HACI BEKTÂŞ-ı VELÎ KÜLLİYESİ

Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde Hacı Bektâş-ı Velî’nin (ö. 669/1271 [?]) türbesi etrafında teşekkül eden külliye.

Bektaşîliğin “pîr evi” olan bu külliyenin tarihî gelişimi oldukça karmaşık bir yapı arzetmektedir. XIII. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanan geniş bir zaman dilimi içinde teşekkülünü tamamlayan bu yapı topluluğu, hemen bütün unsurları ile günümüze intikal edebilen nâdir tarikat külliyelerinden biri olarak Türk mimari tarihinde önemli bir yer işgal eder. Buna rağmen külliyenin bazı birimlerinin inşa tarihleri, bânilerinin kimliği ve zaman içinde geçirdikleri değişimler yeterince aydınlatılamamıştır. Külliyenin gelişimini Bektaşîliğin tarihçesindeki dört ana devre içinde incelemek mümkündür.

1. Hacı Bektâş-ı Velî’nin Sulucakarahöyük’e Yerleşmesinden Balım Sultan’ın Postnişin Olmasına Kadar Geçen Devre (XIII. yüzyıl ortaları-XVI. yüzyılın başı). Hacı Bektâş-ı Velî’nin, mürşidi Baba İlyâs-ı Horasânî’nin öldürülmesinden sonra o zamanki adı Sulucakarahöyük olan Hacıbektaş’a gelerek burada kendi adına bir zâviye kurduğu bilinmektedir. Özellikle yabancı yazarlar, külliyenin Aziz Haralambos (Charalambos) Manastırı’nın yerinde kurulduğunu ileri sürerse de bunun doğruluğu tesbit edilememiştir. Bu görüşler, XVIII ve XIX. yüzyıllarda buraya uğrayan yabancı seyyahların Hacı Bektâş-ı Velî’nin türbesinin müslümanların yanı sıra yerli hıristiyanlar tarafından da ziyaret edildiğini ve türbeyi Aziz Haralambos’un makamı olarak telakki ettiklerini nakletmesinden kaynaklanmış olmalıdır.

Müslüman Türkler tarafından fethedilen hıristiyan topraklarında, özellikle halk üzerinde büyük mânevî nüfuzu olan velîlerin türbelerinde ve tekkelerinde bu gibi devamlılıklara sıkça rastlanır. Çok defa bu devamlılığın altında, söz konusu velîlerin bölgenin fethine ve müslümanlaştırılmasına fiilen katkıda bulunmaları, tekke veya zâviyelerini bilhassa yerli halkın ziyaretgâhlan üzerinde tesis etmeleri gibi gelenekleşmiş uygulamalar yatmaktadır. Hacı Bektâş-ı Velî’nin zâviyesini Anadolu’da Ortodoks mistisizminin en yoğun biçimde yaşandığı Kapadokya bölgesinde Bizans dönemine ait bir manastır kalıntısının üzerinde kurmuş olması bu bakımdan muhtemel görünmektedir. Ancak külliyede Bizans mimarisinin özelliklerini yansıtan herhangi bir mekâna rastlanmadığı gibi Hacıbektaş ilçesine dair arkeolojik araştırmalar da henüz bu hususu kanıtlayacak düzeyde bulunmamaktadır.

Başlangıçta mütevazi bir kuruluş olduğu tahmin edilen ilk zâviyeden günümüze intikal eden tek unsur, Hacı Bektâş-ı Velî tarafından kullanıldığı rivayet edilen ve mimari özellikleri de bu rivayete uygun düşen Kızılca Halvet adındaki halvethânedir. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin güney duvarına bitişik olan bu halvethâne ile türbeyi külliyenin çekirdeği olarak kabul etmek gerekir. Bir zâviye yalnızca halvethâneden ibaret olamayacağına göre vaktiyle bunun çevresinde ibadet, sohbet, barınma ve iâşe ihtiyaçlarına cevap veren birtakım birimlerin bulunduğu kesindir. Ancak Kızılca Halvet dışında ilk zâviyenin mimari özellikleri tesbit edilememektedir.

Gerek tasarımı ile gerekse girişinde ve külâhının eteğinde görülen taş süslemeleriyle tamamen Selçuklu üslûbunu yansıtan Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin, pîrin vefatından az sonra XIII. yüzyılın son çeyreğinin başlarında inşa edildiği söylenebilir. Türbenin girişindeki kemerin üstünde yer alan stilize edilmiş çift başlı kartal kabartması Selçuklu üslûbunu pekiştiren bir unsur kabul edilebilir. Peygamberlerle şehidlerin vefat ettikleri yerde defnedilmeleri yanında bazı rivayetlere dayanan ve daha çok tarikat ehli tarafından benimsenen, kişinin yaşadığı veya öldüğü mekâna defnedilmesi geleneği dikkate alınarak Kızılca Halvet’in kuzey yönünde türbenin mevcut olduğu yerde Hacı Bektâş-ı Velî’nin ikamet ettiği bir hücrenin bulunduğu ileri sürülebilir.

Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin doğu duvarına bitişik olan ve Kırklar Meydanı’na açılan Resul Bâlî’nin (ö. 677/1278-79 [?]) kümbeti de külliyenin en eski birimlerinden olmalıdır. Remzi Gürses, Hacı Bektâş-ı Velî’nin halifelerinden Resul Bâlî’ye ait sandukanın “müteharrik” olduğunu, bunun altında dikdörtgen planlı bir mumyalığın içinde mumyalanmış bir cesetle cesedin ayak ucunda 677 (1278-79) tarihli bir şâhideyi gördüğünü bildirmektedir.

Diğer taraftan Kızılca Halvet ile türbenin batısında, bu iki birim boyunca uzanarak kuzeydeki Kırklar Meydanı’na geçit veren dikdörtgen planlı mekânın dış kapısında da çift başlı kartal kabartması yer alır. Ancak bu kapı, oranlan ve taş süsleme ayrıntıları ile Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’ne göre daha geç tarihli olduğunu belli etmektedir. Kapının Selçuklu hânedanının kesin olarak çökmesinden (1308) az önceye veya Karamanoğulları’nın erken dönemine (XIV. yüzyılın ilk yarısına) ait olması muhtemel görünmektedir. Söz konusu kapı ile girilen bu mekânın sağında (doğu) Kızılca Halvet, solunda ise Hacı Bektâş-ı Velî’nin halifelerinden olduğu rivayet edilen Güvenç Abdal’ın kümbeti bulunur. Aynı mekânın kuzeyinde Kırklar Meydanı’na açılan kapı Osmanlı dönemine aittir. Üzerindeki kitâbede bugünkü Kırklar Meydanı’nın 960 (1553) yılında inşa edildiği belirtilmektedir.

Külliyenin ikinci avlusunda batı yönündeki kanadın merkezinde yer alan ve Bektaşî erkânında çok önemli bir yeri olan meydan evinin kapısı üzerinde külliyenin en eski tarihli kitâbesi bulunmaktadır. Oldukça kötü bir hatla ve girift bir istifle yazılmış bu Arapça mensur kitâbe


araştırmacılar tarafından değişik şekillerde okunmuştur. Bunların içinde en çok güven telkin eden Halim Baki Kunter’e göre kitâbenin tercümesi şöyledir: “Bu imareti meşâyihin meliki, evliya soyu olan Ahî Murad -devleti dâim olsun- yedi yüz altmış dokuz senesi Ramazanının arifesinde yaptırdı”. Kunter de dahil olmak üzere birçok araştırmacı burada “Ahî Murad” olarak anılan baninin, kitabenin verdiği 769 (1367-68) yılında Osmanlı tahtında bulunan I. Murad Hüdâvendigâr olduğunu iddia etmiştir. I. Murad’ın fütüvvet ehli (ahî) olması, Ahîler ile XIV. yüzyılda Hacı Bektâş-ı Velî Zâviyesi’ne bağlı olan Rum abdalları arasındaki ilişkiler ve ayrıca kitâbede bâninin adından sonra gelen “dâime devletühû” ibaresi bu görüşü desteklemektedir. Ancak I. Murad’ın, o tarihte Osmanlı sınırları dışında, Anadolu’daki en zorlu rakibi Karamanoğulları’nın topraklarında bulunan bir zâviyede kendi adına imar faaliyetinde bulunması garip görünmektedir. Bu dönemde Karamanoğlu tahtında I. Murad’ın damadı I. Alâeddin Ali Bey bulunmaktadır. Kitâbede geçen “sülâletü’l-evliyâ” tabiri I. Murad’ın, Hacı Bektâş-ı Velî gibi Vefâî-Babaî kökenli olan Şeyh Edebâli’nin soyundan gelmesiyle açıklanabilirse de “melikü’l-meşâyih” terkibine mâkul bir açıklama getirilememektedir. Ne kadar mütevazı olursa olsun bir Osmanlı sultanının yaptırdığı binanın kitâbesinde kendisinden “Ahî Murad” şeklinde söz ettirmesi de pek alışılmış bir uygulama değildir. Bununla birlikte meydan evinin 769 (1367-68) yılında I. Murad tarafından yaptırıldığını kabul etmek şimdilik en doğrusu olmalıdır.

Ahmet Yaşar Ocak’ın “Bektaşîliğin teşekkül devresi” olarak tanımladığı Hacı Bektâş-ı Velî’nin vefatını takip eden dönemde ve özellikle XIV. yüzyılda Hacı Bektâş-ı Velî kültü ve bu kültün kaynağı olan zâviye Anadolu’nun tasavvufî hayatında giderek önemli bir merkez haline gelmiş; Yeseviyye, Vefâiyye, Kalenderiyye, Haydariyye gibi çeşitli tarikatlara bağlı olan Rum abdalları ile Batı Anadolu’da, Rumeli’de fetih ve kolonizasyon faaliyetlerinin başını çeken Rum gazilerinin tâbi oldukları önemli bir tarikat merkezi niteliğine bürünmüştür.

Bu gelişmelerin zâviyenin mimari tekâmülüne de yansıdığını kabul etmek gerekir. Böylece XIV. yüzyılın başlarında veya ilk yarısında Kızılca Halvet’in, Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin, Resul Bâlî ve Güvenç Abdal kümbetlerinin yanı sıra büyük bir ihtimalle bugünkü Kırklar Meydanı’nın işgal ettiği alanı da kapsayan eskisinden daha geniş bir yapı topluluğunun inşa edildiği anlaşılmaktadır. Çok sayıda ziyaretçisi olan bir tarikat tesisinin mimari programı ve fonksiyon şeması göz önüne alındığında, külliyenin günümüzde arzettiği üç avlulu yerleşimin bu gelişme sırasında şekillendiğini tahmin etmek mümkündür. Nitekim en azından ikinci avlunun XIV. yüzyılın ikinci yarısında teşekkül ettiği, burada bulunan 769 (1367-68) tarihli meydan evinin varlığı ile ortaya çıkmaktadır. İkinci avluyu kuşatan kiler evi, aşevi, ekmek evi vb. diğer birimlerin yerinde de yaklaşık aynı ihtiyaçları karşılayan yapıların tasarlandığı söylenebilir.

2. Balım Sultanın Postnişin Olmasından Bektaşîliğin Lağvedildiği Tarihe Kadar Geçen Devre (1501-1826). Bektaşîliğin ikinci pîri olarak kabul edilen ve 907 (1501) yılında II. Bayezid’in desteğiyle Hacı Bektâş-ı Velî Zâviyesi’nin meşihatını üstlenen Balım Sultan, zâviyenin mânevî nüfuzu altındaki yarı bağımsız derviş taifelerini belirli bir erkân ve merkeziyetçi bir idare çerçevesinde teşkilâtlandırmıştır.

Balım Sultan’ın meşihatını takip eden yüzyıllarda pîr evinin sahip olduğu iktisadî gücü göstermek bakımından çoğu Anadolu’da ve Rumeli’de olmak üzere 362 civarında köyün, çevrelerindeki on binlerce dönüm tarım arazisiyle birlikte bu tesise vakfedilmiş olduğunu hatırlatmak yeterlidir. Bunların yanı sıra Hacıbektaş yakınlarındaki Tuzköy’de bulunan ve Hacı Bektâş-ı Velî’nin bir kerâmeti sonucunda bulunduğu rivayet edilen kaya tuzu madeninin geliri de pîr evine aitti. Ayrıca pîr evinin çevresinde, dervişler tarafından işlenen geniş vakıf arazilerindeki bostanlarla meyve ve çiçek bahçelerinin de önemli bir gelir kaynağı teşkil ettiği bilinmektedir. Diğer taraftan Bektaşîliğe bağlı devlet ricâli, Yeniçeri Ocağı ileri gelenleri, zengin arazi sahipleri ve tâcirler de yaptıkları bağışlarla bu gelire katkıda bulunmaktaydı. Mevlevîliğin merkezi olan Konya Mevlânâ Külliyesi’nde olduğu gibi Bektaşîlik’te de bütün bu vakıf gayri menkullerin gelirleri pîr evinde toplanmakta, burada postnişin olan ve Bektaşîliğin reisi kabul edilen dedebabanın tasarrufu altında pîr evine bağlı zâviyelere ihtiyaçları ölçüsünde bölüştürülmekteydi.

