HÂKĀNÎ, Mûsâ b. Ubeydullah

(موسى بن عبيد الله الخاقاني)

Ebû Müzâhim Mûsâ b. Ubeydillâh (Abdillâh) b. Yahyâ el-Hâkānî (ö. 325/937)

Tecvide dair ilk defa eser yazan âlim, edip ve şair.

248’de (862) Bağdat’ta doğdu. Babası Ubeydullah, Abbâsî halifelerinden Mütevekkil ile Mu‘temid-Alellah’a vezirlik yapmış, dedesi Yahyâ b. Hâkān ile kardeşi Ebû Ali Muhammed b. Ubeydullah da vezirlik görevinde bulunmuşlardır.

Hâkānî, nüfuzlu bir ailenin imkânlarına sahip olarak Bağdat’ın elverişli ilim ortamında yetişti. Kur’an’ı Kisâî kıraatiyle Hasan b. Abdülvehhâb el-Verrâk ile Muhammed b. Ferec el-Gassânî’den okudu. Her iki kıraat âlimi de Kisâî ve Ebû Amr b. Alâ kıraatlerinin râvisi Ebû Ömer ed-Dûrî’nin kıraat halkasına mensuptur. Ayrıca kıraat ilmini İbn Âmir’in kıraatinin


râvisi İbn Zekvân’dan tahsil eden Ahmed b. Yûsuf et-Tağlebî ile İdrîs b. Abdülkerîm el-Haddâd ve küçük Kisâî diye bilinen Muhammed b. Yahyâ el-Kisâî’den de bu ilimde faydalandı. Ebû Kılâbe er-Rekāşî, Muhammed b. İsmâil et-Tirmizî ve Abdullah b. Ahmed b. Hanbel gibi âlimlerden hadis dinleyen Hâkānî başta kıraat olmak üzere tecvid, hadis, Arap dili ve edebiyatı alanlarında kendini yetiştirdi. Muâviye b. Ebû Süfyân’a olan sevgisini dile getiren şiirler yazdığı nakledilmektedir. el-Ķaśîdetü’r-râǿiyye adlı eseri aynı zamanda onun şairliğini ve edebiyat alanındaki kabiliyetini göstermektedir.

Ebû Bekir Ahmed b. Nasr eş-Şezâî ve Muhammed b. Ahmed eş-Şenebûzî gibi âlimlerin kıraat hocası olan Hâkānî’den Ebû Bekir el-Âcürrî, Ebû Tâhir b. Ebû Hâşim ve Ebû Hafs b. Şâhin hadis rivayet etmiştir. Ailesinde mevcut geleneğin aksine Hâkānî ilim ve ibadet yolunu tercih ederek kendini tamamen Kur’an öğretimine, hadis rivayetine ve ibadete vermiştir. Kaynaklarda onun sünnete bağlı, dindar ve güvenilir bir kişiliğe sahip olduğu belirtilir. Hâkānî 11 Zilhicce 325’te (20 Ekim 937) Bağdat’ta vefat etti.

Eserleri. Hâkānî’nin bilinen eserleri şunlardır: 1. el-Ķaśîdetü’r-râǿiyye (el-Ķaśîdetü’l-Ħâķāniyye). Hâkānî’nin tecvide dair ilk eserin müellifi olarak tanınmasını sağlayan bu kaside elli bir beyitten ibarettir. Kıraat ilmiyle ilgili daha önceki dönemlere ait kaynaklarda tecvid konularına da yer verilmişti. Ancak bunlardan farklı olarak Hâkānî bu kaside ile tecvide dair meseleleri ayrı bir eser içinde toplamayı denemiştir. Tecvid ilminin bütün konularının yer almadığı eserde, Kur’an’ı doğru okuyamayanların bir başkasına Kur’an okutamayacağı, kıraatin bu ilmin inceliklerini bilen âlimlerden alınmasının gerekli olduğu, mütevâtir kıraat imamlarının adları, Kur’an’ın “tertîl” ile okunması, kıraat esnasında harflerin usulüne uygun bir şekilde çıkarılması, medler, izhar, ihfâ gibi uygulamalarla hemze, hâ ve râ harflerinin özellikleri, vakf ve ibtidâ, mîm ve nûn harflerinin okunuşlarından doğan özellikler, Kur’an’ı okuyan kişinin aynı zamanda onun emir ve yasaklarına uymasının icap ettiği gibi hususlar ele alınmıştır. Âlimler tarafından çok beğenilen ve beyitleri sonraki müellifler tarafından yer yer delil olarak gösterilen kasideyi Ebû Amr ed-Dânî Şerĥu Ķaśîdeti’l-Ħâķānî fi’t-tecvîd adıyla şerhetmiştir. Bu şerhin bir nüshası Haydarâbâd’da (Muhammed Ghouse, I, 34), diğer bir nüshası da Meşhed’de (Brockelmann, I, 720) bulunmaktadır. İbn Hayr Hâkānî’nin bu kasidesini birkaç hocasından rivayet etmiştir (Fehrese, s. 72-73). Gānim Kaddûrî Hamed’in neşrettiği eser (Mecelletü Külliyyeti’ş-şerîǾa, sy. 6 [Bağdat 1980], s. 365-377), Ali Hasan el-Bevvâb tarafından Ebû Amr ed-Dânî’nin şerhinden özetler verilerek açıklamalı şekilde yeniden yayımlanmıştır (bk. bibl.). Kasidenin bir nüshası Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Kütüphanesi’nde mevcut olup (Ali Üsküdarlı, nr. 36, vr. 158-159) ayrıca Ķaśîde fi’t-tecvîd, Ķaśîde fî ĥüsni edâǿi’l-Ķurǿân adlarıyla çeşitli kütüphanelerde nüshaları vardır (Brockelmann, I, 329-330; Sezgin, I, 14). 2. el-Ķaśîde fi’l-fuķahâǿ. On sekiz beyitten ibaret olduğu belirtilen kasidenin Berlin (nr. 7562, vr. 40-41; nr. 486, vr. 40) ve Zâhiriyye (Umumi, nr. 3782) kütüphanelerinde nüshaları bulunmaktadır (Sezgin, I, 15). 3. el-Ķaśîde fi’s-sünne. İbnü’l-Cezerî Hâkānî’nin bu eserinden bahsetmiş, onu el-Ķaśîdetü’r-râǿiyye’siyle birlikte Ebû Hafs Ömer b. Hasan el-Merâgī’den okuduğunu bildirmiştir (Ġāyetü’n-nihâye, II, 321).

