HARF

(الحرف)

Dildeki seslerin yazı ve çizgi türü sembolleri için kullanılan terim.

Sözlükte “bir tarafa meyletmek, sapmak” anlamına gelen harf masdarının isim şekli olup “taraf, uç, yan; zirve, tepe; kelime, kelâm” vb. anlamları ifade eder; çoğulu hurûf ve ahruftur. Kur’an’da “bir şeyin çeşitli yönlerinden biri” (el-Hac 22/11), “yedi harf” hadisinde “lehçe” veya “kıraat” (Buhârî, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 3, 5) mânalarında kullanılmıştır. Alfabeyi oluşturan seslerin her birine ait yazı, çizgi ve çizgi grupları türünden işaretlere, kelimelerin oluşumunda bir anlamda belirleyici taraf olmaları sebebiyle harf adı verilmiştir. Harfler, kelimelerin teşekkülünde yapı taşı vazifesi görmeleri bakımından “hurûfü’l-mebânî”, kelimeleri hecelere böldükleri ve onların hecelerini oluşturdukları için “hurûfü’l-hicâ’” (hurûfü’t-teheccî, hurûfü’t-tehciye) diye de anılır. Ayrıca bazılarına nokta konulması suretiyle benzer şekle sahip olanlar arasındaki karışıklığın önlenmesi veya kelimeleri oluşturmakla onlardan meydana gelen kelâmın vuzuha kavuşturulması sebebiyle “hurûfü’l-mu‘cem” de denilmiştir (Kalkaşendî, III, 22; Lisânü’l-ǾArab, “Ǿacm” md.).

Harfler, bir dildeki ses birimlerini yazı ile göstermeye yarayan işaretler olmakla birlikte harf ile ses birimi arasında kesin bir denklik yoktur. Genelde bir harf bir ses birimini gösterirse de bazı dillerde bir ses birimi öbeğine eşdeğer olabilir (X harfinin KS/QS seslerine eşdeğer olması gibi). Bunun aksine birkaç harfin bir tek sesi belirtmesi de mümkündür. Nitekim Fransızca’da “ou” harfleri “u”, “eau” harfleri “o” sesini gösterir. Bazan da harfin hiçbir ses değeri olmaz. Fransızca’da pek çok kelimenin sonundaki harfler ve okunmayan “h” harfiyle Arapça’da “çoğul vavı”ndan sonra yazılan elif böyledir.

Her harfin ismi, sesi ve resmi (yazı işareti, sembolü) vardır. Başta kıraat âlimleri olmak üzere Fârâbî ve İbn Sînâ gibi filozoflar, harfi sadece ses yönüyle ele alarak “ağzın muayyen bir mahreç sahasından çıkan ve belli sıfatlara sahip bulunan ses” diye tarif etmişlerdir (Fârâbî, Kitâbü’l-Ĥurûf, s. 28).

İnsan oğlunun en önemli buluşlarından olan harfler, yaygın kabule göre tek şeklin tek sesi gösterdiği ses-yazı (phono-graphic) merhalesine ulaşıncaya kadar çeşitli aşamalardan geçmiştir. İnsanlar ilk önce anlatım aracı olarak eşyadan faydalanmış (madde yazı: objetgraphic), meselâ sayı belirtmek için ipe düğüm atmış, ağaca çentik açmıştır. Daha sonra anlatmak istediği eşyanın resmini çizmiş (resim yazı: pictographic), zamanla bu resimler nesnelerin yanında kavramları da anlatır hale gelmiştir (fikir yazısı: ideographic). Nitekim ayak resmi hem ayağı hem yürümeyi, çember resmi hem güneşi hem gündüzü anlatmak için kullanılmıştır. Mısır, Hitit, Maya-Aztek hiyeroglif yazılarının şekilleri bu türdendir. Ancak bunların da farklı algılamalara ve karışıklıklara yol açması üzerine çivi yazısı, Çin ve Japon yazılarında olduğu gibi her hece için bir resim kullanılmaya başlanmıştır (hece yazı: logographic). Öğrenme ve kavramada bunun da uzun zaman alması, ayrıca her heceye uygun resim bulma zorluğu sebebiyle nihayet tek harfin tek sesi gösterdiği fonetik-alfabetik (pho-nographic) harf sistemine ulaşılmıştır.

Bugün genellikle kabul edildiğine göre alfabe harfleri, milâttan önce 1700’lerde Batı Sâmîleri’nden Ken‘ânîler tarafından icat edilmiştir. Dildeki seslerin sınırlı ve belli olduğunu farkeden Ken‘ânîler, her ses için bir şekil çizmek suretiyle alfabelerin esası olan sesyazı sistemini bulmuşlardır. Ken‘ânî yazıyı oluşturan harfler göçler vasıtasıyla iki yönde yayılarak güneyde Main-Sebe, Himyer ve Habeş yazılarının, kuzeyde Kuzey Sâmî alfabe sisteminin esasını teşkil etmiştir. Bu sisteme bağlı yazıların en önemlileri, dünyadaki pek çok alfabenin aslını meydana getiren Fenike alfabesiyle ondan doğup gelişen Ârâmî ve Yunan alfabeleridir. Bugün Türkiye’de ve birçok ülkede kullanılan Latin alfabesinin temeli de Yunan alfabesine dayanır. Yunanlılar ise alfabeyi Fenikeli deniz tâcirlerinden almışlardır.