Balım Sultan’ın ikinci pîr olarak tarikatı şekillendirmesi ve “mücerredlik erkânını” tesis etmesinden sonra Bektaşîliğin bünyesinde, aralarında günümüze kadar süren bir rekabetin gözlendiği iki kol ortaya çıkmıştır. Mücerred babaların tasarrufundaki tekkelerin mensupları pîr evindeki dedebabayı, çoğunluğunu köylülerin ve göçebelerin meydana getirdiği Anadolu Alevîliği’ne bağlı Bektaşîler ise Hacı Bektâş-ı Velî’nin neslinden geldiklerini iddia eden ve pîr evinin dışındaki konaklarında ikamet eden çelebileri tarikatın gerçek reisi olarak tanımaktaydı. Kümbetinin kitâbesinde Balım Sultan’dan tarihî gerçeklere aykırı olarak Hacı Bektâş-ı Velî’nin torunu diye söz edilmesi, büyük bir ihtimalle Balım Sultan’ı bütün Bektaşîler’in gözünde meşrûlaştırma gayretinden kaynaklanmaktadır.

Bu gelişmelerin sonucunda Hacı Bektâş-ı Velî Zâviyesi, XVI. yüzyılın ikinci ve üçüncü çeyrekleri içinde birçok yeni yapıyla donatılarak tam teşekküllü bir tarikat külliyesine dönüşmüştür. Birçok kaynakta, Balım Sultan’ın vefatından sonra Anadolu’da yaşanan Sünnî-Alevî gerginliği sebebiyle Yavuz Sultan Selim tarafından kapatılan zâviyenin Kanunî Sultan Süleyman döneminde 958 (1551) yılında tekrar faaliyete geçtiği ifade edilmektedir. Ancak külliyedeki kitâbelerden bu iddianın doğru olmadığı, söz konusu süre içinde (1516-1551) birtakım önemli birimlerin inşa edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Dulkadıroğulları’nın Osmanlılar’a tâbi son emîri olan Şehsuvar Bey’in oğlu Ali Bey 925 (1519) yılında Balım Sultan Kümbeti’ni, 926 (1520) yılında da külliyenin bünyesindeki mescidi yaptırmıştır. Balım Sultan Kümbeti’nin iç kapısı üzerinde yer alan Arapça mensur kitâbenin tercümesi şöyledir: Bu mübarek kubbeyi (türbeyi), Şehsuvar Bey’in oğlu Emîr Ali Bey velîlerin kutbu, abdalların özü, Horasanlı Hacı Bektâş’ın oğlu Resul Bâlî’nin oğlu Hızır Bâlî için -Allah kabrini nurlandırsın- dokuz yüz yirmi beş yılında yaptırdı.

Bazı müellifler, mescidin yerinde Ak Cennet olarak anılan bir meydanın bulunduğunu, burada yeniçerilerin sefere çıktıklarında veya İstanbul’dan pîr evini ziyarete geldiklerinde törenlerin yapıldığını, mescidin ise II. Mahmud tarafından; Bektaşîliğin ilgası ve tekkenin Nakşibendiyye tarikatına devredilmesi üzerine şeyhülislâmlık makamının ısrarıyla 1250’de (1834-35) inşa ettirildiğini ileri sürmüşlerdir. Günümüzde büyük ölçüde kabul görmekle birlikte bu iddia tamamen yanlıştır. Çünkü mescidin tasarımı, basık oranları, özellikle de ayrıntıları, Osmanlı


mimarisinin henüz klasik üslûbun tam olarak teşekkül etmediği devresine, yani Mimar Sinan’ın Hassa başmimarlığı döneminden (1538-1588) öncesine aittir. Ayrıca mihrabı, basık köşe trompları ve üç merkezli kemeriyle, uzun süre Memlûk Devleti’ne tâbi olan ve Memlûk sanatının etkisinde kalan Dulkadıroğulları’nın bazı camilerindeki mihrapları andırmakta, mescidin önündeki son cemaat revakı ile Balım Sultan Kümbeti’nin girişindeki revakın aynı mimarın eseri olduğu ise ilk bakışta farkedilmektedir. Nitekim külliyeyi, tekkelerin kapatılması ile (1925) onarımın başlaması (1958) arasındaki dönemde 1948’de ziyaret etmiş olan Cevat Hakkı Tarım, “Aşevinin yanındaki Cuma Camii’nin kitâbesi” başlığı altında günümüzde yerinde bulunmayan ve düzeltilerek aktarılan şu metni vermektedir: Benâ hâze’l-mescid fî eyyâmi sultâni’l-a‘zam Selîm Şâh bin Bâyezîd Hân Ali bin Şehsuvâr Bek fî sene 926” (bu mescidi Şehsuvâr Bey oğlu Ali, Bayezid Han oğlu ulu sultan Selim Şah zamanında 926 yılında yaptırdı).

Ayrıca ikinci avlunun doğu revakında, girişten (güney) itibaren birinci ve ikinci kemerin arasında ziyaretçilere hitaben kaleme alınmış 951 (1544-45) tarihli, “Ey günahkâr örtün yüzü kara / Ne yüzle hazrete karşı vara” beyti dikkati çekmektedir. Mermer bir levha üzerinde yer alan bu beytin sonradan buraya konmuş olması muhtemeldir. Ancak ikinci avluda, gerek doğu gerekse batı yönündeki revakların tasarımı ve basık oranları, bu tarihten daha sonraya ait olmalarına pek ihtimal bırakmamaktadır. Kırklar Meydanı ile Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’ni barındıran yapının girişindeki üç kemerli revak da bunlarla aynı yıllara ait olmalıdır.

Külliye, XVI. yüzyılın ortalarında postnişin olan Sersem Ali Baba’nın meşihatı sırasında (1551-1570) yoğun bir imar faaliyetine sahne olmuştur. Külliyenin en önemli birimlerinden olan Kırklar Meydanı’nın girişi üzerinde yer alan Arapça mensur kitâbeden, “mescidü’l-mübârek” olarak anılan bu yapının 960 (1553) yılında Yâsinâbâd sancak beyi Murâd b. Abdullah tarafından yaptırıldığı anlaşılmaktadır.

İkinci avluda yer alan Arslanlı Çeşme, çeşmenin sağındaki duvar payesinde yer alan manzum kitâbeye göre 962’de (1554-55) Malkoçoğulları’ndan Bâlî Bey’in adına yaptırılmıştır. Aynı şekilde aşevinin iç kapısında yer alan kitâbede bu bölümü de Malkoçoğlu Bâlî Bey’in 968 (1560-61) yılında yaptırdığı belirtilmektedir.

Kitâbeleri Malkoçoğlu Bâlî Bey’in vefatından (1514) sonraya ait olan pîr evindeki bu hayrat, neslinden gelenler tarafından onun ruhu için yaptırılmış olmalıdır. Kitâbelerin işaret ettiği önemli husus, XVI. yüzyılın ikinci yarısında Rumeli’de gāziyân-ı Rûm geleneğini sürdüren akıncı beylerinin Hacı Bektâş-ı Velîye olan bağlılıklarını devam ettirmeleridir.

Meydan evinin kuzeyindeki kiler evi, güneyindeki çamaşır evi ile küçük mihman evi, ayrıca birinci avluda yer alan ekmek evi ile at evi de büyük bir ihtimalle bu dönemde şekillenmiştir. Sonuç olarak Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi’nin XVI. yüzyılın üçüncü çeyreği içinde yaklaşık olarak bugünkü şeklini aldığı söylenebilir.

Külliyenin XVI. yüzyılın ortalarından itibaren çeşitli onarımlar geçirdiği anlaşılmaktadır. Tesbit edilebildiği kadarı ile Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi, 1019 yılının Muharrem ayında (Nisan 1610) Kırşehir Valisi Mirlivâ Ezrad (?) b. Ali tarafından gümüş kaplamalı kapı kanatları ile donatılmış, aynı yapının alemi 1028’de (1619) yeniçeri kethüdası Ali (?) tarafından yenilenmiştir. Ayrıca ikinci avlunun batısındaki revakta meydan evi girişinin önündeki pâyede yer alan Türkçe manzum kitâbede, 1238 (1822-23) yılında Sivaslı Seyyid Mehmed Nebî Dedebaba tarafından yaptırılan bir onarıma işaret edilmekte, ancak bu onarımın revaka mı yoksa meydan evine mi ait olduğu belirtilmemektedir.

3. Bektaşiliğin Lağvedilmesinden Tekkelerin Kapatılmasına Kadar Geçen Devre (1826-1925). II. Mahmud tarafından Yeniçeri Ocağı ile birlikte Bektaşîlik de lağvedilince, “kadîm” addedilerek yıktırılmayan diğer Bektaşî tekkeleri gibi pîr evi de Nakşibendiyye tarikatına devredilmiştir. V. Cuinet, XIX. yüzyılın sonlarında pîr evine bağlı 362 vakıf köyünden birçoğunu devletin çeşitli bahanelerle müsadere etmesi sonucunda ancak kırk iki tanesinin kaldığını, bunlardan elde edilen gelirin dedebaba ve çelebi efendi arasında paylaştırıldığını, pîr evinin çevresindeki çiftliklerin gelirinin yanı sıra Düyûn-i Umûmiyye İdaresi’nin işlettiği tuz madeninden pîr evine yılda 1435 kg. tuz verildiğini bildirmektedir. F. W. Hasluck, tekkelerin son döneminde pîr evinin yıllık gelirini yaklaşık 60.000 sterlin olarak belirtmiştir. Bu dönemde pîr evi, eski zenginliğini epeyce kaybetmiş olmasına rağmen hâlâ Osmanlı dünyasının en itibarlı tarikat merkezlerinden biriydi.

Bektaşiliğin lağvedilmesinden sonra Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi’ni meydana getiren birimler birçok onarım geçirmiş, ayrıca külliyenin birimleri arasına bazı yeni unsurlar da katılmıştır. Bunlardan tesbit edilebilenler şöylece sıralanabilir:

Arslanlı Çeşme 1270’te (1853-54) yenilenmiştir. Onarım kitâbesinde adı


verilmeyen hayır sahibinin Mısırlı Kara Fatma Hatun / Sultan adında bir hanım olduğu rivayet edilmektedir. Bu hanımın, üyeleri içinde birçok Bektaşî muhibbinin bulunduğu Kavalalı Mehmed Ali Paşa hânedanına mensup olması ihtimali vardır. Sülüs hatlı ihyâ kitâbesinin metni Hilmî mahlaslı bir şaire aittir.

İkinci avlunun batı revakında girişten (güney) itibaren dördüncü ve beşinci kemerlerin arasında yer alan kitâbe, söz konusu revakın 1282 (1865-66) yılında Yanbolulu el-Hâc Türâbî Dedebaba tarafından yenilendiğini belgelemektedir.

Türâbî Dedebaba’nın halefi olan Selânikli el-Hâc Hasan Dedebaba da 1286’da (1869-70) aşevini ve önündeki revaki tamir ettirmiştir. Girişten itibaren üçüncü ve dördüncü kemerlerin arasında yer alan onarıma ait kitâbede bu husus belirtilmektedir.

Meydan evinin güney duvarına bitişik olan ve gerektiğinde muhabbet divanı olarak da kullanılan şeyh odasının kapısı üzerindeki “hû 1298” (1881) yazısı, II. Abdülhamid dönemine ait bir onarıma işaret ediyor olmalıdır. Aynı döneme ait diğer bir onarım da 1304 (1886-87) yılında mescidde gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Bedri Noyan, Kırklar Meydanı’na girildiğinde solda yer alan ve sahibi bilinmeyen sekiz kabrin bulunduğu kısmı asıl meydandan ayıran sivri kemerin üstünde, “ta‘mîr-i Sultân el-Gāzî Abdülhamîd-i Sânî 1311” şeklinde sıva üzerine yazılmış bir kitâbenin bulunduğunu bildirmektedir. Bu onarımda. Kırklar Meydanı ile bu mekânı kuşatan türbelerin duvarlarında ve örtülerinde dönemin zevkini yansıtan eklektik kalem işlerinin yapıldığı anlaşılmaktadır. Bütün bu bezemeler Cumhuriyet dönemindeki büyük onarımda ortadan kaldırılmış, yerlerine klasik Osmanlı üslûbuna uygun kalem işleri yapılmıştır.

Külliyenin birinci avlusunda sağda (doğu) yer alan Feyzi Baba (Üçler) Çeşmesi’nin, Tepedelenli Hacı Feyzullah Dedebaba’nın delâletiyle Sadrazam Halil Rifat Paşa’nın eşi Fatma Fikriye Hanım tarafından 1320 (1902) yılında yaptırıldığı kitâbesinde belirtilmektedir. Metni Kâmî’ye ait olan kitâbe, Nevşehirli Mustafa Vasfı adlı bir hattat tarafından sülüs hattıyla yazılmıştır.

İkinci avlunun girişinde yer alan ve Meydan Havuzu olarak anılan havuz, 1326 (1908) yılında yine Tepedelenli Hacı Feyzullah Dedebaba’nın delâletiyle Arnavut asıllı Bektaşîler’den Beyrut Valisi Halil Paşa’nın eşi Nazlı Hanım tarafından yaptırılmıştır. Mehmed Esad Mucûrî adında bir hattatın imzasını taşıyan sülüs hatlı kitâbenin üzerinde damla şeklinde istiflenmiş bir “mâşallah” ibaresi, bunun yanlarında hicrî 1326 ve rûmî 1324 tarihleri yer alır. Kitâbenin metnini yazan Remzî mahlaslı kişi, Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son postnişini Ahmed Remzi (Akyürek) olmalıdır.

