HÂCEGÂN

(خواجگان)

XII-XV. yüzyıllarda Mâverâünnehir’de faaliyet gösteren ve Orta Asya sûfîliğinin gelişmesinde önemli rol oynayan bir tarikat.

Müteahhir Nakşibendî müellifleri, Hz. Ebû Bekir’le başlattıkları Nakşibendî silsilesinin Bâyezîd-i Bistâmî’nin (ö. 234/848 [?]) zamanına kadar Bekriyye, Hâce Yûsuf el-Hemedânî’nin (ö. 535/1140) zamanına kadar Bâyezîd’in Tayfûr lakabına nisbetle Tayfûriyye, Hemedânî’den Hâce Bahâeddin Nakşibend’in (ö. 791/1389) zamanına kadar Hâcegân tarikatı ve ondan itibaren de Nakşibendiyye adını aldığını kaydederler (Seyyid Hasib Üsküdârî, vr. 28b). Silsilenin bu şekilde dönemlere bölünmesi doğru kabul edilirse Merv’deki hankahı “Horasan Kâbesi” olarak tanınan Yûsuf el-Hemedânî’yi Hâcegân’ın ilki saymak gerekir. Nitekim silsilede “hâce” lakabını taşıyan ilk sûfî de odur. Daha yaygın bir görüşe göre Hâcegân tarikatının gerçek kurucusu, Yûsuf el-Hemedânî’nin tayin ettiği dört halifenin dördüncüsü olan ve “ser-silsile-i Hâcegân” lakabıyla anılan Abdülhâliķ-ı Gucdüvânî’dir.

Yûsuf el-Hemedânî’nin Buhara’da faaliyet gösteren ilk iki halifesi Hâce Abdullah-ı Berkî ve Hâce Hasan-ı Endâkī’nin halife bıraktıklarına dair bilgi yoktur. Yûsuf el-Hemedânî’nin üçüncü halifesi ve Yeseviyye’nin kurucusu Hâce Ahmed Yesevî’nin halifeleriyle kurduğu tarikata mensup olanların “hâce” yerine “ata” lakabını taşıdıklarına bakarak bunların Hâcegân silsilesinden ayrıldıklarını söylemek mümkündür. Öte yandan Yesevîliğin daha ziyade Orta Asya göçebe Türk kavimleri arasında, Hâcegân’ın ise Mâverâünnehir’in Buhara gibi eski kültür merkezlerinde Farsça konuşan şehirliler arasında yaygınlık kazandığı söylenebilir.

Hâcegân tarikatının sonradan Nakşibendîliğin mânevî yönünü de tayin eden sekiz prensibi Gucdüvânî tarafından ortaya konulmuştur. “Kelimât-ı kudsiyye” diye meşhur olan bu prensipler şunlardır: 1. Hûş der-dem. Dervişin aldığı her nefeste gafletten kaçınması, Hakk’ı unutmaması. 2. Nazar ber-kadem. Yürürken gaflete sebep olacak herhangi bir şeyi görmemesi için gözünü ayağına dikmesi. 3. Sefer der-vatan. Lüzumsuz seyahatlerden vazgeçip kendini beşerî sıfatlardan ilâhî sıfatlara ulaştıracak olan iç âlemindeki yolculuğa yönelmesi. 4. Halvet der-encümen. Sûrette ve zâhirde halk içinde bulunurken mânen ve bâtınen Hak ile beraber olması. 5. Yâdkerd. Diliyle veya gönlüyle Hakk’ı zikretmesi. 6. Bâzgeşt. Zikir yaparken kelime-i tevhidin ardından, “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî” (Allahım! Maksadım sensin, gayem senin rızânı kazanmaktır) cümlesini tekrarlaması. 7. Nigâhdâşt. Kelime-i tevhidi söylerken aklından bütün yersiz düşünceleri atması. 8. Yâddâşt. Her zaman Hak’tan âgâh olması. İlk yedi prensibin hedefinin bu sonuncusunu gerçekleştirmek olduğu söylenir. Bu prensipler, büyük bir ihtimalle Hâce Bahâeddin tarafından ortaya konan üç prensiple (vukūf-ı zamânî, vukūf-i adedî, vukūf-i kalbî) tamamlanmıştır (Sâfî, s. 20-28).

