GIRNATA

غرناطة

Endülüs’te en uzun süre İslâm hâkimiyetinde kalan ve Zîrîler’le Nasrîler’e pâyitahtlık yapan şehir.

Sierra Nevada dağının kuzeybatı eteklerinde, Genil (Şenîl) ırmağının sağ ve bu ırmağa şehrin içinde kavuşan Darro çayının her iki yakası boyunca uzanmakta olup deniz seviyesinden 689 m. yükseklikte kurulmuştur. Günümüzde Granada olan şehrin ismi müslümanlar tarafından Gırnâta, Garnâta ve bazan da Agarnâta biçiminde telaffuz edilmiş ve yazılı kaynaklara da bu şekilde geçmiştir. Kelimenin menşei üzerine ileri sürülen görüşler birbirinden farklıdır. Bölgede çokça yetişen granadodan (nar) geldiği veya bölgeye İslâm fethi sonrasında yerleşen Berberi Kernâta kabilesiyle ilgili olduğu iddia edilmiştir. Diğer bir görüşe göre ise Gırnata, I. yüzyılda veya daha önce İspanya’ya göç eden yahudiler tarafından kurulmuş ve buraya “göçmenler yurdu” anlamında Gar-anat ismi verilmiştir.

Tarih. Gırnata’nın üzerinde bulunduğu toprakların tesbit edilebilen ilk sakinleri, Turdulos adıyla bilinen nisbeten medenîleşmiş bir İber kabilesidir. Romalılar döneminde şehir, merkezi Iliberis olan Municipium Florentinum Iliberitanum adlı idarî bölgenin içinde yer alıyordu. Kısaca Iliberis, Illiberis veya Illiberris olarak bilinen bu bölgeye Hıristiyanlık II-III. yüzyıllarda girdi ve ilk dönemin en önemli konsillerinden biri 305’te burada toplandı. Bu şekilde bölge idarî ve askerî bakımlardan olduğu kadar dinî açıdan da önem kazanmış ve bu konumunu Vizigotlar döneminde de kısmen korumuştur.

92 (711) ilkbaharında İspanya’ya giren müslümanlar, aynı yılın temmuzunda kazandıkları ve Vizigot ordusunu büyük çapta imha ettikleri Lekke (Vâdîilekke) zaferinden sonra bir yıl içinde kuzeyde Toledo’ya (Tuleytula) ulaşırlarken güneyde de Cordoba (Kurtuba) ve Ecija ile (İsticce) birlikte Iliberis vilâyetini ele geçirdiler; dolayısıyla Gırnata da 712 yılı ortalarında fethedildi. Kaynaklardan, Gırnata’nın bu sıralarda küçük bir yerleşim merkezi olduğu anlaşılmaktadır. Buna karşılık vilâyete adını veren Iliberis (İsp. Elvira) şehri daha büyük ve nisbeten daha mâmur bir durumdaydı. Müslüman fâtihler, adını İlbîre şeklinde telaffuz etmeye başladıkları Iliberis’in idarî yapısını aynen muhafaza ettiler ve bu vilâyet Endülüs’ün genel teşkilâtı içinde Kûretü İlbîre olarak yerini aldı. Şehrin merkezi ilk yıllarda yine İlbîre (Medînetü İlbîre veya Hâdıratü İlbîre) idiyse de çok geçmeden idareciler buranın hemen yakınında inşa edilen Kastilya’ya taşındılar.

Müslümanlar Gırnata’yı fethedince yahudi nüfusun bulunduğu başka bölgelerde yaptıkları gibi civardaki yahudileri toplayarak buraya yerleştirdiler ve şehrin güvenliğini az sayıdaki müslüman muhafızla birlikte onlara bıraktılar. Ancak 713’te hıristiyan halk özellikle yahudileri hedef alarak ayaklandı ve isyan, aynı yıl içinde Mûsâ b. Nusayr’ın oğlu Abdüla‘lâ’nın kumanda ettiği bir askerî birliğin bölgeye gelmesiyle bastırıldı. Bu tarihten IX. yüzyılın son çeyreğine kadar Gırnata’da meydana gelen olaylar hakkında yeterli bilgi yoktur. Ancak 123’te (741), Kuzey Afrika’dan Endülüs’e geçen yaklaşık 10.000 kişilik Şamlı askerlerden (Şâmiyyûn) çoğunun 125’ten (743) itibaren İlbîre vilâyetine yerleştirildiği bilinmektedir. Tarihçi İbn Hayyân’ın verdiği bilgilerden, İlbîre’ye gönderilen bu askerlerin bir kısmının Gırnata’ya pek uzak olmayan Berâcele’de (Berja) iskân edildiği anlaşılmaktadır. Başlangıçta çoğunluğu, Gırnata yöresinde oturan Araplar’la İslâmiyet’i kabul eden İspanyollar’dan (müvelledûn) ve hıristiyan zimmîlerden (müsta‘ribûn) oluşan yerli halk arasında IV. (X.) yüzyıla kadar tam bir kaynaşma gerçekleşmedi. Bunda, Emevîler’in mevâlî karşısında takip ettikleri Araplar’ı üstün tutma anlayışının Şam’dan gelen askerler tarafından Endülüs’e de taşınması büyük rol oynuyordu. Bu anlayış, 276 (889) yılında yerli halkın bölgedeki Araplar’a karşı silâhlı mücadeleye kalkışmasına yol açtı. Yahyâ b. Sükâle’nin liderliğinde toplanan Araplar, Berâcele’de müvelledûn ve müsta‘ribûnun teşkil ettiği karşı cepheye üst üste darbeler indirdiler ve onlara ait birçok kaleyi ele geçirdiler ki bunlardan biri de Gırnata idi. Yerli halk buna rağmen mücadeleyi bırakmadı ve o sıralarda Güney Endülüs’te devlete karşı büyük bir ayaklanma başlatmış ve fiilen bağımsızlığını ilân etmiş olan müvelledûn lideri Ömer b. Hafsûn’un da desteğini alarak Gırnata’da üslenen Araplar’a yeniden saldırdılar. Ancak Yahyâ b. Sükâle’nin öldürülmesi üzerine Sevvâr b. Hamdûn’un liderliği altında toplanan Araplar, Gırnata’da verdikleri büyük bir mücadele ile karşı tarafı tekrar ağır yenilgiye uğrattılar. Kaynaklarda “Vak‘atü medîne” adıyla anılan bu başarı, Araplar’ın Gırnata’ya iyice yerleşmelerini sağlaması yanında burayı merkez olarak kullanmak suretiyle civardaki şehir ve kaleleri ele geçirme temayüllerini de arttırdı. Nitekim bu olayın hemen ardından İlbîre vilâyeti sınırları içindeki diğer Arap cemaatleri Gırnata’da toplanarak merkezî Emevî idaresine itaat içinde bulunan zengin ticaret şehri Pechina’ya (Beccâne) bir sefer düzenledilerse de olumlu bir sonuç alamadan geri dönmek zorunda kaldılar.

897 yılından sonra Gırnata’yı merkez edinen Arap ittifakı, Yahyâ b. Sükâle ve Sevvâr b. Hamdûn gibi güçlü liderlerden mahrum kalınca çözüldü; bu defa da diğer liderler kendi aralarında mücadeleye başladılar. Kurtuba Emîri Abdullah, devletin lehine olduğunu düşünerek Gırnata’daki bu gelişmelere müdahale etmedi. Bu ihtilâf III. Abdurrahman’ın iş başına gelişine (300/912) kadar sürdü. Bu güçlü hükümdar tahta çıktığı yıl, o zamana kadar sık sık merkezî otoriteye baş kaldıran Gırnata’yı devletin kesin hâkimiyeti altına aldı.