Kâtib Çelebi’nin el-Ķaśîdetü’r-râǿiyye fî Ǿilmi’l-inşâǿ adıyla Hâkānî’ye nisbet ettiği eser (Keşfü’ž-žunûn, II, 1339) el-Ķaśîdetü’r-râǿiyye olmalıdır. Onun ayrıca el-Ķaśîdetü’n-nûniyye fi’t-tecvîd adıyla zikrettiği eserin de (II, 1348) aynı kaside olması muhtemeldir.

BİBLİYOGRAFYA:

Merzübânî, MuǾcemü’ş-şuǾarâǿ (nşr. F. Krenkow), Kahire 1354 → Beyrut 1402/1982, s. 380; Hatîb, Târîħu Baġdâd, XIII, 59; Sem‘ânî, el-Ensâb (Bârûdî), II, 310; İbn Hayr, Fehrese, s. 72-74; İbnü’l-Cevzî, el-Muntažam (Atâ), XIII, 372; İbnü’l-Esîr, el-Lübâb, I, 412; Ali b. Muhammed es-Sehâvî, Cemâlü’l-ķurrâǿ ve kemâlü’l-iķrâǿ (nşr. Ali Hüseyin el-Bevvâb), Kahire 1408/1987, II, 546; Zehebî, MaǾrifetü’l-kurrâǿ (Altıkulaç), II, 554; a.mlf., AǾlâmü’n-nübelâǿ, XV, 94-95; a.mlf., Teźkiretü’l-ĥuffâž, III, 822; İbnü’l-Cezerî, Ġāyetü’n-nihâye, II, 320-321; Keşfü’ž-žunûn, I, 354; II, 1337, 1339, 1348; İbnü’l-İmâd, Şeźerât, II, 307; Brockelmann, GAL Suppl., I, 329-330, 720; Hediyyetü’l-Ǿârifîn, II, 478; Ziriklî, el-AǾlâm, VIII, 275; Kehhâle, MuǾcemü’l-müǿellifîn, XIII, 42; Sezgin, GAS, I, 14-15; Muhammed Ghouse, The Sayeedie Library-Hyderabad (A.F.) India A Catalogue of Arabic Manuscripts, India 1968, I, 34; Ali Hasan el-Bevvâb, “el-Ķaśîdetü’l-Ħâķāniyye fi’l-ķırâǿat ve ĥüsni’l-edâǿ”, el-Mevrid, XVI/1, Bağdad 1987, s. 115-128.

Abdurrahman Çetin


HÂKĀNÎ MEHMED BEY

(ö. 1015/1606)

Türk edebiyatında türünün ilk ve önemli örneği olan Hilye adlı eseriyle tanınan divan şairi.

İstanbullu ve Ayas Paşa ahfadından Mahmud adlı bir kişinin oğlu olduğu kaydedilmektedir. Kafzâde Fâizî (Zübdetü’l-eş‘âr, vr. 143) ve Kâtib Çelebi (Keşfü’ž-žunûn, I, 786) Hâkānî’yi Ayaspaşazâde künyesiyle anmakta, Kâtib Çelebi Hilye’sinden bahsederken onu Hâkānî Mehmed b. Abdülcelîl adıyla tanıtmaktadır. Riyâzî’nin tezkiresinin bazı nüshalarında Ayas Paşa’nın oğlu (Riyâzü’ş-şuarâ, vr. 61b), bazılarında da torunlarından olarak gösterilmektedir. Muallim Nâci onun Güzelce Rüstem Paşa’nın kızının oğlu ve Sadrazam Ayas Paşa’nın akrabası olduğunu yazar (Osmanlı Şairleri, s. 62). Mehmed Süreyyâ Bey’e göre Hâkānî Ayas Paşa’nın damadı, Güzelce Rüstem Paşa’nın kızının oğludur (Sicill-i Osmânî, II, 377). Hüseyin Ayvansarâyî, Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’nden bahsederken Güzelce Rüstem Paşa’nın kızının oğlu ve Sadrazam Ayas Paşa’nın akrabasından Hâkānî Mehmed Bey’in mektebin penceresi önünde medfun olduğunu söyler (Hadîkatü’l-cevâmi‘, s. 24). Bu durumda Muallim Nâci ile Mehmed Süreyyâ’nın Hüseyin Ayvansarâyî’nin verdiği bilgiyi esas aldıkları anlaşılmaktadır.

