde kavşak noktası oluşunun önemli bir rolü vardır. Ayrıca yakınında İskenderun ve Mersin gibi büyük limanların bulunuşu, ulaşım imkânları bakımından Gaziantep şehrini bölgesel bir toplanma merkezi durumuna getirmiştir. Zira Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da elde edilen ürünlerin önemli bir kısmı Gaziantep’teki tüccar ve sanayicinin elinde toplanır, bunların bir kısmı Gaziantep’te işlenerek mamul veya yarı mamul hale getirilir, buradan büyük merkezlere satılır veya ihraç edilir. Gaziantep bu şekilde doğunun ürünlerini batıya, batı bölgelerinin ürettiği mallan da doğuya aktaran bir ticaret merkezi durumundadır. Gaziantep’in doğu ile batı arasında bir merkez vazifesini görmesi, burada sanayiin de hızla gelişmesine ve çeşitlenmesine yol açmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında otuz dört mahalleden oluşan şehir, kale ve onun çevresindeki iskân alanlarından meydana geliyordu. Bu konut alanları, merkezi kale olan ve yarı çapı 500-600 metreyi geçmeyen bir alan içinde sınırlı kalıyordu. Nüfusu da henüz 40.000’e ulaşmamıştı (1927 sayımında 39.571). Şehrin bu dönemdeki ilk imar planını 1933-1935 yıllarında Hermann Jansen yapmıştır. Bu ilk plan şehrin daha sonraki yıllara ait gelişmelerinde izler bırakmıştır. 1936-1945 yılları arasında Suburcu, Karagöz ve Gaziler caddelerinin genişletilmesi, Atatürk Bulvarı ile İsmet İnönü caddesinin açılması söz konusu plana sadık kalınarak yapılan düzenlemelerdir. 1935 sayımında 50.000’i geçen şehir nüfusu (50.965) 1945’te 60.000’i (62.873), 1950’de de 70.000’i (71.887) aştı. 1950-1955 dönemi şehirde nüfusun en hızlı arttığı dönemlerden biri olmuştur. Nüfusun artmasıyla bir taraftan yaşama düzeyi yüksek olanlar tarafından modern binalar inşa edilirken diğer taraftan kırsal kesimden şehre gelenler de şehrin güney ve kuzeyindeki sırtların yamaçlarında yapılan, çoğu tek katlı küçük meskenlere yerleşmişlerdir. Bu arada gecekondulaşma da hızlanmıştır. Modern binaların ekserisi şehrin batısında Atatürk Bulvarı, Ordu ve İnönü caddeleri boyunca dizilirken bir kısmı da önemli caddeler kenarında yıkılan eski evlerin yerine yapılmıştır. Böylece şehir 1950’den sonra hızla büyümüş, eski mahallelere yenileri eklenmiştir. Yeşilova, Karşıyaka, Ünaldı, Alibaba, Aydınbaba, Yavuzlar, Sultanselim, Şenyurt, Kurtuluş, Saçaklı, Çamlıca, Hoşgör mahalleleri tamamen; Akyol, Bey, Yaprak, Kılıçoğlu, Savcılı, Çakmak, İsmetpaşa ve Şahveli mahalleleri ise kısmen yeni semtlerdir. Bu yeni semtler, sokak ve caddelerinin muntazam uzanışları ve genişlikleriyle kale ve çevresindeki dar ve zikzaklı sokaklı eski semtlerden ayrılır.

1950 yılından sonraki bu gelişmeler ikinci bir imar planını gündeme getirdi. 1950-1955 arasındaki dönemde Mimar Galip Kemali Söylemezoğlu ile Kemal Ahmet Aru’nun birlikte hazırladıkları plan uygulamaya konuldu. Daha önce Jansen’in hazırladığı plandan fazla farklı olmayan bu planın uygulaması sırasında şehrin merkezî kesimlerinde yenileme, caddeleri genişletme ve yeni caddeler açma çalışmaları başlamıştır. 1960’ta 100.000 nüfusu da geçen şehirde (124.097) 1963 yılından sonra yol açma çalışmaları daha da hızlanmış, şehrin eski kesimlerindeki yolların motorlu araç trafiğine daha uygun bir biçime getirilmesine gayret edilmiştir.

Gaziantep şehri genel olarak batı-doğu istikametinde iki ana cadde ile katedilir. Bu ana caddelerden kuzeydeki batıdan doğuya doğru çeşitli kesimlerinde farklı adlarla anılır.

Batı-doğu istikametli önemli caddelerden olan Atatürk Bulvarı ile bunun devamını oluşturan Suburcu ve Karagöz caddeleri eğlence yerlerinin, otellerin, lokantaların, banka şubelerinin, çeşitli pasajların, ticarethane ve mağazaların sıralandığı alanlardır. Karagöz caddesinin sonuna doğru kunduracılar, tenekeciler, marangozlar, demirciler, yemeniciler, aktarlarla zahirecilerin bir araya toplandığı geleneksel çarşılar dikkati çeker. Bu çarşılar ya cadde üzerinde veya caddeye yakın sokaklar içinde bulunur. Ancak şehrin modern kesimleriyle


geleneksel mimari özellikleri gösteren semtlerini kesin sınırlarla birbirinden ayırmak güçtür. Eski mahalleler içinde modern yapılar yükseldiği gibi modern semtler içinde de adalar halinde eski mimari örneklerine rastlanır.