Remzi Gürses, birinci avlunun Çatal Kapı olarak anılan ve Cumhuriyet dönemi onarımında yenilenmiş olan kapısının içeriden bakıldığında birkaç metre kadar solunda muhdes bir cümle kapısının yer aldığını, bu girişin avlu tarafındaki kemeri üzerinde “mimar Ali Rızâ 1340” (1921-22) şeklinde bir kitâbenin bulunduğunu, ayrıca tekkelerin kapatılmasından az önce, son postnişin Yanyalı Sâlih Niyazî Dedebaba’nın arzusu üzerine Çatal Kapı’nın batı yönünde büyük boyutlu bir mihman evinin yapımına başlandığını, ancak tekkelerin kapatılması üzerine inşaatın yarım kaldığını bildirmektedir.

4. Tekkelerin Kapatılmasından Külliyenin Müzeye Dönüştürülmesine Kadar Geçen Devre (1925-1964). Tekkelerin ve türbelerin kapatılmasından sonra Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi bir müddet Numune Ziraat Okulu olarak kullanılmış, tekke eşyasından bazıları derviş odalarında korumaya alınmış, bazıları da Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne teslim edilmiştir. Bu sırada Maarif Vekâleti Âsâr-ı Atîka ve Hars müdürü olan H. Zübeyir Koşay’ın gayretleriyle tekkedeki eşyalar dağılmaktan kurtarılmış, bunlar arasında sanat değeri olanlar envanterleri yapılarak önce Ankara Kalesi’ndeki bir depoya, Ankara Etnografya Müzesi’nin kurulması üzerine de bu müzeye taşınmıştır. Bu arada şahıslara intikal eden bazı eşya satın alınarak müstakbel müzenin koleksiyonu tamamlanmaya çalışılmış, diğer taraftan külliyenin derviş odalarında bulunan, içlerinde Bektaşîliğin tarihine ilişkin önemli kaynakların yer aldığı kitaplar da kütüphaneler genel müdürü H. Fehmi Turgal tarafından tasnif edilerek Millî Kütüphane’ye intikal ettirilmiştir.

Tekkelerin kapatılmasını takip eden yıllarda külliye yapıları ihmale uğramış, içlerinden bazıları yıkılıp yok olmuştur. Külliyenin girişinde inşaatı yarım kalan mihman evi önce ihaleye çıkarılarak satılmış, ardından yıktırılarak yeri park haline getirilmiştir. Birinci avludaki at evi, ikinci avludaki ekmek evi ve buna komşu olan erzak evi de tekkelerin kapatılması ile onarımın başlaması arasındaki dönemde tarihe karışmıştır. Külliyenin geniş kapsamlı onarımına 1958’de Millî Eğitim Bakanlığı tarafından başlanmış, 1959’dan itibaren Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından devam edilmiş, büyük ölçüde aslına uygun biçimde tamir edilen külliye, Ankara Etnografya Müzesi’nde bulunan özgün eşyası ile tefriş edilerek 16 Ağustos 1964’te müze olarak ziyarete açılmıştır.

Külliyenin Yerleşimi ve Fonksiyon Şeması. Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi, eski Türk saraylarında gözlenen üç avlulu bir yerleşim düzeni gösterir. Külliyenin barındırdığı birimler, sahip oldukları fonksiyonlara uygun biçimde bu avluların çevresine yerleştirilmiştir. İç düzenine âdeta askerî bir disiplinin hâkim olduğu pîr evinde her ihtiyaç için bir birim düşünülmüş, bu birimlere Bektaşîliğe has terminolojiye uyularak “mihman evi, at evi, ekmek evi” gibi isimler verilmiştir. Kendi içinde birer “ocak” şeklinde teşkilâtlanmış olan bu birimlerin başında “mihman evi babası, at evi babası, ekmek evi babası” diye anılan bir “baba” ile bunun maiyetinde dervişler faaliyet göstermekte, bütün babalar pîr evinde postnişin olan dedebabaya tâbi bulunmaktaydı. Bektaşîliğe intisap etmek isteyen derviş adayları önce Hacıbektaş civarındaki pîr evine bağlı Hanbağı ve Dedebağı çiftliklerinde hizmet ederler, burada ilk sınamaları geçebilirlerse at evinden başlamak üzere pîr evindeki hizmetlerine yükselebilirlerdi.

Kuzey-güney doğrultusunda uzanan ve farklı eksenlere sahip olan bu üç avludan güneyde yer alan ilki Nadar Avlusu adıyla anılır. Buraya güney yönündeki Çatal Kapı’dan girilmektedir. Uzaktan gelen birçok ziyaretçinin ağırlandığı bu külliyede Nadar Avlusu, yolcuların ihtiyaçlarına cevap veren bölümlerin yanı sıra bazı servis birimleriyle kuşatılmıştı. Aslında Çatal Kapı’nın batısında misafirlerin barındığı eski mihman evi, doğusunda eski at evi yer almaktaydı. At evinin dışa bakan cephesinde zemin katta dükkânlar sıralanmakta, bunların arkasında ahırlar ve çevredeki vakıf çiftliklerde kullanılan tarım aletleri için ardiyeler, üst katta at evi babasına ve dervişlerine ait odalar bulunmaktaydı.

Tekkelerin kapatılmasından kısa bir süre önce eski mihman evi ile at evi yıktırılarak at evinin bulunduğu yerde yeni bir mihman evinin yapımına başlanmış, at evi de Çatal Kapı’nın doğu yakasına


taşınmıştı. Ayrıca Çatal Kapı’nın yanında bir güvercinliğin yer aldığı bilinmektedir. Avlunun doğusunda fonksiyon bakımından ikinci avludaki aşevine bağlı erzak evi, bununla aşevinin arasında da ekmek evi yer almaktaydı. Külliyenin fırını olan ekmek evinin birinci ve ikinci avluya açılan birer kapısı bulunmakta, ikinci avlunun batısındaki kitle içinde yer alan çamaşır evi de Nadar Avlusu’na açılmaktaydı. Günümüzde Nadar Avlusu’nda bulunan yegâne eski mimari unsur doğu duvarındaki Üçler Çeşmesi’dir.

Nadar Avlusu’nu kuzey yönünde sınırlayan duvarda Dergâh Avlusu (Meydan Avlusu) adındaki ikinci avluya açılan Üçler Kapısı, bu kapının ardında da Meydan Havuzu yer almaktadır. Dergâh Avlusu yanlardan (doğu ve batı yönlerinden) sivri kemerli revaklarla kuşatılmış, gerek ibadete gerekse külliyenin ve Bektaşîliğin yönetimine ilişkin çeşitli birimler iki grup halinde bu revakların gerisine yerleştirilmiştir. Batıdaki grubun çekirdeği meydan evi ile buna bağlı muhabbet divanına, güneyi mihman evi ile çamaşır evine, kuzeyi ise kiler evine tahsis edilmiştir. Kiler evinin içinden geçilen ve avlunun kuzeybatı köşesinde bir çıkıntı teşkil eden mekân dedebabanın kışlık odasıdır. Bu oda ile kiler evinin üst katında külliyenin bütününe hâkim olan dedebaba köşkü yer alır. Doğudaki kanatta ise güneyden kuzeye doğru Arslanlı Çeşme, bunun üzerinde Aşevi Köşkü, aşevi ve mescid sıralanmaktadır.

Dergâh Avlusu’nda bulunan meydan evi, Bektaşîlikteki on iki âyinden “bahçeden gül koklama” denilen iik altısının icra edildiği mekândır. Burada yer alan ve birinci avludakine göre çok daha küçük kapsamlı olan mihman evi daha ziyade bir müracaat yeri olduğu gibi burada hatırlı ziyaretçilerin misafir edildiği tahmin edilmektedir. Doğrudan dedebabanın denetiminde bulunan kiler teşbihler, buhurdanlar, çerağlar, teberler, nefirler, keşküller, teslim taşları gibi önemli tarikat eşyasının. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’ne ait anahtarların muhafaza edildiği, türbedarlık hizmetinin yanı sıra pîr evinin muhasebe ve levâzım işlerini üstlenmiş olan birimdi.

Pîr evinin ana mutfağı olan aşevi külliyenin en önemli birimlerindendir. Gündelik yemeğin yanı sıra burada bulunan ünlü kara kazanda muharrem ayında aşure pişirilmekteydi. Bu birimde aşevinin özel kileri, aşevi babası ile yemeğin pişirilmesine nezaret eden aşçı babanın odaları da bulunmaktadır.

Dergâh Avlusu’nun güneydoğu köşesinde revakın dibinde Arslanlı Çeşme, bunun üzerinde de Aşevi Köşkü yer alır. Çok fonksiyonlu bir birim olduğu anlaşılan Aşevi Köşkü’nde resmî konuklar ağırlanmakta, külliyede görevli babalar burada dinlenmekte, bazan da dedebaba çeşitli birimlerden sorumlu babalan burada toplayarak tekkeye ilişkin meseleleri görüşmekteydi.

Aşevinin kuzey duvarına komşu olan mescid, külliyede ikamet edenlerin ve konukların namazlarını eda ettikleri mekândı. Bu arada Dergâh Avlusu’nun doğu revakında, güneyden itibaren ikinci pâyenin gerisinde Cumhuriyet dönemindeki büyük onarımdan önce Kahveci Baba (Leylek Baba) adında, gerçek adı ve kimliği unutulmuş bir dervişin makamı bulunmaktaydı.

Dergâh Avlusu’nun kuzeyinde mescidle dedebabanın kışlık odasının arasında yer alan Altılar Kapısı’ndan külliyenin mânevî bakımdan en önemli birimlerini barındıran üçüncü avluya geçilmektedir. Hazret Avlusu (Huzur Avlusu) olarak adlandırılan bu kısımda, Altılar Kapısı’nın karşısında Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi, Güvenç Abdal ile Resul Bâlî’nin kümbetleri, Kızılca Halvet ve Kırklar Meydanı binaları bulunur. Kırklar Meydanı’nda “bahçeden gül koparma” âyini icra edilmekte, ayrıca yeni dedebabayı seçen büyük kurul da burada toplanmaktaydı. Söz konusu yapının giriş revakı altında, Kırklar Meydanı’nın doğu ve batı kesimlerinde birçok mezar yer almaktadır. Hazret Avlusu’nun doğu kesimi ise Balım Sultan Kümbeti ile hazîreye ayrılmıştır. Külliyeyi kuşatan arazinin kısmen has bahçe, kısmen de babaların barınmasına mahsus küçük evlere tahsis edildiği bilinmektedir.

Bu arada Hacıbektaş’ın içinde ve yakın çevresinde Bektaş Efendi Türbesi, Balım Evi (Kadıncık Ana Evi), Akpmar Çeşmesi, Dede Pınarı, Zemzem Çeşmesi, Kara Höyük, Hırka dağı, Bey Döndü alanı, Balım Buğdayı alanı, Dedebağı, Hanbağı, Çilehâne, Beş Taşlar (Şâhid taşı), Selâm Kaya, At Kaya, Delikli Taş, Minder Kaya, Kulunç Kaya gibi bir kısmı fonksiyon açısından külliye ile bağlantılı, bir kısmı da Hacı Bektâş-ı Velî’ye ilişkin menkıbelerin hâtırasını yaşatan çeşitli yapılar, makamlar ve tabii âbideler bulunmaktadır.

Cümle Kapısı. Mahmut Akok’un yayımladığı eski bir fotoğraf, XX. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında inşa edilmiş olan cümle kapısının avlu tarafından görünüşünü belgeler. Bu fotoğraftan anlaşıldığı kadarı ile kesme taş örgülü olan kapı basık kemerlidir ve arkasında kubbeli bir sayvan bulunmaktadır. Sayvan hafif basık geniş bir kemerle kuzeye, daha dar ve alçak tutulmuş iki yuvarlak kemerle de yanlara açılır. Kemerler, ikisi kapı kitlesine dayanan dört adet kare kesitli pâyeye oturur. Büyük kemerin üzerinde silmelerle üçgen bir çerçeve yapılmıştır. Remzi Gürses’in sözünü ettiği “mimar Ali Rızâ 1340” kitâbesi herhalde bu çerçevenin içinde yer almaktaydı. Kapının cephesi silmeler ve küçük nişlerle hareketlendirilmiştir. Kubbenin eteğinde palmetlerden oluşan bir alınlık dikkati çeker. Kapının, kitâbenin işaret ettiği 1340 (1921-22) yılında birinci millî mimarlık üslûbunda inşa edilmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Çatal Kapı. XVI. yüzyıl Osmanlı mimarisinin klasik üslûbunu yansıtan Çatal Kapı’da dışarıdan bakıldığında herhangi bir süsleme göze çarpmaz. Basık kemerli giriş sivri kemerli bir nişin içine alınmıştır. Kemerin üzerindeki boş kitâbe yuvasında, Bezmi Nusret Kaygusuz son iki mısraı Farsça olan şu kitâbenin yer aldığını nakleder: “Tâlib-i hubb-i hakîkat behre-yâb-ı feyz olur / Bâb-ı Hak’tır Dergeh-i Sultân Bektâş-ı Velî / Mihr-i tevhîd-i hidâyet matlaıdir bu makām / Sırr-ı envâr-ı Muhammed’le Alî’dir müncelî / Kâ‘betü’l-uşşâk bâşed în makām / Her ki nâkıs âmed încâ şod tamâm”. İç kısımdaki kubbeli sayvanın yerini sivri beşik tonozlu bir eyvan almıştır. Eyvanın üzerini kesme taştan bir beşik çatı örter.

