GÜNAH

İlâhî emir ve yasaklara aykırı fiil ve davranışları ifade eden bir terim.

Farsça bir kelime olan ve sözlükte “suç” anlamına gelen günâh, dinî bir kavram olduğu için kutsal ve tabiat üstü varlık alanlarıyla bağlantılıdır. Kutsallığına inanılan tabiat üstü varlık veya varlıklar din müessesesinin temel unsurları arasında bulunduğundan bütün dinlerde günah kavramı mevcuttur. Kutsalın söz konusu olduğu her yerde kutsalla ilgili emir ve yasaklar manzumesinin bulunması da tabiidir. Günah, bu emirlerin yerine getirilmemesi veya yasakların çiğnenmesiyle ortaya çıkan ve dinî, ahlâkî ve vicdanî açıdan sorumluluk gerektiren bir olgudur. Beşerî kanun ve kuralların çiğnenmesi suç olarak adlandırılırken dinî alandaki hata ve aşırılıklar günah olarak nitelendirilmektedir. Dinle bağlantılı olan günah kavramının muhtevası, hem dinlerdeki ulûhiyyet kavramına hem de insanların bu ulûhiyyetle münasebetlerine göre dinden dine değişebilmektedir (EUn., XII, 661).

Büyüye dayanan ilkel kavimlerde günah “büyü usul ve erkânına saygı göstermemek” veya “cemaatin düzenine karşı kusur işlemek” ya da “tabunun çiğnenmesi” şeklinde anlaşılıyor, böylece sihir ve onun etrafında gelişen kült günahın objesini oluşturuyordu. Bu tür topluluklarda günahın toplumun diğer fertlerini etkilediği kabul edildiğinden derhal dinî bir merasimle giderilmesi gerekiyordu.

Dinin kaynağını ve otoritesini tabiat üstü ruhî güçlerde bulan zihniyette günah, üstün dünyanın güçlerine karşı işlenmiş hata anlamına gelmektedir. Kültürel kaynaklarını efsanevî olgular ve kahramanların oluşturduğu bu toplumlarda zamanın periyodik olarak tekrarı telakkisine bağlı olarak günahtan arınma törenleri yapılmaktadır. Politeist dinlerde ise günah, birçok tanrıya karşı işlenmiş bir saygısızlık ve dinî törenin ihlâlinden ibarettir. Bu tür inançlarda günahın silinmesi için dinî bir kefâret talep edilir (Kılıç, s. 75-77).

Eski Ön Asya’da günah kavramı, Sumer ve Asur-Bâbil kültürlerinde oldukça ciddi bir şekilde işlenmiştir. Hem Sumerler’de hem de Bâbil ve Asurlular’da günahın tanrılara karşı yapılan hatalardan oluştuğuna inanılmakta, türü ne olursa olsun şeytanî ve kötü güçlerin


insana musallat oluşuyla ilgili kabul edilmektedir. Bu kültlerde sosyal suçlar bile ilâhî güçlere isyan duygusuyla pekiştirilmiştir. Sumerce’de günah için kullanılan iki kelime vardır. Bunlardan ag-gig daha çok “bir kutsalı çiğnemek”, sebida ise daha geniş anlamda “ilâhî olan bir şeyi ihlâl etmek” anlamına gelmektedir. Sumerler’de ag-gig veya sebidanın cezaî müeyyidesi daha çok dinî kefâret törenleriyle ilişkilidir. Aslî günah fikrinin bulunmadığı Sumerler’de insanın potansiyel günahkârlığına ve bu potansiyel günahın nesilden nesile geçtiğine inanılır (ER, XIII, 327). Bâbil-Asur kanunlarında bütün suçlar dinî günah sayılmakla birlikte sırf dinî suçlar, dünyevî cezalandırmanın yanında dinî bir kefâreti de gerektirmektedir. Dinî suçlar tanrılara hakaret, onlarla ilgili olan şeyleri yapmamak ve tapınmaya dair hatalardan oluşmaktadır. Hırsızlık, zina gibi doğrudan ilâhlarla ilişkisi olmayan suçlar da tanrıların emirlerine uyulmaması sebebiyle bu kapsama dahildir. Günahın ve cezasının nesilden nesile geçtiği inancı dolayısıyla Asur-Bâbil kültüründe günahın toplumsal yönü oldukça önemlidir. Bu sebepledir ki günah işleyen kişi arınıncaya ve bedelini ödeyinceye kadar toplumdan tecrit edilir (ERE, II, 531-532; a.e, V, 637-640).

Bütün Sâmî dillerde dünyevî suçlar an-nu (arnu) adını alırken günah için fiil olarak hata, isim olarak da hittu (hitutu) kelimeleri kullanılmaktadır. “Yasakları çiğnemek” anlamındaki ikkibu veya an-zili kelimelerinin kullanıldığı da görülür. Sumerler’de olduğu gibi Asur-Bâbilliler’de de günahın temel sebebinin şeytanî güçler olduğu kabul edilmektedir. Herhangi bir günahın cezası sadece dünyevî müeyyide ile sınırlandırılmamakta, kişinin aynı zamanda birtakım kefâret yöntemleriyle şeytanî güçlerden de arındırılması gerekmektedir.

Anadolu’da yaşamış olan Hititler’de günah dinî yapıya baş kaldın olarak kabul edilmiştir. Büyücülük, tanrıların sunusunu çalmak vb. doğrudan dinle ilgili olan günahlar ölüm cezasını gerektirdiği gibi yine bu çerçevede ele alınan zina da ölümle cezalandırılırdı. Günahın nesilden nesile intikal edeceği inancı Hititler’de de yaygındı, dolayısıyla günahın toplumsal yönü oldukça ağır basmaktaydı (Dinçol, XII [1990], s. 90-91).

İran geleneğinde günah kavramı Tanrı fikri, ahlâk ve insanların iyiyi veya kötüyü seçme yeteneğine sahip oluşları inancı ile alâkalıdır. Buna göre Tanrı insanlara iyiyi veya kötüyü seçmeleri için hür bir irade vermiştir. Kötüyü seçmek, gerçekte Tanrı’nın emrettiği şeyi reddetmek anlamına gelir. Böylece günah, iradî bir şekilde Tanrı’nın emrine uymamakla bağlantılıdır. Darius ve ondan sonra gelenlere ait yazılarda günahın Tanrı yolundan uzaklaşma ile aynı şey olarak düşünüldüğü görülmektedir. Darius, “Ey insan! Ahuramazda’nın emirlerini hor görme; doğru yoldan ayrılma; günah işleme” demektedir (ERE, XI, 562). İran dininde günah hem kefâreti hem de hukukî müeyyideyi gerektirmektedir. İran dini öbür dünyadaki yargılanmaya da önem verir ve bazı günahların cezasını öteki dünyaya bırakır. Kefâreti yerine getirilmeyen günah katlanarak devam eder. Bütün günahlar kefâretle temizlenebilir. Kefârette aslolan, yüksek rahip ile günah işleyenin yapacakları dinî törenlerdir. Günahkârların öbür dünyadaki cezası daha çok cehennem ateşiyle verilmektedir (a.g.e., XI, 847).

Grekler’de günah, insan üstü güçlere karşı yapılan bir eylem olarak düşünülmüştür. Suç ve günah arasında bir ayırım yapılarak suç yerleşik düzene, günahsa dinî alana ait bir kavram olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte ilâhlara yönelik yükümlülükleri yapmama halinde oluşan günah, insanın dünya hayatında da birtakım sıkıntılar çekmesine sebep olmaktadır (a.g.e., XI, 545-546). Yunan ve Roma’da dinin sosyal karakteri günahın dinî ve ahlâkî bir tecavüz olduğunu göstermekte ve cehalet günahın sebebi olarak kabul edilmektedir (DCR, s. 578). Grekler’de günah cezasız kalmamakta, günahkârın bizzat kendisinden veya yakınlarından hesabı sorulmaktaydı (ERE, IV, 273).