Yeryüzündeki alfabe sistemlerine ait harflerin çoğunun isim olarak Fenike alfabesine, şekil olarak da resim ve fikir yazısı karışımı olan Mısır hiyerogliflerine dayandığı kabul edilir. Ancak her millet, bunlara kendi dillerinin fonetik yapısına göre bazı harfler eklemiştir. Alfabeyi oluşturan her harf, belli bir varlığın adı olduğu gibi şekil itibariyle de o varlığın resminin yalın çizgilere indirgenmiş biçimidir. Bu resim ve şekiller cepheden, yandan, kuş bakışı, yatay-dikey vb. görünüş şeklinde alfabeden alfabeye değişmiştir; zamanla orijinal resim özelliğinden tamamen farklı bir biçim kazanmış olanları da vardır. Belli başlı harflerin isim ve biçimleriyle ilgili gelişmeyi şöylece özetlemek mümkündür:

A / ا: Fenike dilinde adı alf olup “öküz” anlamına gelir. Buradan İbrânîce ve Arâmîce’ye alef, Yunanca’ya alpha, Arapça’ya elif olarak geçmiştir. Şekil itibariyle Mısır hiyeroglif yazısına dayanan harf, bu yazıda boynuzlu bir öküz başı ile gösterilirken zamanla üslûplaştırılarak çizgiler halinde yalınlaşmış, Fenike alfabesinde yine boynuzlu bir öküz başının kuş bakışı biçimine dönüşmüştür. Fenike, Yunan ve Latin alfabelerinde de bu kuş bakışı şekil muhafaza edilmiş, ancak yönü değişmiştir. Aynı şekilde küçük a harfi boynuzlu bir öküz başını sembolize etmektedir. Arapça’daki sülüs stili elif de (ا) yandan bakıldığında boynuzlu bir öküz başını andırır veya Fenike alfabesindeki şeklin bir bacağının zamanla kaybolması sonucu bu hale gelmiş olabilir. Soğd ve ondan etkilenen Uygur alfabelerinde de bu şekil hâkimdir.

B / ب: Fenike dilinde adı bet olup “ev, çadır” demektir (Ar. beyt = ev). Ârâmîce ve İbrânîce’de de aynı adı muhafaza etmiş, Yunanca’ya beta olarak geçmiştir. Mısır hiyeroglifinde, Sînâ kitâbelerinde, Arapça’da yalın bir ev veya oda planı, Doğu Yunancası’nda çift oda şeklindedir. Çivi yazısında da ev planı vardır. Fenikece’de, Orhun alfabesinde tek çadır, Batı Yunancası’nda ise çift çadır planı görülür.

CG / ج: Fenike dilindeki adı olan gaml (gimel, Ar. cemel) “deve” anlamına gelir. Ârâmîce ve İbrânîce’de de gimel ismi devam etmiş, Yunanca’ya gamma, Arapça’ya cîm olarak intikal etmiştir. Hiyerogliflerde deve hörgücü şeklinde gösterilen harf, zamanla belirginköşeli veya kavisli hörgüç şekilleriyle temsil edilmiştir. Fenikece, Ârâmîce, Yunanca, Latince, Nabatça ve Arapça biçimleri arasında ilgi vardır.

D / د: Fenike dilinde adı delt olup “kapı kanadı” ve “çadır girişini kapatan üçgen biçimindeki deri parçası” anlamına gelir. Buradan Ârâmîce ve İbrânîce dalet,


TABLO : Harflerin biçim gelişimi.


Yunanca delta, Arapça dâl şeklinde değişim geçirmiştir. Mısır hiyerogliflerinde, Byblos, Fenike, Thera Yunancası, Klasik Yunanca ve Arapça’da bu üçgen plan hâkimdir. Ancak harfin adının “kadın göğsü” anlamına geldiği (İbrânîce dad) şeklindeki görüşle Batı Yunancası, Latince d şekilleri birbiriyle ilgili görünmektedir. Uygur “d”si de Soğd, İran, Ârâmî yoluyla Fenike alfabesine dayanır.

E / هـ: Fenike “he”si Yunanca ve Latince’ye “e” olarak intikal etmiştir. Mısır hiyeroglifinde kollarını yukarı kaldırmış insan şeklinden geliştiği sanılmaktadır. Zamanla yukarı kalkmış kollar ve başı simgeleyen üç paralel çizgi haline gelmiştir. Hiyeratik (Mısır), ugarit (çivi yazısı), Fenike, Eski Yunanca ve Batı Yunancası, Klasik Yunanca biçimleri arasında açık bir ilgi vardır. Arapça’daki he de (هـ) başın üstünden kavuşturulmuş elleri simgeler ve bunun Mısır hiyeroglif şekliyle uygunluk arzettiği görülür. Uygur ve Soğd alfabelerinde de bu şekil hâkimdir.