Tekkelerin açık olduğu son yıllarda Çatal Kapı’nın yanlarında iki direğin bulunduğu, özel günlerde bunlardan birine Türk bayrağının, diğerine kırmızı, yeşil ve beyaz şal şeritlerden müteşekkil, üzerinde zülfikar resmi bulunan tarikat sancağının çekildiği bilinmektedir.

Günümüzde mevcut olmayan tekke yapılarından eski mihman evinin mimari özelliklerini tesbit etmek mümkün değildir. Ancak kerpiç duvarlı, düz ahşap çatılı basit bir yapı ya da yapılar topluluğu olduğu söylenebilir. Tekkelerin kapatılması üzerine inşaatı yarım kalan yeni mihman evi ise iki katlı olup zemin katı külliyenin önündeki çarşıya açılan dükkânlara, üst katı da misafir odalarına tahsis edilmişti. Halen mevcut olmayan at evi Hacı Bektaş Müzesi’nde bulunan, XX. yüzyılın başlarında külliyenin yerleşimini


gösteren bir taş baskısı resmin ön planında görülmektedir. Günümüze ulaşmayan ve tek katlı, kerpiç duvarlı, iddiasız bir yapı olduğu anlaşılan erzak evinin planı da tesbit edilememektedir.

Ekmek evinin iki girişinden biri Nadar Avlusu’na Üçler Çeşmesi’nin soluna (kuzey), diğeri Dergâh Avlusu’na Arslanlı Çeşme’nin yanına açılmaktaydı. Bunlardan ikincisinin asıl giriş olduğu, diğerinin daha ziyade Üçler Çeşmesi’nden ekmek evinin ihtiyacı olan suyun temini için kullanıldığı bilinmektedir. Mahmut Akok’un kerpiç duvarlı olduğunu bildirdiği ve yıktırılmadan önce rölövesini aldığı ekmek evi kendi içinde iki kanada ayrılmaktadır. Arslanlı Çeşme’nin yanındaki kapıdan dikdörtgen planlı, karanlık bir geçit katedilerek fırının bulunduğu mekâna ulaşılır. Ahşap çatısını kuzey-güney doğrultusunda atılmış iki kemerin taşıdığı bu kanadın sağında (güney) Nadar Avlusu’na açılan kanat uzanmakta, üç adet kapı ile diğerine bağlanan bu kanatta teşhis edilen dikdörtgen planlı birimlerin un deposu ve ekmek evi babasının odası olduğu anlaşılmaktadır.

Çamaşır evi, aynı zamanda tekkede ikamet edenlerin gusülhâne ihtiyacını karşılamakta, belirli bir sıra takip edilerek haftanın her günü bir grup dervişe yıkanma ve çamaşır yıkama için tahsis edilmekteydi. Çamaşır evi kendi içinde iki birimden meydana gelir. Bir kapı ve bir pencere ile Nadar Avlusu’na açılan birim (6 × 3,50 m.) asıl çamaşırhanedir. Batı duvarında çamaşır kazanının kaynatıldığı ocak, kuzey duvarında da iki nişle gusülhâne niteliğindeki diğer birime (3 × 2 m.) açılan kemer yer almaktadır. Gusülhânenin batı duvarında küçük bir pencere vardır. Çamaşır evinde kullanılan su Üçler Çeşmesi’nden taşınmakta, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde borular döşenerek bu bölüme akarsuyun sağlandığı ve dönemi için modern sayılabilecek bir kazanın yaptırıldığı bilinmektedir.

Üçler Çeşmesi (Feyzi Baba Çeşmesi). Aslında yaptıran kişiden dolayı Fikriye Hanım Çeşmesi olarak anılması gereken bu çeşmenin mimari ayrıntıları, süslemeleri ve basık oranları, külliyenin birçok yapısı gibi XVI. yüzyılın ilk çeyreğine ait olması gerektiğini düşündürmekte, ancak 1320 (1902) tarihli kitâbesinde ihya edildiğine ilişkin bir kayıt bulunmaktadır. Şimdilik birinci millî mimarlık akımının etkisiyle tasarlanmış olması ya da mahallî ustaların kadîm inşaat usulleriyle çeşmeyi inşa ettikleri ihtimalleri kabul edilebilir.

Kesme taşla inşa edilmiş olan çeşmenin nişi iki kademelidir. Yanlardaki basık duvar pâyelerine oturan ve nişi taçlandıran iki kademeli sivri kemer alternatif olarak kırmızı ve sarı taşlarla örülmüştür. Pâyelerin altında, merkezlerinde beş kollu yıldız kabartmaları bulunan kartuşlar dikkati çeker. Kemerin üzengi hizasında yer alan silme nişin cephesinde de devam etmektedir. Üç adet pirinç lüleden akan su önce yalakta toplanmakta, buradan da bir kanalla Dergâh Avlusu’ndaki Meydan Havuzu’na aktarılmaktadır. Kemerin aynasında kitâbe levhası, bunun altında bir mühr-i Süleyman kabartması, kemerin yanlarındaki yüzeylerin üst kısmında, kırmızı ve sarı taşlara yontulmuş örgü motifleriyle iki gülce vardır. Saçak silmesinin altında uzanan zencirek kabartması da iki gülce tarafından kesintiye uğratılmıştır. Çeşmenin tepesine alem olarak on iki dilimli, “Hüseynî” denilen türde bir Bektaşî tacı oturtulmuştur.

Üçler Kapısı ve Meydan Havuzu. Nadar Avlusu’nu Dergâh Avlusu’ndan ayıran kesme taş örgülü duvarda kırmızı renkli taşlar, Üçler Kapısı’nın çevresinde yerini sarı renkli taşlara bırakmaktadır. Sivri kemerli kapının üzerindeki duvar üçgen bir alınlık meydana getirmekte, çift meyilli harpuşta hiç kesintiye uğramadan bunun üzerinde devam etmektedir. Kapının yanlarında kare biçiminde kırmızı taşlara on iki imamı remzeden on iki dilimli gülçeler işlenmiştir. Taşların köşelerinde görülen çeyrek güneş motifleri, Üçler Kapısı’nın bu tür motiflerin yaygınlaştığı XIX. yüzyılın ikinci çeyreğinde veya az sonra elden geçirildiğini göstermektedir.

Üçler Kapısı’nın ardındaki sahanlığın önünde Meydan Havuzu’nu güney yönünde sınırlayan üçgen alınlık biçimindeki duvar yükselmekte, sahanlığın sağından ve solundan üçer basamakla avlu zeminine inilmektedir. Avluları ayıran duvarın Dergâh Avlusu’na bakan yüzü sivri kemerli sığ nişlerle hareketlendirilmiştir.

Kareye yakın dikdörtgen bir alanı kaplayan Meydan Havuzu doğu, batı ve kuzey yönlerinde kesme taş duvarlarla kuşatılmış, ortasına kare biçiminde bir fıskıye çanağı yerleştirilmiştir. Tepesinde mermerden yontulmuş bir Hüseynî tacın bulunduğu üçgen alınlığın ortasında mermer kitâbe yer alır. Bunun üzerindeki kemerin tepesinde bir Hüseynî taç, kilit taşında Osmanlı arması, aynasında da “mâşallah” kabartması dikkati çeker.

Dergâh Avlusu’nun Revakları. Dergâh Avlusu’nun doğu yönünde aşevinin önünde beş adet, mescidin önünde üç adet, batı yönündeki meydan evi-kiler evi-dedebaba köşkü manzumesinin önünde de yedi adet olmak üzere sivri kemerlerden oluşan revaklar uzanmaktadır. Kesme taşla inşa edilen ve kare kesitli pâyelere oturan bu revaklarda üç, beş, yedi gibi Bektaşî sembolizminde önemli yerleri olan sayıların kullanılmış olması tesadüf eseri değildir.

Arslanlı Çeşme. Fevkanî Aşevi Köşkü’nün altındaki eyvanda yer alan Arslanlı Çeşme enine dikdörtgen bir cepheye sahiptir. Dört kademeli olarak tasarlanmış olan çeşme nişi, sarı ve kırmızı renkli kesme taşlarla alternatif olarak iç içe örülmüş altı adet sivri kemere sahiptir. Nişin merkezinde, çeşmeyi 1270 (1853-54) yılıda ihya eden Kara Fatma Hatun’un Mısır’dan getirttiği söylenen arslan heykeli yer alır. Batı sanatının etkisiyle anatomik ayrıntıları, özellikle yelesi ve pençeleri oldukça gerçekçi bir şekilde belirtilmiş olan ve Batılılaşma dönemi Osmanlı bahçelerinde benzerlerine rastlanan bu arslan heykeli, bulunduğu külliye bağlamında


düşünülecek olursa “Allah’ın arslanı” Hz. Ali’yi temsil etmektedir. Heykelin tepesinde ise “yâ Ali” ibaresiyle zülfikar tasviri bulunmaktadır.

Arslanlı Çeşme’de de Üçler Çeşmesi’nde olduğu gibi üç lüle yer alır. Lülelerden biri arslanın ağzında, diğerleri kemerlerin üzengi hattının altında arslana göre simetrik konumdadır. Ayrıca çeşmenin cephesine, bir tür oniks olan Hacıbektaş taşından beş adet teslim taşı kakılmıştır. Bektaşîliğin amblemi haline gelmiş olan teslim taşları on iki köşeli olup on iki imama bağlılığı ifade eder. Diğer taraftan en dıştaki kemerin yanlarında yine on iki dilimli birer gülçe, tepesinde helezonî yivlere sahip bir kabara, bunun yanlarında geometrik geçmelerle dolgulu iki gülçe dikkati çeker. İstanbul’daki Süleymaniye Külliyesi ile çağdaş olan 962 (1554-55) tarihli bu çeşme, her ne kadar Osmanlı mimarisinin klasik dönemine aitse de Selçuklu ve Memlük etkilerinin sezildiği bir taşra üslûbunu yansıtmaktadır. Asıl kitâbesi çeşmenin sağındaki pâyenin üzerine taşınmış, ihya kitâbesi ikinci kemere yerleştirilmiştir.

Aşevi. Pîr evinin en itibarlı ocağı olan ve tarikat teşrifatında dedebabadan sonra ikinci sırada yer alan aşevi babasının denetiminde bulunan bu bölüm, fonksiyonel ve sembolik nitelikli mimari unsurların ilginç bir sentezini sunan tasarımı ile dikkati çeker. Aşevinin simetri ekseni üzerinde Dergâh Avlusu’nun doğu revakına açılan dış kapı, bunu takip eden iki koridor ve yapının doğu duvarında, Bektaşî tarikatı ile Yeniçeri Ocağı’nın alâmetlerinden olan kara kazanın yer aldığı ocak sıralanmaktadır. Dış kapı, ardındaki koridoru aydınlatan kemerli bir tepe penceresiyle, ikinci koridorun girişindeki kapı ise 968 (1560-61) tarihli inşa kitâbesiyle taçlandırılmıştır. Bu kapının yan sövelerinde, Bektaşî sembolizminde doğruluğu remzettiği söylenen birer servi kabartması, kitâbenin üzerinde de iki adet teslim taşı dikkati çeker. İkinci koridorun bitimindeki kapı ocakların bulunduğu ana mekâna açılmaktadır. Bu kapının da üzerinde bir teslim taşı bulunur. Ayrıca sağ sövesinin üst kesiminde Hz. Fâtıma’nın elini veya “hamse-i âl-i abâ”yı ifade eden bir el figürü yer alır.

Bu koridorların sağında aşçı baba ile aşevi babasının odaları, solunda ise aşevinin özel kilerini teşkil eden iç içe iki birim yer alır. Dikdörtgen planlı (4 × 3 m.) olan aşçı baba odası beşik tonozla örtülüdür. Kuzey duvarında koridora açılan kapısı, batı duvarında revaka açılan penceresi olan bu odada adı meçhul bir aşçı babaya atfedilen bir lahit bulunmaktadır. Aşevi babasının odası nisbeten büyük boyutları (6,75 × 4 m.) ve yemeklerin pişirildiği ana mekâna hâkim tasarımı ile farklılığını belli eder. Aşevinin diğer birimlerindeki gibi duvarlarında irili ufaklı birçok dolap nişinin sıralandığı bu mekânın kuzey duvarında girişi takip eden ikinci koridora açılan bir pencere, doğu duvarında ocakların bulunduğu asıl aşevine açılan bir kapı ile bir pencere bulunmaktadır. Böylece aşevi babasının bir yandan aşevine giren çıkanları, öte yandan yemek pişiren dervişleri oturduğu yerden görebilmesi sağlanmıştır. Batı duvarında, tavana bitişik iki adet ufak tepe penceresinden ışık alan bu odanın güney duvarında bir ocak yer alır. Tepe pencerelerinin altında iki dolabın arasında yuvarlak kemerli şamdan nişi (çerağlık) bulunmaktadır.