Konfüçyüs öncesi Çin’de günah, göğün iradesiyle düzenlenen kozmik ilâhî nizama karşı bir saldırı veya suç olarak telakki ediliyordu. Ahlâkî ve manevî hatalar da göğün hükmüne tâbi idi. Konfüçyüsçü ahlâk sistemine göre insanın tabiatı doğuştan iyi olarak şekillenmekle birlikte günah işlemeye, kozmik düzenden sapmaya da mütemayildir. Bundan dolayı insan için eğitim, rehberlik, özellikle de tövbe gereklidir. Konfüçyanizm’de büyük günahlar hırsızlık, eşkıyalık, adam öldürme, ahlâksızlık, yalancılık, kin tutma ve irade zayıflığı şeklinde gösterilir. En büyük günah ise aileye itaatsizliktir. Konfüçyüsçü gelenekte günahın dinî bir yanı olmadığından cezalar arasında dinî veya dünyevî diye bir ayırım yapılması söz konusu değildir. Bu sebeple cezalar sivil yetkililerce verilir. Günahın nesilden nesile intikal edeceği inancı Konfüçyanizm’de yoktur (a.g.e., IV, 271-272). Budizm Çin’e “hayat sonrası” kavramını, bu hayatta işlenen günahların cezasının gelecekte çekileceği doktrinini, şimdiki cezaların ise geçmişteki günahların karşılığı olduğu düşüncesini getirmiştir. Günahların affedilmesi iyi şeylerin yapılmasıyla mümkündür ki bunlar da ibadetlere iştirak, tövbe, yararlı işler, zühd ve sevgidir. Taoizm’in günah anlayışı da Konfüçyanizm’dekine benzemektedir. Ancak Taoizm’de günahın cezası öbür dünyada verilmektedir (ag.e., XI, 537).

Hint geleneğinde kurtuluşun ve bağımsızlığın bilgiyle mümkün olduğu, “samsara döngüsü’nde insanın karşılaştığı ıstırabın kökenini ise günahtan ziyade cehaletin teşkil ettiği inancı yaygındır. Bununla birlikte dinî törenler ve ahlâkî konularla ilgili günah kavramları, karma teorisinin işleyişinde ve günahı bertaraf etmek için uygulanan kurban tekniklerinde büyük rol oynamaktadır. Hukuk kitaplarında, çeşitli suçlardan doğan kirlenmeleri telâfi etmek için ayrıntılı bir dinî kefâret sistemi düzenlenmiş, maddî ve dünyevî cezalar da pişmanlığı dile getirici ve telâfi edici karakterde kabul edilmiştir. Halk arasındaki yaygın din anlayışında geçmişteki kötü fiillerin neticelerini bertaraf etmek için hac, kutsal yerlerde yıkanmak, kutsal metinleri dinlemek, tanrıların kutsal isimlerini zikretmek gibi bazı uygulamalar faydalı kabul edilmiştir. Hinduizm’de günahları tasfiye edip temizleyen usullere verilen önem ve ruhî kirlenmeyle ilgili karmaşık ihtimaller, kast sisteminin şekillenmesi ve korunmasında önemli rol oynamıştır (Smart, DCR, s. 579). Hinduizm’e göre insanların içinde doğduğu kast işlenen amellerin sonucudur. Ahlâkî bir kâinat nizamı olan “karma kanunu”na göre bu hayatta işlenen ameller canlının kaderine tesir eder. Bütün canlılar kendi durumlarını kendi amelleriyle kazanırlar. Kişi, daha önceki hayatında işlediği günahların karşılığını bu hayatında ödediği gibi şimdi işlediği günahlar da bir sonraki hayatında daha düşük bir kastta dünyaya gelmesine, hatta hayvan veya bitki olarak yeniden doğmasına sebep olur. Bundan dolayı her Hintli, iyi amellerle gelecekteki hayatını


garanti altına almaya gayret eder ve günah yüzünden hayvan veya bitki olarak dünyaya gelmekten çekinir. Hinduizm, günahı kast sistemi içerisinde kaynaştırarak aşırı derecede toplumsallaştırmiştır. Bu dinde günahın nesilden nesile geçeceği inancı yoktur (ERE, IV, 283-284).

Japon inançlarında günahla ilgili iki kavram vardır: Tsumi ve aku. Tsumi “günah, felâket, gayri ahlâkî davranış, talihsizlik, dinî hatalar” anlamlarına gelir. Bunlar kirlenmeye sebep olur ve dinî temizlenme ile giderilmesi gerekir. Günah semavî günahlar (ama-tsu-tsumi) ve yeryüzü günahları (kuni-tsu-tsumi) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Birincisi ziraata zarar veren kötü davranışları, ikincisi hayasız davranışlar, ağır yaralama, evcil hayvanları öldürme, büyü yapma vb. kötülükleri ifade etmektedir. Aslî günah inancının bulunmadığı Şintoizm’de ahlâkî günahkârlık kötü ruhların tesiriyle olmaktadır. Günahkâr iyilik ve mutluluk dünyasının üyesi olamaz; ancak çeşitli ikaz ve cezalarla geri dönmeye teşvik edilir (DCR, s. 580).

Budizm’de günah kavramı karma inancıyla ilgilidir. Karma, bu dünyada ve gelecek hayattaki sosyal farklılıklar, iyi veya kötü kaderin önceki hayatta yapılan iyi veya kötü işler sonucu oluştuğunu ifade etmektedir. Karma, kişinin içinde bulunduğu kast dilimine göre değişmeyen görevi, bir çeşit mecburi kader anlayışı iken Buda iradî davranışın rolünü ortaya koyarak herkesin kendi karması içinde iyi veya kötü iş yapmakta hür olduğunu, ancak yapılanların sonucunun ya bu hayatta ya yeni doğumda yahut daha sonraki doğumda görüleceğini ifade etmiştir. Budizm’de, işlenen günahın telâfisi ancak sonucuna katlanmakla mümkündür. Fakat esas olan günahların telâfisi değil günah işlememeye çalışmaktır. Budizm’de günahların hayırlı işlerle atfedilebileceği inancı oldukça geç dönemlerde ortaya çıkmıştır (ERE, XI, 533-534). Sonraki dönem Budizm’inde, günahkârların öldükten sonra ve yeniden doğmadan önce gidecekleri sekiz (bazı rivayetlerde yedi) cehennem inancı vardır (a.g.e., XI, 830).

Yahudilik’te günah, Tanrı-insan ilişkisinde Tanrı’yı seçmeyi, O’nu tercih etmeyi reddediş, dolayısıyla da bu ilişkinin bozulması ve parçalanmasıdır. İbrânîce Kitâb-ı Mukaddes’te günahı ifade eden yaklaşık yirmi kelime vardır. Başlıcaları het’, peşa‘ ve ‘avondur. Ahd-i Atîk’te 459 yerde geçen ht’ kökünden hata’ fiili “doğru yolun terkedilmesi, yitirilmesi” demektir. Dünyevî anlamda “kişinin yolunu (veya amacını) kaybetmesi” olarak da de kullanılır (Eyub, 5/24; Meseller, 8/36). 139 yerde geçen pş‘ kökünden peşa‘ kelimesi hem “ihlâl etmek” hem de “isyan etmek” mânasını taşır. 229 yerde geçen ‘avon ise sadece fiilde değil düşüncede de kendini gösteren “sırt çevirme” ve “kötülük” anlamındadır. Kitâb-ı Mukaddes’in Yunanca tercümesinde hata kelimesinin çeşitli karşılıkları arasında en yaygın olanı amartia’dır. Latince tercümede ise günah karşılığı peccatum, culpa, iniquitas, offen-sio, delictum, scelus kelimeleri kullanılmıştır. Ĥeŧ’, ĥaŧa’ah, ĥaŧŧa’ŧ, peşa‘, ‘avon vb. kelimeler, insan davranışları söz konusu olduğunda “günah” anlamı kazanırlar. Kelimenin bu şekilde kullanılışı günah kavramının esasta bir şeyi ihlâl etmekle özdeş olduğunu gösterir. Diğer bir ifadeyle günah “bir ahdi ihlâl etmek”tir. Rabbaniler ise günah karşılığı averah’ı kullanırlar ki bu kelime “ihmal etmek”, dolayısıyla “ihlâl etmek, Tanrı’nın isteğine karşı gelmek” mânasına gelen avar kökünden türemiştir.

Günah, Tanrı tarafından ikame edilen düzeni ihlâl (Tekvîn, 3/1-24), Yahova’ya karşı baş kaldırıdır (Sayılar, 14/9; Tesniye, 28/15-44; 1. Samvel, 12/14). Beşerî planda günah ailevî ve içtimaî bağın parçalanmasına, Tanrı’ya karşı işlenen günah ise Tanrı’dan ayrılmaya sebep olur. Ahd-i Atîk’te insan tabiatının kötülüğü hususunda köklü bir kanaat sergilenir. Kötülüğe karşı doğuştan gelen devamlı meyil insanın topraktan yaratılmış olmasına bağlanır (Tekvîn, 6/5; 8/21; Yeremya, 16/12; 17/9; 18/12). Günah, kişinin iradesinde ve arzusunda köklü bir bozulmayı ifade etmektedir. Günahın kaynağı olarak da kötü duygular ve kalp gösterilir (Tekvîn, 6/5; 8/21). İnsan nefsi ve şeytan daima günaha sürükleyicidir (Tekvîn, 8/21). Peygamberler günahı ayrılmaz bir vasıf olarak “kötü kalbin içinde kök salmış” görürler (Yeremya, 4/4; 5/23; Hezekiel, 11/19). Ahd-i Atîk’te günah doktrini şu şekilde ifade edilir: “Ve vâki olacak ki bütün bu sözleri sen kavme bildirince onlar da sana: Neden bize karşı Rab bu büyük kötülüğü söyledi? Ve fesadımız nedir? Ve Allahımız Rabbe karşı işlediğimiz suç nedir? deyince onlara diyeceksin: Madem ki atalarınız beni bıraktılar, Rab diyor: Ve başka ilâhların ardınca yürüdüler ve onlara kulluk ettiler ve onlara tapındılar ve beni bırakıp şeriatımı tutmadılar ve siz atalarınızdan ziyade kötülük ettiniz. İşte siz de beni dinlememek için her biriniz kendi kötü yüreğinizin inatçılığı ardınca yürüyorsunuz” (Yeremya, 16/10-12).

