HANKAH

(خانقاه)

Dervişlerin sohbet ve zikir için toplandıkları, bir süre ikamet ettikleri, bazan inzivaya çekildikleri mekânlar için kullanılan terim.

Hankah kelimesi Farsça hân (خان) “kervansaray, ev, mâbed, sultan”; hân (خوان) “sofra, eyvan” ve hâne (خانه) “ev, oda” kelimelerine yer bildiren -gâh ve -geh eklenerek türetilmiştir. Farsça edebî ve tarihî metinlerde hângâh (خانگاه), hânegâh (خانه گاه), hângâh (خوانگاه), hâncâh (خانجاه), hânkah (خانقه), hângeh (خانگه) gibi çeşitli şekillerde geçen kelime hânkāh (خانقاه) olarak Arapçalaştırılmış ve bu şekliyle kullanımı yaygınlık kazanmıştır (Muhsin Kiyânî, s. 55-56). Hankahın, “yemek yenilen ve sofra kurulan yer” anlamına gelen hôrdengeh (خوردنگه) kelimesinden geldiğini ileri sürenler de vardır (Dihhudâ, XII, 169).

Hâce Abdullah-ı Herevî, Ebû Hâşim Sûfî’den (ö. 150/767) bahsederken ilk hankahın Filistin’de Remle’de bir hıristiyan emîr tarafından kurulduğunu söyler, ancak kuruluş tarihini kaydetmez (Ŧabaķāt, s. 8; Câmî, s. 3). Herevî’nin verdiği bilgiye göre bu emîr avlanırken iki kişinin karşılaştığını, birbiriyle kucaklaştığını, azıklarını ortaya koyup birlikte yemek yediğini ve birbirine karşı son derece dostça davrandığını görmüş, bunları yanına çağırıp kim olduklarını sormuş, derviş olduklarını öğrenince bundan etkilenerek onlar için Remle’de ilk hankahı yaptırmıştır. İbn Teymiyye ise ilk hankahın (düveyre), Basra civarında eski bir yerleşim merkezi olan Abadan’da Abdülvâhid b. Zeyd’in (ö. 177/793) bir müridi tarafından kurulduğunu söyler (MecmûǾu Fetâvâ, XI, 6). III. (IX.) yüzyıldan itibaren diğer İslâm beldelerinde de hankahlar kurulmaya başlanmıştır. Bağdat’ta Ma‘rûf-i Kerhî (ö. 200/815-16), Bistam’da Bâyezîd-i Bistâmî, yine Bağdat’ta Serî es-Sakatî ve Cüneyd-i Bağdâdî, Nîşâbur’da Ebû Osman el-Hîrî, Hemedan’da Ebû Tâlib el-Hazrecî


(ö. 298/910) hankahları bunların en tanınmışlarıdır. Sem‘ânî, Kerrâmiyye’nin kurucusu olan Muhammed b. Kerrâm’ın çeşitli İslâm beldelerinde dolaştığını, hacdan sonra geldiği Kudüs’te vefat edince (255/869) taraftarlarının burada bir hankah yaptıklarını, Kerrâmîler’in daha sonra Horasan’ın belli başlı şehirlerinde de hankahlar kurduklarını bildirir (el-Ensâb, V, 28). Makrîzî ise ilk hankahın IV. (X.) yüzyılda Zeyd b. Sûhân b. Sabre tarafından inşa edildiğini söyler (el-Ħıŧaŧ, II, 414). IV. (X.) yüzyıldan sonra Şam, Basra, Bağdat, Nîşâbur, Rey, Buhara, Semerkant, Belh gibi önemli şehirlerde yeni hankahlar yapılmış, bunların kuruluşuna sultanlar, devlet adamları ve zenginler yardımcı olmuş, tarikatların düzenli bir şekilde ortaya çıkması hankah yapma faaliyetini daha da hızlandırmıştır. Hankahlar genellikle sakin yerlerde tesis edilmiş, zamanla çevresinde yerleşenler orayı bir kasaba haline getirmişlerdir.

Farklı beldelerde ve çeşitli tasavvuf cemaatleri tarafından hankaha değişik isimler verilmiştir. I. (VII.) yüzyılda bazı âbid ve zâhidler, inzivaya çekilip ibadet ettikleri yerlere Kur’ân-ı Kerîm’de de geçen (Hac 22/40; Âl-i İmrân 3/37, 39) savmaa ve mihrâb adını vermişlerdir. Buralara sonraki dönemlerde mescid, müseycid ve düveyre denilmiş, daha sonra hankah yanında ribât ismi de kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlılar’da hankah yerine daha çok dergâh, tekke ve zâviye kelimeleri kullanılmıştır. Tasavvufî ve edebî metinlerde ise bu kelimeler harâbat terimiyle de ifade edilmiştir.