Aşevinin bünyesinde yer alan kiler birimleri (6,50 × 3 m. ve 4,50 × 3 m.) et, yoğurt, süt gibi bazı ana gıda maddelerinin muhafazası için düşünülmüş bir tür soğuk hava depolarıdır. Kendi aralarında bağlantılı olan bu iki birim güney yönünde birer kapı ile koridorlara, doğuda genişçe bir kemerle ana mekâna, batı yönündeki bir pencere ile de avluya açılmaktadır. Söz konusu pencere ile birimleri ayıran kapı ve ana mekâna açılan kemer aynı eksen üzerinde sıralanmakta, böylece esasen az ışık aldığı için serin olan kilerlerde soğuk hava akımı sağlanmış bulunmaktadır. Doğuda yer alan birimin kuzey duvarındaki niş et dolabı olarak düşünülmüştür.

Kare planlı (8,50 × 8,50 m.) olan ana mekânın ahşap tavan kirişleri, kuzey-güney doğrultusunda uzanan kesme taş örgülü geniş bir sivri kemerle takviye edilmiştir. Beşik tonoz örtülü aşçı baba odası dışında aşevinin barındırdığı bütün mekânlar ahşap kirişli düz damlara sahiptir. Aslında toprakla örtülü olan bu damlar, son onarımda özgün görünümleri korunarak betonarmeye dönüştürülmüştür. Duvarlar da sıvasız olan arka cephelerden görüldüğü kadarı ile moloz taşla örülmüştür.

Ana mekânda bulunan yedi adet ocaktan üçü doğu, ikisi güney, ikisi de kuzey duvarına yerleştirilmiştir. Kesme taştan söveler ve sivri kemerlerle çerçevelenmiş olan ocakların en büyüğü doğu duvarının eksenindeki kara kazan ocağıdır. Ocakların kare kesitli bacaları küçük beşik çatılarla donatılmış, ancak kara kazan ocağının bacası küçük bir kubbe ile taçlandırılmış, bunun üzerine de kırık olduğu için okunamayan bir kitâbenin yer aldığı silindir biçiminde bir sütun dikilmiştir. Bereketi ve bolluğu simgeleyen kara kazan muharremin on ikisinde, Kerbelâ şehidlerine mersiyeler okunarak pişirilen aşure için kullanılmaktaydı. Bedri Noyan hilâfet törenlerinde de bu kazanın kaynatıldığını belirtir. Remzi Gürses ise bu ikinci fonksiyon için kara kazan ocağının yanlarında yer alan ve “halife ocakları” olarak anılan ikişer ocağın kullanıldığını ifade etmektedir. Külliyenin günlük yemeği için geriye kalan iki ocaktan faydalanılmaktaydı. Bedri Noyan, aslında kara kazan ocağının üzerinde “Ali” yazılı bir levhanın bulunduğunu, batı duvarında ise Bektaşîler’ce kutlu sayılan geyik boynuzlarının ve keşküllerin asılı olduğunu bildirmektedir. Günümüzdeki teşhirde ise söz konusu ocağın üzerine bir çift geyik boynuzu asılmıştır. Kara kazan ocağına ilişkin ilginç bir husus da duvar içindeki bir boru tertibatı sayesinde yandaki ocakların ateşiyle ısıtılabilmesidir. Bu sebeple söz konusu ocağın, altında ateş olmaksızın kendi kendine kaynadığı yolunda bir rivayetin yaygınlaştığı bilinmektedir.

Aşevindeki ana mekânın doğu duvarında kara kazan ocağının yanlarında iki adet dikdörtgen tepe penceresi vardır. Gerek bunların gerekse aşevi babasının odasındaki tepe pencerelerin altları, mekâna biraz daha fazla ışık sağlamak amacıyla şevli olarak tasarlanmıştır. Ocakların arasında ahşap kapaklı dolaplar, kuzey duvarındaki iki ocağın arasında bahçeye açılan ve babaların meskenlerine geçit veren küçük bir kapı, mekânın kuzey-batı köşesinde de bulaşıkların yıkandığı, tarikat terminolojisinde “ayakçık” tabir edilen niş yer alır. Tam ortada görülen mermer seki et doğrama, bunun önündeki mermer tekne de yağ süzme ameliyeleri içindir. Remzi Gürses, mermer sekinin üzerinde zincirle kemere asılı olan ve külliyedeki birimlere dağıtılan yemeklerin tartılmasına yarayan gülle biçiminde bir ağırlık taşının bulunduğunu bildirir.

Aşevi Köşkü. Külliye müzeye dönüştürüldükten sonra Aşevi Köşkü müzenin idarî bölümlerine tahsis edilmiştir. Aşevi Köşkü’ne Arslanlı Çeşme’den itibaren ikinci


kapıdan girilmektedir. Bu kapının ardından iç içe iki birim yer alır. Penceresiz olan arkadaki birim bir tür ardiye olmalıdır. Avluya açılan bir pencerenin bulunduğu öndeki birimden merdivenle fevkanî köşke çıkılır. Mahmut Akok, üst kattaki duvarların aslında kerpiçle örülmüş olduğunu, onarım sırasında betonarmeye dönüştürüldüğünü bildirmektedir.

Üst kat sofasının kuzeyinde aşevinin damına açılan kapı, doğusunda kahve ocağı olarak kullanılan birim, güneyinde misafirlere ikram edilen kuru yemiş türünden erzakın saklandığı küçük bir kiler odası, batısında da misafirlerin ağırlandığı, gerektiğinde babaların toplantı yaptıkları dikdörtgen planlı (7,50 × 4 m.) mekân yer alır. Divanhâne niteliğindeki bu mekânın batı duvarında avluya bakan dört adet dikdörtgen pencere, güney duvarının ekseninde bir ocak, kuzey duvarında da üç adet yüklük bulunmaktadır. Ocağın yanlarında, ayrıca doğu duvarındaki girişin yanında dolap nişleri sıralanır.

Mescid. Üç birimli ve düz damlı bir son cemaat yeriyle kare planlı (10,75 × 10,75 m.) ve kubbeli bir harimden meydana gelir. Sıvasız olan arka cephelerin eski fotoğraflarında duvarların alt kesimlerinde moloz taş örgü, üst kesimlerinde ve kasnakta kesme taş örgü görülmektedir. Son yıllarda duvarların bütünü kesme taşla yenilenmiştir. Avlunun konumundan dolayı son cemaat yeri batı cephesinde yer almakta, gerek bu yönüyle gerekse yanlardan kapalı olması ile Selçuklu ve erken Osmanlı dönemlerine ait bazı mescidlerde görülen son cemaat yerlerini andırmaktadır. Buranın revakı açıklıkları farklı olan üç adet sivri kemerden oluşur. Sağdan sola doğru daralan ve en soldaki diğerlerinden daha alçak olan bu kemerlerin arasında kalker taşından sekizgen kesitli iki pâye yer almaktadır. Basık ve bezemesiz olan pâye başlıkları Osmanlı mimarisinde bilinen hiçbir başlık tipine benzemez.

Son cemaat yerinin kuzeyindeki küçük eyvanın içinde yer alan merdiven, harimdeki trompların hizasında bulunan minare kapısına ulaştırır. Son onarımda yenilenmiş olan minare silindir biçiminde bir gövde, altı silmelerle dolgulanmış, çevresi kesme taştan basit korkuluklarla kuşatılmış bir şerefe, silindir biçiminde kısa bir petek ve koni biçiminde kurşun kaplı bir ahşap külâhtan oluşmaktadır. Herhangi bir süslemenin görülmediği minarenin basık oranları mescidin kitlesiyle uyumludur. 1304 (1886-87) onarımında bugünkü şeklini aldığı tahmin edilmektedir.

Harimin duvarlarında yer alan mimari unsurlar simetrik bir dağılım gösterir. Batı duvarının ekseninde basık kemerli giriş, güney duvarının ekseninde mihrap, doğu duvarının ekseninde zemini yükseltilmiş bir niş içinde vaaz kürsüsü, kuzey duvarının ekseninde de dikdörtgen planlı bir dolap nişi yer almakta, her duvarda bunların yanlarında ikişer adet dikdörtgen pencere bulunmaktadır. Bu arada dikkati çeken bir husus da mihrabın yanlarındaki pencerelerin sonradan örülerek nişe dönüştürülmüş olmasıdır. Bu mimari ayrıntı, Cevat Hakkı Tarım’ın metnini verdiği, halen yerinde bulunmayan kitâbenin işaret ettiği gibi mescidin 926 (1520), aşevinin ise 968 (1560-61) yılında mescidin mihrap duvarına bitişik olarak inşa ettirildiğini açıkça göstermektedir.

Dikdörtgen planlı mihrap nişi üç merkezli bir sivri kemerle son bulmakta, nişin üst kısmında, köşelerde basık kemerli birer küçük tromp ortada birbirine kavuşmaktadır. Buna benzer ayrıntılara Memlük ve bunun etkisinde kalan Dulkadıroğulları mimarisinde rastlanır. Hiçbir sanat değeri olmayan ahşap minber, II. Abdülhamid veya Cumhuriyet dönemindeki onarımda konulmuş olmalıdır. Yapının mimarisiyle bütünleşen vaaz kürsüsü zemini yerden 1 m. kadar yükseltilmiş, dikdörtgen planlı, dilimli kemere sahip bir kavsarası olan, mihrap görünümlü bir nişin içinde çözümlenmiş, nişin alanı dilimli kemer biçiminde kâgir bir çıkma ile genişletilmiştir. Harimin kuzey duvarı boyunca uzanan iki katlı mahfiller, ince ahşap dikmelere ve yalın ahşap korkuluklara sahiptir. Mahmut Akok, yapının kuzey cephesinde bulunan üç adet payandanın, söz konusu duvarda gözlenen açılmaları önlemek amacıyla son büyük onarım sırasında yaptırıldığını kaydetmektedir.

Harimi örten basık kubbe sekizgen bir kasnakla kuşatılmış ve sekizgen piramit biçiminde bir külâhın altında gizlenmiştir. Bazı kaynaklarda, kurşun kaplı olan ve kubbenin aşırı basık görünümünü bir ölçüde dengeleyen, ayrıca yakınındaki Balım Sultan Kümbeti ile Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin aynı biçimdeki külâhları ile uyum sağlayan bu külâhın II. Abdülhamid dönemi onarımında yapıldığı söyleniyorsa da mescidin ilk inşasına ait olması kuvvetle muhtemeldir. Kubbeye geçiş sivri kemerli tromplarla sağlanmıştır. Kasnağın beden duvarlarına paralel olan dört kenarında içeriden sivri, dışarıdan basık kemerlerle donatılmış birer pencere bulunmaktadır. Kubbede, tromplarda, bunların arasında kalan küçük pandantiflerde, mihrabın ve pencerelerin üstlerinde görülen klasik üslûptaki kalem işleri ve hat kompozisyonları son onarımda yenilenmiştir.

Meydan Evi. Meydan evi ile buna bitişik olan diğer birimlerin (mihman evi ve kiler evi) avlu yönündeki doğu duvarlarında kesme taş, diğer duvarlarda moloz taş örgü görülmektedir. Meydan evinin önündeki sofanın kapısı dergâh avlusunun batı revakına açılır. Kapının dikdörtgen açıklığı, içeri ancak eğilerek (niyaz edilerek) girilebilmesi için açık tutulmuştur. Kapının üzerindeki lento sivri bir hafifletme kemeriyle taçlandırılmıştır. Altında Yunanca yazılar bulunan bu devşirme lentonun ön yüzünde Selçuklu üslûbunu sürdüren geometrik geçmeler vardır. Söz konusu bezemenin yatay ekseninde sıralanan yedi adet çokgeni ve bunları kuşatan beş kollu yıldızları Bektaşî sembolizmine bağlamak mümkündür.


Lentonun üzerinde “Ahî Murad” adını ve 769 (1367-68) tarihini veren Arapça kitâbe uzanmakta, kemer aynasının tepe noktasında Hacıbektaş taşından yontulmuş bir teslim taşı görülmektedir.

Kapının yanlarında bulunan iki pencere ile aydınlanan sofanın sağ kesimindeki girintiye bir ahşap seki yerleştirilmiştir. Korkuluklarla sınırlandırılmış ve bir dolap nişiyle donatılmış olan bu seki âyinlerden önce veya sonra dervişlerin oturup sohbet etmeleri, ayrıca meydan evinde görevli olanların geceyi geçirmeleri için düşünülmüştür.

Sofanın güneybatı köşesindeki verev geçit, meydan evine bağlı kiler odalarının ve küçük mutfağın açıldığı “L” planlı koridora bağlanır. Bu koridorun sonunda has bahçeye açılan bir kapı bulunmaktadır. Söz konusu birimler, âyinlerden sonra meydan evinin güneyindeki muhabbet divanında kurulan sofralarda kullanılacak kap kacağın saklanması ve yemeklerin hazırlanması içindir.

Sofanın batı duvarındaki dikdörtgen kapıdan meydan evine girilir. Kare planlı (7,50 × 7,50 m.) olan ve geleneksel bir Türk odası şeklinde tefriş edilmiş bulunan meydan evi Bektaşî erkânında evreni temsil etmekte, bu bölümün içerdiği birçok mimari özellik ve bilhassa bindirme kubbe şeklindeki üst örtüsü bu “mikrokozmos”un unsurları olarak telakki edilmektedir. Alelâde bir mekânda tamamen fonksiyona veya süsleme arzusuna bağlanabilecek mimari unsurlar, burada Bektaşî âyinlerinde de ifadesini bulan birtakım tasavvufî ve kozmik sembollerin yansımaları olmaktadır.