Bâbil esareti sonrasında Yahudiliğin Tanrı kavramındaki değişiklik günah anlayışına da yansır. Böylece günah kavramı daha soyut ve ahlâkî bir hale gelir. İçtimaî münasebetlerde ve insanlara karşı davranışlardaki eksiklikler günah kavramına dahil edilir. İşaya, dinî esaslara uygun olmayan şeyi günah olarak niteler; fakat terim yalnızca fizikî uygunsuzluklar için değil manevî uygunsuzluklar için de kullanılır. İşaya, günahın Tanrı’ya isyan olduğu fikrine de önem verir (İşaya, 1/2-4). Günahın ve cezanın kolektif olduğu inancı (Çıkış, 20/5; II. Samvel, 4/11) terkedilir; Hezekiel, çocukların anne ve babalarının günahlarını çekeceği doktrinini de reddeder (Hezekiel, 18).

Bâbil esareti dönemi ve sonrasında günahın ahlâkî boyutu üzerinde durulursa da dinî ibadet kurallarına karşı işlenen günahlara özel bir önem verilir (Hezekiel, 40-48; Haggay, 1/2; Zekarya, 6/12; 14/16-21; Yoel, 1/9; Malaki, 1/8; 3/8-10). Süleyman’ın Meselleri’nde günahın sebepleri sıralanır (30/9; 26/13; 27/20; 1/10). Yine bu dönem dinî literatüründe günah ve ıstırap arasındaki ilişki yoğun olarak gündeme gelir (Hezekiel, 18; Mezmurlar, 1; 32/4; 119/67; ERE, XI, 557-559). Günah, ruhu Tanrı’dan ayırıp koparır (İşaya, 59/2). Günah sebebiyle ahlâken zayıflayan kişi günahın kölesi olur (Süleyman’ın Meselleri, 5/22). Tanrı günahın peşini bırakmaz (Çıkış, 32/34) ve günaha karşı Tanrı’nın adaleti çeşitli yollarla kendisini gösterir (Yeremya, 5/25).

Rabbânîler, soyut anlamda günahtan çok belirgin günahlar üzerinde dururlar. Onlara göre iki tip günah belirgindir: Emirleri uygulamada yetersiz kalmak ve yasakları ihlâl etmek (Yoma, 85/86a). Eğer belli bir zamanda yapılması gereken emirler yapılmamış ve zaman da geçmişse bu hata onarılamaz; özel günde Şema duasının okunmaması gibi. Yasakları çiğnemekle ortaya çıkan günahlar ise Tanrı’ya ve komşuya karşı işlenen suçlar olmak üzere iki tiptir. Bunların ilki kefâret günü (Yom Kipur) vasıtasıyla giderilebilir. Komşuya karşı


işlenen hata telâfi edilmişse bağışlanabilir (Yoma, 8/9).

Ahd-i Atîk’te günah (ht’) ve ölüm (mvt) kelimeleri birlikte kullanılarak bir de “ölümcül günah”tan söz edilir. “Ve artık İsrâiloğulları suç yüklenmesinler ve ölmesinler diye...” (Sayılar, 18/22); “...fakat kendi suçunda öldü” (Sayılar, 27/3); “Ve bir adam ölüme müstahak bir suç işlemiş olup öldürülürse...” (Tesniye, 21/22; 22/26); “Herkes kendi suçu için öldürülecektir” (Tesniye, 24/16; II. Krallar, 14/6; Hezekiel, 18/4, 20; Amos, 9/10) ifadeleri bunu göstermektedir. Ahd-i Atîk’e göre, başka ilâhlara tapmak (Çıkış, 32/30-35), Allah’a lânet ve Rabbin ismine küfretmek (Levililer, 24/15-17), zina etmek (Levililer, 20/10) ve diğer bazı günahlar ölümcüldür.

Diğer taraftan günahlar ağır ve hafif şeklinde de tasnife tâbi tutulmuştur. Rabbânîler gözünde en önemli üç günah adam öldürme, putperestlik ve zinadır. Bunları işlemektense insanın canını kaybetmesi yeğ tutulmuştur (Sanhedrin, 74). Ayrıca büyücülük ve Rabbin ismine küfretmek ağır günahlardır (Levililer, 20/2; 24/11-16; Çıkış, 22/19). Tanrı Yahova’ya karşı işlenen günahların dışında beşerî planda ebeveyne karşı gelmek, adam öldürmek, livata, fakir, dul ve yetimlere müsamaha göstermemek de günahtır (Tekvîn, 18/20; Çıkış, 22/21; Levililer, 19/13). Hafif günahlar Rab-binik literatürde, sık sık istenilmesinden korkulduğu için genellikle sanki ağır cezaî müeyyideleri varmış gibi sunulmuştur. Bundan dolayı kutsal topraklar dışında ikamet etmek isteyen kişinin günahı puta tapma ile eş görülmüş, komşusunu utandırmak ve küçük düşürmek de insan öldürmek gibi addedilmiştir (EJd, XIV, 1592). Rabbaniler, kişiyi suça yöneltmenin bir insan öldürmekten daha ağır bir günah olduğu konusunda ittifak halindedirler.

Hıristiyanlık’taki günah itirafı âyini Ya-hudilik’te bulunmaz; sadece dua ve yakarışlarla günahtan tövbe söz konusudur. Tövbe ve istiğfar ferdî olduğu gibi umumi de olabilir (I. Krallar, 8/46-53; Mezmûr, 79). Tanrı otoriterdir, fakat günahı affeder (Eyub, 7/21; Mezmûr, 25/11; 32/1). Günahın affedilmesi için bazı şartlar yerine getirilmelidir. Bunun için de öncelikle günahın itirafı (Levililer, 26/40; Nehemya, 9/2; Eyub, 31/33, 34) ve samimi pişmanlık (Yoel, 2/13) gerekir. Öte yandan sadaka, yardım, oruç, kurban gibi bazı fiiller de günahı affettirir.

Yahudilik’te ister dünyevî ister dinî olsun herhangi bir suçun cezası, ilâhî ve dünyevî adlî hukuka başvurulmak suretiyle verilmektedir. Ahd-i Atîk’te ilâhî cezalandırma ile adlî cezalandırma arasında bir ayırım söz konusu değildir (EJd, VI, 122). Fakat Rabbânî geleneğin müesseseleşmesine paralel olarak iki suç arasında bir ayırım yapılmıştır. Bununla birlikte Talmud hukuku, ilâhî cezalandırmayı gerektiren bazı suçları eğer tövbe edilirse dünyevî ceza kapsamına almıştır. Talmud hukukunun ilâhî cezalandırmayı dünyevîleştirme eğilimine girmesinin temel sebebi, yahudi hukuk mekanizmasının Roma hâkimiyeti dolayısıyla gücünü kaybetmesi ve belirli ceza şekillerinin kısıtlanmasıdır. Suç ne olursa olsun, özellikle idam cezasından kaçınılmıştır (ERE, IV, 288; Jacobs, s. 66). Buna rağmen cezası ölüm olan suç ve günahlar Mişna’da belirtilmiştir (Sanhedrin, VII-XI). Taşla öldürme (recm) on sekiz suçun cezasıdır ki bunlar arasında evlilik dışı cinsî münasebet, homoseksüellik, hayvanlarla cinsî münasebet, putperestlik gibi suçlar vardır. Mişna bazı küçük günahlar için kırbaç cezasını göstermektedir.

Günah kavramı yahudi düşüncesinde toplumsal bir niteliğe sahiptir. Ahd-i Atîk’teki bazı ifadelere bakılırsa insanın başlangıçta işlediği suç bütün insanlık tarihine sirayet etmiştir. Tanrı’nın emrini dinlememe cennetten sürülme anlamına gelmiştir ki yahudi düşünce tarihinde mevcut bütün sürgünler bu suçun cezası olarak düşünülmüştür. Bundan dolayı Yahudilik’te günah ferdin kendisiyle sınırlı değildir. Bunun tabii neticesi olarak cezalandırma da toplumsaldır. Günahın fertten onun akrabalarına geçeceği ve dolayısıyla cezalandırmanın da toplumu bağlayacağı inancı konusunda Ahd-i Atîk eski Ön Asya hukukunu takip eder. Bununla birlikte Talmud hukuku suç ve cezanın nesilden nesile intikal edeceği inancını kısıtlamıştır.