Ali Emîrî Efendi, kendi kitapları arasında bulunan Hâkānî divanının (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Manzum, nr. 127) baş tarafına düştüğü bir kayıtta, “Gerek Hadîkatü’l-cevâmi‘de gerek Muallim Nâci Efendi’nin eserinde Hâkānî, Güzelce Rüstem Paşa’nın kerîmezâdesi olarak gösteriliyor ki müşârünileyh Ayas Paşa, Güzelce Rüstem Paşa’nın damadı olduğu bazı tevârîhte muharrer olduğu cihetle onların şu ifadesi de Hâkānî merhum Ayas Paşa merhumun mahdumu olduğunu ispat ediyor” demekle beraber bu kaydın hangi tarih kitaplarında bulunduğunu belirtmemiştir. Diğer taraftan Sicill-i Osmânî’de de Rüstem Paşa Ayas Paşa’nın damadı olarak gösterildiği halde (II, 377) Ali Emîrî Efendi muhtemelen bir dalgınlık sonucu Ayas Paşa’yı Rüstem Paşa’nın damadı göstermiştir. Kaynaklardaki bu farklı bilgilerden


hareketle Hâkānî’nin Vezîriâzam Ayas Paşa ile akraba olduğu, ancak bu akrabalığın derecesinin tam olarak tesbitinin şimdilik mümkün olmadığı söylenebilir.

Hâkānî’nin hayatı hakkındaki bilgiler de yeterli değildir. Beyânî’nin ifadesinden gençliğinde iyi bir tahsil gördüğü ve saray çevresinde yetiştiği anlaşılmaktadır. Sancak beyliği ve Dîvân-ı Hümâyun’da muhasebecilik yapmış olması bu bilgiyi doğrulamaktadır. Gençliğinde başından bir aşk macerası geçen Hâkānî daha sonra hacca gitmiş ve dönüşünde İstanbul’da ölmüştür. Riyâzî’nin nakline göre, “Yârân-ı safâ, cennet bahçeleri ne güzel köşelermiş” dedikten sonra vefat eden Hâkānî’nin ölümüne Kafzâde Fâizî, “Hâkānî Bey ukbâya göçtü” (1015/1606) mısraını tarih düşürmüştür. Mezarı Edirnekapı’da Mihrimah Sultan Camii hazîresindedir. Muallim Nâci mezarının başında 300 yıllık bir ağaç bulunduğunu, mezarın baş tarafındaki yuvarlak taşın üzerinde cuma ve pazartesi geceleri yakılan bir kandil asıldığını, yeşile boyanmış cephesinde de “Hüvelbâki Hille-i Hâkānî hasretler ruhiyçün el-Fâtiha” şeklinde bozuk bir ibarenin yazılı olduğunu bildirmektedir (Osmanlı Şairleri, s. 62). Hadîkatü’l-cevâmi‘de mezar taşının yazısız olduğu ifade edildiğine göre (s. 24) bu ibare daha sonra yazılmış olmalıdır.

Yaşadığı dönemdeki diğer Dîvân-ı Hümâyun memurları gibi Edirnekapı Camii civarında ikamet eden Hâkānî, Hilye’sini tamamlayıp sadrazam Cigalazâde Sinan Paşa’ya takdim edince devlet büyükleri tarafından takdir görmüş ve kendisine nasıl bir mükâfat istediği sorulmuştur. Şair de artık yaşlandığını, Edirnekapı’dan Paşakapısı’na kadar güçlükle yürüyebildiğini, bu sebeple bir binek hayvanıyla gidip gelmek istediğini bildirmiştir. O dönemde Hâkānî rütbesindeki bir memurun resmî işe binek hayvanıyla gidip gelmesi yasak olduğundan kötü örnek olmasın diye isteği yerine getirilmeyince, kendisine Bâbıâli civarında bir ev verilmiştir (Osmanlı Şairleri, s. 63).

Eserlerinden Hâkānî’nin iyi derecede Arapça ve Farsça bildiği, divan edebiyatının inceliklerine vâkıf olduğu anlaşılmaktadır. Kaynaklarda eserlerindeki sadelik ve samimiyetin bunların edebî değerinden fazla olduğu belirtilir. Türkçe’yi kullanışı, anlatımındaki sadelik ve üslûbundaki açıklık ona çağdaşları arasında önemli bir yer kazandırmıştır. Lirik gazellerinin dili oldukça sade, mesnevileri de yazıldıkları döneme göre açık ve pürüzsüz bir anlatıma sahiptir. Yazdıklarından kuvvetli bir Ehl-i beyt muhibbi olduğu anlaşılan şairin Hilye’sindeki dilin daha sanatlı oluşu ise eserin Hz. Peygamber’le ilgili olmasından dolayı konunun daha beliğ ifade edilmesine önem verilmesinden kaynaklanmış olmalıdır.