V. (XI.) yüzyılın başından itibaren Gırnata, Berberî asıllı Zîrîler’in buraya yerleştirilmesiyle ilk defa Endülüs’ün Kurtuba, İşbîliye (Sevilla), Tuleytula ve Sarakusta gibi büyük şehirlerine denk bir şekilde öne çıktı. Gırnata Zîrîleri, merkezî Mağrib’de yaşayan Sanhâce Berberîleri’nin büyük Zîrî koluna mensuptular ve aile içinde çıkan iktidar mücadelesi yüzünden Zâvî b. Zîrî’nin liderliğinde kalabalık bir cemaat halinde Endülüs’e girmişlerdi. Daha sonra Berberîler’i düşman ilân eden Endülüs Emevî Halifesi


II. Muhammed el-Mehdî’ye karşı kendilerine daha yakın hissettikleri Süleyman el-Müstaîn’in yanında yer aldılar. Müstaîn tahtı ele geçirdiğinde (399/1009) Kurtuba halkının Berberîler’e olan düşmanlığını dikkate alarak onları değişik bölgelere yerleştirdi; Zîrîler’e de Gırnata’yı verdi. Diğer mülûkü’t-tavâif gibi merkezî idarenin zayıflığından faydalanan Zîrîler 403 (1013) yılında bağımsızlıklarını ilân ettiler. Zîrîler’in Gırnata’ya yerleşmesinin ardından komşu İlbîre halkının büyük çoğunluğu güvenlik sebebiyle buraya göç etmeye başladı; bundan dolayı şehrin nüfusu ve önemi arttı. Zîrîler’in lideri Zâvî b. Zîrî daha sonra Gırnatalılar’ın muhalefetine rağmen Mağrib’e döndü; şehrin idaresini ise kadı İbn Ebû Zemenîn’in gayretiyle yeğeni Habbûs üstlendi (411/1021). Onun döneminde Gırnata’nın şehirleşmesi için önemli adımlar atıldı.

Habbûs’un yerine geçen oğlu Bâdîs’in dönemi (1038-1073) Gırnata’nın yıldızının en fazla parladığı devir oldu. Gırnata bu dönemde gerçekleştirilen icraatlarla gerçek anlamda bir Endülüs şehri görünümü kazanmaya başladı. Elhamra tepesinde sonraları el-Kasabatü’l-kadîme adıyla bilinen saltanat şehrinin ve Bâdîs’in de avlusuna defnedildiği el-Mescidü’l-câmi’in inşası bu dönemde gerçekleşti. Öte yandan Ceyyân (Jean), İsticce ve Runde’ye (Ronda) kadar olan topraklar Gırnata’nın sınırları içine dahil edildi. Bütün bu gelişmelerle beraber Gırnata’daki saltanat merkezinin, Kurtuba veya İşbîliye’nin sahip olduğu sosyal ve kültürel canlılık ve zenginliği yakaladığını söylemek mümkün değildir. Bir ara Bâdîs, Runde’nin Berberî idarecisinin İşbîliye’ye hükmeden Arap asıllı Abbâdîler’in teşvikiyle öldürülmesi üzerine, bunun intikamını Gırnata’daki Araplar’dan almak isteyerek cuma namazı için el-Mescidü’l-câmi’e gelen halkın tamamını öldürmeyi düşünmüş, fakat sözüne değer verdiği yahudi veziriyle Sanhâce’nin ileri gelenleri onu bu kararından vazgeçirmişlerdir.

1090 yılında Murâbıtlar Gırnata’yı zaptedip Zîrî dönemini sona erdirdiler. Şehrin Murâbıt hâkimiyetine geçmesinde, Endülüs’ün birliği için bunu gerekli gören ulemânın da önemli rolü oldu. Gırnata bu dönemde Merakeş’te oturan Murâbıt hükümdarının akrabası arasından seçip gönderdiği valilerce idare edildi; zaman zaman da Murâbıt orduları tarafından bir üs olarak kullanıldı.

Aragon Kralı I. Alfonso, 519’da (1125) 5000 süvari ve 10.000 piyadeden oluşan bir orduyla Gırnata üzerine yürüdü; bu sayı yol boyunca müsta‘riblerden gelen katılmalarla 50.000’e çıktı. Bu orduya karşı vali Ebû Tâhir Temîm kumandasındaki Murâbıt kuvvetleri şehrin etrafında bir savunma çemberi teşkil ettiler. Savaşın başlamasından sonra yağan şiddetli yağmur ve dolunun da tesiriyle hıristiyan ordusu geri çekildi. I. Alfonso bir müddet Mâleka (Malağa) topraklarında bekledikten sonra tekrar Gırnata’ya hücum etmek istediyse de Murâbıt kuvvetleri buna fırsat vermedi ve sonuçta büyük ümitlerle geldiği Gırnata’dan eli boş olarak dönmek zorunda kaldı. Bu olay sonrasında, İspanyollar’a destek verdikleri anlaşılan Gırnatalı müsta‘ribler kadı İbn Rüşd’ün fetvasıyla kafileler halinde Mağrib’e sürüldüler; idareye sadakatinden şüphe edilmeyenlere ise dokunulmadı. Ebû Tâhir Temîm savunma sırasında yetersiz bulunarak görevinden alındı ve yerine Ebû Ömer İnâlû getirildi. İnâlû, Gırnata surlarının tamiri ve güçlendirilmesi için halkı seferber etti; ancak bu arada Şenîl ırmağı taştı ve büyük tahribata sebep oldu.

Ali b. Ebû Bekir b. Fennû’nun valiliği sırasında kadı İbn Adhâ isyan etti. Fakat Murâbıt kuvvetleri karşısında tutunamayacağını anlayarak Mürsiye’den Ceyyân’a kadar nüfuzunu genişletmiş bulunan İbn Hûd’dan yardım istedi. İbn Hûd, güçlükle Gırnata’ya girmeyi başardıysa da taraflar arasında bir süre devam eden silâhlı mücadelenin ardından Murâbıtlar şehirde kontrolü yeniden sağladılar. Gırnata 543 (1148) yılında Benî Gāniye’nin eline geçti. Aynı yıl Yahyâ b. Gāniye ölünce idareyi kumandanlarından Meymûn b. Yiddâr üstlendi, ancak birkaç yıl sonra Muvahhidler’e teslim etmek zorunda kaldı (551/1156). Bu sıralarda İbn Merdenîş ile müttefiki VII. Alfonso âni bir baskınla Gırnata’yı zaptetmek istedilerse de vali Ebû Saîd Osman buna imkân vermedi. Bu olaydan sonra şehre, 557 (1162) yılında İbn Merdenîş’in kendisini destekleyen İbn Hamuşk, yahudiler ve müsta‘riblerle birlikte Gırnata’ya hücum etmesine kadar süren bir barış ve huzur ortamı hâkim oldu. Muvahhidî Hükümdarı Abdülmü’min’in bu saldırı üzerine gönderdiği veliaht Yûsuf Elhamra Kalesi’ne girmeyi ve İbn Merdenîş’e ait kuvvetleri şehirden çıkarmayı başardı. 562’de (1166) Gırnata valiliğine tayin edilen Şeyh Ebû Abdullah da yine İbn Merdenîş’le uğraşmak zorunda kaldı ve sonunda şehri onun tasallutundan kurtardı.