Hıristiyanlık’ta da günah ilâhî arzu ve iradeye muhalefet olarak kabul edilmektedir. Ahd-i Cedîd’de günah, insanın arzusunun Tanrı’nın arzusuna muhalefeti olarak takdim edilir. Bütün günahlarda ortak özellikler Tanrı’dan uzaklaşmak, onunla beraber yaşamayı reddetmek (Luka, 15/11-32) ve Tanrı’nın sözüne itaat etmemektir (Matta, 7/21). Günah Tanrı’ya itaatsizlik ve baş kaldırı, ezelî kanuna uymayan arzu, fiil veya söz, akla, gerçeğe ve sağ duyuya karşı bir hatadır (Catéchisme de l’église catholique, s. 87, 389).

Günahın teolojik hususiyetleri üzerinde duran Pavlus özel günahlardan çok günahın evrenselliğini işler. Pavlus günah kavramıyla, bütün beşeriyet üzerinde hâkim olan ve şahsîleşmiş evrensel bir gücü anlar. Bu evrensel güce tâbi olmak insanı hürriyetinden mahrum etmekte, kendine köle yapmaktadır. St. Augustin, kötülüğün başlı başına bir cevher olduğunu reddederek onu “iyiliğin olmaması” diye tanımlar ve günahı Tanrı’nın kutsiyet ve hikmetine bir saldırı olarak değerlendirir. Ona göre günah bütün beşerî varlığa bulaşmıştır; bundan dolayı sadece bir gün yaşamış çocuk bile günahkârdır. St. Augustin’in bu kanaati, aslî günah inancına sıkı sıkıya bağlı oluşundan ve bunu doktrin haline getirmesinden kaynaklanmaktadır. Günahın kaynağı, insandaki arzularla bunların baskısı sonucu istek ve iradenin bozulması, kötü niyet ve insanın yaratılıştan getirdiği yetersizliktir. Bunlara dış etkenlerin tesiri de eklenince günah tahakkuk etmektedir. Diğer taraftan insanlık başlangıçtan beri aslî günahla mâluldür (bk. ASLÎ GÜNAH).

Hıristiyan teolojisinde günah birçok kısma ayrılmakta ve günahlar arasında bir derecelendirme yapılmaktadır. Ahd-i Cedîd’de Pavlus günahla ilgili iki liste vermektedir: “Bütün haksızlık, kötülük, tamah, şerirlik ile dolmuş olarak; haset, katil, niza, hile, huysuzluk ile dolu; kötülük söyleyenler, zemmamlar, Allah’ın menfurları, küstah, kibirli, övünücü, kötü şeyler mucidi, ana babaya itaatsiz, anlayışsız, sözünde durmaz, tabii sevgiden mahrum, merhametsizdirler. Bu gibi şeyleri işleyenler ölüme müstahaktır diye Allah’ın hükmünü bildikleri halde yalnız bunları yapmakla kalmazlar, fakat yapanları da hoş görürler” (Romalılar’a Mektup, 1/28-32). “Ve bedenin işleri bellidir; onlar zina, pislik, şehvet, putperestlik, sihirbazlık, düşmanlıklar, münâzaa, kıskançlık, gazaplar, çekişmeler, ayrılıklar, fırkalar, hasetler, sarhoşluklar, sefahatler ve bunlara benzer şeylerdir... Bu gibi şeyleri yapanlar Allah’ın melekûtunu miras almayacaklardır” (Galatyalılar’a Mektup, 5/19-21).

Öte yandan günahları konu ve muhtevalarına, çeliştikleri güzel davranışlara


ve ters düştükleri emirlere göre, ayrıca Tanrı’ya, kişinin kendine ve yakınlarına karşı işlenmeleri veya bedenî ve ruhî olmaları yönünden, hatta düşünce, söz ve davranış açısından tasnif etmek mümkündür. Günah temelde aslî günah (peccatum originale) ve fiilî günah (peccatum actuaie) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Birincisinden insanlığı kurtarmak üzere Tanrı günahsız olan kendi oğlunu göndermiş, o da bu günaha kefâret olmak üzere çarmıhta can vererek kendini feda etmiştir. İnsanlar ise vaftiz olmak suretiyle bu günahtan kurtulabilmektedirler. Fiilî günahı kişi doğuştan getirmeyip kendi irade ve arzusuyla tahakkuk ettirdiğinden ondan sorumludur. Fiilî günah tabii ve ilâhî kanunların çiğnenmesidir. Bu günah Tanrı’ya karşı kasten işlenmekle kulu ebedî olan hayattan mahrum edip ebedî cezaya sürükler.

Günah, işlenen suçun ağırlığı ve işleyenin sorumluluğu nisbetinde derecelenir. Fiilî günahlar, ölüme götüren bağışlanmaz (peccatum mortale) ve ölüme götürmeyen bağışlanabilir (peccatum veniale) günahlar olmak üzere ikiye ayrılır (I. Yuhanna, 5/16-17). Kilise geleneği de bu tasnifi benimsemiştir. Ölüme götüren günah, Tanrı’nın kanununu çiğneme sebebiyle insan kalbindeki Tanrı sevgisini yıkmakta, kişiyi Tanrı’dan uzaklaştırmaktadır. Bir günahın bağışlanmaz sayılması için ciddi ve ağır olması ve bile bile işlenmesi gerekir. Ciddi ve ağır olması on emrin çiğnenmesi demektir (Markos, 10/19). Bunlar tamamen bilerek ve isteyerek işlenen günahlar olup tövbe ve Tanrı’dan af dileyip bağışlatılmazsa Mesîh’in krallığından atılmayı ve ebedî olarak cehennemde kalmayı gerektirir. Bağışlanabilir günah işleyenler ilâhî mağfireti kısmen kaybeder, âhirette de arınma yeri olan a‘râfta azap çekerler. Bağışlanmaz günahın affının Tanrı’nın bağışlamasına bağlı olmasına karşılık bağışlanabilir günah ibadet ve iyi işlerle silinir.

Bütün günahların ve kötülüklerin kaynağı yedi temel günahtır (peccata capitale). Hıristiyanlığın S. Jean Cassien ve S. Gregoire le Grand’dan itibaren benimsediği bu yedi günah şunlardır: Gurur, haset, cimrilik, sefahat, oburluk, öfke ve tembellik (Catéchisme de l’église catholique, s. 392).

Günah ferdî bir davranıştır; ancak insan günaha doğrudan ve iradî olarak katıldığında, başkasını günaha sevkettiğinde, teşvik ve tasvip edip övdüğünde, günah işleyeni uyararak engel olmadığında, kötülük işleyenleri koruduğunda başkalarının günahlarından da sorumlu olmaktadır.

Hıristiyanlık’ta da günahların affı söz konusudur. Ahd-i Cedîd’de günahın Tanrı (Matta, 6/14, 15; Markos, 11/25; Luka, 11/4), oğul Tanrı Îsâ (Matta, 9/2-6; Markos, 2/5-10; Luka, 5/20-49) ve havâriler (Luka, 24/27; Yuhanna, 20/23) tarafından affedilebileceği belirtilmektedir.

Hıristiyan inancına göre Hz. Îsâ’nın havârilerine verdiği günahları bağışlama yetkisi, Îsâ’nın yeryüzündeki vekili olan kilise tarafından papazlar vasıtasıyla kullanılmaktadır. Bu sebeple günahların affı Katolik ve Ortodoksluk’ta müşterek bir dinî esastır (sacrament). Günah itirafı ve günahların affıyla ilgili problemler kilise hukukunda ayrıntılarıyla tesbit edilmiştir (Code de droit canonique, s. 171-177).