F / V / و: Latin “f”sinin Fenike “vav”ından (y) geldiği sanılmaktadır. Harfin Ârâmîce, İbrânîce ve Arapça da adı vavdır. “Çivi, kama; gemi direği desteği” anlamına gelir. Harfin biçim evriminde yer alan Hiyeratik, Klasik Fenikece, Eski İbrânîce, Klasik Yunanca, Batı Yunancası, İtalyot, Latin, Etrüsk vb. şekilleri daha ziyade son anlamla ilgili görünmektedir.

H / ح: Fenike dilinde adı het, Akkadca’da hetu, Ârâmîce ve İbrânîce’de de het (Ar. hâit) olup “çevre, avlu duvarı, çit” anlamına gelir. Mısır hiyeroglifindeki bir çit resminden doğduğu kabul edilen şekil daha sonraki alfabelerde de aynı biçimi korumuştur. Girit, Fenike, Thera Yunancası, Klasik Yunanca ve Batı Yunancası, Etrüsk, Eski Latin ve İtalyot şekilleri arasında yakınlık görülür. Arap alfabesindeki ح ve خ şekilleri cîm (ج) harfinden doğmuştur.

İ / ي: Harfin Fenike alfabesindeki adı olan yod (Ârâmîce ve İbrânîce’de aynı, Arapça’da yed) “el” anlamına gelir. Yunanca’da iota biçimini almıştır. Mısır hiyerogliflerinde el şekliyle temsil edilen harf, milâttan önce III. yüzyılda alt ve üst çıkıntılarla aslından uzaklaştı ve klasik biçimini aldı. Byblos, Fenike, Thera Yunancası, Batı Yunancası şekillerinin hiyeratik, Arapça şeklinin ise hiyeroglif biçimiyle yakın ilgisi görülmektedir.

K / ك: Harfin Fenikece’deki adı kaf (Ar. kef) olup “avuç içi” demektir. Ârâmîce’de aynı ad muhafaza edilmiş, İbrânîce haf, Yunanca kappa, Arapça kâf şekline dönüşmüştür. Mısır hiyeroglif yazısındaki parmakları açık el şeklinden gelişmiştir. Zamanla stilize edilerek çizgi biçimini alan harf, avuç kenarı ve avuç içi çizgilerini simgeler hale gelmiştir. Ken‘ânî, Güney Arabistan (m.ö. 300), Fenike (Ahiram), Fenike (Gezer, Mesa), Yunan, Etrüsk, Latin, Sebeî, İbrânî, Ârâmî, Nabatî ve Arabî biçimleri birbiriyle ilgilidir. Arapça kâfın (ك) avuç içi çizgileriyle birlikte avuç şeklini simgelediği görülür, harfin Sînâ rumuzu da böyledir. Bir başka görüşe göre harf kol biçimindeki hiyeroglif şeklinden gelişmiştir ki Sebeî, Nabatî ve Arapça kûfî şekilleri bununla ilgili görünmektedir.

L / ل: Fenike dilinde adı lamd olup “üvendire” anlamına gelir. Ârâmîce ve İbrânîce’de lamed (lamad), Yunanca lambda, Arapça lâm olarak isim almıştır. Tutma yeri baston gibi eğik olan bir üvendire ya da baston biçimindeki Mısır hiyeroglif remzinden doğan şekil, muhtelif alfabelerde istikameti ve tutma yerindeki eğiklik dışında fazla değişim göstermemiştir. Mısır hiyeroglif, Fenike, Thera Yunancası, Batı Yunancası, Arkaik Latince, Klasik Yunanca, Ârâmîce, Nabatça, Arapça ve Göktürk (Orhun) şekilleri birbirine yakındır.

M / م: Fenike dilindeki adı olan mem “su” anlamına gelir. Ârâmîce ve İbrânîce’de de aynı ad (veya mayim) muhafaza edilmiş, Arapça’da mîm, Yunanca’da mü şeklini almıştır. Harfin biçimi, eskiden bütün Doğu sanatında suyun sembolü olan ve Mısır hiyeroglifinde görülen dalgalı çizgi şeklinden doğmuştur. Zamanla çeşitli alfabelerde rumuzun istikameti ve dalgaların yumuşaklığı ya da keskinliği gibi hususlarda değişiklikler göstermiştir. Hiyeroglif, hiyeratik, Fenike, Ahiram, Thera Yunancası, Batı ve Klasik Yunanca, Etrüsk ve Eski Latince biçimleri arasında yakın ilgi vardır. Arapça’da dalgalı kısım zamanla sıkışarak yuvarlak bir şekil alırken düz akışı simgeleyen kuyruk keşidesi aynen devam etmiş görünmektedir.