Bektaşî tekkelerinin çoğunda olduğu gibi doğuya açılan girişteki mermer eşik “rehber eşiği” adıyla zâhirî âlemle bâtınî âlemin sınırını temsil etmekte, ziyaretçiler bu eşiğe “niyaz ederek” üzerinden atlamaktadır. Girişi takip eden ahşap bölme, Osmanlı barokuna has birleşik bir kemerle mekâna açılmakta, üzerinde de aynı üslûpta dilimli bir hotoz yer almaktadır. Mekânı çepeçevre kuşatan, âyinlerde üzerine postların serildiği sedirler girişin bulunduğu yerde kesintiye uğramakta ve bu ahşap bölmenin konsollu raflarla donatılmış olan yan duvarlarına dayanmaktadır. Girişin tam karşısında “küre” olarak adlandırılan ve mekânı ısıtmanın yanı sıra Bektaşî sembolizminde “hamse-i âl-i abâ”nın ocağını temsil eden ocak yer alır. Âyinlerin başlangıcında “çerağları uyandırmak”la görevli olan çerağcı, meydan evinin kuzeybatı köşesinde oturan ve âyini yöneten mürşidden aldığı “delil” adındaki küçük mumu bu ocağın ateşiyle yakmakta, ardından mürşid postunun solunda yer alan taht-ı Muhammed’deki çerağları tutuşturmaktaydı. Üç basamaklı olan taht-ı Muhammed’in üzerindeki on iki çerağ on iki imamı, önünde yer alan ve “kanun çerağı” (Horasan çerağı) olarak anılan üç fitilli kandil ise Allah-Muhammed-Ali birlikteliğini ifade etmektedir.

Meydan evinin has bahçeye bakan iki penceresi batı duvarında küre denilen ocağın yanlarında yer alır. Ocağın kesme taştan davlumbazı dilimli bir kaş kemere sahiptir. Duvarların aşağısı, sedirlerin arkasındaki minderlerin dayandığı 75 cm. yüksekliğinde ahşap kaplama ile kuşatılmış ve irili ufaklı yedi adet dolapla donatılmıştır. Bedri Noyan girişin sağındaki dolapta buhurdan, gülâbdan, çerağ türünden âyin eşyasının saklandığını belirtmekte, ayrıca tekkelerin açık olduğu dönemde meydan evinin duvarlarında bulunan levhalarının ve Bektaşîler’e has sembolik resimlerin dökümünü vermektedir (Hacıbektaş’ta Pîr Evi ve Diğer Ziyâret Yerleri, s. 26-28).

Meydan evinin örtüsünü oluşturan, Anadolu’da “kırlangıç kuyruğu” tabir edilen bindirme kubbe, ahşap kirişleri 45 derecelik açılarla iç içe giderek küçülen kareler teşkil edecek şekilde birbirinin üzerine bindirerek inşa edilmiştir. Söz konusu teknik bir yandan Orta Asya’da, öte yandan Anadolu’da Antikçağ’dan beri uygulanagelmektedir. Meydan evinin bindirme kubbesinde teşhis edilen yedi adet karenin, tasavvufta seyrü sülûk aşamalarına tekabül eden yedi âlemi temsil ettiği ileri sürülmektedir.

Meydan evinin güney duvarındaki kapıdan muhabbet divanına, bunun karşısındaki diğer bir kapıdan da kilerlerin ve küçük mutfağın önündeki koridora geçilmektedir. Dikdörtgen planlı (5,75 × 4,50 m.) muhabbet divanında batıya açılan iki pencere, ocak, dolap, gusülhâne gibi unsurlar yer almakta, üzeri küçük bir bindirme kubbe ile örtülü bulunmaktadır.

Mihman Evi. Meydan evinin güneyinde çamaşır evinin doğusunda yer alan mihman evi, revaka açılan bir büyük birimle (6,25 × 3,25 m.) misafirlerin ağırlandığı iki mekândan meydana gelir. Güney duvarının üst kesiminde yer alan ve Nadar Avlusu’na açılan iki küçük dikdörtgen pencere ile aydınlanır. Bir ocak ve altı nişle donatılmış olan bu birimin kuzeyindeki kare planlı küçük birim (3 × 3 m.) mihman evi babasının odasıdır. Revaka açılan bir pencereden ışık alan odanın batı duvarında ortada bir ocak, yanlarında raflı nişler yer almaktadır.

Kiler Evi. Kiler evini teşkil eden dört birimden ilki, revaka açılan kapısı ve penceresiyle küçük bir sofadır. Dedeba-bayı ziyaret etmek isteyenlerin bekleme mekânı olarak da kullanılan bu sofa sedirlerle donatılmıştır. Sofanın batı duvarındaki kapıdan dedebabanın misafirlerini kabul ettiği dikdörtgen planlı (8 × 4,50 m.) odaya girilir. Bir tür divanhâne olan bu mekânın batı duvarındaki iki pencere arasında ocak, diğer duvarlarında dolap nişleri bulunmaktadır.

Girişteki sofanın sağında yer alan kapı, bir kısmı kiler evinin özel mutfağı olarak düzenlenmiş olan diğer bir sofaya açılmakta, bunun batısında kiler evi ambarı, doğusunda da dedebabanın kışlık odası yer almaktadır. Kiler evi ambarı 8 × 6 m. boyutlarında, ikisi batıya, üçü kuzeye açılan toplam beş pencerenin aydınlattığı bir birimdir. Örtüsünü oluşturan ahşap kirişler, duvarların yanı sıra kuzey ve güney duvarlarındaki pâyelere oturan iki kemerle taşınmaktadır. Basık tavanlı küçük bir mekân olan kışlık odanın kuzey duvarındaki iki pencere Hazret Avlusu’na, güney duvarındaki diğer iki pencere ile bir kapı da Dergâh Avlusu’na açılır.

Dedebaba Köşkü. Günümüzde kütüphane olarak kullanılan Dedebaba Köşkü kışlık oda ile kısmen kiler evinin üstünü işgal etmektedir. Dergâh Avlusu’nun batı yönündeki kitleyi meydana getiren birimlerden meydan evi ahşap bindirme kubbe ile, diğerleri (mihman evi, çamaşır evi ve kiler evi) ahşap kirişlerle örtülmüş, Cumhuriyet dönemi onarımında bunun üzerine kurşun kaplı bir kırma çatı inşa edilmiştir. Aynı hususlar Dede-baba Köşkü’nün örtüsü için de geçerlidir.

Fevkanî konumu ile dedebabanın kendisi gibi külliyenin bütün birimlerine hâkim olan bu yapı dış sofalı (hayatlı) ve üç birimli bir köşktür. Aslında zemin kattaki kışlık odayı da köşkün bir parçası olarak kabul etmek gerekir. Duvarları kısmen moloz taş, kısmen kesme taş örgü ile meydana getirilmiştir. Dergâh Avlusu’ndan hareket eden ve bir sivri kemerle


taşınan iki kollu kâgir merdiven köşkün hayatına ulaştırır. Güney ve doğu yönlerinde ahşap dikmelerle kuşatılmış olan hayat günümüzde camekânlarla kapatılarak özgünlüğünü kaybetmiştir. Hayatın batısında iki oda bulunmakta, sağdaki odadan dedebabanın külliyenin yönetimine ilişkin toplantıları yaptığı geniş mekâna (7,75 × 4,25 m.) geçilmektedir. İçlerinde birer ocağın ve birçok dolap nişinin bulunduğu bütün bu birimlerde kapılar geometrik bezemeli ahşap kanatlarla, dikdörtgen açıklıklı olan pencereler ise sivri hafifletme kemerleriyle donatılmıştır.

Türk sivil mimarisinin en köklü ve en yaygın tasarım şemalarından birini sergileyen köşkün mimari ayrıntıları klasik Osmanlı üslûbunu yansıtmaktadır. İnşa tarihi tam olarak tesbit edilememişse de barok etkilerin ortaya çıktığı XVIII. yüzyıl ortalarından daha eskiye ait olduğu kesindir. Muhtemelen külliyede yoğun bir inşa faaliyetinin yaşandığı XVI. yüzyılın üçüncü çeyreği içinde inşa edilen köşk, günümüzde sayıları çok azalmış bulunan Türk sivil mimari eserlerinin Batılılaşma dönemi öncesine ait çok değerli bir örneğidir.

Altılar Kapısı. Kesme taşla inşa edilen Altılar Kapısı klasik Osmanlı üslûbunun özelliklerini yansıtır. Kırmızı renkte taşlardan mâmul silmelerin meydana getirdiği dikdörtgen bir çerçeve içine alınmıştır. Mermer söveler takozlarla donatılmış, basık kemerin kilit taşı kırmızı, diğer taşları beyaz ve siyah mermerden yontulmuştur. Kilit taşının tepesinde kırmızı bir teslim taşı mevcuttur. Bu kapının gerisinde yer alan dikdörtgen planlı sofanın sağındaki girintide taştan bir sedir bulunmakta, sofa geniş bir sivri kemerle Hazret Avlusu’na açılmaktadır.

Balım Sultan Kümbeti. Koyu sarı renkte kesme taşlarla inşa edilmiştir. Asıl kümbetin batısında iki adet giriş bölümü yer alır. Bunlardan ilki enine gelişen dikdörtgen planlı (7 × 3 m.) bir tür eyvandır. Kuzey ve güney yönlerinde 1 m. kadar yapı kitlesinden çıkıntı yapan bu bölümün yanları sağır duvarlarla kapatılmıştır. 1966 tarihli fotoğraflarda bu duvarların moloz taş örgüye sahip olduğu görülmekte, sonradan kesme taşlarla yenilendikleri anlaşılmaktadır. Kirişli düz bir çatının örttüğü giriş eyvanının batı yönünde, yan duvarlarla iki sütuna oturan üç adet sivri kemer Hazret Avlusu’na açılır. Ortadaki kemer diğerlerinden biraz daha yüksek tutulmuş, üzerine bir teslim taşı yerleştirilmiş, ayrıca kemerlerin arasına sivri kemerli küçük nişler konarak cephe hareketlendirilmiştir. Beyaz mermerden yontulmuş olan bodur sütunlar kare tabanlı kaidelere oturmaktadır. Aynı malzemenin kullanıldığı sütun başlıklarının alt ve üst sınırlarında yaprak motifleri, köşelerinde de volütler bulunur. Batılılaşma dönemi Osmanlı mimarisinin ürünü olan bu başlıklar, söz konusu bölümün XVIII. yüzyılın ikinci yarısında veya XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde onarım geçirmiş olduğunu göstermektedir.

Tekkelerin faal olduğu dönemde bu bölümde, mücerred derviş olmak isteyenlerin belirli bir erkânla kulaklarının delindiği bilinmektedir. Kemerli açıklıklar demir parmaklıklarla donatılmıştır. Revakın zemini yükseltilmiş olan yan birimlerinde kime ait olduğu tesbit edilemeyen iki adet kitâbesiz mezar bulunur. Söz konusu revakın önünde solda silindir biçiminde, üzerinde istifli sülüsle bir beytin yazılmış olduğu mermer bir sütun dikkati çeker. Beytin ilk mısraı araştırmacılar tarafından değişik biçimlerde okunmuştur. Ancak ikinci mısraın şu şekilde olduğu anlaşılmaktadır: “Hâk oldu ayaklarda çok şâh-ı felek-rif‘at”. Bektaşîler’ce “binek taşı” olarak adlandırılan ve ziyaretçiler tarafından kucaklanan bu taşın, 1526’da Osmanlı Devleti’ne isyan eden Şah Kalender, Genç Kalender, Kalender Çelebi lakapları ile tanınan şeyhin 1527’de katledildiği yere dikildiği yolunda bir rivayet bulunmaktadır. Nitekim Balım Sultan Kümbeti’nin içinde de aynı kişiye atfedilen bir kabir vardır. Ayrıca kümbetin önünde yer alan karadut ağacı da Bektaşîler arasında kutlu sayılmakta, Ahmed Yesevî tarafından Horasan’dan Diyârırûm’a atılan ve Sulucakarahöyük’e düşerek burada yeşeren ağaç olduğu kabul edilmektedir.

Giriş eyvanının doğu duvarının eksenindeki kapı ikinci giriş bölümüne açılır. Basık kemerli kapı, alternatif olarak kırmızı ve sarı renkli kesme taşlarla örülmüş bir dikdörtgen çerçeve ile sivri kemerli bir nişin içine alınmıştır. Dış çerçeve ile kemerin arasında kalan yüzey, ayrıca kemerin aynası geometrik geçmelerle bezelidir. Dikdörtgen alanın en üstünde ve kemer aynasındaki bezemenin içinde üçer adet teslim taşı bulunmaktadır. Kapının kesme taş söveleri takozludur. Basık kemerin yüzeyi şemse biçiminde taş kakmalarla bezenmiştir. Bu kemerle sivri kemerin aynası arasında kalan yüzeye bozuk bir sülüsle Fetih sûresinin ilk âyeti yazılmıştır. Âyetin yanlarında XIX. yüzyıla ait olması muhtemel birer gül resmi vardır.