BİBLİYOGRAFYA:

H. Lesetre, “Péché”, DB, V/l, s. 7-12; S. Lyonnet, “Péché’”, Vocabulaire de théologie bibliqve, Paris 1962, s. 774-787; S. L. De Vries, “Sin, sinners”, IDB, IV, 361-376; S. G. F. Brandon, “Sin”, DCR, s. 578-579; N. Smart, “Sin (Hindu concept)”, a.e., s. 579; D. H. Smith, “Sin (Japanese)”, a.e, s. 580; E. Beaucamp, “Péché (dans l’Ancien testament)”, DBS, VII, 407-470; Ed. des Places, “Péché (dans la Grèce antique)”, a.e., VII, 471-480; S. Lyonnet, “Péché (dans le Judaïsme)”, a.e., VII, 480-485; a.mlf., “Péché (dans le Nouveau testament)”, a.e., VII, 486-567; L. Ligier, Péché d’adam et péché du monde, Paris 1960, s. 29-69; Sadık Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, Konya 1984, s. 75-113; Code de droit canonique, Paris 1984, s. 171-177; Catéchisme de l’église catholique, Paris 1992, s. 87, 389-393; L. Jacobs, “Capital Panishment”, The Jewish Religion, Oxford 1995, s. 66-68; a.mlf., “Sin and Repentance”, a.e., s. 468-470; Osman Cilacı, “İlâhî Dinler Açısından Günah Kavramı”, Diyanet Dergisi, XXIV/4, Ankara 1988, s. 41-50; Ali M. Dinçol, “Hitit Yasalarının Ana Çizgileri ve Eski Önasya Hukuku ile Etkileşimi”, Anadolu Araştırmaları, XII, İstanbul 1990, s. 90-91; H. H. Cohn, “Divine Punishment”, EJd., VI, 120-122; E. Lipinski - L. Jacobs, “Sin”, a.e., XIV, 1587-1593; J. B. Bauer, “Sin”, Bauer Encyclopedia of Biblical Theology, London 1978, III, 849-862; A. La Coque, “Sin and Guilt”, ER, XIII, 325-331; V. G. Walse, “Crimes and Punishments (Chinese)”, ERE, IV, 269-272; A. C. Pearson, “Crimes and Punishments (Greek)”, a.e., IV, 273-280; J. Jolly, “Crimes and Punishments (Hindu)”, a.e., IV, 283-285; H. Loewe, “Crimes and Punishments (Jewish)”, a.e., IV, 288-290; S. H. Langdon, “Expiation and Atonement”, a.e., V, 637-640; a.mlf., “Sin (Babylonian)”, a.e., XI, 531-533; T. W. - C. A. F. Rhys Davids, “Sin (Buddhist)”, a.e., XI, 533-534; J. D. Ball, “Sin (Chinese)”, a.e., XI, 535-537; H. R. Mackintosh, “Sin (Christian)”, a.e., XI, 538-544; A. W. Mair, “Sin (Greek)”, a.e., XI, 545-556; W. H. Bennett, “Sin (Hebrew and Jewish)”, a.e., XI, 556-560; L. C. Casartelli, “Sin (Iranian)”, a.e., XI, 562-566; a.mlf., “State of the Dead (Iranian)”, a.e., XI, 847-849; M. Revon, “Sin (Japanese)”, a.e., XI, 566-567; E. J. Thomas, “State of the Dead (Buddhist)”, a.e., XI, 829-833; J. M. P., “Péché”, EUn., XII, 661-664; “Péché”, Catholicisme: hier, aujourd’hui, demain, Paris 1985, IX, 1007-1036.

Ömer Faruk Harman




KELÂM. ##&

Câhiliye dönemi Arapları’nın günah anlayışına sahip olduklarını, ancak âhiret hayatına inanmadıklarından günah işleyenlerin karşılaşacakları cezaların fakir düşmek, hastalanmak gibi sadece dünyada gerçekleşecek türden olduğuna inandıklarını kaydeder. Onların günah saydıkları davranışlar arasında tanrılara saygısızlık, Bahîre, Sâibe, Vasîle ve Hâm adını verdikleri hayvanlardan faydalanmak, belli bir süre geçmeden kesilen kurban etinden yemek, yakın akraba ile evlenmek, adam öldürmek, hırsızlık ve evli kadının zina etmesi gibi hususlar bulunmaktadır (Ezrakī, I, 120-121, 123; Cevâd Ali, V, 528-529, 555, 560, 605; VI, 180-183, 203-211).

Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis metinlerinde günah kavramını ifade eden birçok kelime vardır. Bunlar arasında genel anlamıyla günah yerine kullanılanlar ism, zenb, vizr, cünâh ve hûb kelimeleridir. İsm, “işleyene ceza gerektiren, insanı hayır ve sevaptan alıkoyan fiil veya bundan doğan sorumluluk” anlamına gelir (Ebü’l-Bekā, s. 40). Kur’an’da otuz beş yerde geçen ism kelimesi, genel anlamından başka küfür ve inkârı, düşmanlığı, yalan, içki, kumar, faiz gibi günahları nitelemek için de kullanılmıştır. İsm ayrıca dört yerde “mübîn” (apaçık), bir yerde “kebîr”, bir yerde “azîm”, bir yerde de “zahir” ve “bâtın” sıfatları ile birlikte zikredilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “iŝm” md.). Zenb, sözlükte “arka, geri, kuyruk” anlamlarına gelen zenebden türemiş olup “sonu kötü olan fiil” demektir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredat, “źnb” md.). İsm kelimesinin eş anlamlısı kabul edilen zenb “mükellefin gayri meşrû işi” olarak tarif edilmiş (Tehânevî, I, 507) ve otuz yedi yerde geçtiği Kur’ân-ı Kerîm’de küfür, şirk, katil, zina gibi günahlar için kullanılmıştır (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “źnb” md.). On âyette geçen “ağırlık” mânasındaki vizr kelimesi (çoğulu evzâr), bu âyetlerin


çoğunda manevî yük ve sorumluluk ilgisiyle ism yerine kullanılmıştır (bk. a.e., “vzr” md.). “Kişiyi haktan saptıran fiil veya davranış” anlamındaki cünâh da Kur’an’da geçtiği yirmi beş yerde daha çok insanlar arasındaki münasebetler için kullanılmaktadır (a.e., “cnĥ” md.; Ebü’l-Bekā, s. 41). Hûb kelimesi ise Kur’ân-ı Kerîm’de yetim malı yiyenler için doğrudan “günah” anlamında yer almaktadır (en-Nisâ 4/2). Bu beş kelimeden özellikle ism, zenb ve vizr hadislerde de çokça geçmektedir (bk. Wensinck, el-MuǾcem, “iŝm”, “źenb”, “vizr”, “cünâĥ”, “ĥûb” md.leri).

Günahla ilgili olarak âyet ve hadislerde yer alan diğer kavramlar da şöyle gruplandınlabilir: 1. Hukukî suçu veya yanlış ve çirkin fiili anlatan terimler: cürm, sû’ (seyyie), bazı mânalarıyla hatâ (hatîe), fuhş, hubs vb. 2. Haksızlık ve haddi aşma anlamında kullanılan terimler: zulüm, israf, tuğyân, şatat vb. 3. Sonuç itibariyle günah olup sapma ve bozulmayı ifade eden terimler: dalâlet, fesâd, fısk, fücûr, gay, cenef, nekb vb. (bk. M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, a.g. md.ler; Wensinck, el-MuǾcem, a.g. md.ler; ayrıca krş. Izutsu, s. 250-261). Günahın kalpteki teşekkülü ve olumsuz tesirini ise Kur’ân-ı Kerîm zeyğ (Âl-i İmrân 3/7-8), reyn (el-Mutaffifîn 83/14) ve kasve (el-Bakara 2/74) kelimeleriyle açıklar.

Günaha sevkeden faktörleri, insanın yapısında bulunan meyil ve arzularla onu dışarıdan etkileyen âmiller olmak üzere iki grupta ele almak mümkündür. İslâmiyet’e göre insan yapısında bulunan kötülüklerin kaynağı nefistir. Çünkü nefis, “alabildiğine kötülüğü emreden” (nefs-i emmâre) (Yûsuf 12/53) ve kişiyi günaha yöneltmek için fısıltılar halinde sürekli telkinde bulunan (Kāf 50/16; en-Necm 53/23) bir güçtür. Günaha sevkeden bir başka faktör de ölümsüz bir dünya hayatı içgüdüsü ve âhireti düşünmeme tavrıdır (el-Bakara 2/95-96). Kendini bu psikolojiye kaptıran insan, hayat sadece bu dünyadan ibaretmiş gibi pervasızca hareket etme arzusuna kapılır ve hayvanı istekleri tatmin etme duygusunun baskısıyla günaha kolayca kayabilir. Kur’ân-ı Kerîm bu menfi temayüllü nefse karşı, kendini kınayan (levvâme) ve rızâ-i Hak’ta huzur bulan (mutmainne) nefisleri, yani dizginlenmiş ve eğitilmiş, iyilik yapmayı kabullenmiş nefislere ulaşmayı önerir (el-Kıyâme 75/2; el-Fecr 89/27-28). Ayrıca insanın hassas bir psikolojik yapıya sahip olması (en-Nisâ 4/28), fizyolojik ve psikolojik bağımlılıklarının bulunması da önemli günah faktörleri olarak zikredilmektedir (el-Bakara 2/155; Âl-i İmrân 3/14). Günaha götüren hâricî sebepler içinde dünya hayatının cazibesi (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/14, 185; Yûnus 10/23; er-Ra‘d 13/26), kötü örneklerin bol miktarda mevcudiyeti (el-En‘âm 6/116; el-Furkān 25/27-29) ve insanın manevî yücelişine karşı mücadele etmeye ahdetmiş olan şeytanın tahrikleri de (el-A‘râf 7/14-18; el-Hicr 15/36-42) önemli bir yer tutar.