Muvahhidler’in, Kastilya Krallığı’nın öncülüğünde oluşturulan Haçlı ordusuna 609 (1212) yılında meydana gelen İkāb Savaşı’nda (Las Navas de Tolosa) yenik düşmesi, Endülüs’teki hâkimiyetlerinin zayıflamasına ve dolayısıyla burada bir otorite boşluğunun doğmasına yol açtı. Bu boşluktan istifade eden Endülüslü liderlerden İbn Hûd, Abbâsîler’e bağlılığını bildirerek Mürsiye’de emirliğini ilân etti; sınırlarını Kurtuba, Şâtıbe (Jativa) ve Ceyyân’ı içine alacak şekilde genişletmesinin ardından da Gırnata’yı ele geçirdi (625/1228). İşbîliye Valisi Seyyid Ebû Zeyd bir yıl sonra şehri geri almayı başardıysa da daha sonra İbn Hûd’un şehre ikinci defa hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Zira Abbâsî halifesinin hil‘at giydirmek ve emirliğini tescil etmek maksadıyla gönderdiği elçinin onunla 630 (1232) yılında Gırnata’da görüştüğü bilinmektedir. Bu sıralarda Ceyyân vilâyetinde Muhammed b. Yûsuf b. Nasr (I. Muhammed, Gālib-Billâh) adında yeni bir Arap lideri güç kazanmaya başladı. Muhammed b. Yûsuf b. Nasr önce İbn Hûd’a tâbi olduysa da onun 1238’de Meriye’de (Almeria) öldürülmesi üzerine bağımsız hareket etmeye başladı ve Gırnata’yı ele geçirerek Nasrî Devleti’ni kurdu (26 Ramazan 635/12 Mayıs 1238). Böylece Gırnata için, yaklaşık 250 yıl Nasrîler’e pâyitahtlık yapacağı yeni bir dönem başladı. Nasrî Devleti, başşehrinin ismine nisbetle Gırnata Sultanlığı ve Gırnata Emirliği olarak da anılır.

Gālib-Billâh Muhammed b. Yûsuf b. Nasr’ın Gırnata’daki ilk icraatı, Zîrîler tarafından Darro nehrinin karşı yakasında kurulan el-Kasabatü’l-kadîme’ye (İsp. Alcazaba) yerleşerek Sebîke tepesi üzerinde bulunan Elhamra Kalesi’nin yerine, daha sonra halefleri tarafından yeni ilâvelerle gerçek bir saltanat şehrine dönüştürülecek olan Elhamra Sarayı kompleksinin yapılması emrini vermek oldu. Bütün tarihi süresince hıristiyan devletleri Gırnata Sultanlığı’nı yıkmaya yönelik faaliyet içinde bulundular ve bu maksatla Nasrî hakimiyetindeki İslâm şehirlerine sık sık saldırı düzenlediler. 1265’te Kastilya Kralı X. Alfonso Gırnata’yı kuşattıysa da umduğu sonucu alamadan geri çekildi. 1280 ve 1281 yıllarında da II. Muhammed’in muhalifleri, Benî Eşkîlûle ve Ebû Yûsuf’la ittifak kurarak iki cepheden saldırdılar ve Gırnata ancak


Merînîler’in gönderdiği yardım sayesinde bir işgalden kurtuldu. 1431’de IX. Muhammed’in saltanatı sırasında taht üzerinde hak iddia eden Yûsuf b. Mevl ve onu destekleyen bir grup Gırnatalı’nın da teşvik ve desteğiyle Kastilya Kralı II. Juan şehri kuşattı, fakat halkın da katıldığı kuvvetli mukavemet karşısında şehre giremedi.

Gırnata Sultanlığı bir yandan hıristiyan hücumlarına karşı mücadele verirken bir yandan da öncelikle başşehri etkileyen ve esas itibariyle taht üzerinde odaklanan iç karışıklıklarla uğraşıyordu. Bu durum, XV. yüzyılın ikinci yarısında ülkeyi kaosa sürükleyen bir boyuta ulaştı. Son sultanlardan Ebü’l-Hasan Ali b. Sa‘d döneminde (1465-1482) esasen küçük olan ülke fiilen üçe bölündü ve kardeşi Muhammed ez-Zagal Mâleka’da, oğlu Ebû Abdullah Muhammed b. Ali es-Sagîr de (XII. Muhammed, hıristiyan kaynaklarında Boabdil) Vâdîâş’ta bağımsızlığını ilân etti. Ebû Abdullah daha sonra, babasına karşı vergi oranlarını aşırı derecede yükseltmesi ve son yıllarda özel hayatında çeşitli hatalar yapması sebebiyle kızgın olan Gırnatalılar’ın desteğini alarak tahtı ele geçirdi. Bu sırada Kastilya Kraliçesi İsabella ile evlenerek İspanya birliğini kurmuş olan Aragon Kralı Ferdinand, Nasrîler’in içine sürüklendiği bu istikrarsız ortamı fırsat bilip Ebû Abdullah’tan Gırnata’yı derhal teslim etmesini istedi; bu isteği reddedilince de şehri kuşatma altına aldı. Altı ay sonra müslümanlar arasında bulaşıcı hastalıklarla erzak sıkıntısı baş gösterdi ve bu durum müdafilerin direnme gücünü kırdı. Bunun üzerine halkın canına, malına ve dinine dokunulmaması şartı ile şehrin teslimine karar verildi; 2 Ocak 1492’de hıristiyan kuvvetleri Gırnata’ya girdi. Böylece Endülüs’ün fethinden itibaren en uzun süre İslâm hâkimiyetinde kalma özelliğine sahip bulunan Gırnata şehri de elden çıkmış ve İspanya’da İslâm hâkimiyeti sona ermiş oldu.

Gırnata’nın düşmesinden sonra müslüman halkın bir kısmı Mağrib’e göç etti. Asıl çoğunluk ise Ferdinand ve İsabella’nın şehrin teslimi sırasında verdikleri sözü tutacaklarına inanarak kendi topraklarında kaldı. Ancak hıristiyan idareciler bu taahhütleri 1497 yılından itibaren tanımazlıktan geldiler. Önce müslüman halkın medenî haklarında bazı kısıtlamalara gidildi; güvenlik maksadıyla dahi silâh taşımaları yasaklandı ve idare meclisindeki görevlerine son verildi. Merkezde oturanlar şehir dışına veya kenar mahallelere göçe zorlanırken başka bölgelerden getirilen çok sayıda hıristiyan aile onların boşalttığı evlere yerleştirildi. 1499 yılı Gırnata müslümanları için daha acıklı bir sürecin başlangıcı oldu. Zira bu yılda şehre gelen Toledo piskoposu F. Ximenez de Cisneros, kral ve kraliçenin de onayını alarak müslüman halkı zorla hıristiyanlaştırmaya yönelik faaliyetlerini başlattı. Önce para ve makam vaad ederek müslüman liderlerini ve fakihleri Hıristiyanlığa çekmeye çalıştı. Bu taktik başarılı olmayınca halkın İslâm’la alâkalı bilgi kaynaklarını kurutmak için Arapça dinî eserleri toplatıp yaktırdı. Hıristiyanlığa girmemekte direnen müslümanları dirençleri kırılıncaya kadar zindana attırdı ve en ağır işkencelere mâruz bıraktı. Camiler, başta Beyyâzîn (Albaicîn) semtindekiler olmak üzere kiliseye çevrildi. Bu uygulamalar karşısında Beyyâzîn mahallesi halkı topyekün ayaklandı. Üç gün sonra bastırılan bu ayaklanmaya katılanların hayatları, topluca vaftiz edilmeyi kabullenmeleri üzerine bağışlandı. 1500 yılında Büşürât bölgesinde yeni bir isyan meydana geldi ve bunun sonucu da öncekinden farklı olmadı. 12 Şubat 1502’de çıkarılan bir emirle, o ana kadar dinlerinden vazgeçmeyen müslümanlardan ya Hıristiyanlığa girmeleri ya da ülkeyi terketmeleri istendi. Göç şartları son derece zor olduğu için büyük kesim birinci şıkkı kabul etmek zorunda kaldı. Cebren Hıristiyanlığa sokulan, fakat kalplerinde İslâm’ı yaşatmayı sürdüren bu insanların yeni dinlerine bağlılık derecelerini anlamak ve beklenenin aksine davrananları cezalandırmak için Gırnata’da bir de engizisyon mahkemesi kuruldu. Gırnatalı Moriskolar’ın diğer bölgelerdeki müslümanlarla görüşmeleri, Arapça konuşmaları, örf ve âdetlerini yaşatmaları farklı tarihlerde çıkarılan çeşitli emirnâmelerle yasaklandı. Ancak aradan uzun yıllar geçmesine rağmen bütün bu yasaklar ve zorlamalar bu insanların İslâm’dan uzaklaşmasına yetmedi; nitekim 1568-1570 yıllarında bir kere daha isyan ettiler. İsyanı 1571 yılında bastırabilen İspanya Krallığı binlerce Gırnatalı’yı ülkenin başka bölgelerine nakletti; nihayet 1609’da da diğer Morisko cemaatleriyle birlikte hepsini yurt dışına sürdü. Böylece 1492’de Gırnata’da siyasî hâkimiyetlerini yitiren müslümanlar cemaat olarak da varlıklarını kaybettiler (geniş bilgi için bk. MORİSKOLAR; MÜDECCEN)