Kareye yakın dikdörtgen planlı olan (4,10 × 3,70 m.) ikinci giriş bölümünün yan duvarlarında, sivri hafifletme kemerleri bulunan dikdörtgen açıklıklı birer pencere yer alır. Mekânı örten basık çapraz tonozun merkezine 1,70 m. çapında küçük bir kubbe yerleştirilmiş, bu kubbenin eteği sekiz adet yarım kubbecikle kuşatılmıştır. Doğu duvarının ortasında kümbet harimine açılan kapı yükselir. Geometrik geçmelerle bezeli dikdörtgen çerçeveler içinde yer alan kapının basık kemeri üzerinde içleri rûmîlerle dolgulu şemseler sıralanmaktadır. Söveler takozludur. Kemerin üzerinde ise kümbetin inşa kitâbesi bulunur.

Kare planlı bir cenazelik (dışarıdan 7 × 7 m.) üzerine oturan asıl kümbet dışarıdan sekizgen, içeriden kare (4,30 × 4,30 m.) planlıdır. Sekizgen prizmanın kenarları 2,50 m., yüksekliği 6,25 metredir. Mekânı örten kubbe sekizgen piramit biçiminde bir külâhla sarılmıştır. Yerden 1,60 m. yükseklikten başlayan üçgen pandantiflerle önce kareden sekizgene geçilmekte, kubbe 4,50 m. yüksekliğindeki sekizgen kasnağa oturmaktadır. Külâhı taçlandıran alem, mermer bir kürenin üzerine oturtulmuş madenî bir güvercin figüründen meydana gelir. Buradaki güvercin figürü ile Hacı Bektâş-ı Velî’nin Horasan’dan Anadolu’ya güvercin suretinde geldiği yolundaki efsane arasında bir bağlantı olsa gerektir.

Kümbetin batı duvarındaki giriş içeriden sivri kemerli bir nişle kuşatılmış, güney ve doğu duvarlarına birer pencere


açılmıştır. Pencerelerin dikdörtgen açıklıkları mermer sövelerle kuşatılmış, demir parmaklıklarla donatılmış ve sivri hafifletme kemerleriyle taçlandırılmıştır. Alternatif olarak sarı ve kırmızı renkli taşlarla örülmüş olan bu kemerlerden güneydeki yüksek tutulmuş, içine yerleştirilen mermer levhanın kemer aynasına tekabül eden üst kısmı damarlı rûmîler, alt kısmı da geometrik geçmelerle süslenmiştir. Kümbetin güneyinde sivri kemerli bir açıklıkla ana mekâna bağlanan, dikdörtgen planlı, yarım beşik tonozlu bir çıkıntı bulunmaktadır. Burada mevcut iki anonim kabirden büyük olanı Şah Kalender’e izâfe edilir. Ana mekânda ise Balım Sultan gömülüdür. Duvarlar pandantifler, kasnağın yüzeyleri ve kubbe Cumhuriyet dönemi onarımına ait XV. yüzyıl üslûbunda kaliteli kalem işleriyle bezelidir.

Dulkadıroğulları’nın Osmanlılar’a tâbi oldukları son dönemlerine ait olan bu yapı, XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde inşa edilmesine rağmen Selçuklu kümbetlerinin geleneğini sürdürmektedir. Balım Sultan Kümbeti Anadolu Türk mimarisinin son kümbet yapısı olarak değerlendirilebilir.

Hazîre. Günümüzde Hazret Avlusu’nun güneydoğu kesimi alçak bir duvarla ayrılarak hazîreye tahsis edilmiştir. Remzi Gürses, daha önce avlunun hemen tamamının mezarlarla dolu olduğunu, sonradan bunların şimdiki hazîreye taşındığını belirtmektedir. Hazîrede tesbit edilen mezarlar içinde dört tanesi (Seyyid Mehmed Baba, Seyyid Hacı Ali Baba, Hâkî Ali Baba ve Hasan Dede) XVIII. yüzyılın sonlarına ve XIX. yüzyılın başlarına aittir. Diğerlerinin hepsinde, XIX. yüzyılın ikinci yarısında ve XX. yüzyılın ilk çeyreğinde vefat eden kişiler gömülüdür. Pîr evi niteliğindeki tarikat tesislerinde görülenin aksine, Hacı Bektâş-ı Velî ve Balım Sultan gibi tarikat büyüklerinin yakınına daha erken tarihte kimsenin gömülmemiş olması şaşırtıcıdır. Büyük bir ihtimalle, bazı müelliflerin mescidin yerinde bulunduğunu ileri sürdükleri, yeniçerilerle ilgili bazı törenlerin icra edildiği Ak Cennet adındaki meydan Yeniçeri Ocağı’nın ilgası üzerine fonksiyonunu kaybetmiş ve hazîreye dönüşmüştür. Ayrıca Altılar Kapısı’nı takip eden yolun solunda çelebilere ait geç tarihli mezarlar sıralanmakta, Balım Sultan Türbesi’nin arkasındaki bahçede de bazı mezarlar seyrek olarak yer almaktadır.

Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’ni, Resul Bâlî ve Güvenç Abdal Kümbetlerini, Kızılca Halvet’i ve Kırklar Meydanı’nı Barındıran Bina. Külliyenin en eski birimlerini bünyesinde barındıran bu bina farklı tarihlere ait, çoğu farklı kotlar üzerinde yükselen yapıların birbirine eklenmesi sonucunda teşekkül etmiştir. Zaman içinde ne şekilde geliştiği henüz bütün ayrıntıları ile tesbit edilemeyen yapının işgal ettiği alan düzgün olmayıp en geniş yerinde boyutları 28,25 × 25 metreyi bulmaktadır. Eski fotoğraflarda, yalnızca giriş bölümünün güneye açılan revakında kesme taş işçiliğinin bulunduğu, diğer cephelerde moloz taş örgünün kullanıldığı, ancak köşelerin kesme taş sıraları ile takviye edildiği görülmektedir. Külliyenin diğer bazı yapılarında olduğu gibi sonradan moloz taş örgünün yerine kesme taş örgü yapılmıştır. Ancak bu arada, çepeçevre başka birimlerle kuşatılmış bulunan Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin tamamen kesme taşla inşa edilmiş olduğu söylenebilir. Mekânların büyük çoğunluğu ahşap kirişlerle örtülmüş, bazılarında ahşap kubbelere yer verilmiş, bütün bu örtü unsurları, bu arada Güvenç Abdal Kümbeti’nin beşik tonozu da kırma çatılar altına alınmış, çatıların alaturka kiremit kaplaması son büyük onarımda kurşuna dönüştürülmüştür. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin sekizgen prizma biçimindeki kitlesi üzerindeki külâhla bu çatıdan taşar. Ayrıca söz konusu türbenin batısında yer alan ikinci giriş bölümünün ortasındaki küçük kubbeyi örten piramit biçimindeki külâh da çatıyı delmektedir.

Hazret Avlusu’nun kuzey sınırında yer alan ilk giriş bölümü yanlardan sağır duvarlarla kapatılmış, üç sivri kemerle güneye açılmıştır. Kemerlerin pâyeleri ayrıca yanlardaki duvarlar, pâyelerin yüksekliğine kadar siyah renkli taşlarla örülmüş, kemer yastıklarından itibaren sarı renkli taşlar kullanılmıştır. Ortadaki kemer sarı ve açık kırmızı renkli taşlarla örülmüş, bütün kemerlerin karnı siyah ve beyaz boyalı yüzeylere ayrılmıştır. Asıl girişe tahsis edilen ortadaki kemerin üzerinde önce bir teslim taşı kakması, ardından yan yana sıralanan üç motif yer alır. Bu motiflerden sağdaki bir hilâl, ortadaki on iki hattan oluşan altı kollu bir yıldız, soldaki helezonî bir gülçedir. Ayrıca kemerlerin aralarına üçer adet kırmızı taşın şaşırtmalı olarak yerleştirildiği dikkati çeker. Revakın cephesi ortadaki kemerin üzerinde üçgen bir alınlık meydana getirmekte, içbükey bir silme ile kalın bir kaval silmeden oluşan ağır görünümlü saçakla cephe son bulmaktadır. Kemerli açıklıklar, geçen yüzyılın sonlarına ait olduğu anlaşılan basit demir parmaklıklarla donatılmıştır. Ortadaki açıklıkta da aynı türde bir demir kapı yer alır.

İlk giriş bölümü, kendi içinde derinliğine (kuzey-güney doğrultusunda) gelişen dikdörtgen planlı (6,50 × 3,74/4, 25/4,75 m.) üç birimden oluşur. Yapı kuzeye doğru alçalan bir yamaç üzerinde inşa edildiğinden ortadaki kemere tekabül eden ve girişe ayrılmış olan birime basamaklarla inilmekte, dedebabalara ait kabirlerin bulunduğu açık türbe niteliğindeki yan birimler ise yüksekte kalmaktadır. Solda ve sağda altışar adet olmak üzere on iki kabir vardır. Pâyeleri kuzeydeki duvara bağlayan sivri kemerlerin karınlarında ve alınlarında yer alan klasik üslûptaki kalem işleri 1958’de başlayan onarıma aittir. Birimler çubuklu ahşap tavanlarla örtülüdür. Çubukları sınırlayan çıtalar kıvrımlı hatlarla bezenmiştir. Ortadaki birimin tavanı içinde sekiz dilimli bir ahşap kubbe yer alır. Kubbenin dilimleri aynı tür çıtalarla daha ince dilimlere ayrılmış, eteği de oymalı bir ahşap silme ile belirtilmiştir.

İkinci giriş bölümüne açılan ve XIV. yüzyılın başlarına veya ilk yarısına ait olduğu tahmin edilen taçkapı bütünüyle mermerden yontulmuş ve herhalde bu yüzden Ak Kapı olarak adlandırılmıştır. Dış çerçeveyi oluşturan geometrik bezemeli kuşaklar, normal olarak taçkapı kitlesini yukarıdan da çevrelemeleri gerekirken üst kısımda kesintiye uğramakta ve yerlerini iki sıra mukarnaslı bir silmeye bırakmaktadır. Söz konusu durum, süsleme ayrıntılarına çok özen gösterilmiş olan bu taçkapıda bir inşaî zorlamaya işaret eder. Yapının Osmanlı döneminde, muhtemelen Kırklar Meydanı’nın inşa edildiği 960 (1553) yılında geçirmiş olduğu tâdilât sırasında taçkapı üstten kesilerek önündeki ahşap tavanın yüksekliğine uydurulmuş olmalıdır. Dikdörtgen dış çerçevenin içindeki nişin sivri kemeri mukarnaslı yastıklara oturur. Nişin yanlarında, mukarnas dolgulu kavsaraları ile yarım sekizgen planlı birer niş yer almaktadır. Basık kemerli kapının “S” profilli, takozlara sahip olan söveleri yıldızlı geometrik geçmelerle bezelidir. Sonradan bu bezemedeki yıldızların içine Hacıbektaş taşından mâmul on iki adet teslim taşı kakılmıştır. Bunlardan yedisi sağ sövede, beşi sol sövededir. Son derece ince bir


işçilik sergileyen kemerin beyaz taşları üst kısımlarında rûmîlerle bezenmiş, aralarına şemse biçiminde siyah renkli taşlar yerleştirilmiştir. Ayrıca kilit taşında kandil biçiminde istiflenmiş “yâ Allah” ibaresi bulunmaktadır. Biri basık kemerin üzerinde, diğeri yukarıdaki sivri kemerin konsollarının hizasında olmak üzere iki adet geometrik geçmeli yatay süsleme şeridi vardır. Yukarıdaki şerit taçkapının ekseninde kesilmekte, burada çift başlı bir Selçuklu kartalı kabartması bulunmaktadır. Armanın üzerinde, sivri kemerin aynası içinde günümüzde boş duran dikdörtgen bir levha dikkati çeker. Remzi Gürses burada bir kitâbenin yer aldığını ve tekkelerin kapatılmasından sonra yerinden kaldırıldığını nakletmektedir.

Birinci taçkapı ile Kırklar Meydanı’na açılan ikinci taçkapının arasında uzanan dikdörtgen planlı (7,50 × 3,80 m.) mekânın örtüsü uçlarda iki sivri beşik tonozla ortada, bunların kuşattığı sekizgen kasnaklı 2,50 m. çapında küçük bir kubbeden meydana gelir. Basık sekizgen piramit biçiminde bir külâhla örtülü olan kubbeye geçiş prizmatik üçgenlerle (Türk üçgenleri) sağlanmıştır. Bu mekânı günümüzde ikinci giriş bölümü olarak adlandırmak mümkündür. Ancak doğusunda Kızılca Halvet’in, batısında yine bir halvethâne olması muhtemel mihraplı bir birimin yer aldığı bu bölümün başlangıçta (bugünkü Kırklar Meydanı’nın yapımından önce) alelâde bir giriş mekânı olmadığı, ibadetle ilgili bir ihtiyaca cevap verdiği ileri sürülebilir. Gerisinde Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin ve bunun güneyine bitişik Kızılca Halvet’in sıralandığı doğu duvarının önüne, ilk taçkapı gibi Selçuklu üslûbunda pahlı kaidelere ve mukarnaslı başlıklara sahip yarım sekizgen planlı iki pâye inşa edilmiş, mekânı örten beşik tonozların ve kubbenin ağırlığı, doğudaki birimlerin duvarlarını zedelemeksizin bu pâyelere oturan sivri kemerlere aktarılmıştır. Bu ayrıntı, buranın Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi ile Kızılca Halvet’ten sonra inşa edildiğini gösterir.