N / ن: Fenike dilinde, Ârâmîce, İbrânîce ve Arapça’daki adı olan nûn “balık” demektir. Yunanca’ya nü olarak intikal etmiştir. Bir görüşe göre harfin şekli, Mısır hiyerogliflerindeki kuyruk tarafı kıvrılmış balık veya yılan resminden doğmuştur. Nitekim Habeşçe’de nahas “yılan” anlamına gelir. Daha sonraki alfabelerde çizgi haline dönüşen ve zamanla çizgileri keskinleşen biçim, yılanı veya balığın kıvrımını simgeleyen bir görünüm kazanmıştır. Mısır hiyeratiği, Sînâ, Fenike, Eski İbrânîce, Thera Yunancası, Batı Yunanca, Etrüsk ve Eski İtalyot, Klasik Yunanca, Ârâmîce, Nabatça, Arapça biçimleri arasında ilgi görülmektedir.

O / ع: Fenikece, Ârâmîce, İbrânîce ve Arapça’da harfin adı olan ayn “göz” anlamındadır. Yunanca, Latince ve Türkçe “o” isimleri de buradan gelir. Yunanca’da milâttan önce VII. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan, daha sonra at nalı biçimini alan ve uzatılarak okunan büyük O (omega) ve kısa söylenen küçük o (omikron) olmak üzere iki türü vardır. Harfin anlamına uygun olan şekli Mısır hiyeroglifindeki bir göz resminden gelir. Zamanla stilize edilerek iki kavisten ya da tek çizgiden oluşan oval veya dairesel çember haline dönüşmüş olduğu gibi köşeli halde olanlara da rastlanır. Sînâ (m.ö. 1500), Güney Arabistan (m.ö. 300), Byblos (Cübeyl), Fenike, Yunan, Eski Latin, Batı Yunan, Doğu Yunan (Etrüsk) biçimleri arasında ilgi görülmektedir. Ârâmîce, Nabatça ve Arapça’da harfin aslı olan keşîdesiz ayın başı (ـعـ، عـ) bu temel şekli yansıtır. Soğd ve Uygur alfabelerinde de bu yuvarlak biçim hâkimdir.

P / ف: Fenike dilinde adı pe olup (fe, Arapça fû, fem) “ağız” anlamına gelir. Ârâmîce’ye pe (p, f), İbrânîce’ye pe / fe (p, f), Yunanca’ya pi telaffuzuyla intikal etmiştir. Şeklinin Mısır hiyeroglifindeki bir ağız resminden geliştiği ileri sürülüyorsa da başta Mısır hiyeratik remzi olmak üzere birçok alfabede ters burun şekli hâkimdir. Bu sebeple harfin aslının Habeşçe “burun” anlamındaki aftan gelmiş olması daha kuvvetli bir ihtimaldir. Hiyeratik, Fenike, Ârâmî, İbrânî, Thera Yunancası, Batı Yunancası, Etrüsk, Eski Latince, Eski Yunanca, Orhun, Yenisey, Talas biçimlerinin birbiriyle ilgili olduğu görülmektedir. Latince’de burun kıvrımı kavisli bir hal almış ve burun uzantı çizgisiyle birleşmiştir. Nabatça ve Arapça’daki fe harfinin başı da (فـ) Mısır hiyeratik rumuzundan gelişmiştir ve ters yönde Latin “p”sini andırmaktadır.

Q / ق: Harfin Fenike, Ârâmî ve İbrânî dillerinde adı olan kof (qoph) “maymun” veya “iğne deliği” demektir. Arapça’ya kāf, Yunanca’ya koppa olarak geçmiştir. Şeklinin, Mısır hiyeroglifindeki göğüsten kesik maymun başı resminden geliştiği sanılmaktadır. Sonraki alfabelerde yalınlaşarak çizgiler haline dönüşen biçim,


başı temsil eden bir daire ile göz, burun, ağız ve boyun uzantısını temsil eden ve daireyi ortadan bölen ya da alta doğru uzanan bir çizgiyle cepheden, çizginin zamanla sola kayması ile de profilden görüntüyü aksettirmektedir. Ancak p harfiyle karışmaması için bu uzantı çizgisi zamanla sağa kaymış ve günümüzdeki küçük halini (q) almış olmalıdır. Erken Fenike ve Thera Yunancası, Erken Ârâmîce, Fenikece, Ârâmîce, İbrânîce, Klasik Yunanca ve Latince ile Nabatça ve Arapça biçimleri arasında ilgi görülmektedir.

R / ر: Fenike dilindeki adı ros olup (res, Ar. re’s) Ârâmîce ve İbrânîce’ye res (reş), Yunanca’ya rho, Arapça’ya râ olarak intikal etmiştir; bu kelimelerin hepsi “baş” anlamındadır. Şekli, soldan profil insan başını resimleyen bir Mısır hiyeroglifinden gelir. Mısır hiyeratik dönemiyle Fenike ve Ârâmîce’nin erken ve geç dönemlerinde bu soldan profil baş yalınlaşarak devam etmiştir. Son devir Fenike’den itibaren son devir Ârâmî ile İbrânî alfabelerinde ve Arapça’da sadece sağ profil baş kavis çizgisi kalmış görünmektedir. Yunan alfabesi ve ondan türeyen Etrüsk ve Latince’de sağ profil baş simgesi daha belirgindir. Ancak Batı Yunancası ile arkaik Latince’de, enseden omuza doğru uzanan çizgiye ilâveten boğaz altından göğüse doğru inen bir çizgi daha eklenerek harfin bugünkü şekli oluşmuştur.