Kültür ve Medeniyet. İslâm kaynaklarından anlaşıldığına göre X. yüzyılın ikinci yarısında Gırnata denilince Sebîke tepesinde inşa edilen Elhamra Kalesi akla geliyordu. Kalenin dışında yine surlarla çevrili olması muhtemel bir de yahudi mahallesi vardı ve yahudi nüfusun kalabalıklığından dolayı şehre Gırnâtatülyehûd da deniliyordu. Elhamra Kalesi’nin yıkık halde bulunan surları 276’da (889) buraya yerleşen Araplar tarafından tamir edildi. Aynı yıl içinde müvelledûn ve müsta‘ribûna karşı verdikleri mücadele sırasında İlbîre, Ceyyân ve Reyyû Arapları’nın da Elhamra’da toplandıkları göz önünde bulundurulursa kalenin pek küçük olmadığı ortaya çıkar. Yine aynı dönemde kaleye birden fazla kapıdan girildiği anlaşılmaktadır.

Gırnata, 403 (1013) yılında Zîrîler’in buraya yerleşmesiyle birlikte gerçek anlamda bir Endülüs şehri görünümü kazanmaya başladı. Zâvî b. Zîrî tarafından merkez olarak seçilen Gırnata’nın nüfusu İlbîre’den gelen göçlerle kalabalıklaştı ve etrafı yeni iskân alanlarını da içine alacak şekilde surlarla tahkim edildi. Surların Darro’nun sağ ve sol kıyılarında uzanan kısımları, nehrin üzerine iki kule arasında inşa edilen ve bugün


Alcantara de Cadi (Kantaratü’l-Kādî=Kadı Köprüsü) adıyla bilinen kemerli bir köprü ile birleştirildi. Sol kıyıdaki surlar Elhamra tepesinin doruğuna kadar ulaşıyor ve burada genellikle zengin evlerinin bulunduğu bir mahalleyi tamamen çevreliyordu. Zîrî sultanlarının sarayı el-Kasabatü’l-kadîme’nin üst kısmında yer alıyor ve Dârü Dîki’r-rîh (rüzgâr fırıldağı evi) adıyla tanınıyordu. Bâdîs’in vezirlerinden Müemmel, şehrin ve çevresinin güzelleşmesi için önemli faaliyetlerde bulundu; Şenîl ırmağının sağ kıyısını ağaçlandırıp kendi adını taşıyan Havru Müemmel mesiresini tanzim ettirdi. Bu mesiredeki ağaçlar XII. yüzyılda tam anlamıyla büyümüş ve birçok şaire ilham kaynağı olmuştu. Son Zîrî sultanı Abdullah’ın döneminde (1072-1090) sulama şebekesi genişletilmiş ve bahçe sayısında büyük bir artış meydana gelmiştir. Zîrîler’den günümüze ulaşan tarihî eserler şunlardır: Alcantara de Cadi, Bañuelo adıyla bilinen hamam, sonraları başka yapılara malzeme olan saray duvarlarının yıkıntıları, surların İlbîre Kapısı ile (Puerta de Elvira) Yeni Kapı (Puerta Nueva) arasında kalan kısmı.

Murâbıtlar ve Muvahhidler tarafından gerçekleştirilen imar faaliyetleri tam olarak bilinmemektedir. Gırnata Arkeoloji Müzesi’nde muhafaza edilen ve Mevrûr (Mauror) Kapısı’na ait olduğu sanılan ağaç oyma ve alçı sıva örneklerinin Murâbıtlar döneminden kaldığı tahmin edilmektedir. Bu örneklerin Nasrî sanatına öncülük ettiği anlaşılmaktadır. Muvahhidler döneminde ise vali Seyyid Ebû İbrâhim İshak tarafından Gırnata’nın hemen dışında Şenîl ırmağına yakın bir yerde Kasru Seyyid adını taşıyan bir saray yaptırıldı; daha sonra bu sarayın karşısına bir de zâviye inşa edildi. Bugün bölgede bu saraya ait kalıntıların oluşturduğu ufak tepecikleri görmek mümkündür.

Nasrîler’e kadar Gırnata, esas itibariyle müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı el-Kasabatü’l-kadîme ve Elhamra Kalesi ile kalenin bitişiğindeki Mevrûr (Rabazu’l-Mevrûr) ve yahudi mahallelerinden ibaretti; bunlara bir de İlbîre Kapısı civarında olabileceği tahmin edilen Müsta‘rib mahallesi ilâve edilebilir. Nasrîler döneminde Gırnata nüfusunda büyük bir artış meydana geldi ve yeni mahalleler kuruldu. İbn Fazlullah el-Ömerî, XIV. yüzyılda bu yeni mahallelerin dördünün ismini Rabazu’l-Beyyâzîn, Rabazu’l-Fehhârîn, Rabazu Bâbürremle ve Rabazu’n-Necd şeklinde vermektedir. 1410’da Entekīre’den (Antequera) göçenler şehrin güneyinde aynı adla yeni bir mahalle kurdular; zamanla da Beyyâzîn’in, hemen arkasında Beydâ, Bâdîs, Fahsüllevze gibi mahalleler ortaya çıktı. Gırnata’nın en önemli bölümünü ise, Nasrîler döneminin başında daha çok askerî maksatlarla kullanılan bir kaleden ibaret iken XIII ve XIV. yüzyıllarda yapılan değişikliklerle bir saltanat şehrine dönüştürülen Elhamra oluşturuyordu (geniş bilgi için bk. ELHAMRA SARAYI).

Gırnatalı müsta‘riblerin müslümanlarla birlikte yaşayıp yaşamadıkları kesin olarak bilinmemektedir. Bununla beraber bu cemaatin İlbîre Kapısı’nın hemen karşısında Murâbıtlar tarafından yıkılan çok görkemli bir kiliseye sahip oldukları dikkate alınırsa, bu kiliseye yakın bir yerde ve surların dışında kendilerine ait bir mahallenin bulunduğu söylenebilir. Gırnata’da, başlangıçtan beri bu şehre Gırnâtatülyehûd dedirtecek kadar büyük bir yahudi cemaati yaşamış, dolayısıyla da oturdukları mahalle ülkeden sürüldükleri güne kadar varlığını korumuştur. Her ne kadar Zîrîler döneminde içinde yer aldıkları siyasî entrikalar bu cemaatin 2000’den fazla mensubunun hayatına mal olduysa da şehirde yahudi varlığı devam etti. Nitekim 1491 yılında Gırnata’nın teslimi için yapılan anlaşmada Sultan Ebû Abdullah es-Sagîr müslümanlarla birlikte yahudiler için de din, can ve mal güvenliğinin sağlanacağı teminatını almıştı. Bu tarihte yahudi mahallesi şehrin merkezine yakın bir yerde bulunuyordu. İsabella ile Ferdinand daha sonra bu mahalleyi yıktırıp yerine büyük bir hastahane ve bir kilise yaptırdılar.