Kalenin güney eteklerinde bulunan iş merkezi, şehrin 1950’den sonraki gelişmesiyle güneyde İnönü caddesine kadar uzanan bir alana yayılmıştır. Şehirde farklı nitelikteki ticarî kullanışların yoğunlaştığı üç alan vardır. Bunlar eski merkezin yakınındaki Karagöz caddesi ve Karagöz Camii çevresi, Gaziler caddesi ve Belediye halinin (Yeni Hal) bulunduğu alanlardır. Bu alanlarda yoğunlaşan ticarî etkinlikler, şehrin çeşitli yönlerindeki yayılışına paralel olarak konut bölgeleri içine de damarlar biçiminde uzanmaktadır.

Şehrin 1960-1970 yılları arasındaki gelişmesi sonucunda, Cumhuriyet’in başında otuz dört olan mahalle sayısı 1968’de elli üçe yükseldi. Aynı yıl belediye sınırları içindeki alan 12.830 hektar, şehirde iskânın kapladığı alan ise 8000 hektardı. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün yayınlarına göre Gaziantep, 1966 yılında ev yapımı bakımından Türkiye şehirleri içinde İstanbul’dan sonra ikinci sırada gelmekteydi (bu yıl içinde 806 ev yapılmıştı). Apartman yapımı bakımından ise Gaziantep Türkiye şehirleri arasında onuncu sırada bulunuyordu (aynı yılda şehirde altmış beş apartman yapılmıştı). Bu hızlı yapılaşma, her sayım devresinde yüz binlerce nüfus artışını beraberinde getirdi. 1970’te 200.000’i geçen (227.652) nüfus 1975’te 300.000’i de geçti (300.882). 1980’de 400.000’e (374.290), 1985’te 500.000’e yaklaşan (478.635) şehir nüfusu 1990 sayımında daha hızlı bir sıçrama yaparak 603.434’e ulaştı. Bu arada Gaziantep, 20 Haziran 1987 tarihinde kabul edilen 3398 sayılı kanunla “büyük şehir” statüsüne kavuştu ve şehir içinde Şehitkâmil ve Şahinbey belediyeleri kuruldu. Allaben deresi bu iki belediyeyi birbirinden ayırmaktadır. Şehirdeki en önemli eğitim kuruluşu olan Gaziantep Üniversitesi’ne (27 Haziran 1987) günümüzde dört fakülte, üç enstitü, üç yüksek okul ve ayrıca bir devlet konservatuvarı bağlı bulunmaktadır.

Gaziantep şehrinin merkez olduğu Gaziantep ili Hatay, Adana, Kahramanmaraş, Adıyaman, Şanlıurfa ve Kilis illeriyle çevrilmiştir. Ayrıca güneyden de Suriye ile komşudur. Araban, İslâhiye, Kargamış, Nizip. Nurdağı, Oğuzeli, Şahinbey, Şehitkâmil, Yavuzeli adlı dokuz ilçeye ayrılmıştır. 6216 km2 genişliğindeki Gaziantep ilinin 3 Haziran 1995 tarihinde tesbit edilen yeni sınırları içerisinde 1990 sayımının sonuçlarına göre 1.009.594 nüfus yaşamaktaydı. Nüfus yoğunluğu ise 162 idi.

Diyanet İşleri Başkanlığı’na ait 1995 yılı istatistiklerine göre il ve ilçe merkezlerinde 265, bucak ve köylerde 609 olmak üzere Gaziantep’te toplam 874 cami bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Hikmet Turhan Dağhoğlu, Antep ve Antep Kalesi, Gaziantep 1930; 15 inci Cumhuriyet Yılında Gaziantep: 1938 [baskı yeri ve tarihi yok]; Şakir Sabri Yener. Gaziantep Kitabeleri, Gaziantep 1958; Mustafa Güzelhan, Aytntab Tarihinden Notlar, Gaziantep 1959; Gaziantep Kent Bütünü (haz. İller Bankası), Ankara 1972; Gaziantep Kent Bütünü Analitik Etüdleri (haz. İller Bankası), [baskı yeri ve tarihi yok]; İbrahim Küçükdağ, “Gaziantep’te Kasacılık”, Gaziantep Kültür Dergisi, II/14, Gaziantep 1958, s. 17-18; Ejder Kalelioğlu, “Gaziantep Yöresinde Yerleşme, Meskenler, Nüfus ve Ekonomik Faaliyetler”, DTCFD, XXVIII/3-4 (1977), s. 79-98.

Metin Tuncel