HÂDİM

(الخادم)

Tekkenin ihtiyaçlarını karşılayan ve sûfîlere hizmet eden kişi.

Tasavvufun ilk dönemlerinden itibaren, tasavvuf yoluna girmemekle birlikte sûfîlere yardımcı oldukları ve onların ihtiyaçlarını karşıladıkları için kendilerine “hâdim” denen bazı insanlar mevcut olagelmiştir. Dünyadan el etek çekip ibadetle meşgul olan sûfîlerin hizmetinde bulunmayı görev sayan hâdimler, sırf sevap kazanmak için velî olduğuna inandıkları bu kişilerin yanında bulunur, onların işlerini görürlerdi. Hâdimlere tekke ve zâviyelerin işlerini görüp gözettikleri için nakīb de denilmiştir.

İlk devirlerden beri ünlü sûfîlerin hâdimleri olduğu bilinmektedir. Meselâ Zeytûne, Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfîlere hizmet ederdi (Lâmiî, s. 696). Bâyezîd-i Bistâmî, Ebû Hafs el-Haddâd ve Râbia el-Adeviyye gibi sûfîlerin de hâdimleri vardı. Hizmetinde bulundukları şeyhlerin fikirlerini ve menkıbelerini de nakleden bu kişilerden Hâdim Şeyh gibi bazıları (Reşehât Tercümesi, s. 26) zamanla tasavvuf yolunda ilerleyerek şeyh olmuşlardır.

İnsanlara hizmet etmenin fazileti üzerinde önemle duran ve çevrelerinde bulunan kişileri hizmete teşvik eden sûfîler bu konuda bazı hadislere dayanırlar. Bu hadislerden birine göre Hz. Peygamber ramazan ayında seferde iken bazı sahâbîler oruç tutmuş, bazıları ise tutmayıp oruçlu olanlara hizmet etmiştir. Bu durumu öğrenen Resûl-i Ekrem, “Bugün oruçlu olmayanlar oruçlu olanlardan daha çok sevap aldı” demiştir (Müslim, “Śıyâm”, 100-102). Sûfîler, tekkelerde Hak tâlibi olanlara hizmetin önemini anlatmak için Allah’ın Hz. Dâvûd’a, “Ey Dâvûd! Bana tâlip birini görünce ona hizmet et” dediğini rivayet ederler. Onlara göre, “Bir topluluğun efendisi onlara hizmet eden kimsedir” (Aclûnî, I, 362). Hâce Abdullah-ı Herevî, “Sûfî hizmet ehlidir, gayesi hizmet edilen değil hizmet eden olmaktır” der (Ŧabaķāt, s. 69). Ebû Süleyman ed-Dârânî de ancak kendini beğenmişlerin hizmetten zevk alamayacağına dikkat çeker (Kuşeyrî, s. 345). Hiçbir fark gözetmeden herkese hizmet edilmesi gerektiğine inanan sûfîlerin bir araya geldikleri zaman hizmet konusunda kendi aralarında yarıştıkları nakledilir. Ebû Nasr es-Serrâc, İbrâhim b. Edhem’in kendisine yoldaş olmak isteyenlere bizzat hizmet etmeyi şart koştuğunu kaydeder (el-LümaǾ, s. 236).

Tasavvufun temeli şeyhlere saygı ve ihvana hizmet olduğu için sûfîlerin sohbetlerine katılmaya başlayan ve mürid olmayı arzu edenlerin işe hizmetle başlamaları istenir. Kuşeyrî, müridlik âdâbından bahsederken dervişlere hizmet konusu üzerinde önemle durmuştur. Ona göre mürid dervişlere sabırla hizmet etmeli, onlardan gelecek eziyetlere gönül rızâsıyla katlanmalı, kendini kusurlu görüp özür dilemeli ve hizmetini daha da arttırmalı, hatta gerekirse hizmet için canını bile vermelidir.

Tarikatların kurulup teşkilâtlandığı dönemde tekke içinde önemli görevler üstlenen hâdimler, tekkede oturanların maddî ihtiyaçlarını karşılamayı nâfile ibadetlerden daha sevap kabul eder, halktan topladıkları şeyleri onlara ulaştırırken sadece Hakk’ı düşünürler. Halkı Hakk’ın verme aracı, tekkedekileri de kabul aracı olarak görür, aslında verenin de alanın da Hak olduğuna inanırlar.

Necmeddîn-i Dâye’ye göre hâdimler ebrâr, şeyh mukarrebler makamındadır. Hâdimin hizmetten maksadı sevaptır; şeyh ise sadece Hakk’ı ve onun iradesini düşünür (Mirśâdü’l-Ǿibâd, s. 536). Sühreverdî, yaptıkları hizmetin öneminden dolayı hâdimlerin şeyhlerden daha üstün olduklarının bile iddia edildiğini söyler (ǾAvârifü’l-maǾârif, s. 94).

Tarikata yeni giren bir derviş tekkede bazı hizmetlerle yükümlü tutularak dervişlerin ve bütün insanların hizmetinde olması gerektiği kendisine öğretilir.


Allah için ve sevap kazanmak amacıyla hizmet etmekle beraber aynı zamanda bu yoldan şöhret ve itibar da kazanmak isteyen hizmet ehline mütehâdim denir. Mütehâdim şan ve şerefi böyle bir yerde aradığından takdire lâyıktır, ancak hizmetlerine riya karıştığı için hâdimden daha aşağı mertebededir. Sırf maddî menfaat veya itibar sağlamak için tekke ehline hizmet eden kimselere de müstahdim (hâdim görünen sahtekâr) lakabı verilir.

Şeyh efendilerin unvan olarak kullandıkları “hâdimü’l-fukarâ” tabiri dervişlerinin hizmetinde olduklarını gösteren bir tevazu ifadesidir.

BİBLİYOGRAFYA:

Müslim, “Śıyâm”, 100-102; Tehânevî, Keşşâf, I, 454; II, 843, 844; Serrâc, el-LümaǾ, s. 235, 236; Kuşeyrî, er-Risâle (Uludağ), s. 287, 345, 468, 597; Herevî, Ŧabaķāt, s. 69, 77; Ebû Mansûr el-Abbâdî, Śûfînâme, Tahran 1347 hş., s. 83; Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî, Âdâbü’l-mürîdîn, Tahran 1363 hş., s. 101, 246; Attâr, Teźkiretü’l-evliyâǿ, Tahran 1325 hş., I, 64; Sühreverdî, ǾAvârifü’l-maǾârif, Beyrut 1966, s. 91, 94, 108; İbnü’l-Arabî, Fuśûś (Afîfî), I, 98; II, 103; Necmeddîn-i Dâye, Mirśâdü’l-Ǿibâd, Tahran 1366 hş., s. 536; İzzeddin el-Kâşî, Miśbâĥu’l-hidâye ve miftâĥu’l-kifâye, Tahran 1367 hş., s. 123, 199; Reşehât Tercümesi, s. 26; Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 696; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ, I, 362; Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, Bulak 1256, s. 46; Muhammed el-Münîr es-Semhûdî, Tuĥfetü’s-sâlikîn ve delâǿilü’s-sâǿirîn, Kahire 1315, s. 78; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1953, s. 379, 392; el-MuǾcemü’ś-śûfî, s. 383.

Süleyman Uludağ