Nasrîler Gırnata’ya yerleştiklerinde öncelikle Zîrîler’den kalma surları yeni baştan elden geçirdiler. XIV. yüzyılda mahalleleri çevreleyen surlar inşa edildi. Gerek surların gerekse çok sayıdaki muhteşem kapısının büyük çoğunluğu XIX. yüzyılda değişik gerekçelerle yıktırılmıştır. Yine Nasrîler döneminde şehri ikiye bölen Darro nehrinin üzerinde Kantaratü’l-Ûd, el-Kantaratü’l-Cedîde, Kantaratü’l-Hammâm, Kantaratü’l-Kādî ve Kantaratü İbn Reşîk adlı köprüler vardı.

Endülüs şehirlerinin tipik bir örneği olarak Gırnata’da bir ana cadde ile bunun yanında daha dar ve dolambaçlı tâli yollar bulunuyor, bu yollara da bir kısmı çıkmaz daracık sokaklar açılıyordu. Yolların önemli bir bölümü, adlarını içinden geçtikleri mahallelerdeki mescidlerden alıyordu. Ana merkez Darro’nun sağ tarafında bir tepenin eteğindeydi ve şehrin dört bir yanından gelen yollar buradaki el-Mescidü’l-câmi’e ulaşıyordu. Kazâî konularda halka yardımcı olmak için çalışan kimselerin (şâhid) yazıhaneleriyle ıtriyat dükkânları da bu caminin çevresinde kümelenmişti. I. Yûsuf, 1349 yılında caminin yakınına dinî ilimlerin okutulduğu bir medrese inşa ettirdi. İktisadî faaliyetlerin de merkezini teşkil eden şehirde yan yana bir dizi mağaza ve çarşı bulunuyordu; bunların en meşhuru, tekstil türlerinin ve lüks eşyanın pazarlandığı on kapılı Kayseriye Çarşısı idi. XIX. yüzyıla kadar sağlam kalan bu çarşı, 1843’te vuku bulan bir yangından büyük zarar görmüş ve ertesi yıl tamir edilmişse de yapılan değişiklikler sebebiyle küçülerek eski ihtişamını kaybetmiştir. Darro’nun sol tarafında da Kayseriye Çarşısı ile aynı hizada ticarî borsa, emanet deposu ve otel hizmetlerini bir arada sunan bir han bulunuyor ve bu iki ticaret merkezi arasında bir köprü yer alıyordu. XIV. yüzyılda inşa edilen ve XVIII. yüzyıldan itibaren kömür deposu olarak kullanılan bu han halen faal durumdadır. V. Muhammed tarafından, dikdörtgen şeklindeki avlusunun ortasında büyük bir havuzun ve etrafında çift katlı revakların yer aldığı büyük bir bîmâristan yaptırıldı; bu hastahane günümüzde orijinal şekline uygun olarak restore edilmektedir. Gırnata evleri, zenginlere ait konaklar hariç nisbeten mütevazi yapılardı. Bu evlerin J. Münzer’in kuş yuvalarına benzettiği küçük odaları vardı ve dış cepheleri pek bakımlı görünmemekle birlikte içleri son derece temizdi.

Surların dışında sekiz adet kabristan bulunuyordu; fakat Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella 1501 yılından itibaren buralara ölü gömülmesini yasakladılar. Bu tarihten sonra, birçoğu özenle hazırlanmış sanat değeri yüksek kabir taşlarının büyük bir kısmı yeni kilise ve manastırların inşasında ve şehir surlarının tamirinde kullanıldı, bir kısmı da zamanla toprak altında kaldı. Bugün bu taşlardan bazıları müzelere nakledilerek koruma altına alınmıştır. Kabristanlardan başka surların dışında “musallâ” veya “şerîa” denilen bayram ve cenaze namazlarının kılındığı namazgâhlar bulunuyor ve bunlar genişçe bir çimenin üzerine yerleştirilen bir mihrapla yanındaki minber vazifesi gören taş basamaklardan


meydana geliyordu. İbnü’l-Hatîb, XII. yüzyılda el-Kasabatü’l-kadîme’nin doğusundaki tepenin üzerinde yer alan musallâlardan birinin adını Musallâtü Saîd olarak vermektedir. Yine surların dışında en meşhurlarını Havru Müemmel’in oluşturduğu mesire yerleri vardı.

Gırnata’nın Nasrîler döneminde öne çıkan özelliklerinden biri de şehrin her taraftan bahçeler ve çiftliklerle kuşatılmış olmasıydı. İbnü’l-Hatîb’in ifadesine göre sayıları 100’ü geçen bu bahçe ve çiftlikler şehrin etrafını âdeta bir gerdanlık gibi çevrelemişti. Ancak 1492 sonrasında yaşanan göç ve sürgünler neticesinde buralar birer viraneye döndü. Buna rağmen şehir yabancı seyyahların beğenisini kazanmaya devam etti. Meselâ İtalyan asıllı hümanist yazar Pedro Martir, XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde Venedik, Roma ve Floransa ile karşılaştırdığı Gırnata’yı, gerek iklimi ve akar sularının bolluğu gerekse topraklarının verimliliği, çiftliklerinin çokluğu ve zenginliği açısından bu şehirlerden daha üstün bulmakta ve şehri tabii zenginliklerin temaşa edildiği bir açık hava müzesine benzetmektedir.

Nüfus ve İçtimaî Hayat. Gırnata’nın nüfusu konusunda ancak Nasrîler dönemiyle ilgili olarak bazı tahminî rakamlar vermek mümkündür. 1311’de Roma’da Papa V. Clement’i ziyaret eden Aragon heyeti şehirde 200.000 kişinin yaşadığını bildirmiştir. Ancak bu rakam oldukça abartılı görünmektedir; çünkü yapılan araştırmalar, XIV. yüzyılda Gırnata’nın 170 hektarlık bir alana yayıldığını ve yaklaşık 50.000 kişilik bir nüfusu barındırdığını göstermektedir. Nasrîler’in hakimiyetindeki İslâm şehirleri hıristiyanlarca işgal edildikçe buralarda yaşayan halkın büyük çoğunluğu Gırnata’ya göç etmiş ve bu şekilde şehrin nüfusu muhtemelen 100.000’in üzerine çıkmıştır. Bu nüfusuyla XIV ve XV. yüzyıllarda İspanya’nın en kalabalık şehri olan Gırnata Avrupa’nın da en kalabalık birkaç şehrinden biriydi.

Gırnata’da yaşayan bazı aristokrat Arap aileleri, kabilelerine bağlılıklarını büyük bir gururla muhafaza ediyorlardı. Bunlar arasında Kaysî, Hazrecî, Kahtânî, Ensârî, Cüzâmî, Gassânî ve Ezdî nisbelerini kullananlar çoğunluktaydı. Ancak özellikle XV. yüzyılda gerek aristokrat aileler gerekse halk arasında Endülüs’e ait aile, sülâle ya da şehirlere nisbetle anılmak daha yaygın bir gelenek haline geldi.