Hankahın şekillenmesinde rakip bir kurum olan medresenin etkisi olmuş ve bazan hankah medresenin işlevlerini de yüklenmiştir. İlk hankahlar son derece basit ve sade olup çok defa kerpiçten ve ağaçtan yapıldıkları için fazla dayanıklı değillerdi. İlk sûfîlerin sade bir hayat yaşamaları da hankahların fizikî yapısına fazla önem vermelerine engel oluyordu. Ancak sonraki dönemlerde devlet adamlarının ve servet sahiplerinin hankah yapımına yardımcı olmaları, bazan kendi adlarına hankah yaptırmaları, mimari değeri olan sağlam yapıların ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın (ö. 444/1052) müridi Ebû Sa‘d’ın Bağdat’ta inşa ettirdiği hankahta büyük sofa, bir cemaathâne, büyükçe bir mescid, bir hamam, abdesthâne, mutfak (imarethâne), müstakil hücreler, ayrıca yanında bir çarşı ve han vardı (Muhammed b. Münevver, s. 366). Daha sonra hankahlara kütüphane, ambar, dershane, revak, hastaların tedavi edildiği bir bölüm, misafirhane, ahır, bağ bahçe gibi birimler de eklenmiştir. Muzafferüddin Şah’ın Erbil’de yaptırdığı hankah 200, II. Baybars’ın Kahire’de yaptırdığı hankah 400 kişiyi barındırıyordu. Saryaku Hankahı’nın 100 hücresi vardı (Makrîzî, II, 276, 285). Hankahlar, her zaman bu kadar büyük ve teşkilâtlı olmamakla birlikte burada ikamet edenlerin temel ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde donatılmıştır.

Bu kuruma ilk defa ciddi bir düzen getiren ve buradaki faaliyetleri belli kurallara bağlayan sûfî olan Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr müridi Hasan el-Müeddib’e şu kuralları yazdırmıştı: Bedeninizi ve elbisenizi daima temiz tutun; camide ve mübarek mekânlarda gereksiz yere konuşmayın; namazı ilk vaktinde cemaatle kılın; gece namazına önem verin; seher vakti tövbe ve dua edin; sabahleyin güneş doğana kadar Kur’an okuyun; akşamla yatsı arasında dua ve zikirle meşgul olun; muhtaç ve zayıflara ilgi gösterin, onlara tahammül edin; yemeği birlikte yeyin; izin almadan birbirinizden ayrılmayın; boş zamanlarda ya ilim öğrenin veya vird ile meşgul olun (Muhammed b. Münevver, s. 331). Şehâbeddin es-Sühreverdî bu kuralları ǾAvârifü’l-maǾârif’te geliştirmiş ve bunlara bütün hankahlarda uyulmuştur.

Hankah şeyh tarafından yönetilir. Ancak şeyh bu iş için başka bir kişiyi de görevlendirebilir. Bu kişiye “pîşrev, emîr” veya “mukaddem” denir. Hankahta üç günden fazla kalan dervişlerin de ibadet dışında belli görevleri vardır. Hankahlara yapılan vakıflar, bağışlar, fütuh ve nezirler dervişlerin ihtiyaçları için kullanılır. Bazan borç para alındığı da olur. Ancak mecbur kalınmadıkça dilenme yoluna gidilmez. Bazan da dervişler, hankahın çevresindeki bağ ve bahçede yetiştirdikleri ürünlerle ihtiyaçlarını giderirler.

Hankahlar genellikle erkekler tarafından erkekler için kurulmakla beraber kadınlar da hankahlar kurmuştur. Nitekim Fâtıma bint Hüseyin (ö. 521/1127) sadece kadınların toplandığı bir hankaha sahipti. Evhadüddîn-i Kirmânî’nin kızı Eymûne Hatun’un da Şam’da kadınlarla sohbet toplantıları yapıp onları irşad ettiği bir hankahı vardı (Muhsin Kiyânî, s. 252-253).