S / ش، س: Fenike alfabesindeki adı olan sin (şin, Ar. sîn) “diş” anlamına gelir. İbrânî ve Ârâmî alfabelerinde de aynı adla söylenir. Arapçası da (sîn, şîn) buna yakındır. Harfin şekli yanyana iki dişi simgeler. Alfabelere göre farklı istikametlere dönmüş ve yazım kolaylığı için zamanla keskin hatlarını yitirerek bugünkü kavisli biçimini almış olmalıdır. Mısır hiyeratik, ilk Sînâ, Fenike, Güney Arabistan, Ârâmî, Arabî, Thera Yunancası, Etrüsk, İtalyot, Klasik Yunanca, Batı Yunancası ve Eski Latince biçimleri arasındaki yakınlık açıkça görülür. Harfin Yunanca’daki adı olan sigmaya bakılarak Sâmî biçiminin sikm (ense, omuz, sırt) olduğu da ileri sürülmüştür. Bu sebeple harfin ilk şeklinin ön Sînâ dillerinde olduğu gibi bir çeşit boyunduruğu temsil ettiği sanılmaktadır. Ayrıca “şîn”in, papirüs yaprağı demetini simgeleyen bir hiyeroglif biçiminden doğduğu öne sürülüyorsa da (Nâcî Zeynüddin, s. 295) bu şekil hiyerogliften ziyade çivi yazısı karakteri taşımaktadır.

ص: İbrânîce sade, Habeşçe sadai, Arapça sâd diye söylenir ve “olta” anlamına gelir. Biçim olarak gelişiminde bu şeklin izleri görülmektedir. Harfin bir Fenike biçimiyle Ârâmî, Nabatî, Arabî şekilleri arasındaki ilgi açıkça görülmektedir.

T / ط، ت: Fenike dilindeki adı olan tav “işaret” demektir. İbrânîce ve Ârâmîce’ye aynı adla, Arapça’ya tâ, Yunanca’ya tau olarak geçmiştir. Haç biçimindeki Mısır hiyeroglif şeklinden gelişmiş olup zamanla artı biçiminde kesişen iki çizgi şeklini, daha sonra da üst çıkıntısını kaybederek bugünkü biçimini almış olmalıdır. Hiyeroglif, Sînâ, Güney Arabistan, Erken Fenike, Geç Fenike, Yeni Fenike, Erken Ârâmî, Yeni Ârâmî, Yunan, Etrüsk, Latin şekilleri arasında belirgin bir yakınlık görülmektedir. Arapça ط harfi de “T”nin ters istikamette gelişmiş biçimi olmalıdır. Gerçi Fenike, İbrânî ve Ârâmî alfabelerindeki tet ve Yunanca’daki theta Arapça ط’ya, Arapça ت “tav” ve “tau”ya mukabil gösterilirse de şekil gelişimi ters olmuştur. Erken Fenike, Yeni Fenike, Erken Ârâmî, Yeni Ârâmî, İbrânî, Yunanca, Arapça (ط), Ârâmî ve Nabatî şekillerinin yakınlığı açıkça belli olmaktadır.

Z / ز: Fenike dilinde ve Ârâmîce’de harfin adı zai olup “silâh” anlamına gelir. İbrânîce’de zain (zayin), Arapça’da zâ, Yunanca’da dzétadır (zeta). Bunun “zeytin ağacı” anlamına geldiği de ileri sürülmüştür. Ancak harfin anlamıyla biçimi arasında ilgi uzaktır. Fenike dili, Klasik Yunanca ve Latince şekillerinin ilgili olduğu görünmektedir.

Arap alfabesini oluşturan harflerin doğuşu ve gelişim seyri hakkında çeşitli görüşler bulunmakla birlikte bugün kabul edilen en kuvvetli telakkiye göre Araplar, önceleri Güney Arabistan’da geliştirilen ve Müsned / Himyerî denilen bir yazı kullanıyorlardı. Milâdî III. yüzyılın sonları ile IV. yüzyılın başlarında bitişik yazılan Nabat harflerini kullanmaya başladılar. Nabat alfabesinden aldıkları yirmi iki harfe kendi dillerine özgü sesleri belirten, “revâdif” (ilâveler) adını verdikleri altı harf (ث، خ، ذ / ض، ظ، غ) daha ekleyerek yirmi sekiz harften oluşan alfabelerini meydana getirdiler. Daha sonra Tamaralılar’dan aldıkları lâmelif ile harf sayısı yirmi dokuza çıktı. Buna göre Arap harfleri, Nabatî ve Ârâmî alfabeleri yoluyla dünya alfabelerinin çoğunun dayandığı Fenike alfabesine, oradan da Mısır hiyerogliflerine ulaşır. Ancak şarkiyatçılar, köşeli kûfî harflerle kavisli nesih harflerinin asılları Fenike alfabesi olmakla birlikte gelişim seyirlerinin farklı olduğu kanaatindedir. Onlara göre köşeli kûfî harfler Süryânî-Strancilî, Müsned / Himyerî yoluyla Fenike alfabesine ulaşırken kavisli nesih harfleri Hîre-Enbâr, Nabat, Ârâmî yoluyla Fenike alfabesine, buradan da Mısır hiyerogliflerine ulaşır.