Şehir halkı esas itibariyle “hâssa” ve “âmme” şeklinde iki zümreden teşekkül etmekteydi. Asker ve sivil idarecilerle nüfuzlu aileler hâssayı, geri kalanlar da âmmeyi oluşturmaktaydı. Bu tasnife bir de statüleri kalıcı olmayan harp esirlerini katmak mümkündür. Bu zümreden çok sayıda kimse hürriyetlerine kavuşmalarının ve İslâm’ı benimsemelerinin ardından toplumun diğer kesimlerinin gıpta ettiği görevler üstlenmişlerdir. XIII. yüzyıla kadar Endülüs’ün diğer şehirlerinde olduğu gibi Gırnata’da da daha çok hâssanın konuştuğu fasih Arapça, âmmenin konuştuğu Arapça-Berberi lehçeleri-Latince karışımı melez dil ve yerli halkın dili olan Latince konuşulmaktaydı (geniş bilgi için bk. ENDÜLÜS). XIII. yüzyıldan itibaren İslâm kültürünü daha iyi muhafaza etmek maksadıyla Nasrî yöneticileri fasih Arapça’yı hâkim kılmak için gayret gösterdiler. Bunun sonucunda halkın neredeyse tamamı bu dili rahatça anlar ve konuşur hale geldi.

Gırnata erkeklerinde sarık kullanımı yaygın değildi; bunu genellikle ulemâ ve yaşlılar kullanırdı. Kadınlar ziynete çok düşkündü. J. Münzer’in verdiği 1494 yılına ait bilgilere göre kadınlar iç elbisesi olarak ketenden yapılmış bir gömlekle bir şalvar (tumman), bunların üzerine de ekonomik seviyelerine göre yün veya ipek bir entari giyerler, sokağa çıkarken de gözleri dışında bütün vücudu kaplayan keten, pamuk yahut ipek bir örtü örtünürlerdi. Matem rengi siyah değil beyazdı. Yine yabancı seyyahların ifadelerine göre Gırnatalılar gerek elbiselerinin gerekse ev eşyalarının temiz olmasına çok dikkat ederlerdi.

Gırnata’da ramazan ve kurban bayramlarından başka mevlid ve aşure günleri de birer bayram gibi kutlanırdı. Bu kutlamalar camiler, zâviyeler ve ribâtlarla birlikte Elhamra Sarayı’nda da gerçekleştirilirdi. Saraydaki kutlamalar sırasında önce namaz kılınır, Kur’an okunur, ardından şairler günün anlamına uygun şiirler söyler, “şebbâbe” adı verilen ney benzeri mûsiki aletleri eşliğinde müveşşahlar okunur, zikir halkaları kurulur ve en sonunda da yemek yenilirdi. Gırnatalılar’ın bir de “îdü’l-asîr” dedikleri bağ bozumu bayramları vardı.

Sürekli dış tehdit ve tehlikelere mâruz kaldıkları için Gırnatalılar askerî eğitime büyük önem veriyorlardı. İbnü’l-Hatîb, okul yaşına gelmiş çocuklara Kur’ân-ı Kerîm yanında silâh kullanma hünerlerinin ve savaş taktiklerinin de öğretildiğini bildirmektedir. Ayrıca şehrin bazı meydanlarında halk sürekli askerî eğitimden geçirilir ve bu arada çeşitli savaş oyunları gösterileri yapılırdı.

Nasrîler dönemine ait bilgiler, Gırnata’da gerek ürün türü gerekse verim açısından çok zengin bir tarım hayatının bulunduğunu göstermektedir. Şehir arazisinin önemli bir bölümü hânedana aitti ve “müstahlas” adıyla anılırdı. İçinde mescidler, küçük hisarlar ve değirmenlerin bulunduğu bu arazileri çiftçiler işletir ve karşılığında mahsulün bir bölümünü alırlardı. Gırnata’ya bağlı 600 köyde ipek böcekçiliği yapılıyor, elde edilen ipeğin büyük bir kısmı şehir halkı tarafından tüketiliyordu. Itriyatçılar el-Mescidü’l-câmi’in etrafında, giyim eşyası satanlar ise çarşılarda toplanmışlardı. Her mahallede halkın un, et, balık, süt, tereyağı, peynir, zeytin gibi gıda ihtiyacını karşılamaya yönelik dükkânlar vardı; ayrıca seyyar satıcılar bulunuyor, haftada bir defa da pazarlar kuruluyordu.

îlim ve Fikir Hayatı. Gırnata’da ilim ve fikir hayatının gelişmeye başlaması, şehirleşme süreciyle paralel olarak Zîrîler dönemine rastlar. Zira bu dönemde Gırnata’nın yıldızının parlamasıyla İlbîre eski önemini yitirdi ve bu şehirdeki ilmî faaliyetler çok geçmeden Gırnata’ya taşındı. Bununla beraber Gırnata’nın, mülûkü’t-tavâif dönemi Endülüs’ünün Kurtuba, İşbîliye, Tuleytula, Sarakusta, Dâniye, Belensiye gibi şehirleriyle mukayese edildiğinde ilim ve fikir hayatı açısından daha geride olduğu görülmektedir. Bunda, şehirdeki birikimin yetersizliği kadar Zîrîler’in bedevîlikten henüz tam anlamıyla sıyrılamamış, dolayısıyla da bu tür faaliyetleri gerektiği kadar himaye edememiş olmalarının önemli payı vardır. Bu dönemde büyük camiler birer medrese görevi de üstlendiler. Mâlikî mezhebi fikrî hayat ve halk üzerinde güçlü bir hâkimiyet kurmuştu. Meselâ fakih Ebû İshak el-İlbîrî’nin bir şiiri, 459’da (1066) halkın galeyana gelmesi ve devleti uzun süredir fiilen idare eden yahudilerin iktidardan düşürülmesi için yeterli olmuştu.

Zîrîler dönemi. Gırnata yahudileri için kültürel faaliyet açısından bir altın çağ teşkil eder. Hem Habbûs’a hem Bâdîs’e başvezirlik yapan Samuel b. Nağrîle (İsmâil b. Nağrîle), Gırnata yahudilerinin ve şehirdeki Talmud okulunun reisi olması yanında Talmud âlimi, İbrânîce uzmanı ve şairdi. Arapça’yı ve İslâm ilâhiyatını da çok iyi biliyordu. Gerek kendisi


gerekse kendinden sonra başvezir olan oğlu Joseph (Yûsuf), dönemlerinde yahudi kültürünün gelişip serpilmesi için gayret gösteren âlimlere büyük destek verdiler. Aynı dönemde Gırnata dışındaki yahudi kültür merkezleriyle temaslar kuruldu. Bu çabalar sonucunda Gırnata dinî şiirleriyle şöhret bulan Moses ben Ezra, Solomon ben Joseph, Judah ben Tibbon, Saadia ben Maimon, İsaac Hamon, Abraham ben İsaac gibi şairlerin ve Kitâb-ı Mukaddes’in bâtınî tefsiri üzerinde çalışan bilginlerin yetişmesine beşiklik etti.