İslâm’da günah niteliğine, tövbesiz affedilip edilmemesine ve hakkı çiğnenen muhatabına göre gruplandınlabilir. Niteliği açısından günah küçük (sagīre) ve büyük (kebîre) olmak üzere ikiye ayrılır. Bu taksim Kur’ân-ı Kerîm’de yer almakla birlikte küçük ve büyük günahların nelerden ibaret olduğu hakkında fazla bilgi verilmez (bk. en-Nisâ 4/31; el-Kehf 18/49; eş-Şûrâ 42/37; en-Necm 53/32). Ancak hem Tanrı’nın hakkını çiğneyen hem de insanın şeref ve haysiyetini hiçe sayan şirkin en büyük günah olduğunda şüphe yoktur. Ayrıca farz veya haram şeklinde nitelenen ilâhî buyrukların ihlâl edilmesi de kebîre sayılmıştır. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber’den rivayet edilen metinler içinde şu yedi büyük günahı sıralayan hadis âlimler arasında şöhret bulmuştur: Şirk, büyü, adam öldürme, ribâ, yetim malı yeme, savaştan kaçma ve iffetli müslüman kadına zina isnadında bulunma (Buhârî, “Veśâyâ”, 23, “Hudûd”, 44; Müslim, “îmân”, 144; Ebû Dâvûd, “Veśâyâ”, 10). Tövbesiz affedilmeyen yegâne günah küfür ve şirk olup cezası ebediyen cehennemde kalmaktır. Bu günahın tövbesi şüphe yok ki hak dini benimsemekten ibarettir. Diğer günahlardan özellikle büyük sayılanlarının tövbesiz affedilip edilmeyeceği konusunda çeşitli görüşler bulunmakla birlikte genellikle Allah’ın dilemesine bağlı olarak bağışlanma mümkün görülmüştür. Yine çoğunluğun kanaatine göre küfür ve şirk dışında kalan günahlar affedilmese bile ebedî azabı gerektirmez (bk. KEBÎRE). Muhataba göre günah Allah’a, diğer insanlara ve kişinin kendine karşı işlediği günahlar olmak üzere üçe ayrılabilir. İslâm literatüründe mevcut yaygın kanaate göre, kul hakkını çiğnemek ve toplumun selâmetini ihlâl etmek suretiyle işlenen günahların vebali -küfür ve inkâr dışında- Allah’a karşı işlenen günahlardan daha ağırdır. Kişinin nefsine karşı günah işlemesi selim fıtratını bozması demek olup Kur’ân-ı Kerîm’de “kendine zulmetme” tâbiriyle ifade edilmiştir (meselâ bk. el-Bakara 2/57; Âl-i İmrân 3/117, 135; et-Tevbe 9/70; el-Ankebût 29/40). Günahlar ayrıca, dünyevî cezaları açısından hakkında had cezası uygulananlar, sadece kefâret cezası gerektirenler, had ve kefâreti bulunmayıp yalnız uhrevî cezası olanlar şeklinde de taksim edilir (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 164).

Günah işlemekten doğan ceza şahsî olup kişi kendi yaptığından sorumludur. Hiçbir kimse başkasının cezasını üstüne alamadığı gibi atalarının işlediği günahtan dolayı da sorumlu tutulmaz. Ancak gayri meşrû bir fiil ve harekette bulunanlar, bununla yetinmeyerek başkalarını da etkilemiş ve kötü bir çığır açmışlarsa aynı davranışta bulunan herkesin günahından onlarla birlikte sorumlu olurlar. Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Muhammed’e indirilen vahyin “öncekilerin masalları”ndan ibaret olduğunu söyleyenlerin saptırdıkları grupların günahlarından da sorumlu tutulacakları (en-Nahl 16/24-25), ayrıca güç ve imkân sahibi olanların saptırdıkları zayıf karakterli kimselerle birlikte azaba mâruz bırakılacakları (Sebe’ 34/31-33) ifade edilmektedir. Hz. Peygamber de iyi veya kötü bir çığır açanların, onunla amel eden herkesin sevabı veya günahının bir misliyle mukabele göreceklerini belirtmiştir (Müsned, IV, 357, 359, 360, 361; Müslim, “Ǿİlim”, 15-16, “Zekât”, 69; krş. Buhârî, “İǾtiśâm”, 15). İslâmiyet’e göre, hıristiyanların inandıkları gibi Hz. Âdem’den insanlara miras kalan aslî bir günah mevcut değildir. Çünkü Allah Âdem’in işlediği günahı onun tövbesi üzerine affetmiştir (el-Bakara 2/37; krş. Anawati, s. 39-40). İnsanlar dünyaya hem hayır hem de günah işlemeye elverişli bir yetenekle fakat günahsız olarak gelirler.

Günahlara karşılık verilen cezalar dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikiye ayrılır. Allah’a itaatsizlikte direnip O’nu inkâr eden, her türlü ilâhî uyarı ve yol göstericiliği reddeden, doğru yolu bulmaları imkânsız hale geldiği gibi diğer insanların ıslahına da engel olan toplulukların dünyada helâk edilmek suretiyle cezalandırıldığı, âhirette ise ebedî azaba mâruz bırakılacağı muhtelif âyetlerde belirtilmiştir. Müslüman fertlerin, hukuk kurallarını ve toplum düzenini ihlâl edecek şekilde işledikleri günahlara had, kısas ve ta‘zîr gibi dünyevî cezaları uygulama mecburiyeti getirilmiştir.


Bununla birlikte günahkâr mümin için en büyük ceza, Abdullah b. Mes‘ûd’un da söylediği gibi onun yaşadığı dinî suçluluk psikolojisidir (bk. Tirmizî, “Śıfatü’l-ķıyâme”, 49). Uhrevî ceza ise ebedî mutluluğun simgesi olan cennet nimetlerinden mahrum olmak ve cehennem azabına mâruz kalmaktır. Öte yandan günahkâr mümine dünyada uygulanan cezaların kefâret hükmünde olup uhrevî cezayı düşüreceği genellikle kabul edilmiştir (bk., Buhârî, “Ĥudûd”, 8; Tirmizî, “Ĥudûd”, 12, “Îmân”, 11). Âlimlerin bir kısmı, hadlerle ilgili bazı âyetlere dayanarak (en-Nûr 24/4-5; el-Furkān 25/68-71) uhrevî cezadan kurtulmak için ayrıca tövbe etmeyi şart koşarlar. Bu görüşün, dünyevî cezanın yargı makamlarının zoruyla uygulandığı, gönüllerinde pişmanlık duyup Allah’a dönmeyen suçlular için isabetli olduğunu söylemek gerekir (bk. CEZA).

Kur’an ve Sünnet’te Allah’ın affediciliğinden bahseden birçok ifade yer almıştır. Âyetlerde, küfür dışında kalan günahlara ait cezaların Allah’ın dilemesine bağlı olarak tövbe (meselâ bk. el-Mâide 5/39; Tâhâ 20/82; el-Furkān 25/70-71), ibadet ve taatte bulunma (Hûd 11/114), büyük günahlardan kaçınma (en-Nisâ 4/31), dünyada cezasını çekme (en-Nisâ 4/92; el-Mâide 5/38, 89, 95; krş. Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 361; a.mlf., Teǿvîlât, vr. 126b), zaruret halinde ve cebir altında bulunma (el-Bakara 2/173; en-Nahl 16/106), şehid olma (Miftâĥu künûzi’s-sünne, s. 259), hastalık, musibet ve felâketlere mâruz kalma (a.e., s. 148-149, 463-465) gibi durumlarla, ayrıca şefaat veya ilâhî lutufla (en-Nisâ 4/48; Yûsuf 12/87; ez-Zümer 39/53) affedileceği bildirilmektedir. Ancak burada affa konu teşkil eden uhrevî ceza olup beşerî hukukla ilgili sonuçlar, tövbe edilse bile zarara uğrayan kişi tarafından affedilmedikçe ortadan kalkmaz. Bazı günahlardan arınmanın bir yolu olan kefâret fakirleri doyurmak, giydirmek, kurban kesmek veya oruç tutmakla nefsi temizlemeyi amaçlar (el-Mâide 5/89, 95; el-Mücâdele 58/3-4; bk. KEFÂRET). Günahtan sonra yapılan iyi ameller de o günahın menfi etkisini ortadan kaldırmaya yardımcı olur (Hûd 11/114; el-Furkān 25/70-71). Öte yandan günahın Allah’a karşı itaatsizlik anlamından doğan cezasının O’ndan başka hiçbir kimse tarafından affedilemeyeceği belirtilmiştir (Al-i İmrân 3/129, 135; el-A‘râf 7/149).