Tasavvuf eğitiminin yanı sıra başta tefsir, hadis, fıkıh, akaid, Arapça olmak üzere hankahlarda çeşitli konularda dersler verilir, kitap yazılır, yazılan eserler çoğaltılırdı; bu arada dinî mûsikiye önem verilir, şiir ve ilâhiler okunur, semâ yapılırdı. Hankahın ve çevresinin bakımlı olması ve temiz tutulması için iş bölümü yapılır, her derviş üzerine düşen görevi titizlikle yerine getirir, görevini aksatanlar çeşitli şekillerde cezalandırılırdı. Buralarda dervişlerden ve tarikat ehlinden başka yabancılara, yolculara, hastalara da hizmet verilirdi.

BİBLİYOGRAFYA:

Ĥudûdü’l-Ǿâlem (Sutûde), s.107; Herevî, Ŧabaķāt, s. 8; a.mlf., Risâle-i Mezârât-i Herât, Tahran, ts., s. 91; Sem‘ânî, el-Ensâb, V, 28; Aĥvâl ü Âŝâr-ı Şeyħ Ebü’l-Ĥasan Ħarâķānî (nşr. Müctebâ Minovî), Tahran 1354 hş.; Sühreverdî, Tasavvufun Esasları (trc. Hasan Kamil Yılmaz - İrfan Gündüz), İstanbul 1989, s. 134-145; Kazvînî, Âŝârü’l-bilâd, Beyrut, ts. (Dârü Sâdır), s. 290; İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, XI, 6; İzzeddin el-Kâşî, Miśbâĥu’l-hidâye, Tahran 1367 hş., s. 153-155; Makrîzî, el-Ħıŧaŧ, II, 276, 285, 414; Câmî, Nefeĥât, s. 3, 153, 395, 424, 425, 434, 440; Abdülhüseyn-i Zerrînkûb, Cüstücû der Taśavvuf-i Îrân, Tahran 1369 hş., s. 48, 162; Muhammed b. Münevver, Esrârü’t-tevĥîd, Tahran 1348, s. 331, 366; Mustafa Kara, Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1977; Ca‘fer-i Seccâdî, Ferheng-i Luġāt u Iśŧılâĥât u TaǾbîrât, Tahran 1403/1983, s. 338; Muhsin Kiyânî, Târîħ-i Ħânķāh der Îrân, Tahran 1369 hş., s. 55-56, 252-253; Dihhudâ, Luġatnâme, XII, 169-177; A. Yaşar Ocak - S. Farûkî, “Zâviye”, İA, XIII, 468-476; J. Chabbi, “Khānķāh”, EI² (İng.), IV, 1025; Bruce B. Lawrence, “Khānagāh”, ER, VIII, 278-279.

Süleyman Uludağ




MİMARİ. İslâm dünyasında tarikat yapılarına verilen adlardan biri olan hankah, bölge ve zaman faktörlerine bağlı olarak farklı nitelikte tesisleri tanımlamaktadır. Tasavvuf tarihinde zühd hayatının tasavvufa dönüştüğü, fakat henüz tarikat şeklinde teşkilâtlanmamış bulunduğu VIII. yüzyılın ikinci yarısında, İslâm mimarisi tarihinde ilk tarikat yapılarının öncüleri olan tesisler arasında hankah adıyla anılanlara rastlanır (yk. bk.). Bu devirde özellikle İran-Türk kültür mirasının hâkim olduğu Batı Türkistan ve Horasan yörelerinde, çoğunun hayatlarının önemli kısmı yolculuklarda geçen ilk sûfîlerin konaklaması için kurulmuş bazı hankahların varlığı tesbit edilmektedir.

XI. yüzyıldan önceye ait erken devir hankahlarının hemen hepsi ortadan kalkmış, bazılarının ise üzerine sonraki dönemlerde geniş kapsamlı tarikat tesisleri kurulmuş olduğundan mimari özellikleri gereğince aydınlatılamamıştır. Ancak Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın XIII. yüzyıl başlarında İbn Münevver tarafından kaleme alınan menâkıbnâmesinde


X. yüzyılın son çeyreğiyle XI. yüzyılın ilk yarısında Horasan’daki hankahlara ait bilgiler verilir. Bu yapıların çoğunun bir şeyh ile dervişlerini barındıran alelâde evlerden ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Aynı devirde yine Horasan yöresinde ortaya çıkan ev-medreselerle bu ev-hankahların mimari tasarım açısından birbirinden pek farklı olmadığı, kökleri İslâm öncesi kültür katmanlarında bulunan dört eyvanlı Horasan evinin şemasını devam ettirdiği tahmin edilebilir. Böylece daha sonra, XII. yüzyıl başlarından itibaren İran, Anadolu, Suriye ve Mısır’da inşa edilecek olan Selçuklu, Zengî, Eyyûbî ve Memlük devirlerine ait hankahlarda uygulanacak dört eyvanlı şema ile bundan çıkarılan şemaların, ayrıca Osmanlı mimarisinde XIV-XVI. yüzyıllar arasında aynı şemaya bağlanan fütüvvet yapılarının (tabhâneli / zâviyeli camilerle “imaret” olarak anılan bazı yapılar) ilk örneği belirmiş olmakta, diğer taraftan tarikat mimarisiyle sivil mimari arasında XX. yüzyıla kadar sürecek olan yakınlığın temelleri atılmaktaydı.