Murâbıtlar ve Muvahhidler idaresindeki Gırnata’da bir önceki döneme oranla ilmî faaliyetlerde dikkate değer bir gelişme görülür. İbn Atıyye el-Endelüsî (ö. 541/1147), Muhammed b. Ebû Hâlid el-İlbîrî (ö. 602/1206), İbn Semcûn (ö. 608/1211) gibi Mâlikî fıkhını iyi bilen şahsiyetler yetişti. Gırnata, özellikle kıraat ve Arap dili sahalarında Endülüs’ün diğer ilim merkezleriyle yarışır hale geldi ve bu durum ilim tâlipleri için şehri bir cazibe merkezi konumuna getirdi. Meselâ dönemin ünlü âlimlerinden Muhammed b. Ca‘fer el-Belensî el-Ümevî (ö. 586/1190), Lebleli (Niebla) Sâbit b. Muhammed el-Kilaî (ö. 628/1230) ve hemşehrisi ünlü seyyah İbn Cübeyr (ö. 614/1217), Kur’an ve Arapça öğrenmek için bir süre Gırnata’da kalmışlardır. Diğer taraftan bu dönemde ilmî faaliyetlerdeki çeşitlilik de artmıştır. Şehirdeki büyük camilerde fıkıh, kıraat ve Arapça’nın yanı sıra hadis, tefsir gibi diğer ilimler de okutuluyordu. İbn Semcûn, Kilaî, Abdülvâhid b. İbrâhim el-Gāfikī (ö. 619/1222) fıkıhta olduğu kadar hadiste de söz sahibi idiler. Endülüs’ün başka şehirlerine mensup birçok âlim Gırnata’ya yerleşmiş, kadı, kâtip veya müderris olarak hizmet vermiştir. Meselâ Sebteli fakih İyâz b. Mûsâ’nın (ö. 544/1149), İşbîliyeli Ebü’l-Velîd İbnü’d-Debbâğ’ın (ö. 546/1151), fakih İbn Zerkūn’un (ö. 586/1190) kadılık, ünlü filozof İbn Tufeyl’in ise kâtiplik yaptığı bilinmektedir. Buna karşılık bir süre Kurtuba Ulucamii’nin imam-hatipliğini deruhte eden İbn Semcûn gibi Gırnata’da yetişip başka merkezlerde görev yapan kimseler de çıkmıştır. Bu arada Abdullah b. Muhammed ed-Darîr (ö. 571/1175) matematikte ve Ahmed b. Dâvûd el-Cüzâmî de (ö. 598/1201) tıpta meşhur olmuşlardır. Mürsiye’nin hıristiyanların eline geçmesinin ardından bir süre Aragon Kralı I. Jacques’ın himayesinde çalışan tabip, matematikçi ve astronom Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed el-Mürsî (ö. VII/XIII. yüzyıl sonu) daha sonra Gırnata’ya göç etmiş ve burada çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir. Gırnata doğumlu olan ünlü seyyah ve coğrafyacı Ebû Hâmid el-Gırnâtî ile (ö. 565/1169) büyük edip ve seyyah İbn Saîd el-Mağribî de (ö. 685/1286) çalışmalarıyla yalnız Endülüs’e değil bütün İslâm âlemine mal olmuşlardır.

Nasrîler Gırnata’daki ilmî ve kültürel faaliyetleri önemli ölçüde desteklediler. Esasen Nasrî sultanlarının çoğu bizzat ilimle ilgilenmiş kimselerdi. Sultanların ilim severliği diğer idarecileri de etkilemiş, devlet görevlerine bilgili, kültürlü şahsiyetler tayin edilmiştir. Yaşadıkları dönemin en meşhur âlim, edip ve bilge kişileri olarak bilinen İbnü’l-Hakîm er-Rundî (ö. 708/1308), İbnü’l-Ceyyâb (ö. 749/1348), Lisânüddin İbnü’l-Hatîb (ö. 776/1374), İbn Zemrek (ö. 798/1395) bunlardan bazılarıdır. Fikrî hayat üzerinde Mâlikîliğin tesiri önceki dönemlerde olduğu gibi bu dönemde de devam etti. İbnü’l-Hatîb, bundan dolayı Gırnata’da farklı mezhep ve düşünce akımlarının tutunma imkânı bulamadığını ifade etmektedir. Ancak bu dönemde Mâlikîlik de yeni ihtiyaçlar karşısında çözüm üretme esnekliğini gösterebilmiştir.

Nasrîler devrinde önceki dönemlerden farklı olarak tasavvufî düşünce ve hayat Gırnata’ya iyice nüfuz etmiş ve şehrin değişik yerlerinde çok sayıda zâviye yapılmıştır. Esas itibariyle esnaf arasından çıkan mutasavvıf mürşidlerin bir kısmı Gırnatalı olmayıp Semerkant, Tebriz, Horasan ve Konya gibi Doğu İslâm dünyasından gelerek buraya yerleşen kimselerdi. Halk geceleri bu mürşidlerin bulunduğu zâviyelerde toplanır, birlikte Kur’an okunur, büyük mutasavvıfların şiirleri ilâhi şeklinde söylenir, dinî ve ahlâkî sohbetler yapılırdı. I. Yûsuf’un 750 (1349) yılında büyük bir medrese inşa ettirmesine kadar dinî ilimler camilerde okutuluyordu. Bu medresede Gırnatalı âlimlerin yanında Mağribliler de öğretim faaliyetlerine katılmışlardır.

Gırnata’nın hıristiyanların eline geçmesinden sonra çok sayıda âlimin Mağrib’e göç etmesi sebebiyle şehirde kalan müslümanların ilmî seviyesinde büyük bir gerileme yaşandı. Bu arada hıristiyanlaştırma faaliyetleri çerçevesinde Arapça’nın yasaklanması ve bu dilde yazılmış eserlerin toplanıp imha edilmesi Gırnata müslümanlarını daha zor duruma düşürdü. Bu şartlar altında müslümanlar, imanlarını muhafaza etmek ve geçmişleriyle olan ilişkilerini sürdürebilmek için çocuklarına gizlice öğrettikleri Aljamia alfabesiyle daha ziyade dinî bağlılık ve heyecanı sağlam tutmaya yönelik menkıbe ve yarı efsanevî türden çok sayıda küçük hacimli eser meydana getirdiler (bk. ALJAMİA).

Günümüz Granada’sında İslâm. İspanyol hâkimiyetine geçtikten sonra ismi Granada şekline dönüştürülen şehir günümüzde aynı adı taşıyan vilâyetin merkezidir. Şehirde tarım ürünleri ticareti canlıdır; sabun, kâğıt, kaba keten ve yünlü kumaş üretimi önem taşır. Nüfusu 1991 yılında 254.000 kişi idi. En uzun süre müslüman hâkimiyetinde kalmasından dolayı sahip bulunduğu birçok İslâmî âbide, Granada’yı İspanya’nın en çok turist çeken merkezlerinden biri haline getirmiştir. İslâmî döneme ait eserlerin başlıcaları Elhamra Sarayı, Generalife (Cennetü’l-arîf), daracık sokaklarıyla Albaicín (Beyyâzîn) semti, bir kısmı hâlâ ayakta kalan surlar, Bañuelo (hamam), Madrasa (Medrese), Alcaicería (Kayseriye), Maristan (hastahane), Alfondega


(el-Funduk = han) gibi tarihî binalarla Arkeoloji Müzesi’nde muhafaza edilen tezyinat örneklerinden ve küçük buluntulardan oluşur. Bibramla (Bâbürremle), Aben Humeya (İbn Ümeyye), Abu İshaq (Ebû Ishak), Aixa (Âişe). Albaida (Beydâ), Almanzora (Mansûr), Alamar (el-Ahmer), Andaluces (el-Endelüsî), Guadalahara (Vâdilhicâre), Boabdil (Ebû Abdullah), Fatima (Fâtıma), İsmail, Nuria (Nûriye) gibi yer ve kişi adları da şehrin İslâmî geçmişine olan bağlılığını devam ettirmektedir. Bunların dışında, halen Granada’da sayısı 2000’in üzerinde olan bir müslüman cemaati yaşamaktadır. Bu cemaatin büyük çoğunluğunu Pakistan, Hindistan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki İslâm ülkelerinden gelip şehre yerleşen kimseler teşkil eder; geri kalanlar ise ya İslâmî geçmişlerini keşfetmeleri sonucu veya diğer ülkelerden gelen müslümanların gayretleriyle İslâm’a girmiş yerli mühtedilerdir.