Arap harflerinin birçoğunun adı, Latin alfabesinde olduğu gibi harfe isim olan kelimenin ilk hecesiyle ve elif-i memdûde ile söylenmektedir: Bâ’, tâ’, ŝâ’, ĥâ’, ħâ’, râ’, zâ’, ŧâ’, žâ’, fâ’, hâ’, yâ’. Buna karşılık diğerleri kısmen eski tarihî ve orijinal adlarını muhafaza etmiştir: Elif, cîm, dâl (câl), sîn, şîn, sâd (dâd), ayn (ġayn), ķāf, kâf, lâm, mîm, nûn, vâv. Aslında dünya alfabelerinin çoğunda her harfin temsil ettiği ses adının ilk hecesini teşkil etmektedir. Ayrıca harf adlarının birçok alfabede bazı değişikliklere rağmen özde aynı olması onların bir asıldan doğduğunu göstermektedir. Arap harflerinin adları da eski Sâmî alfabe harflerine ait isimlerin devamıdır. Sâmî kavimler harfleri Mısır hiyerogliflerinden şekilleri ve adlarıyla birlikte almışlar, zamanla Mısır dilindeki isimlerinin telaffuzlarını unutarak onlara kendi dillerindeki karşılıklarını vermişlerdir. Harfin temsil ettiği ses ilk sesinde tezahür ettiğinden adın bu ilk kısmı muhafaza edilmiş, diğer kısmı giderek unutulmuştur (Hitti, I, 93; Cevâd Ali, I, 204; Berezin, s. 137; Hockett, s. 544; EBr., I, 664).

Anlaşıldığına göre Arap harflerinin adları, tarihî adının ilk hecesinin sonuna veya ortasına med harfleri (elif-hemze, yâ) eklenmek suretiyle kök ve anlam değişikliğine uğramıştır (meselâ eski adı bet, beit, beith, beta [ = ev, çadır] olan harf Arapça bâ; eski adı kaf [Arapça kef = avuç içi] olan harf Arapça kâf olmuştur). Başta Halîl b. Ahmed ve Ahmed b. Muhammed er-Râzî olmak üzere Arap yazarlarının Arap harflerinin adlarının anlamları hakkında ileri sürdükleri görüşlerin (Halîl b. Ahmed, s. 34-47; Ahmed b. Muhammed er-Râzî, s. 133, 141-156) harflerin mânalarıyla ilgili tarihî geleneğe uymaması da bundan kaynaklanmalıdır.

Arap harfleri önceleri noktasız ve harekesizdi. Fetihler neticesinde yabancı unsurların müslüman olarak Araplar’a karışması ile selikalarının bozulması ve özellikle Kur’an kıraatinde hatalı okumaların baş göstermesi üzerine Ebü’l-Esved ed-Düelî (ö. 69/688), Kur’an’ın metnini baştan sona kadar farklı mürekkeple ve nokta şeklindeki harekelerle


harekeledi. Birbirine benzeyen harfleri ayırt etmek için bazı harflere nokta konulmasının tarihiyle ilgili farklı görüşler bulunmakla birlikte meşhur olan telakkiye göre noktalama işi, Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’nin emriyle Ebü’l-Esved’in öğrencileri olan Nasr b. Âsım ile (ö. 89/708) Yahyâ b. Ya‘mer tarafından İbrânî ve Süryânî yazıları örnek alınarak gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte harfleri icat edenlerin, aynı şekle sahip olanlar arasında ayırt edici bir işaret kullanmayı ihmal etmesi mâkul görünmemektedir. Bu bakımdan noktalama işleminin tarihi daha eski olmalıdır. İslâm’ın ilk yıllarında bazı harflerin noktalı yazılmış olması da bunu teyit etmektedir. Herhalde önceleri noktalı olan harfler noktalara ihtiyaç duyulmadan okunabildiği için gerekli haller dışında harflere nokta koyma işi zamanla terkedilmiş, fakat selikalar zayıflayıp hatalı okumalar artınca tekrar noktalı harflere dönülmüştür. Noktalama için geliştirilen sisteme göre, biçim bakımından benzer harflerden Arapça’da en çok kullanılan harf asıl kabul edilerek ona benzeyen diğer harflerin üstüne veya altına ihtiyaca göre sayıları üçe kadar çıkan noktalar konulmuştur. Ayrı bir harf şekli geliştirmek yerine aynı şeklin noktalarla ayırt edilmesindeki amaç harf şekillerini asgariye indirmektir. Bu suretle yirmi dokuz harf on dokuz biçime, bunlar da beş temel şekle (ا، ج، ر، ن، م) indirgenmiştir (Kalkaşendî, III, 153-158). Daha sonra Abbâsîler zamanında Halîl b. Ahmed, harflerin kendi noktaları ile Ebü’l-Esved ed-Düelî tarafından ortaya konan nokta biçimindeki harekelerin birbirine karışmasını önlemek ve değişik renkte mürekkep kullanmaktan kurtulmak için bugün bilinen harekeleri ortaya koymuştur. Bunu yaparken Arapça’da uzun sesliler (med harfleri) olan elif, vav ve yânın kısa seslilere tekabül etmek üzere minyatürlerini kullandı. Bunlardan başka sükûn (-), şedde (-), medde (-), hemze-i vasıl (صـ), hemze-i kat‘ (ء) işaretleri de Halîl b. Ahmed tarafından ortaya konulmuştur.