İbn Münevver’in eserinde, Horasan hankahlarında “cemâathâne” veya “semâathâne” denilen toplantı ve âyin birimleriyle namazların kılındığı “musallâ” adında farklı mekânların bulunduğu belirtilmiştir. XIII. yüzyılın sonlarında Anadolu’da şekillenmiş olan Mevleviyye tarikatının tekkelerinde (mevlevîhâneler), özellikle geniş kapsamlı âsitânelerin çoğunda, namaza mahsus mescid ile Mevlevî mukabelesinin icra edildiği semâhânenin ayrı bölümler halinde tasarlanması muhtemelen bu geleneğe dayanmaktadır.

XI. yüzyılın ortalarında Yakındoğu’ya hâkim olan Büyük Selçuklular, idareleri altındaki topraklarda zâhirî ilimlerin okutulduğu medreselerle İslâm’ın bâtınî tarafını temsil eden tarikat merkezlerini devletin koruma ve denetimi altında yeniden teşkilâtlandırmak ve kuvvetlendirmek, böylece Abbâsî hilâfetinin gücünü yitirmesine paralel olarak gelişen Şiîleşme eğilimlerine set çekmek siyasetini gütmüşlerdir. O yıllara kadar özellikle Horasan ve yakın çevresine mahsus olan “hankah” terimi Selçuklular’ın desteğiyle batıya doğru yayılmış, böylece Yakındoğu’nun çeşitli yörelerinde Sünnî akîdelere bağlı, zengin vakıfları olan, geniş kapsamlı hankahlar kurulmuştur.

Selçuklu sultanlıkları ile atabeglikler, özellikle Zengîler aynı tarikat siyasetini takip etmiş, daha sonra bu gelenek Zengîler’in halefi olan Eyyûbîler tarafından Mısır’a taşınmış ve burada Memlük devrinin sonlarına kadar sürdürülmüştür. Öte yandan Azerbaycan ve İran’da, Selçuklular’ın halefleri olan Hârizmşahlar ile İslâmiyet’i benimseyen İlhanlılar tarafından hankahlar inşa ettirilmiş, ayrıca bu gelenek özellikle Abbâsî Devleti’nin çökmesi üzerine nisbeten emin bölgelere göç eden sûfîlerden bir kısmının Delhi Türk Sultanlığı’na sığınmasından sonra Kuzey Hindistan’a intikal etmiştir. Hiçbir zaman Türk kökenli hânedanlar tarafından yönetilmeyen Mağrib ile Endülüs’te hankah teriminin yerleşmemiş olması dikkat çekicidir.

Bu dönemde Suriye-Filistin-Mısır kuşağında hankah terimi daha ziyade seyyah dervişlerin barınağı olmakla birlikte bir tarikata meşrut olması gerekmeyen, hatta icabında devletin tayin ettiği yöneticiler tarafından idare edilebilen, tasavvufî eğitimin nisbeten arka planda tutulduğu geniş kapsamlı kuruluşları ifade etmektedir. Bu hankahlardaki türbelerde genellikle bâni konumundaki sultanlar veya emîrler gömülüdür. Buna karşılık Türkistan, Horasan, İran ve Hindistan’daki hankahların büyük çoğunluğu bir mürşidin yönetiminde müridlerin terbiye edildiği, belirli bir tarikata bağlı olan tesislerdir. Zengî, Eyyûbî ve Memlük hankahlarından farklı olarak bunların türbeleri hemen daima hankahın bânisi veya mânevî sahibi olan pîrlere ve şeyhlerin mezarlarına tahsis edilmektedir.

Kültür ve eğitim siyasetindeki bu gelişmelerin mimariye yansıması, o döneme kadar “şeyh evi” niteliğindeki binaların yerlerini özellikle hankah olarak tasarlanmış, bu arada daha fazla insana hitap edebilmesi için boyutları ve mimari programı geniş tutulmuş olan tesislere terketmesi şeklinde olmuştur. Yine de söz konusu hankahların büyük çoğunluğunda Horasan kökenli şemaların geliştirilerek devam ettirildiği, iklim şartlarına bağlı olarak üstü açık veya kapalı merkezî bir avlunun çevresinde ibadet ve sohbete mahsus eyvanların, bunların arasına da derviş hücreleriyle mutfak, kiler, hamam türünden çeşitli hizmet birimlerinin yerleştirildiği görülmektedir.