Küçük boyutlu (2,50 × 2 m.) ve beşik tonozlu olan Kızılca Halvet “çile damı” adıyla da anılmaktadır. Basık kemerli kapısı dikdörtgen bir silme çerçevesi içine alınmıştır. Sövelerde ilk taçkapıdakilere benzeyen “S” profilli takozlar vardır. Kemerin kilit taşı yerinden oynayarak aşağıya doğru sarkmıştır. Küçük bir mazgaldan ışık alan Kızılca Halvet’te çerağlık denilen türde, kandil veya mum koymaya mahsus bir niş bulunmaktadır. Bu arada söz konusu mekânın doğu duvarında miğfer şeklinde bir çerağlığın yer aldığı, burada toplanan isin ziyaretçiler tarafından alınarak gözlere çekildiği bilinmektedir. Onarımda bu ilginç mimari unsur ortadan kaldırılmıştır.

İkinci giriş bölümünün sol (batı) duvarındaki sivri kemer, içinde ancak bir kişinin namaz kılabileceği boyutlarda (2,25 × 0,90 m.) bir birime açılmaktadır. Zemini yükseltilmiş olan bu birimin güney duvarında Selçuklu üslûbunda mukarnaslı küçük bir mihrap, doğu duvarında da iki adet çerağlık bulunur. Namazgâh diye anılan söz konusu birim, ya halvethâne olarak ya da ziyaretçilerin namazlarını eda etmeleri için düşünülmüş olmalıdır.

Kırklar Meydanı’na açılan ve üzerindeki kitâbeye göre 960 (1553) tarihli olan ikinci taçkapı, Osmanlı-Karamanoğlu karışımı bir taşra üslûbunu yansıtmaktadır. Bezemelerin malzemesi alçıdır. Mukarnaslı dış çerçeveden sonra Karamanoğulları’nın son dönemlerine ait yapılarda benzerleri görülen rûmîli ve şakayıklı bir şerit gelmekte, kapının basık kemeriyle kitâbe arasında da aynı türde bir şerit uzanmaktadır. İçteki süsleme kuşağı diğerine göre biraz daha kısa tutulmuş, yukarıda bu ikisinin arasında kalan dikdörtgen yüzey rûmîli bir kompozisyonla doldurulmuştur. Kitâbenin üzerinde şebekeli ve yaldızlı iki kabara bulunur. Mahmut Akok’un 1959 tarihli rölövesinde, taçkapı ile beşik tonoz arasında kalan yüzeyde görülen teslim taşının onarım sırasında kalem işleri altında kaldığı anlaşılmaktadır.

Kırklar Meydanı’nın boyutları, doğu ve batı yönlerinde kabirlerin sıralandığı sekiler hesaba katılmazsa 10,60 × 9 m. kadardır. Mekânın kuzey ve güney duvarlarına oturan ve kirişleri taşıyan üç sivri kemerden batıdakinin açıklığı 6,70 m., diğerlerininki 8 metredir. Geniş kemerlerle donatılmış bu tür mekânlara Karamanoğulları dönemine ait birçok camide rastlamak mümkündür. Kemerlerin arasında kalan iki dikdörtgen birim âyinlere ayrılmış olan sahadır. Kırklar Meydanı’nın girişi bu birimlerden batıdakine açılmakta, hemen girişin yanından başlayan ahşap parmaklığın gerisinde sekiz adet sanduka sıralanmaktadır. Parmaklığın önünde birimin kuzeybatı köşesinde de bir sanduka vardır. Doğudaki birimin güney duvarında Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin girişi, kuzey duvarında türbe girişiyle aynı eksen üzerinde, Bektaşîler arasında “medet-mürüvvet penceresi” veya “niyaz penceresi” olarak anılan hâcet penceresi yer almaktadır. Kırklar Meydanı’nın açık olmadığı zamanlarda Hacı Bektâş-ı Velî’ye dışarıdan “niyaz edilen” bu pencerenin yuvarlak kemeri yivlidir.

Kırklar Meydanı’nı doğu ve batı yönünde sınırlayan kemerlerin gerisinde seki biçiminde düzenlenmiş iki türbe yer alır. Doğudaki sekide on, batıdakinde dört adet sanduka bulunmaktadır. Batıdaki sandukalardan ilki Çelebi Cemâleddin Efendi’ye aittir. Tekkelerin kapatılmasından sonra diğerlerinin kimlere ait olduğunu belirten levhalar kaldırılmış, günümüzde de bu hususu bilen kalmamıştır. Doğudaki sekide bir, batıdakinde üç adet olmak üzere mazgal türünde kare tepe pencereleri yer alır. Kırklar Meydanı’nın yegâne büyük ışık menfezi hâcet penceresidir.

Günümüzde Kırklar Meydanı’nda Bektaşîlik’le ilgili çeşitli tekke eşyası teşhir edilmekte, âyinler sırasında uyandırılan ünlü “kırk budak şamdanı” da özgün yerinde doğudaki sekinin ortasında durmaktadır. Kırklar Meydanı’nın duvarlarında görülen kalem işleri, Cumhuriyet dönemi onarımı sırasında XV ve XVI. yüzyıllara ait kalem işlerinin motifleri kullanılarak yapılmıştır. Binanın giriş bölümlerinde, Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nde, Resul Bâlî ve Güvenç Abdal kümbetlerinde bulunan kalem işleri de aynı özelliktedir. Kalem işleri son derecede özenli bir işçiliğe sahiptir ve iyi kötü yapının üslûbu ile uyum sağlamaktadır.

Gerek asıl Kırklar Meydanı’nı oluşturan birimlerin gerekse doğu ve batıdaki sekilerin tavanları süslü çıtalarla dikdörtgenlere bölünerek “çubuklu tavan” denilen türde tasarlanmış, her tavanın ortasına bir adet sekiz dilimli ahşap kubbe konmuştur. Bu tavanlarla kubbelerin ayrıntıları binanın girişinde görülenlerin aynısıdır. Her ne kadar daha sonra yenilendikleri ayrıntılarından belli olmaktaysa da çatı altında gizlenmiş bu tür ahşap kubbelere XVI. yüzyılda özellikle cami-tekke türünde yapılarda rastlanmaktadır.

Doğu yönündeki sekinin güney duvarında bulunan sivri kemer, Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin


doğusuna bitişik olan Resul Bâlî Kümbeti’ne açılır. Dikdörtgen planlı (7,50 × 4,50 m.) olan bu birimde ön planda yer alan büyük sanduka Resul Bâlî’ye aittir. Bunun gerisindeki iki küçük sandukanın ise kimlere ait olduğu bilinmemektedir. Söz konusu kümbetin biri doğuya, diğeri güneye açılan iki mazgal penceresi vardır.

Kırklar Meydanı’nın batısındaki sekinin güneyinde de Güvenç Abdal Kümbeti yer alır. Kare planlı (4,25 × 4,25 m.) kümbetin sivri beşik tonozu iki kemerle takviye edilmiş, doğu ve güney duvarlarına birer mazgal pencere açılmıştır. Yan yana yer alan üç sandukadan doğudaki Güvenç Abdal’a, diğer ikisi menkıbelerde “dünya güzeli” olarak anılan eşiyle bunun câriyesine izâfe edilir. Buraya doğudaki sekiden iki basamakla çıkılmakta, bu kot farkının alttaki cenazelikten kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin kapısı, Selçuklu üslûbuna bağlanan oranları ve süsleme programının yanı sıra taşıdığı bazı sembolik unsurlarla da dikkati çeker. Beyaz mermerden yontulmuş olan asıl kapı, 960’ta (1553) Kırklar Meydanı inşa edilirken ikinci taçkapıda bulunanların eşi olan, alçıdan mâmul, mukarnaslı, rûmîli, şakayıklı şeritlerle kuşatılarak büyütülmüş ve daha zengin bir görünüme kavuşturulmuştur. Palmetli bir taçla son bulan bu ek kısımda üç adet şebekeli ve yaldızlı kabara ile esmâ-i hüsnâdan bazılarının tekrar edildiği bir yazı kuşağı bulunur.

Selçuklu dönemine ait mermer kapının dış çerçevesi geçmeli rûmîlerden meydana gelmekte, bunu iki zencirek kuşağı ile geometrik geçmeli bir kuşak takip etmektedir. Girift bir kompozisyona sahip olan birinci zencireğin arasında sağda üç adet balık motifi yer alır. Basık kemerli kapıyı taçlandıran mukarnaslı kavsara ile dikdörtgen çerçevenin arasına iki adet gülçe yerleştirilmiştir. Kemerin üzengi taşları gülçeler, kilit taşı da rûmîlerle süslüdür. Kilit taşının üzerinde stilize edilmiş çift başlı kartal kabartması dikkati çeker. Kapının açıklığı iki sıra zencirekle kuşatılmış, sövelerin takozlarına ikişer güvercin kabartması kondurulmuştur. Bu kapının “gök eşik” olarak adlandırılan eşiği kutlu sayılmakta ve üzerine asla basılmadan niyaz edilerek atlanmaktadır.

Her ne kadar mimari özellikleri bakımından tam bir Selçuklu kümbeti ise de altında bir cenazeliğin bulunduğu kesin olarak bilinmediğinden Hacı Bektâş-ı Velî’nin gömülü olduğu yapıyı türbe olarak adlandırmak daha doğrudur. Kare planlı (4,50 × 4,50 m.) yapının kuzey duvarında Kırklar Meydanı’na açılan kapı, güney duvarında bir pencere bulunmaktadır. Yerden 5,50 m. yükseklikten başlayan üçgen pandantiflerle kare alt yapıdan sekizgene geçilmekte, sekizgenin üzerine kubbe oturmaktadır. Kubbeyi örten sekizgen prizma biçimindeki kurşun kaplı külâh ahşaptır. Türbenin Rum asıllı bir ustanın elinden çıktığı ve kubbesinin I. Murad tarafından yaptırıldığı yolunda kanıtlanması mümkün olmayan rivayetler vardır. Türkiye’nin en çok ziyaret edilen velî türbelerinden bu mekânda yalnızca Hacı Bektâş-ı Velî’ye ait bir ahşap sanduka yer almaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I-III, tür.yer.; VI-VIII, tür.yer.; Voyage du Sieur Paul Lucas fait en 1714 etc. par ordre de Louis XIV dans la Turquie, Rouen 1719, I, 124; Cuinet, I, 340-341; Ragıb Hulusi, “Bektaşîliğin Coğrafî Tevzii”, Bektaşîlik Tedkikleri, İstanbul 1928, s. 3-7; F. W. Hasluck, Christianity and Islam under the Sultans (ed. M. M. Hasluck), Oxford 1929, I, 83; II, 502-504; Cevat Hakkı Tarım, Tarihte Kırşehri-Gülşehri ve Babailer, Ahiler, Bektaşiler, İstanbul 1948, s. 109-118; Bedri Noyan, Hacıbektaş’ta Pîr Evi ve Diğer Ziyâret Yerleri, İzmir 1964; a.mlf., Bektaşîlik Alevîlik Nedir, Ankara 1987, s. 47; Remzi Gürses, Hacıbektaş Rehberi, Ankara 1964; İlknur Demirbüker, Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi (lisans tezi, 1966), İÜ Ed.Fak; A. Dupront, “Pèlerinages et lieux sacrés”, Mélanges en l’honneur de Fernand Braudel, III, méthodologie de l’histoire et des sciences humaines, Paris 1973, s. 190-206; A. Işık Doğan, Osmanlı Mimarisinde Tarîkat Yapıları: Tekkeler, Zaviyeler ve Benzer Nitelikteki Fütüvvet Yapıları, İstanbul 1977, s. 102-137; M. Orhan Bayrak, Türkiye Tarihi Yerler Kılavuzu, İstanbul 1979, s. 477-478; Suraiya Faroqhi, Der Bektaschi-Orden in Anatolien, Wien 1981, bk. İndeks; a.mlf., “The Tekke of Hacı Bektaş: Social Position and Economic Activities”, IJMES, VII (1976), s. 183; Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, İstanbul 1984, II, 238; O. Sağdıç, Hacıbektaş Kılavuzu, Ankara, ts., s. 15-51; Bezmi Nusret Kaygusuz, Kurumuş Pınar [Baskı yeri ve yılı yok], s. 100; Baha Said, “Sofiyân Süreği (Kızılbaş Meydanı)”, TY, IV/22 (1926), s. 325-360; Hâmid Zübeyir [Koşay], “Hacı Bektâş Tekkesi”, TM, II (1926), s. 365-382; a.mlf., “Bektaşilik ve Hacı Bektaş Tekkesi”, TEt.D, X (1968), s. 19-26; Mahmut Akok, “Hacıbektaşi Veli Mimari Manzumesi”, a.e., s. 27-57; Halim Baki Kunter, “Kitâbelerimiz-I”, VD, II (1942), s. 432; M. Oluş Arık, “Erken Devir Anadolu-Türk Mimarisinde Türbe Biçimleri”, Anadolu: Anatolia, XI, Ankara 1967, s. 57-100.

M. Baha Tanman