Arap harflerinin I. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiş olan tertibi, Sâmî alfabelerde öteden beri yaygın olarak görülen ebced tertibidir. Bu alfabelerin birçoğunda asıl olan yirmi iki harfi formüle eden “ebced, hevvez, huttî, kelemen, sa‘fes, karaşet” (أبجد هوّز حطّي كلمن سعفص قرشت) kelimelerinden her biri, ezberlenme kolaylığı için uydurulmuş formüller gibi görünmekle birlikte bunların harfleri icat eden Medyen (Medâin) krallarının adları veya altı şeytan adı ya da haftanın günleri olduğu yolunda rivayetler de vardır. Harflerin Nabatça’dan Arapça’ya intikalinden sonra bunlara, Arap dilinin fonetik yapısına has altı sesi gösteren “ŝeħaź, đažağ” (ثخذ، ضظغ) kelimeleri eklenmiştir. Batı (Megāribe) ebced tertibi Doğu’da (Meşârıka) yaygın olan bu ebced tertibinden biraz farklıdır. Buna göre Doğu ebced tertibi أبجد هوز حطّي كلمن سعفص قرشت ثخذ ضظغ, Batı ebced tertibi ise أبجد هوز حطّي كلمن صعفض قرست ثخذ ظعش şeklindedir.

Latin → Yunan → Fenike yoluyla Sâmî alfabelere dayanan yeni Türk alfabelerinde de ebced tertibinin izleri görülmektedir: Abcd (ebced), e (h) f (v) j (z) (hevvez), h (t) i (hutti), klmn (kelemen), qrst (karaset) gibi.

Arap harflerinin bugünkü alfabetik düzeni, I. yüzyılın sonlarına doğru Nasr b. Âsım ile Yahyâ b. Ya‘mer tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu yeni sistemde harflerden biçim itibariyle üçlü ve ikili benzerler (el-hurûfü’l-müzdevice) öne ve yan yana, müstakil şekle sahip olanlar (el-hurûfü’l-münferide) sona alınmıştır. Ancak eskisinde olduğu gibi bu yeni sistemde de harf sıralaması müstakil şekle sahip harflerden olan elifle başlatılmıştır. Buna göre Doğu tertibi ا، ب، ت، ث، ج، ح، خ، د، ذ، ر، ز، س، ش، ص، ض، ط، ظ، ع، غ، ف، ق، ك، ل، م، ن، و، هـ، لا، ي, Batı tertibi ا، ب، ت، ث، ج، ح، خ، د، ذ، ر، ز، ط، ظ، م، ل، م، ن، ص، ض، ع، غ، ف، ق، س، ش، هـ، و، ي، لا şeklindedir.

Halîl b. Ahmed’in, Kitâbü’l-ǾAyn adlı sözlüğünde harflerin mahreçlerine göre uyguladığı üçüncü bir tarz daha bulunmaktadır. Bu tertipte mahreci ağza en uzak olan harften dudağa doğru bir sıralama takip edilmiş olmakla birlikte illet harfleri (ا، و، ي) en sona alınmıştır: ع، ح، هـ، خ، غ / ق، ك / ج، ش / ص، ض / س، ز / ط، د، ت / ظ، ذ، ث / ر، ل / ن، ف، ب، م / ا، و، ي

Asya, Afrika ve bazı Avrupa ülkelerinde İslâm’ın yayılmasına paralel olarak Arap harfleri Arap olmayan milletler tarafından kabul edilerek kullanılagelmiş, fakat her millet kendi dilinin ses yapısına göre yirmi dokuz harfe ilâveler veya bunlardan eksiltmeler yapmıştır. Farsça’da ve Osmanlı Türkçesi’nde bulunan (پ، ژ، ڭ، گ) harfleri bu şekilde oluşmuştur. Arap harfleri yayıldığı yerlerde bazan mevcut yazının yerine geçmiş, bazı yerlerde de ilk yazı olarak kullanılmıştır. Bu harflerin Türkler tarafından İslâmiyet’in kabulünden hemen sonra kullanılmaya başlandığı tahmin edilmektedir. Arap harflerinin Türkçe’ye uygulandığı bilinen ilk eser, Kâşgarlı Mahmud’un 1072-1074 yılları arasında tamamladığı Dîvânü lugāti’t-Türk’tür. 1 Kasım 1928 tarih ve 1353 nolu kanunla Arap harflerine dayalı Osmanlı alfabesi bırakılarak Latin asıllı yeni Türk alfabesi kabul edilmiştir.