Selçuklular tarafından 1071-1079 arasında fethedilen Kuzey Suriye’de tesbit edilebilen bu merkezlerden ilki, Rıdvân b. Tutuş’un âzatlı kölesi Şemsülhavâs Lü’lü’ tarafından vali olarak görev yaptığı Halep’te 1115’te inşa ettirilen Hankāhü’l-balat’tır. Aynı şehirde Nûreddin Zengî de 1148’de Hankāhü’l-kadîm’i yaptırmıştır.

İbn Hallikân, Türkistan ve Horasan kökenli sûfîlere yakınlık duyan Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin 1189’da Haçlılar’dan geri aldığı Kudüs’te Latin patriğinin sarayını tarikat ehline tahsis ederek buraya Hankāh-ı Salâhiyye adını verdiğini, kayınbiraderi Muzafferüddin Gökbörü’nün ise ikisi Erbil’de, biri Halep’te olmak üzere üç hankah yaptırdığını bildirir. Ayrıca Eyyûbî emîrlerinden Alâeddin Tayboğa, Halep’teki konağını 1234’te “Araplaşmış sûfîler” için bir hankah olmak üzere vakfetmiştir. Halep’te kalıntıları günümüze kadar gelebilen Eyyûbî devri hankahlarından, Sultan II. Nâsır Yûsuf’un 1237 tarihli Hankāhu’l-Ferâfire eyvanlı tasarımı ve özenli bezemeleriyle dikkati çeker.

Eyyûbîler devrinde 1183-1185 yılları arasında Yakındoğu’yu gezen İbn Cübeyr, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin saltanatı sırasında Şam’da “havânîķ” (hankahlar) olarak anılan çok sayıda tesisin bulunduğunu, bunların içlerinden suların aktığı süslü saraylardan farklı olmadığını, hankahlarda yaşayan sûfîlerin her türlü maddî ihtiyaçlarının karşılandığını ve bu zümrelerin büyük nüfuz sahibi olduklarını nakletmekte, buralarda tertip edilen semâ meclislerinin güzelliğini bütün ayrıntıları ile anlatmaktadır. Makrîzî de Eyyûbîler tarafından Mısır’da kurulmuş olan hankahların dökümünü vererek bunlardan ilkinin, Fâtımî sarayındaki hadımlardan Saîd es-Süedâ’nın elinden alınan konakta Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından tesis edilen Salâhiyye Hankahı olduğunu belirtir.

Memlük devrinde 1326’da Kahire’ye giden İbn Battûta, Mısır kaynaklarında “fukarâ mine’l-Acem” olarak anılan, İran ve Horasan kökenli sûfîlere mahsus hankahlardan söz etmekte, hepsinde bir şeyh ile “hâris” denilen bir tür nakibin görev yaptığını yazmaktadır. Kahire’deki örnekler arasında Bundukdâriyye (1284), Sultan II. Baybars el-Câşankîr (Çaşnigîr) (1306), Emîr Moğoltay el-Cemâlî (1329), Kûsûn (1336), Huvand Togay (Ümmü Anûk) (1348’den az önce), Emîr Şeyhû el-İmârî (1355) ve Emîr Tenkizboğa (1362) hankahları Türk (Bahrî) Memlükleri devrine ait; Sa‘deddin İbn Gurâb ile (1400-1406) Sultan Farag (Ferec) İbn Berkūk (1400-1411) hankahları da Çerkez (Burcî) Memlükleri devrine ait örnekler arasında zikredilebilir.