Nakşibendî geleneğine göre Gucdüvânî, Yûsuf el-Hemedânî’ye uyarak Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyâ-ı Kebîr (Kelân), Hâce Habbâz Buhârî ve Hâce Ârif-i Rîvgerî adlı dört halife bırakmıştır. Bunların dördü de mürid yetiştirdiği halde tarikatın devamını Ârif-i Rîvgerî sağlamıştır. Rîvgerî’den sonra Hâcegân silsilesi, sırayla Hâce Mahmud İncîrfağnevî (ö. 715/1315-16 [?]), Kübreviyye tarikatının büyüklerinden Alâüddevle-i Simnânî ile ilişkisi bulunan Hâce Ali Râmîtenî, Hâce Muhammed Baba Semmâsî ve Hâce Bahâeddin Nakşibend’in asıl mürşidi olan Emîr Külâl ile (ö. 772/1370) devam eder (Muhammed b. Hüseyin Kazvînî, vr. 9b-12a). Bunlardan sadece Râmîtenîye Risâle-i Ĥażret-i ǾAzîzân adlı bir eser atfedilmektedir. Hakkında bir menâkıbnâme bulunan Emîr Külâl’den başka Hâcegân silsilesinde adı geçen sûfîlerin hayatları ve faaliyetleri hakkında kaynaklarda yeterli bilgi yoktur.

Hâcegân şeyhlerinin benimsediği zikir metotlarının bir bütünlük arzetmediği söylenebilir. Hemedânî zikri cehrî yaptığı halde halifesi Gucdüvânî, Hâce Hızır’dan öğrendiği hafî zikri benimsemiş ve halifelerine bu metodu telkin etmiştir. Ancak Ali Râmîtenî tekrar cehrî zikir usulünü getirmiş ve Emîr Külâl zamanına kadar bütün Hâcegân cehrî zikir metodunu uygulamıştır. Hâce Bahâeddin Nakşibend, Gucdüvânî’nin ruhaniyetinden hafî zikir yolunu öğrenince cehri zikri tamamen bırakmıştır. Onun kesin bir şekilde hafî zikir yolunu seçmesiyle müntesip bulunduğu silsilenin yeni bir döneme girdiği ve Nakşibendiyye tarikatının doğuşunda tayin edici bir rol oynadığı söylenebilir.

Hâce Ubeydullah Ahrâr (ö. 895/1490) gibi bazı Orta Asya Nakşibendî şeyhleri Hâce lakabını kullanmaya devam etmişlerse de Hâcegân, Nakşibendîlik’ten ayrı bir tarikat olarak Emîr Külâl’in Bahâeddin Nakşibend dışındaki diğer halifeleriyle ancak iki üç nesil kadar varlığını sürdürebilmiş, daha sonra Nakşibendîliğin içinde erimiştir. Molla Câmî’nin Nakşibendî yolunu anlatan risâlesine Serrişte-i Ŧarîķ-ı Ħâcegân adını vermesi, Nakşibendî tarikatının mânevî ecdadına bir saygı ifadesi olarak değerlendirilir.

BİBLİYOGRAFYA:

Ali Râmîtenî, Risâle-i Ĥażret-i ǾAzîzân (Muhammed Bâkır b. Muhammed Ali, Maķāmât-ı Şâh-ı Naķşibend içinde), Buhara 1328/1910, s. 25-36; Mevlânâ Şehâbeddin, Menâkıb-ı Emîr Külâl-i Sûhârî, Tavşanlı Zeytinoğlu Ktp., nr. 169; Câmî, Nefeĥât (nşr. Mahmûd-ı Âbidî), Tahran 1370 hş./1991, s. 380-388; a.mlf., Serrişte-i Ŧarîķ-i Ħâcegân (nşr. Abdülhay Habîbî), Kâbil 1343 hş./1964; Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 409-415; Sâfî, Reşeĥât, Taşkent 1911, s. 18-54; Muhammed b. Hüseyin el-Kazvînî, Silsilenâme-i Ħâcegân-ı Naķşibend, Bibliothèque Nationale, supplément persan, nr. 1418; Seyyid Hasib Üsküdârî, Menâkıb-ı Şeyh Mehmed Emin Tokadî, Millet Ktp., Ali Emîrî, Şer‘iyye, nr. 1103; M. Fuad Köprülü, “Hâce”, İA, V/1, s. 24.

Hamid Algar