Granada müslümanlarının bugün çatısı altında toplandıkları kuruluşlardan başlıcası Communidad lslámica de al-Andalus (Endülüs İslâm Cemaati) adını taşımakta ve Albaicín semtinde dinî ilimlerin ve Arapça’nın öğretildiği bir medreseye, bir mescide ve kendi mensuplarının defnedildiği bir kabristana sahip bulunmaktadır. País Islámico adlı bir de aylık dergi çıkaran derneğin uzak hedefi Endülüs’ün ihyasıdır. Merkezi Madrid’de bulunan İspanya el-Centro Islámico (İslâm Merkezi), Granadalı müslüman çocuklarının eğitimi için Colegio hispano-musulman Averroes (İbn Rüşd İspanyol Müslüman Koleji) adlı bir ilkokul açmıştır. Müslüman cemiyetlerinin dışında bugün Granada’da İslâm ve Arap araştırmalarına yönelik iki de ilmî kuruluş bulunmaktadır. Bunlardan biri, Granada Üniversitesi bünyesinde yer alan ve Endülüs, özellikle Granada tarihiyle ilgili önemli çalışmalar yapan Arap-İslâm Araştırmaları Bölümü, diğeri Albaicín semtinde XV. yüzyıldan kalma Casa de Capiz adlı konakta faaliyet gösteren Escuela de Estudios Árabes’tır (Arap Araştırmaları Enstitüsü).

BİBLİYOGRAFYA:

Robert Hillenbrand, “Granada”, Dictionary of the Middle Ages, New York 1989, V, 651-653; İbn Hayyân, el-Muķtebes (nşr. P. Chalmeta-F. Corriente-M. Subh), Madrid 1979, s. 67-68, 93; Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân, Beyrut 1979, IV, 195; İbnü’l-Hatîb, el-İĥâŧa, I-IV; a.mlf., el-Lemĥatü’l-bedriyye fi’d-devleti’n-Naśriyye, Beyrut 1400/1980; İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlik (nşr. Gaudefroy-Demombynes), Paris 1927, s. 223-246; Himyerî, er-Ravżü’l-miǾŧâr (nşr. E. Lévi-Provençal), Kahire, ts., s. 23-24, 29-30; Ahmed b. el-Mehdî el-Gazzâl, Netîce-tü’l-ictihâd fi’l-mühâdene ve’l-cihâd (nşr. İsmâil el-Arabî), Beyrut 1980, s. 194 vd.; Źikru bilâdi’l-Endelüs (nşr. Luis Molina), Madrid 1983, s. 10, 14, 69, 155; Âħiru eyyâmi Ġırnâŧa (nşr. M. Rıdvân ed-Dâye), Dımaşk 1984; Veŝâǿiķ ǾArabiyye Ġırnâŧiyye (nşr. Luis Seco de Lucena), Madrid 1961; M. Abdullah İnân, ǾAśrü’l-Murâbıŧîn ve’l-Muvaĥĥidîn fi’l-Maġrib ve’l-Endelüs, Kahire 1964, III/2, s. 645 vd.; a.mlf., Nihâyetü’l-Endelüs, Kahire 1966, s. 22 vd.; a.mlf., Düvelü’ŧ-ŧavâǿif, Kahire 1969, s. 120-146; Abdülkādir Zimâme, Ebü’l-Velîd İbnü’l-Aĥmer, Dârülbeyzâ 1399/1979, s. 19 vd.; a.mlf., “Benü’l-Aĥmer fî Ġırnâŧa”, el-Baĥŝü’l-Ǿilmî, sy. 26, Rabat 1976, s. 101-110; Âdil Saîd Biştâvî, el-Endelüsiyyûne’l-mevârike, Kahire 1983, s. 66-109; Hüseyin Mûnis, Riĥletü’l-Endelüs, Cidde 1985, s. 137-205; Seyyid Abdülazîz Sâlim. Fî Târîħ ve ĥađâreti’l İslâm fi’l-Endelüs, İskenderiye 1985, s. 135-141; Leopoldo Torres Balbas, Ciudades Hispano-Musulmanes, Madrid 1985, s. 155-165; a.mlf., “Esquema demográfico de la ciudad de Granada”, al-Andalus, XXI/1, Madrid 1956, s. 131-146; J. Vallvé, La División territorial de la España musulmana, Madrid 1986, s. 164-273; E. Lévi-Provençal, España Musulmana, Madrid 1987, IV, 219 vd.; a.mlf., “Nasrîler”, İA, IX, 114-118; a.mlf.-G. Marçais, “Zîrîler”, a.e., XIII, 575-577; Cemaleddin Sürûr, Devletü Benî Ķalâvûn fî Mıśr, Kahire, ts. (Dârü’l-Fikri’l-Arabî), s. 147 vd.; Bessâm el-Aselî, el-Eyyâmü’l-hâsime fi’l-ĥurübi’ś-śalîbiyye, Beyrut 1407/1987, s. 201-232; W. Irving, Süķūtü Ġırnâŧa âħirü’l-memâliki’l-İslâmiyye bi’l-Endelüs (trc. İsmâil el-Arabî), Cezayir 1988; Ahmed Abdurrahman es-Semâvî, Riĥle ile’l-firdevsi’l-mefķūd: Rihletü’l-Endelüs, Beyrut 1988, s. 104-157; Miguel Ángel Ladero Quesada, Granada, Madrid 1989; María Soledad Carrasco Urgoiti, El Moro de Granada En La Literatura, Granada 1989; David Gonzelo Maeso, Garnâta Al-Yahûd, Granada 1990; R. Arié, El Reino nasrí de Granada, Madrid 1992; Receb M. Abdülhalîm, el-ǾAlâķāt beyne’l-Endelüsi’l-İslâmiyye ve İsbânyâ en-Naśrâniyye fî Ǿaśri Benî Ümeyye ve mülûki’ŧ-ŧ avâǿif Kahire, ts. (Dârü’l-Kütübi’l-İslâmiyye), s. 363-368; Luis Seco de Lucena, “De Toponimia Granadina sobre el viaje de Ibn Battûta al Reino de Granada”, al-Andalus, XVI, Madrid 1951, s. 49-85; M. Tevfîk Belba‘, “Ġırnâŧa ve Ķaśrü’l-ĥamrâǿ”, Mecelletü’t-Târîħiyyeti’l-Mıśriyye, XVI, Kahire 1969, s. 67-99; Ahmed Muhtâr el-Abbâdî, “el-AǾyâd fî memleketi Ġırnâŧa”, Mecelletü MaǾhedi’d-dirâsâti’l-İslâmiyye bi-Madrid, XV, Madrid 1970, s. 133-149; Abdurrahman Zekî, “Ġırnâŧa zînetü’d-dünyâ”, el-Faysal, XI, Riyad 1978, s. 35-53; Ahmed M. et-Tûhî, “Ġırnâŧa el-İslâmiyye fî nažari’r-raĥĥâleti’l-ecânib”, Evraķ, IV, Madrid 1981, s. 141-145; Wilhelm Hoenerbach, “Was Bleibt uns vom Arabischen Granada?”, WI, XXIII-XXIV (1984), s. 388-423; Jacinto Bosch Vilá, “The Muslims of Portugal and Spain”, JIMMA, VII/1 (1986), s. 69-83; Cum‘a Şeyha, “Śadâ süķūti Ġırnâŧa fi’ş-şiǾri’l-Endelüsî”, Mecelletü Dirâsât Endelüsiyye, özel sayı, Tunus 1992, s. 596-610; C. F. Seybold, “Gırnata”, İA, IV, 779-781; A. Huici Miranda. “Җћarnāŧa”, El2 (İng.), II, 1012-1014; J. F. P. Hopkins, “Ilbīra”, a.e., III, 1110; M. K., “Granada”, JE, VI, 80.

Mehmet Özdemir