Bu yapılardan çoğunda açık avlulu ve dört eyvanlı tasarımın devâsâ boyutlarda ele alındığı, bazılarında ise bu şemanın terkedilerek avlunun kıble yönüne


aynı zamanda âyin mekânı olarak da kullanılan cami bölümünün, diğer yönlere de yaşama ve servis birimlerinin yerleştirildiği görülür. Bu ikinci gruba dahil olan hankahlarda eyvanlar bulunmadığından avlunun çevresine daha fazla derviş hücresi yerleştirilebilmekte, ayrıca hücreleri yalnızca avluya bakan pencerelerle donatmak suretiyle tarikat hayatına daha uygun, içe dönük bir tasarım elde edilmektedir. Dört eyvanlı hankahlarla Kahire’de bunların çağdaşları olan medreseler aynı tasarımı sergiler. Bu arada yine Kahire’de inşa edilmiş Sencer el-Gavlî Medrese-Hankahı (1303) ve Sultan Berkuk Medrese-Hankahı (1384-1386) gibi çift fonksiyonlu bazı tesisler, bu iki yapı tipi arasındaki yakınlığı daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bunun yanı sıra hankahların birçoğunda sûfîlere fıkıh, hadis ve tefsir gibi dersler de verilmekteydi. Hemen hepsi Memlük sultanları, hânedan üyeleri, saray mensupları ve emîrleri tarafından yaptırılmış olan Kahire hankahları, İslâm dünyasının diğer bölgelerindekilerden daha büyük ve âbidevî tasarımları ile dikkati çekmekte, bu arada 100 kadar seyyah dervişin barınabildiği Sultan II. Baybars el-Câşankîr Hankahı kendi türünün en ihtişamlı örneğini teşkil etmektedir.

Azerbaycan’ın Hârizmşahlar’a intikal etmesinden (1255) bir yıl sonra Bakü-Şemâha yolunda Alibayramlı mevkiinde, Pirsagat nehri kıyısında mimar Şeyhzade Habîbullah b. Şeyh Muhammed Garu tarafından tasarlanan hankah çevreye hâkim bir kayalığın üzerinde bulunmaktadır. Surlar ve burçlarla kuşatılmış müstahkem bir yapı olan bu hankahta, açık bir avlunun çevresinde sıralanan birimler arasında yer alan ve aynı zamanda gözetleme kulesi olarak kullanılan minare mimar Mahmûd b. Mes‘ûd’un eseridir. Söz konusu yapı ile, daha sonra Azerbaycan’a hâkim olan Akkoyunlular’ın Hasankeyf’te inşa ettirdikleri İmam Abdullah Zâviyesi arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.

İran’ın Natanz şehrinde İlhanlı Sultanı Olcaytu Han tarafından 1316’da dönemin ileri gelen sûfîlerinden Şeyh Abdüssamed İsfahânî için yaptırılan, içinde bu şeyhin türbesinin de bulunduğu hankah aynı hükümdarın inşa ettirdiği ulucami ile bir külliye meydana getirmekte, tuğla malzemesi, tasarımı ve çini bezemeleriyle Büyük Selçuklu geleneğini sürdürmektedir.

Türkistan’daki erken dönem hankahları XIII. yüzyılın ortalarından itibaren yerlerini, velî türbeleri çevresinde teşekkül eden geniş kapsamlı hankahlara terketmiştir. Çoğunlukla hükümdarların vakfı olan ve “işân” denilen şeyhlerin yönettiği bu tesisler bilhassa kış aylarında faaliyet göstermekte, ilkbahar geldiğinde işânlar, kendilerine bağlı göçebeleri ziyaret etmek ve hankaha yapmakla yükümlü oldukları maddî yardımı toplamak üzere aylarca sürebilen yolculuklara çıkmaktaydı.

İbn Battûta Hindistan’ı gezerken Hindûlar’ın yönetimi altındaki bölgelerde bile hankahlara rastlamış, bu arada Bombay yakınlarında Haunur’da Şeyh Muhammed en-Najorî’nin hankahında misafir edilmiş, ayrıca Kanbaya, Kaliküt ve Kolam’da da (Travankor) Kâzerûniyye tarikatına bağlı hankahlarda konaklamıştır.

Anadolu’da Selçuklu devrine ait tarikat yapıları içinde hankah olarak adlandırılanların en eskilerinden biri, XIII. yüzyılın ilk çeyreğine tarihlenebilen Afyon civarındaki Boyalıköy Hankahı’dır. Antikçağ’dan beri bir kült merkezi olduğu anlaşılan ve sakin bir çevrede yer alan yapıda bol miktarda Bizans devrine ait devşirme malzeme kullanıldığı görülür. Hankahın ibadet ve barınma birimlerinin bulunduğu ana binasında dört eyvanlı şemanın alışılmadık bir örneği uygulanmıştır. Kuzeye açılan girişi, iki yandan beşik tonozlu birimlerle kuşatılmış olan bir geçit takip etmekte, bunun gerisinde “T” biçiminde ana mekân yer almaktadır. “T”nin beşik tonozla örtülü olan bacağı kıble doğrultusunda uzanmakta ve güney duvarında bir mihrap bulunmaktadır. Söz konusu mekânın yanlarına ikişer adet beşik tonozlu birim, ortasına kapalı avlu niteliğinde kare planlı ve kubbeli bir hacim yerleştirilmiştir. Mihrap duvarına paralel gelişen beşik tonozlu iki eyvan da “T”nin kollarını meydana getirir.