Eserleri. 1. Hilye-i Hâkānî. Hâkānî’nin tanınmasını ve şöhrete ulaşmasını sağlayan eser Türk edebiyatında hilye türünün ilk ve en önemli örneğidir. Hilye kelimesi Hâkānî’den sonra özellikle yalnız Hz. Peygamber’in vücut yapısı ve sıfatları hakkında meydana getirilen eserlerin genel adı olmuştur (bk. HİLYE). Hilye-i Hâkānî besmele hakkında bir manzume ile başlar. Şair, “Besmeleyle edelim feth-i kelâm / Feth ola tâ bu muammâ-yı benâm” beytinin ardından gelen yirmi iki beyitte söze besmele ile başlamanın gereğinden ve besmelenin sırlarından bahseder. Sekiz beyitlik bir tevhidden sonra “İzhâr-ı Ma‘zeret ve Taleb-i Mağfiret” başlığını taşıyan altı beyitlik bir münâcât ve bir na‘t yer alır. Klasik tertibe uygun tam bir mesnevi yazma gayreti içinde olduğu görülen Hâkānî “İftitâh-ı Kelâm” başlıklı bölümde eserin konusundan, giriştiği işin zorluğundan söz ederek aczini dile getirir; hemen ardından da hilye yazmak suretiyle salih kullar arasına girip keder ve kaygıdan kurtulmak istediğini söyler. Hâkānî, Hz. Ali’nin rivayet ettiği fakat sahih hadis kaynaklarında rastlanmayan “Hilyemi gören beni görmüş gibidir. Beni gören insan bana muhabbetle bağlanırsa Allah ona cehennemi haram eder; o kişi kabir azabından emin olur, mahşer günü çıplak olarak haşredilmez” meâlindeki hadisi eserin telif sebebi olarak zikreder. Şair bu hadisi on beyitlik bir manzumede tercüme ve şerhederek hilye yazmanın, hilyeyi üzerinde bulundurmanın ve hilyeye bakmanın insanlara her iki âlemde kazandıracağı mükâfatları anlatır. Arkasından Sadreddin Konevî’nin hilye hakkındaki sözlerini dokuz beyitlik bir manzumede toplar. Bu arada eserini güvenilir hadis râvilerinin rivayetlerinden faydalanarak yazdığını söyler. Hâkānî, daha sonraki bölümlerde Hz. Peygamber’in vücut yapısına ait özellikleri açıklayan beyitlere yer verir. Âyet ve hadisler ışığında yazılan esere özellikle İbn Kesîr’in Şemâǿilü’r-Resûl’ü kaynak teşkil etmiştir. Hâkānî “Hâtimetü’l-kitâb” bölümünün sonundaki, “Olmadan bin yedi târîhi tamâm / Bu risâlemde tamâm oldu kelâm” beytiyle eserini 1007’de (1598-99) tamamladığını belirtir. Yazıldığı dönemden itibaren konusu ve ifadesindeki samimiyeti dolayısıyla özellikle kültürlü çevrelerde büyük ilgi gören ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi sehl-i mümteni örneği bir eser kabul edilen Hilye-i Hâkānî aruzun “feilâtün feilâtün feilün” kalıbında, nüshalara göre değişmekle beraber 710 beyti aşan bir mesnevidir. Cevrî, Neşâtî ve Nahîfî, hilyelerinin başında Hâkānî’nin eserinden övgüyle bahsetmiş, onun açtığı yolda yürüdüklerini


söylemişlerdir. Ziyâ Paşa eseri bir mûcize olarak kabul etmiş, Muallim Nâci ise İran şairi Hâkānî-i Şirvânî’den daha üstün kabul ettiği Hâkānî’yi, “Gelmemiştir sana hâlâ sânî / Ümmetin mefharisin Hâkānî” diyerek yüceltmiştir. Hilye-i Hâkānî’nin İstanbul kütüphanelerinde pek çok yazma nüshası bulunmaktadır (TSMK, Revan Köşkü, nr. 80, 829, Emanet Hazinesi, nr. 670, 1144; İÜ Ktp., TY, nr. 136, 279, 7217; Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 438, Fâtih, nr. 5379). Matbu nüshaları arasında en dikkat çekici olanı, 1264’te (1848) Râcih Efendi tarafından yeniden tertip edilen ta‘lik hurufatıyla Tabhâne-i Âmire’de yapılmış ilk baskısıdır (diğer baskıları için bk. Özege, II, 577). Kitabın yeni harflerle iki neşri ise Numan Külekçi (Erzurum 1988) ve İskender Pala (İstanbul 1991) tarafından gerçekleştirilmiştir. 2. Divan. Daha çok gazellerden oluşan orta hacimdeki eserin başta İstanbul olmak üzere (TSMK, Hazine, nr. 1003; İÜ Ktp., TY, nr. 2843; Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Manzum, nr. 127) Türkiye kütüphanelerinde çeşitli nüshaları bulunmaktadır. Divandaki 216 gazel akıcılığı ve sade üslûbu ile dikkati çekmektedir. 3. Miftâhu’l-fütûhât. Kırk hadis tercümesi olan eser, aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla ve mesnevi şeklinde yazılmış olup türünün başarılı örneklerinden biri sayılmaktadır. 1011’de (1602) başlanıp 1012’de (1603) Hz. Peygamber’in doğum gecesinde tamamlanan bu eser de Sadrazam Cigalazâde Sinan Paşa’ya sunulmuştur. Serbest bir şekilde tercüme ve şerhedilen hadislerle ilgili evliya, enbiya ve ashap menkıbelerinden alınma hikâyelere de yer verilmiştir. Her hadisin tercümesi on, hikâye kısmı ise kırk elli beyit kadardır (geniş bilgi için bk. Karahan, s. 197-203). Oldukça kuvvetli bir nazım tekniğine sahip olan eserde Hâkānî’nin konuya hâkimiyeti farkedilmekte ve müellifin Arap ve Fars edebiyatındaki birçok hadis-i erbaînden haberdar olduğu anlaşılmaktadır. Çeşitli kütüphanelerde yazma nüshaları bulunan eserin (İÜ Ktp., TY, nr. 69, 796, 902, 2174, 2318; TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 680; Süleymaniye Ktp., Hamidiye, nr. 387; Necip Paşa Ktp., nr. 137, 138; Atatürk Üniversitesi Ktp., Agâh Sırrı Levend, nr. 24, 25, 26) “Sergüzeşt-i Sâhib-i Te’lîf” faslında Hâkānî’ye dair bazı bilgilere rastlanmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Hâkānî Mehmed Bey, Hilye-i Hâkānî, İstanbul 1264; a.e. (haz. Nihal Eldem, lisans tezi, 1968), İÜ Ed.Fak. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Tez, nr. 786; a.e. (haz. Hasan Akdoğan, lisans tezi, 1974), a.y., nr. 1251; a.mlf., Hadîs-i Erbaîn Tercümesi (haz. Sâdık Tiryâkî, lisans tezi, 1977), a.y., nr. 1916; Beyânî, Tezkire, İÜ Ktp., TY, nr. 2568; Kafzâde Fâizî, Zübdetü’l-eş‘âr, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1877, vr. 143; Riyâzî, Riyâzü’ş-şuarâ, Nuruosmaniye Ktp., nr. 3724, vr. 61b; Keşfü’ž-žunûn, I, 691, 786; Rızâ, Tezkire, Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 243, vr. 56a; İsmâil Belîğ, Güldeste-i Riyâz-ı İrfân, TSMK, Hazine, nr. 1281, vr. 292; Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, s. 24; Ziyâ Paşa, Harâbât, İstanbul 1291, mukaddime, s. 5; Sicill-i Osmânî, II, 264, 377; Muallim Nâci, Mecmûa-i Muallim, İstanbul 1309, s. 177; a.mlf., Osmanlı Şairleri ( haz. Cemal Kurnaz), Ankara 1986, s. 62-75; Fâik Reşad, Eslâf, İstanbul 1312, II, 12; Gibb, HOP, III, 193-198; Osmanlı Müellifleri, II, 163; Şemseddin Kutlu, Türk Edebiyatında Hilyeler (lisans tezi, 1941), İÜ Ed.Fak. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Tez, nr. 125; TYDK, II, 229-231; Abdülkadir Karahan, İslâm-Türk Edebiyatında Kırk Hadis, İstanbul 1954, s. 197-203; Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 384; Banarlı, RTET, I, 602-603; Özege, Katalog, II, 577; Neclâ Pekolcay, İslâmî Türk Edebiyatı, İstanbul 1981, s. 278-280; “Hâkaanî”, Büyük Türk Klâsikleri, IV, 128-132; Numan Külekçi, “Edebiyatımızda Hilye ve Hilye-i Hâkânî”, İslâmî Edebiyat, sy. 4, İstanbul 1989, s. 40-42; Ali Fuat Bilkan, “Hadis-i Şerifler Işığında Hilye-i Hâkânî”, a.e., Dönem: 2, sy. 1 (1989), s. 12-14; Ali Canip Yöntem, “Hakanî Mehmed Bey”, TDED, II/1-2 (1947), s. 43-46; a.mlf., “Hâkânî”, İA, V/1, s. 96-97; Kāmûsü’l-a‘lâm, III, 2012-2013; “Hakanî Mehmed Bey”, TA, XVIII, 322; Fahir İz, “Khāķānī”, EI² (İng.), IV, 916; “Hakanî Mehmed Beğ”, TDEA, IV, 21; “Hilye, Hilyeler”, a.e., IV, 238.

