GŪL

الغول

Câhiliye Arapları’nda efsanevî bazı varlıklara verilen ad.

Sözlükte, “bir kimseyi bilemeyeceği yönden ansızın yakalamak, helâk etmek” anlamına gelen gavl kökünden türemiş bir isim olup “insanı şaşkınlıkla yakalayıp helâk eden şey” demektir (çoğulu ağvâl ve gīlân).

Câhiliye Arapları’nın folklorundan söz eden kaynakların tasvirlerine göre gūl her renge ve şekle girebilen, ıssız çöllerde insanı şaşırtıp öldüren çirkin görünümlü bir yaratıktır. Geceleyin yalnız dolaşan insanlara değişik biçimlerde görünür ve onları aldatıp yok eder. Sadece ayakları değişmez ve eşek toynağına benzeyen ayaklarından tanınır. Kılıçla vurulan ilk darbede ölür, ikinci bir darbe vurulursa yeniden canlanır. Câhiliye inanışına göre gūllerin aslı, göklerden gizlice haber almaya çalışan veya insanlara güzel kadınlar şeklinde görünen, onlarla evlenen cinlere (sil‘ât) dayanmaktadır. Bu tür cinleri parlak bir ışık (şihâb) kovalar ve neticede bir kısmı yanıp ölür, bir kısmı da denize ve karaya düşer. Denize düşenler timsah, karaya düşenler de gūl olur (Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, s. 391). Câhiz, gūlün Câhiliye devri Arap şiirine konu teşkil ettiğini nakleder (Kitâbü’l-Ĥayevân, VI, 53). Hz. Peygamber’i öven şairlerden Kâ‘b b. Züheyr de Ķaśîdetü’l-bürde’sinde gūlün değişik renklere girişine temas eder (s. 29).

Kur’ân-ı Kerîm’de şeytanların ve cinlerin varlığından açıkça söz edilmesine rağmen gūlden bahsedilmemekte, sadece cennet şarabının aklî dengeyi bozmayan bir nitelikte olduğu belirtilirken “gavl” kelimesi kullanılmaktadır (es-Sâffât 37/47); bunun ise Câhiliye inanışlarına konu olan gūl ile ilgisi yoktur.

Hadis literatüründe gūle yer veren rivayetlerin bir kısmında böyle bir varlığın bulunmadığı belirtilirken bir kısmında, gūlün evlere yaklaşmaması için besmele çekilmesi ve Âyetü’l-kürsî okunması, şerrinden korunmak için de ezan okunması tavsiye edilmiştir (Müsned, III, 305; Müslim, “Selâm”, 109; Tirmizî, “Feżaǿi-lü’l-Ķurǿân”, 3). Birbiriyle çelişen bu hadislerin yorumu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ebû İshak el-İsferâyînî ve Zemahşerî başta olmak üzere âlimlerin çoğunluğu, birinci gruptaki hadisleri dikkate alarak gūl diye bir varlığın bulunmadığını, bunun Câhiliye Araplarının asılsız inançlarına dayandığını belirtmişlerdir. İki grup hadis arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmaya çalışan hadis âlimleri ise gūlün varlığına işaret eden ikinci grup hadisleri esas alarak onun mevcudiyetini kabul etmişler ve birinci gruptaki hadislerde, gūlün her şekle girip insanları yok edebilen bir yaratık olduğu tarzındaki inanışın asılsızlığına dikkat çekildiğini söylemişlerdir.

Câhiliye dönemi inançları arasında yer alan, kuş ve benzeri hayvanların uğursuzluğuna, mikropsuz hastalıkların sirayetine, insan karnında açlık hissini doğuran yılan gibi bir canlının mevcudiyetine ve gūl türünden öldürücü hayaletlerin varlığına dair telakkilerin bâtıl olduğunu kesin bir dille ifade eden birçok hadis vardır (meselâ bk. Buhârî, “Ŧıb”, 19, 43-45, 54; Müslim, “Selâm”, 102-116; Ebû Dâvûd, “Ŧıb”, 24; krş. Muhammed es-Saîd b. Besyûnî, VII, 267-272). Buna karşılık, Câhiliye inançlarının kalıntısı olarak bir hayaletin görülmesi durumunda da besmele çekmek ve ezan okumak gibi müslümanların mâneviyatını güçlendiren uygulamalar tavsiye edilmiştir. Konuyla ilgili rivayetlerde bu tür vesveselerin cinlerden ve şeytandan gelebileceğine işaret edilmiştir. Bu husus da gūlün ontik bir nitelik taşımadığını göstermektedir.

Eski Arap ve İran masallarına konu teşkil eden gūl efsanesi Anadolu-Türk folkloruna cadı, umacı, dev anası, gulyabani, karakoncolos gibi adlarla geçmiş, Batı folklorunda da “ne insan ne hayvan olan, kadavra ve çocuk yiyerek beslenen” niteliklerle yer almıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “ġvl” md.; Wensinck, el-MuǾcem, “ġūl”, “ġīlân” md.leri; Müsned, III, 305, 312; Buhârî, “Ŧıb”, 19, 43-45, 54; Müslim, “Selâm”, 102-116; Ebû Dâvûd, “Ŧıb”, 24; Tirmizî, “Feżaǿi-lü’l-Ķurǿân”, 3; Kâ‘b b. Züheyr, Ķaśîdetü bânet SüǾâd, Beyrut 1406/1986, s. 29; Câhiz, Kitâbül-Ĥayevân, VI, 53, 165, 171, 195, 248, 255; Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire), III, 340; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, III, 396; Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, ǾAcâǿibül-maħlûķāt (nşr. Fârûk Sa’d), Beyrut 1978, s. 391; Bedreddin eş-Şiblî, Aĥkâmü’l-cân (nşr. Seyyid el-Cemîlî), Beyrut, ts. (Dâru İbn Zeydûn), s. 36; Demîrî, Ĥayâtü’l-ĥayevân, II, 130-134; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, VI, 728-730; Muhammed b. Hişâm el-Ensârî, Şerĥu Ķaśîdeti KâǾb b. Züheyr (nşr. Mahmûd Hasan Ebû Nâci), Dımaşk 1401/1984, s. 135; Muhammed es-Saîd b. Besyûnî, MevsûǾatü eŧrâfi’l-ĥadîŝi’n-nebeviyyi’ş-şerîf, Beyrut 1410/1989, VII, 267-272; “Gul”, TA, XVIII, 112; D. B. Macdonald-[Ch. Pellat], “Җћūl”, El2 (İng.), II, 1078-1079; Th. Nöldeke, “Arabs (Ancient)”, ERE, I, 669-671.

İlyas Çelebi