Birçok âyet ve hadis, kişinin işlediği günahlardan dolayı pişmanlık duymasını, Allah’tan bağışlanma niyazında bulunmasını istemekte ve bunun için özendirici ifadelere yer vermektedir. Bunun yanında başkalarının affedilmesi için dua ve istiğfarda bulunulması da emredilmektedir. Kur’an’da meleklerin müminler için af dilediği haber verildikten başka (Gāfir 40/7-9; eş-Şürâ 42/5) “müminler için istiğfar etmek” kavramı Hz. Peygamber’e nisbet edilmekte, hatta bu onun görevlerinden sayılmaktadır (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/159; en-Nisâ 4/64; Muhammed 47/19; el-Münâfikūn 63/5). Hz. Nûh kendisi, ebeveyni ve evine (dinine) giren her mümin için mağfiret talebinde bulunduktan sonra aynı talebi kadın ve erkek bütün müminler için tekrar etmiş (Nûh 71/28), Hz. Ya‘kūb da oğulları için af dilemeyi vaad etmiştir (Yûsuf 12/98). Bakara sûresinin son âyetinde (2/286) bütün müslümanlara telkin edilen ortak duada yer alan, “Bizi affet, bizi bağışla, bize acı” meâlindeki cümleler dikkat çekicidir. Kur’ân-ı Kerîm’de, ilk müslüman nesli oluşturan muhacirlerin ve ensarın bazı üstünlüklerine temas edilmesinin ardından onlardan sonra gelecek bütün müslümanların birbirlerini kardeş bilecekleri ve daima sonra gelenlerin önceki kardeşleri için Allah’tan af dileme özelliğine sahip bulunacakları ifade edilir (el-Haşr 59/8-10). İlâhî din mensuplarının hürmetle bağlılık gösterdiği Hz. İbrâhim, Kâbe’yi inşa ettiği ve dolayısıyla Mekke şehrini kurduğu sırada Beytullah’ı mâbed edinenlere dua etmiş, kendi zürriyetinden daima namaz kılacak nesiller yaratmasını rabbinden dilemiş, kendisinin, ebeveyninin ve bütün müminlerin kıyamet gününde bağışlanmasını niyaz etmiştir (İbrâhim 14/35-41). Bu uzun duanın son iki âyetinin (14/40-41), müslümanlar tarafından namazın son rüknünde selâmdan önce genellikle okunması hem tarihî bir değer taşımakta hem de evrensel bir din anlayışını yansıtmaktadır (konuyla ilgili hadisler için bk. Miftâĥu künûzi’s-sünne, s. 202-203).

Günaha dair birçok eser kaleme alınmıştır. Bunlar genellikle konuyu kelâmî ve ahlâkî çerçevede ele alan, günahkârın iman-küfür açısından durumunu inceleyen, günahtan sakınmanın çarelerini araştıran eserler niteliğindedir. Ebü’l-Hasan el-Vâsıtî’nin Kitâbü’l-Kebâǿir ve’ś-śaġāǿir (Köprülü Ktp., Fâzıl Ahmed Paşa, nr. 1603); Şemseddin ez-Zehebî’nin Kitâbü’l-Kebâǿir (Beyrut, ts. [Dârü ihyâi’t-türâsi’l-Arabî], trc. M. Enis Kamer, Büyük Günahlar, İstanbul 1982); İbn Kayyim el-Cevziyye’nin ed-Dâǿü ve’d-devâǿ (Amman 1992); aynı müellifin Kitâbü’t-Tevbe (Beyrut 1992); İbnü’l-Cezerî’nin ez-Zehrü’l-fâǿiĥ fî źikri men tenezzehe Ǿani’ź-źünûbi ve’l-ķabâǿiĥ (Beyrut 1986); Zeynüddin İbn Nüceym’in Risale fî beyâni’l-meǾâśî kebîrihâ ve śaġīrihâ (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 747, 784; Hasan Hüsnü Paşa, nr. 496; Reşid Efendi, nr. 1981); İbn Hacer el-Heytemî’nin ez-Zevâcir Ǿan iķtirâfi’l-kebâǿir (Beyrut 1988, trc. Ahmet Lütfi Serdaroğlu - Lütfi Şentürk, İslâm’da Helâller ve Haramlar, İstanbul 1981); Bedreddin el-Gazzî’nin Cevâhirü’ź-źeħâǿir fi’l-kebâǿir ve’ś-śaġāǿir (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 3767); Vecîhüddin İbn Ziyâd el-Gaysî’nin ez-Zevâcir Ǿan iķtirâfi’l-kebâǿir (Süleymaniye Ktp., Murad Buhârî, nr. 225); Ali el-Kārî’nin eź-Źaħîretü’l-keŝîre fî recâǿi maġfireti’l-kebîre (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 5327; Hekimoğlu, nr. 944; Ahmed Paşa, nr. 332); Şehâbeddin el-Hamevî’nin ǾAdedü’l-kebâǿir (Adana İl Halk Ktp., nr. 465); İsmâil Hakkı Bursevî’nin Şerhu’l-Kebâir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 1305) ve Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevî’nin Necâtü’l-ġāfilîn (İstanbul 1268) adlı eserleri klasik literatüre ait örnekler içinde sayılabilir.

Günah kavramıyla ilgili yeni eserler arasında Francis T. Cooke’un “Sins and Their Punishment in Islam” (MW, XXVIII [1938], s. 272-278); E. E. Elder’in “The Development of The Muslim Doctrine of Sins and Their Forgiveness” (a.g.e., XXIX [1939], s. 178-188); Georges C. Anawati’nin “La notion de ‘péché original’ exist-elle dans l’Islam” (St.I, XXXI [1970], s. 29-40); Ralph Stehly’nin Un problème de théologie islamique: la définition des fautes graves (Kabā,ir) (REI, XLV [1977], s. 165-181); Cihat Tunç’un “Kelâm İlminde Büyük Günah Meselesi” (AÜİFD, XXIII [1978], s. 325-342); Sadık Kılıç’ın Kur’an’da Günah Kavramı (Konya 1984); Osman Cilacı’nın “İlâhî Dinler Açısından Günah Kavramı” (Diyanet Dergisi, XXIV/4 [Ankara 1988], s. 41-49); Âdil Bebek’in Mâtürîdî’de Günah Problemi (doktora tezi, 1989, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) adlı çalışmaları zikredilebilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “źenb”, “ħaŧaǿ”, “đalâl”, “žulm”, “sûǿ”, “cârim”, “ŧġy”, “fısķ”, “ħubŝ”, “fuĥş”, “fesâd”, “srf”, “zyġ”, “kbr” md.leri; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “sûǿ”, “ġay”, “cenef”, “fuĥş”, “hab”, “ħıns”, “şeŧaŧ”, “fücûr”, “srf”, “zeyġ”, “nkb” md.leri; Lisânül-ǾArab,


“ħbŝ”, “cnf”, “fĥş”, “ĥvb”, “ħns”, “şŧŧ”, “fer”, “srf”, “zyġ”, “nkb” md.leri; et-TaǾrîfât, “fücûr” md.; Ebü’l-Bekā, Külliyyât, s. 40, 41, 424, 567, 594; Tehânevî, Keşşaf, I, 401, 507, 510; II, 938, 1132; Kāmus Tercümesi, III, 1457; Wensinck, el-MuǾcem, “iŝm”, “źnb”, “vizr”, “cünâĥ”, “ĥûb” md.leri; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ħaŧaǿ”, “cürm”, “iŝm”, “źnb”, “vzr”, “cnĥ” md.leri; Şükûn, Farsça-Türkçe Lugat, “günâh” md.; Müsned, I, 18, 26; III, 297, 446; IV, 357, 359, 360, 361; V, 251, 252, 256; Buhârî, “Veśâyâ”, 23, “Ĥudûd”, 8, 44, “İǾtiśâm”, 15; Müslim, “Selâm”, 23-25, “Îmân”, 144, “Ǿİlim”, 15-16, “Zekât”, 69; İbn Mâce, “Zühd”, 29; Ebû Dâvûd, “Veśâyâ”, 10; Tirmizî, “Îmân”, 11, “Tefsir”, 2/35, “Śıfatü’l-ķıyâme”, 49, “Ĥudûd”, 12, “Fiten”, 7; İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 19; Ezrakī, Aħbâru Mekke (Wüstenfeld), I, 120, 121, 123; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 361; a.mlf., Teǿvîlât, Hacı Selimağa Ktp., nr. 40, vr. 126b; Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), I, 244; İbn Kayyim el-Cevziyye, ed-Dâǿü ve’d-devâǿ (nşr. M. Abdürrezzâk er-Ravd), Amman 1992, s. 164, 177-179; Miftâĥu künûzi’s-sünne, s. 148-149, 202-203, 259, 463-465; T. Izutsu, The Structure of the Ethical Terms in the Koran, Tokyo 1959, s. 250-261; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, V, 472, 473, 528-529, 555, 560, 578, 605; VI, 180-183, 203-211; Sadık Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, Konya 1984, s. 137-143, 160; G. C. Anawati, “La notion de ‘péché original’ exist-elle dans l’Islam”, St.I, XXXI (1970), s. 29-40.