Mustafa Uzun


HÂKĀNÎ-i ŞİRVÂNÎ

(خاقاني شرواني)

Efdalüddîn Bedîl (İbrâhîm) b. Alî (ö. 595/1199)

İranlı kaside şairi.

520’de (1126) Gence’de doğdu. Bir şiirinde, babasının İranlı ünlü şair Senâî’nin yerini tutacağını düşünerek kendisine Bedîl adını verdiğini kaydederse de adı bütün tezkirelerde İbrâhim olarak geçer. Necîbüddin Ali adında dülger bir babanın ve sonradan müslüman olmuş bir annenin oğludur. Orta halli bir ailenin çocuğu olan Hâkānî amcası Kâfiyüddin Ömer b. Osman tarafından himaye edildi. Amcası ona Arapça öğretti ve Arap edebiyatının tanınmış eserlerini okuttu. Eserlerinin muhtevasından dönemindeki geçerli ilimleri bildiği anlaşılan Hâkānî, öğrenimini sürdürdüğü yıllarda Hakāikī mahlası ile gazel ve na‘tlar yazmaya başladı. Hz. Peygamber’in şairi Hassân b. Sâbit’e benzetilerek kendisine amcası tarafından Hassânü’l-Acem unvanı verildi. Dönemin tanınmış şairlerinden Ebü’l-Alâ-yi Gencevî (Şirvânî) onu öğrencileri arasına aldı ve kızıyla evlendirdi. Bu olay, daha önce Ebü’l-Alâ’nın kızıyla evlenmek isteyen şair Felekî-yi Şirvânî ile arasının açılmasına sebep oldu. Bu arada Şirvanşahlar’dan Ebü’l-Muzaffer Hâkān-ı Ekber, Hâkānî’ye “melikü’ş-şuarâ” ve “nedîmü’ş-şuarâ” unvanlarını tevcih ettiği gibi Hâkānî mahlasını kullanmasına da izin verdi. Bir süre sonra kayınpederiyle arası açıldı. Ebü’l-Alâ damadını mürtedlikle, Hâkānî de onu Haşhaşîler’den olmakla suçladı. Sünnî bir çevrede bu suçlamalara muhatap olmanın etkisi büyüktü. Kayınpederini bu şekilde suçladığı için tenkit edilen Hâkānî, muhtemelen bu tenkit ve dedikodular sebebiyle başka hükümdarların saraylarına intisap yollarını aradı. Esasen Şirvanşahlar sarayında umduğunu bulamadığından ailesini geçindiremeyecek duruma düşmüş ve babasından yardım istemek zorunda kalmıştı.