Anadolu Selçuklu hankahları içinde dört eyvanlı şemanın en belirgin biçimde gözlendiği yapı, Konya’da Sâhib Ata Külliyesi’nin bünyesindeki 1279 tarihli hankahtır. Doğuda külliyenin dükkânları arasında yer alan taçkapıdan tonozlu bir geçit katedilerek yapının merkezini işgal eden kapalı avluya ulaşılır. Planı köşeleri pahlı bir kare biçiminde olan avlu aydınlık fenerli bir kubbe ile örtülmüş, ortasına bir havuz yerleştirilmiştir. Avlunun güney, batı ve kuzey yönlerinde zeminleri yükseltilmiş beşik tonozlu üç eyvan yer alır, bunlardan güneydeki mihrapla donatılmıştır. Derinliği diğerlerinden az olan kuzeydeki eyvanın gerisinde, hankahla cami arasında bulunan ve her ikisiyle de bağlantılı olan türbede külliyenin bânisi ile aile fertleri gömülüdür.

Tokat’taki 1288 tarihli Ebûşems Hankahı ile 1292 tarihli Halef Hankahı’nda kare planlı, aydınlık fenerli kubbe ile örtülü bir kapalı avlu ve kıble yönünde buna saplanan, beşik tonozlu, zemini yüksek bir eyvan tasarımın çekirdeğini meydana getirir. İbadete ve âyinlere mahsus olan bu mekânların çevresinde tonozlu yaşama birimleriyle bânilerin gömülü olduğu kubbeli birer türbe yer almaktadır. Halef Hankahı’nda ayrıca kubbeli bir mescid bulunmaktadır.

Tasarımları açısından Horasan kökenli bir geleneği paylaştıkları görülen Anadolu Selçuklu hankahlarının, bu yönleriyle aynı yörede yer alan ve çağdaşları olan diğer tarikat yapılarından ayrıldıklarını söylemek mümkün değildir. Nitekim Anadolu’da XII ve XIII. yüzyıllarda inşa edilmiş olup ribât ya da zâviye olarak anılan tesislerde de hankahlardaki plan şemaları teşhis edilmektedir. Ayrıca söz konusu yapıların konumları ve fonksiyonlarına ilişkin, diğer yörelerdeki benzerleri için yapılabilen genellemelerin geçerli olduğu da iddia edilemez. Nitekim yanında eyvan biçiminde bir velî türbesi olan Boyalıköy Hankahı, Selçuklular tarafından yeni fethedilmiş bir bölgede Bizans devrine ait bir dinî tesisin yerinde, bölgedeki müslüman iskânına öncülük etmek amacı ile kurulmuş olmalıdır. Selçuklu başşehrinde


dönemin ileri gelen vezirlerinden biri tarafından yaptırılan ve bu vezirin türbesini de barındıran Sâhib Ata Hankahı, özenli mimarisiyle olduğu kadar yer aldığı çevre ile de Boyalıköy Hankahı’ndan ayrılır. Tokat’taki iki örnek ise muhtemelen yönetici sınıfına mensup olmayan bânileri ve fonksiyonun ön planda tutulduğu gösterişsiz mimarileriyle daha ziyade mütevazi şehir zâviyeleri olarak nitelendirilebilir.