Adil Bebek




PSİKOLOJİ. ##&

Günah bazılarına göre sadece seküler ahlâkla sınırlı iken çoğunluk için dinî bir mahiyet arzeder ve mistik anlamıyla ruhun mükemmele doğru gelişimini engelleyen veya geciktiren davranış ve alışkanlıklardan ibarettir (Grensted, s. 130). Günahkârlık da böyle bir davranışta bulunduktan sonra hissedilen suçluluk duygusudur. Tövbe ise bu duyguyu hafifletme veya ondan sıyrılma mekanizmasıdır. Günah yalnızca teolojik değil aynı zamanda psikolojik bir kavramdır. İnsanın gerek günah işlemesi gerekse işlediği günah sonucunda suçluluk duyması tabiidir.

İnsan, günahın ana faktörünü oluşturan bazı behîmî arzulara sahiptir. Bu arzuların bizzat kendileri günah niteliği taşımaz. Meselâ açlık ve cinsellik dürtüleri ahlâkî olarak nötrdür; fakat açlık dürtüsü aç gözlülüğe, cinsellik dürtüsü de şehvete dönüşebilir. İnsanı ilgilendiren husus, bunları fazilet veya rezilet sayılacak noktaya getirmesidir. Esasen onu hayvandan ayıran en önemli özellik de budur. Burada kişinin “özgürlük duygusu”nu tatmin etmesi de söz konusudur. Faziletli kabul edilen davranışlar yerine süflî nefisten gelen isteklerin tercih edilmesiyle insanın özgürlüğünü kullandığı zannedilebilir.

William James’ten bu yana psikologlar insanı harekete geçiren motivasyonları, dürtülerden veya ideallerden kaynaklanmaları açısından güçlü veya zayıf olmak üzere ikiye ayırırlar. Buna göre dürtülerden kaynaklananlar güçlü, akıl ve şuurdan kaynaklananlar zayıf kabul edilmiştir (Selbie, s. 229). Kuvvetli dürtülere karşı koymak zordur; hatta düşünerek yapılan davranışlarda bile şuuraltından gelen bu dürtü ve çağrışımların etkisinde kalınabilir. Bunlara karşı koymak kişilikte psikolojik çatışmalara yol açabilir. Bu da sonuçta iç sıkıntısı ve depresyona sebep olur ki klasik psikanalize göre insan bu sıkıntıyı yaşamamak için dürtülerini farklı yönlere kanalize eder.

Freud’ün ortaya koyduğu bir ego savunma mekanizması olan yüceltme (sublimation) teorisi, özellikle cinsellik ve saldırganlık ihtiva eden dürtülerin, toplumun ya da süper egonun yasaklamaları sonucunda farklı kılıflara bürünüp sosyal olarak kabul gören davranışlar biçiminde tezahür ettiğini ve dolayısıyla medeniyetin bir yüceltme ürünü olduğunu ileri sürer. Aslında Freud günah diye bir şey kabul etmez. Ona göre günahkârlık duygusu, insanoğlunun zihnî bir yanılma ile oluşturduğu Tanrı imajının misillemede bulanacağına inanarak kendisini yapmaya zorunlu hissettiği ibadet veya davranışları ihmal etmesi neticesinde oluşan bir duygudur.

Günaha sevkeden hem dahilî hem de hâricî sebepler mevcuttur. İnsanoğlu, dürtüleri olan ve bu dürtüleri çevresi tarafından beslenen veya bastırılan bir varlıktır. Kişi gerek özel yaşantısında gerekse sosyal hayatta bazı ahlâkî-dinî kısıtlama ve emirlere, dürtülerini bastırarak ve onlara hâkim olarak uyacağını temelde kabul eder. Aksi halde sosyal hayat bir anarşi ortamı haline gelir. Fakat insan bu olumsuz dürtülere her zaman karşı koyamayıp boyun eğebilir. Tabii bunu da kişinin hem kendi karakterinin gelişimiyle hem de çevresinden gelen etkilerle kuvvetlenen veya zayıflayan dürtüleri belirler. Hisler, ihtiraslar ve çevre etkenleri onun aklına galip gelebilir. Meselâ bir alkolik, içkinin kendisine zarar verdiğini aklı ile bilir ama iradesi onu engelleyemez. Bununla birlikte davranışçı psikolojinin (behaviorism) iddiaları bir yana, psikoloji insanın tabii olarak rasyonel ve gönüllü hareket edebilen bir varlık olduğunu, akıl, duygu ve iradeyi kapsayan insan şuurunun dürtüleri kontrol edebileceğini, hatta yönlendirebileceğini kabul eder.

Psikoloji, sıradan günahla marazî bir hal alan ahlâksızlık arasında ayırım yapar. Buna göre günah yanlış bir duygunun sonucu iken marazî ahlâksızlık, kontrol edilemeyen dürtüleri oluşturan şuuraltı komplekslerinden kaynaklanır. Günahı “iradenin doğru kabul edilen ideale göre hareket etmemesi” şeklinde değerlendirmek mümkündür. Buna bağlı olarak hem sıradan günahkârın hem de marazî ahlâksızın ideal bilincine doğuştan sahip bulunduğunu da söylemek gerekir. Ne var ki sıradan günahkâr ideali bilinçli olarak yerine getirmezken marazî ahlâksızlığı olan kimse buna muktedir değildir. Yani ideale göre hareket etmeyen marazî ahlâksızın iradesi günaha karşı koymak için yeterince güçlü sayılmaz.

Günah kendisiyle beraber suçluluk duygusunu da getirir. Bunun gerçekleşebilmesi için kişinin neyin doğru, neyin yanlış olduğuna dair dinî veya ahlâkî bir bilgisi olmalıdır. Değer yargıları oluşturmak ve sorumluluğun farkına varmak insan benliğinin tabii bir gelişimidir. Ancak bunlar, insanın hem mizacına hem de eğitimine bağlı olarak gelişir. Bir çocuk, henüz ahlâk şuuru edinmeden önce kötü bir eğitim sonucunda yalan söyleme alışkanlığı kazanabilir. Bu durumda çocuğun yaptığı iş, ilâhî iradeyle çeliştiği için günah olarak nitelendirilebilir; fakat çocuk yaptığı şeyden dolayı suçlu değildir. Çünkü ahlâkî sorumluluk çağına erişmemiştir. Dolayısıyla insana suçluluk veya günahkârlık duygusunu şuurluluk kazandırır. Dinler ve özellikle İslâmiyet kişiye günahkârlık duygusundan kurtulmanın yolunu da göstermiş, ona tövbe imkânını sunmuştur.

Günahkâr olduğu hissine kapılan kimse eğer tövbe yolunu tercih etmez veya tövbesi neticesinde suçluluk duygusunun hafiflediğini hissetmezse psikolojik rahatsızlıklara mâruz kalır. Dinî kaynaklı psikozların temel sebeplerinden birini oluşturan bu hususun, Allah’ın sevgiden ziyade cezalandırıcı yönünü vurgulayan yanlış dinî eğitimden kaynaklandığı söylenebilir. İslâm dini, günahlar için tövbe kapısının açık olduğunu ve insanın doğrudan Allah’la irtibat kurmasının


gerektiğini ısrarla vurgular. Çünkü Allah tövbeleri kabul edendir ve merhamet edenlerin en merhametlisidir (bk TEVBE).

BİBLİYOGRAFYA:

W. B. Selbie, The Psychology of Religion, Oxford 1924, s. 226-244; L. W. Grensted, Psychology and God, London 1936, s. 129-158; W. E. Oates, The Psychology of Religion, Waco 1973, s. 211-215; G. E. Scobie, Psychology of Religion, London 1975, s. 83-85; C. Bryant, Depth Psychology and Religious Belief, London 1987, s. 20-29; Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ankara 1993, s. 273-277; S. Freud, “Obsessive Acts and Religious Practices”, Collected Papers, II, London 1924, s. 28-29; A. La Cocque, “Sin”, ER, XIII, 325-331.

Ali Köse