Geçimini sağlamak amacıyla kendilerine kasideler takdim edecek yeni muhit arayan Hâkānî, ilk olarak Halhal ve Azerbaycan Hükümdarı Abdurrahman b. Togayürek’in oğlu Rükneddin Muhammed için bir kaside yazdıysa da umduğunu bulamadı. Hârizmşahlar’dan Atsız b. Muhammed’e yazdığı kaside Atsız’ın münşîsi Reşîdüddin Vatvât tarafından beğenildi ve durum Hâkānî’ye bildirildi. Vatvât vasıtasıyla Hârizmşah’ın kendisine bir görev vermesini bekleyen Hâkānî umduğunu elde edemeyince Vatvât’a bir hicviye yazdı. Ancak daha sonra bu hicviyeden ötürü pişmanlık duyup Vatvât ile arasını düzeltmeye çalıştı. Bu sırada amcası Kâfiyüddin Ömer’in ölümü (545/1150) ve etrafındakilerin kötü davranışları onu dünyadan ve insanlardan soğuttu. Toplumdan uzaklaşmayı ve inzivaya çekilmeyi çok istediği halde ömrünün sonuna kadar bunu gerçekleştiremedi.

Hâkānî, Selçuklu Sultanı Sencer’le ilişki kurmak amacıyla Rey’e gitti. Ancak orada iken Oğuzlar’ın Sencer’i esir ettiğini öğrenince Şirvan’a döndü. İlk kasidesini yazdığı Hâkān-ı Ekber Minûçihr’e iki kaside takdim ettiyse de kabul görmedi. Bunun üzerine 551-552’de (1156-1157) hacca gitmek için Şirvan’dan ayrıldı. Hac dönüşü bir süre İsfahan ve Bağdat’ta kaldı. İsfahan’da Mücîrüddîn-i Beylekānî’nin bu şehri hicveden ve kendisine


atfedilen şiirine yazdığı bir kaside ile karşılık verdi. Ülkesine döndüğünde kayınpederi ve diğer kimseler tarafından sıkıştırıldığı için Mekke’de tanıştığı Derbend Emîri Seyfeddin Arslan’ın yanına gitti ve ona kasideler yazdı. Mekke’ye kadar uzanan bu seyahatinde Tuĥfetü’l-ǾIrâķeyn adlı seyahatnâmesini kaleme aldı. Kayınpederi Ebü’l-Alâ-yi Şirvânî 554’te (1159) ölünce Hâkānî’ye Şirvanşahlar sarayının yolu açıldı ve kendisine yıllık 30.000 dirhem maaş bağlandı. Ancak bu mutluluk Hâkān-ı Ekber Minûçihr’in vefatına (565/1170) kadar sürdü. Yerine geçen oğlu Âhistân Hâkānî’ye babası gibi iyi davranmadı. Kendisi için yazdığı birçok kasideye rağmen maaşını kestiği gibi elinden iktâ beratını da aldı. Bir süre sonra muhtemelen kendisini çekemeyenlerin iftiraları üzerine yedi ay zincire vurularak hapsedildi. Hâkānî, o sırada Şirvan’a gelen Bizans prenslerinden Andronikos Komnenos’a kendisine şefaatte bulunması için iki kaside yazdı. Prensin aracılığı sayesinde 569’da (1173-74) serbest bırakılan Hâkānî Şirvan’dan ayrılıp hacca gitmek istediyse de hükümdar izin vermedi. Hükümdarın kız kardeşine yazdığı bir kaside ile annesinin tavassutu sayesinde ertesi yıl hacca gitmesine izin verildi. Hacca giderken uğradığı Medâin’de Sâsânîler döneminin muhteşem harabelerini gördü ve bu harabeleri anlatan kasidesini yazdı. Bir yandan ailesini, diğer yandan dönüşünde Âhistân’ın kendisine nasıl davranacağını düşündüğünden hacda rahat değildi. O sırada Âhistân’ın hacda bulunan kız kardeşinden kendisi için şefaatte bulunmasını istedi. Ancak olumlu bir sonuç alamadığı için ülkesine dönmeyip bir süre Bağdat’ta kaldı. Daha sonra Âhistân’dan aldığı bir mektup üzerine Şirvan’a gitti. Hükümdardan kendisine divanda bir görev verilmesini istedi ve muhtemelen bu isteği yerine getirildi. 570’te (1175) yirmi yaşındaki oğlu öldü. Kısa bir müddet sonra da şeyhi ve üstadı Umdetüddin Muhammed b. Es‘ad et-Tûsî’nin vefat haberini alması ile üzüntüsü bir kat daha arttı. Hayattan usanmış bir durumda Gence’ye gitti ve orada Nizâmî-i Gencevî ile tanıştı. Âhistân’ın Şirvan’da kalmasını istemesine rağmen Hâkānî Horasan’a gitmeyi düşünüyordu. Bu sırada Hârizmşah’ın şairi Reşîdüddin Vatvât’ın ölümü onun Hârizm sarayına gitme arzusunu kamçıladı. Ancak Hârizmşah’a yazdığı kasideden bir sonuç alamayınca Tebriz’de kaldı. Âhistân onu Şirvan’a çağırdıysa da kabul etmedi. Karısının vefatı üzerine onun için sekiz mersiye yazdı ve çok geçmeden kendisi de Tebriz’de öldü. Sürhâb adı verilen yerde bulunan Makberetüşşuarâ’da defnedildi.