Bazı müellifler, Osmanlı devrinde tarikat merkezi (âsitâne) konumunda ve çok defa tarikat pîrinin türbesini de barındırdığı için pîr evi niteliğinde olan önemli tesislerin hankah olarak adlandırıldığını ileri sürmüşlerdir. Nitekim Anadolu’nun en önemli iki âsitânesi ve pîr evi olan Mevlânâ Külliyesi ile Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi, ayrıca Bektaşî âsitânelerinden Elmalı yakınındaki Abdal Mûsâ Tekkesi ve İstanbul Merdivenköy’deki Şahkulu Tekkesi, öte yandan Edirne’de Gülşeniyye / Sezâiyye’nin merkezi olan Sezâî-yi Gülşenî Tekkesi, İstanbul’daki Mevlevî âsitânelerinden Galata ve Yenikapı mevlevîhâneleri, bu arada yine İstanbul’da bulunan tarikat merkezlerinden Koca Mustafa Paşa (Sünbül Efendi) Külliyesi (Halvetiyye-Sünbüliyye), Nasûhî Tekkesi (Halvetiyye-Nasûhiyye), Cemâlîzâde Tekkesi (Halvetiyye-Cemâliyye-i Sâniyye), Aziz Mahmud Hüdâyî Külliyesi (Celvetiyye), Kādirîhâne Tekkesi (Kādiriyye-Rûmiyye) ve Ebürrızâ Tekkesi’ne (Bedeviyye) dair bazı kitâbelerde bu tesisler hankah olarak anılmaktadır. Ancak âsitâne veya pîr evi sıfatlarını taşımayan zâviye statüsündeki birtakım tekkelerde de aynı durumla karşılaşılır. İstanbul’da bulunan birçok örnek arasında Halvetiyye-Sünbüliyye’den Merkez Efendi Külliyesi ile Eyüp Bahariye’de Şah Sultan Tekkesi, Nakşibendiyye’den Unkapanı’ndaki Emîr Buhârî Tekkesi, Sultanahmet Kadırga’da Özbekler Tekkesi, Eyüp’te Kâşgarî Tekkesi, Üsküdar’da Özbekler Tekkesi ile Selimiye Tekkesi, Sa‘diyye’den de Sütlüce’deki Hasîrîzâde Tekkesi zikredilebilir. Bu arada birçok kitâbede, kelime tekrarından hoşlanmadıkları bilinen divan şairlerinin aynı yapıyı “hankah, dergâh, tekke, âsitâne” gibi farklı şekillerde andıkları da dikkati çekmektedir. Ayrıca bu yapılar arasında, Anadolu Selçuklu hankahlarında tesbit edilebilen ortak bir tasarım anlayışını bulmak da imkânsızdır. Sonuçta Osmanlı devrinde hankah teriminin, daha ziyade âsitâneler ve pîr evleri için kullanılmakla beraber tarikat yapılarının statülerini ve fonksiyonlarını kesin surette belirleyici olmadığı, özellikle de belirli bir mimari tipe tekabül etmediği söylenebilir.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Cübeyr, er-Riĥle (nşr. W. Wright - M. J. de Goeje), London 1907, s. 284; İbn Hallikân, Vefeyât, III, 195, 521; İbn Battûta, Riĥle, Kahire 1346, II, 108-118; Makrîzî, el-Ħıŧaŧ, Kahire 1326, IV, 237-240, 271-306, 415; R. A. Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, Cambridge 1921, s. 1-76; D. N. Wilber, The Architecture of Islamic Iran: The Ilkhanid Period, Princeton 1955, s. 133; L. Bretaniski, Zodçestvo Azerbaycana XII-XV. [XII-XV. Yüzyıllar Azerbaycan Mimarisi], Moskva 1966, s. 92-101; J. S. Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1971, s. 5-25, 166-177; J. Sourdel-Thomine - B. Spuler, Die Kunst des Islam, Berlin 1973, s. 305; A. I. Doğan, Osmanlı Mimarisinde Tarîkat Yapıları: Tekkeler, Zaviyeler ve Benzer Nitelikteki Fütüvvet Yapıları, İstanbul 1977, s. 72-77; I. Bilgin, “Über die Tekke-Architektur des 13. Jahrhunderts in Anatolien”, Fifth International Congress of Turkish Art, Budapest 1978, s. 183-199; Abdürrahîm Gālib, MevsûǾatü’l-Ǿimâreti’l-İslâmiyye, Beyrut 1408, s. 157-158; Sedat Emir, Erken Osmanlı Mimarlığında Çok-İşlevli Yapılar: Kentsel Kolonizasyon Yapıları Olarak Zaviyeler, İzmir 1994, I, 25-33, 42-50; H. Sauvaire, “Description de Damas”, JA, IX/V (1895), s. 269-297; J. Sauvaget, “Inventaire des monuments musulmans de la ville d’Alep”, REI, V (1931), s. 84-86; Semavi Eyice, “Anadolu’da Orta Asya Sanat Geleneklerinin Temsilcisi Olan Bir Eser: Boyalıköy Hankahı”, TM, XVI (1971), s. 39-56; D. Behrens-Abouseif, “Change in Function and form of Mamluk Religious Institutions”, AIsl., XXI (1985), s. 73-93; Pakalın, I, 730-731; J. Chabbi, “Khānķāh”, EI² (İng.), IV, 1025-1026; Bruce L. Lawrence, “Khānagāh”, ER, VIII, 278-279.

M. Baha Tanman