Hâkānî İran edebiyatının en büyük şairi kabul edilir. Keskin zekası ve geniş hayal gücü sayesinde şiire yenilikler getiren Hâkānî, şiirlerini yüksek insanî duyguların yanı sıra döneminin ilmî verilerine yaptığı telmihlerle de süsler. Eşya ve olaylar arasındaki ilişkileri en güzel teşbih ve istiarelerle dile getirir. Şiirlerinde geniş ölçüde yer verdiği İslâmî unsurlara annesinden öğrendiği Hıristiyanlık’la ilgili unsurları da katar. Ancak bütün bunları zorlanmadan yapar. Özellikle mersiyelerindeki duyguları daha samimi ve içtendir. Senâî’nin yerini tutan bir şair olduğunu söylemiş olmasına rağmen o ayarda bir sûfî sayılmaz. Hâkānî, hikmetli sözlerinde Senâî’yi andırmakla birlikte diğer konularda daha ziyade Unsurî’ye benzer.

İran şiirine şekil bakımından yenilikler getiren Hâkānî, şiirlerinde genellikle kısa vezinler kullanmış, kasidelerle kaside niteliği verdiği terkibibendlerdeki matla‘ yenileme sistemini getirmiş, beyit sayısı bakımından da kasideyi zenginleştirmiştir. Ayrıca tasrî‘ ve redife meraklı olduğu için çok uzun şiirlerde mâna ve şekil bakımından zaman zaman uyum bozulursa da kasidenin sonuna gelindiğinde şairin bütün maharetini ortaya koyarak sanatının zirvesine yükseldiği görülür.

Kendisi daha hayatta iken şiirleri İslâm dünyasında büyük bir ün kazanan şairin bu etki ve şöhreti yüzyıllar boyunca süregelmiştir. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin birçok gazelinde onun etkisi görüldüğü gibi “Bahrü’l-ebrâr” adlı kasidesine Hint, İran ve Türk şairleri tarafından nazîreler yazılmıştır. Fuzûlî’nin Enîsü’l-ķalb adlı mesnevisi de “Bahrü’l-ebrâr”a yazılmış bir nazîredir.

Hâkānî, kendisinin şiirde olduğu kadar nesirde de iyi bir sanatkâr olduğunu söyler. Şiir alanındaki başarısı günümüze kadar gelen bol miktardaki malzemeden anlaşılmaktadır, ancak bilinen mensur eserleri bu konuda yeterli bir fikir vermez. Sayıları altmışı bulan mektuplarını ihtiva eden münşeât mecmuası ile Tuĥfetü’l-ǾIrâķeyn adlı eserinin önsözünün dışında mensur bir eseri günümüze kadar gelmemiştir.

Eserleri. 1. Tuĥfetü’l-ǾIrâķeyn. Fars edebiyatında ilk manzum seyahatnâmedir. Hâkānî Irâk-ı Acem ve Irâk-ı Arab, Mekke ve Şam gezisini anlattığı bu eseri 552’de (1157) Musul Emîri Cemâleddin Ebû Ca‘fer Muhammed b. Ali İsfahânî adına Bağdat’ta yazmaya başlamış ve kırk gün içinde tamamlamıştır. Tuĥfetü’l-ǾIrâķeyn Şeyh Abdüsselâm, Gulâm Muhammed, Abdülganî ve Seyyid İsmâil Ebcedî tarafından şerhedilmiştir (nüshaları için bk. Storey, V/2, s. 393-397). Çeşitli baskıları yapılan eser (Ekberâbâd 1855; Lahor 1867; Kanpûr 1284; Leknev 1294) son olarak Yahyâ Karîb tarafından yayımlanmıştır (Tahran 1333 hş.). 2. Dîvân. Kaside, terkibibend, kıta, gazel ve rubâîlerden oluşan eser 17.500 beyit ihtiva eder. Döneminin hemen bütün ilimlerine vâkıf olan Hâkānî, şiirlerinde duygularıyla bilgilerini büyük bir ustalıkla bağdaştırdığından şiirlerinin anlaşılması bir ölçüde bu ilimler hakkında yeteri derecede bilgi sahibi olmaya bağlıdır. Divanın ilk baskısı Leknev’de yapılmış (1294, 1309), bunu Ali Abdürresûlî’nin (Tahran 1316 hş.), M. Abbâsî’nin (Tahran 1336 hş.) ve Ziyâeddin Seccâdî’nin (Tahran 1338 hş.) neşirleri takip etmiştir. Seccâdî ayrıca divanın bir bölümünü de yayımlamıştır (Tahran 1351 hş.). Divanın Rusça tercümesiyle beraber neşri gerçekleştirilmiş (Petersburg 1875), ayrıca bazı seçilmiş şiirlerin Rusça tercümesi de yayımlanmıştır (Moscow 1980, 1986; Bakü 1981). Hâkānî’nin şiirlerine çeşitli şerhler yazılmıştır. Muhammed b. Dâvûd b. Muhammed el-Alevî eş-Şâdîâbâdî’nin Sultan Nâsirüddin Halacî’ye sunduğu Şerĥ-i Dîvân-ı Ħâķānî’si, Abdülvehhâb b. Muhammed el-Hüseynî el-Me’mûrî’nin Şerĥ-i Müşkilât-ı Dîvân-ı Ħâķānî’si (Muĥabbetnâme), Kabûl Muhammed’in Feraĥefzâ’sı, Rızâ Kulı Han’ın Miftâĥu’l-künûz fî şerĥi eşǾârı Ħâķānî’si ve müellifi belli olmayan birçok şerh bunlar arasındadır (şerhlerin nüshaları için bk. Storey, V/2, s. 391-393). Divandan yapılan seçmeler içinde Muhammed Hasan-ı Dihlevî’nin İntiħâb-i Külliyyât-ı Ħâķānî (Leknev 1925), Seyyid Abdülvâsi-i Ca‘ferî’nin Ķaśâǿid-i Ħâķānî (Allahâbâd 1926) ve Seyfî’nin İntiħâb-ı Ķaśâǿid-i Ħâķānî (Urduca notlarla birlikte, Leknev 1931) adlı eserlerini anmak gerekir. Meşhur olaylar veya yerler hakkında yazılmış bazı kasideler de çevirileriyle birlikte ayrıca basılmıştır. Şairin Bizans Prensi Andronikos Kommenos için yazdığı kaside Khanikov tarafından Fransızca tercümesiyle birlikte yayımlanmış (JA, VI, [1865] s. 303), Vladimir Federovich Minorsky “Khākānī and Andronicus Comnenus” adlı makalesinde kasideyi İngilizce’ye çevirmiştir (BSOAS, XI/3,


s. 659-663); bu makale Abdülhüseyin Zerrînkûb tarafından Farsça’ya tercüme edilmiştir (Ferheng-i Îrânzemîn, Tahran 1332 hş. [1953], I/2, s. 111-173). Hüseyin Dâniş, Medâin harabeleriyle ilgili kasidesini TaǾlîm-i Lisân-i Fârsî adlı kitabının içinde Türkçe tercümesiyle birlikte yayımlamış (İstanbul 1331, s. 163-176), Jerome W. Clinton’un “The Madāen Qasida of Xaqānī Shajewāni” adlı makalesinde bu kasidenin transkripsiyonlu metniyle İngilizce çevirisi verilmiştir (Edebiyât, I/2, Philedelphia 1976, s. 153-170).

Hâkānî’nin mektupları Ziyâeddin Seccâdî tarafından MecmûǾa-i Nâmehâ-yı Efđalüddîn Ħâķānî-yi Şirvânî (Tahran 1346 hş.) ve Muhammed Revşen tarafından Münşeǿât-ı Ħâķānî (Tahran 1362 hş.) adıyla yayımlanmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Avfî, Lübâb, I, 221-224; Ali Şîr Nevâî, Mecâlisü’n-nefâǿis (trc. Hakîmşah Muhammed-i Kazvînî, nşr. Ali Asgar-ı Hikmet), Tahran 1363 hş., s. 331-333; Devletşah, Teźkire (nşr. Muhammed-i Abbâsî), Tahran 1337 hş., s. 88-94; a.e. (trc. Necati Lugal), İstanbul 1977, s. 120-125; Emîn-i Ahmed-i Râzî, Heft İķlîm (nşr. Cevâd-ı Fâzıl), Tahran, ts. (Kitâbfurûşî-yi Ali Ekber İlmî), III, 269-287; Lutf Ali Beg, Âteşkede (nşr. Ca‘fer-i Şehîdî), Tahran 1337 hş., s. 27, 36, 52; Hidâyet, Riyâżü’l-Ǿârifîn, s. 317 vd.; Browne, LHP, II, 391-400; Bedîüzzaman Fürûzanfer, Süħan ü Süħanverân, Tahran 1312 hş., II, 300-352; Hüseyn-i Âmûzgâr, Muķaddime-i Tuĥfetü’l-ħavâŧır ve źübdetü’n-nevâdir-i Ħâķānî, Tahran 1333; A. Bausani, Storia della letteratura Persiana, Milano 1960, s. 398, 405, 633-640; Safâ, Edebiyyât, II, 776-794; Nefîsî, Târîħ-i Nažm u Neŝr, I, 103 vd.; Rypka, HIL, s. 202-209; a.mlf., “Hāqānīs Madā’in Qaśide rhetorisch beleuchtet”, Ar.O, XXVII (1959), s. 199-205; M. Ali Terbiyet, “Meŝnevî ve Meŝnevî-gûyân-ı Îrân”, Maķālât-ı Terbiyet, Tahran 1976, s. 257-263; Storey, Persian Literature, V/2, s. 382-399; N. V. Khanykov, “Mémoire sur Khâcâni poète persan du XIIe siècle”, JA, IV (1864), s. 145 vd.; Hüseyn-i Dâniş, “Ħâķānî”, Îrânşehr, III/11, Berlin 1293 hş., s. 11 vd.; Türcânîzâde, “Teǿeŝŝürât-ı Ħâķānî ez ŞuǾarâ-yı Tâzî ve Pârsî”, Neşriyye-i Dânişkede-i Edebiyyât u ǾUlûm-i İnsânî, X/10, Tebriz 1337, s. 105-120; Gaffâr-i Kendelî, “Vâbestegî-yi Ħâķānî bâ Gence”, a.e., XXI/4 (1348), s. 319-344; a.mlf., “Ħâķānî-i Şirvânî ve Ħânedân-ı Atâbekân-i Âzerbâycân”, a.e., XXV/108 (1352), s. 427-467; M. Rifakatullah Khan, “Life of Khāqānī”, Indo-Iranica, XII/2, Calcutta 1959, s. 24-44; Ahmed Ateş, “Hāķānī’nin Mektupları Dergisi”, TTK Belleten, XXV/98 (1961), s. 239-247; a.mlf., “Hâkânî”, İA, V/1, s. 85-95; B. Reinert, “Mesǿele-i Tecdîd-i MaŧlaǾ der Ķaśâǿid-i Ħâķānî”, Mecelle-i Dânişkede-i Edebiyyât, XII/2 (46), Tahran 1343 hş., s. 126-149; a.mlf., “Khāķānī”, EI² (İng.), IV, 915-916; Berât-i Zencânî, “Iśŧılâĥât-ı Ŧıbbî der Âŝâr-ı Ħâķānî-i Şirvânî”, Mecelle-i Dânişkede-i Edebiyyât u ǾUlûm-i İnsânî-i Dânişgâh-ı Firdevsî, XVII/1, Meşhed 1363 hş., s. 155-190.

Tahsin Yazıcı