Harfler çeşitli yönlerden tasnife tâbi tutulmuştur. Asıl ve ziyade olmalarına göre hurûf-ı asliyye -hurûf-ı zâide (ا، ل، ى، و، م، ت، ن، س، هـ) sıhhat ve illet durumuna göre hurûf-ı sahîha- hurûf-ı mu‘telle (hurûf-ı illet, hurûf-ı cevfiyye: ا، و، ى); ünlü ve ünsüz olmalarına göre hurûf-ı musavvite (hurûf-ı sâite, med ve lîn harfleri) -hurûf-ı sâmite; nokta durumuna göre hurûf-ı mu‘ceme (menkūte)- hurûf-ı mühmele; ayrı ve bitişik yazılmalarına göre hurûf-ı munfasıla (ا، د، ذ، ر، ز، و، ل) -hurûf-ı muttasıla; müstakil ve benzer şekle sahip olmalarına göre hurûf-ı müfrede (münferide: م، ن، هـ، لا، ا، و، ى) -hurûf-ı mütezâvice (müteşâbihe: ب، ت، ث gibi); adlarını teşkil eden harflerin sayılarına göre hurûf-ı mesrûre (iki harfliler: ب، ت، ث، ح، خ، ر، ز، ط، ظ، ف، هـ، ى) -hurûf-ı melfûza (üç harfliler: ا، ج، د، ذ، س، ش، ص، ض، ع، غ، ق، ك، ل) -hurûf-ı melbûbe (melviyye: ilk ve son harfi aynı olanlar م، ن، و) gibi kısımlara ayrılmıştır. Kıraat ve tecvid ilimlerinde de harfler mahreç, sıfat, idgam ve med gibi özelliklerine göre birçok gruba ayrılmıştır (aş. bk.). Telaffuzu kolay harflere hurûf-ı izlâk (hurûf-ı zelâka, hurûf-ı müzlaka: ب، ر، ف، ل، م، ن), telaffuzu zor olan diğer harflere hurûf-ı ısmât, şeddelilere hurûf-ı müsekkade, şeddeli olmayanlara hurûf-ı muhaffefe denir. İmâle yapmanın geçerli olduğu müennes “tâ”sı ile elif ve “râ”ya da hurûf-ı imâle adı verilir.

Öte yandan harfleri, “görsel varlığa dökülmeden önce Allah’ın ilminde mâlum olan şekiller” olarak tanımlayan sûfîlerle, “tek başına anlam ve işaretleri olan müstakil yapılar” diye tarif eden cefr ve ilm-i hurûf ehli tarafından yapılmış bazı harf tasnifleri de vardır. Anâsır-ı erbaaya göre hurûf-ı nâriyye (أ، ز، ش، ط، ق، م، هـ), hurûf-ı mâiyye (ث، ج، ز، س، ظ، ق، ك), hurûf-ı hevâiyye (ب، ت، ص، ض، ن، و، ى), hurûf-ı hâkiyye (ح، خ، د، ر، ع، غ، ل) şeklinde bir sıralama yapılır. Ayrıca hurûf-ı nûrâniyye (hurûf-ı ulyâ, hurûf-ı Hak: ا، ح، ر، س، ص، ط، ع، ق، ك، ل، م، ن، هـ، ى)-hurûf-ı zulmâniyye (hurûf-ı süflâ,


hurûf-ı halk; ب، ت، د، ذ، ض، غ، م); hurûf-ı zemâniyye-hurûf-ı âniyye; hurûf-ı zimâm-hurûf-ı evtâd-hurûf-ı kulûb; hurûf-ı mukattaa-hurûf-ı muhkemât-hurûf-ı müteşâbihât gibi daha başka tasnifler de vardır. Kur’an’da yirmi dokuz sûrenin başında yer alan حم، طه، الم gibi harflere hurûf-ı mukattaa*, hurûf-ı teheccî ve fevâtihu’s-süver* denildiği gibi âyet sonu kelimelerinin son harflerine de hurûf-ı fâsıla adı verilir.

Bunlardan başka nahiv âlimlerinin isim ve fiilin dışında üçüncü kelime çeşidi olarak ele aldığı mâna harfleri de (hurûfü’l-meânî) vardır. Bunlara, tek başına bir anlam taşımayıp diğer kelimelerle (isim ve fiiller) birlikte kullanıldıklarında anlam bildirmeleri sebebiyle “mâna harfleri” denildiği gibi terkip içerisinde isimleri fiillere bağladıkları veya fiillerle isimler arasında anlam ilişkisi kurulmasında vasıta görevi yaptıkları için “rapt harfleri” (bağlaç) ve “edevât” adı da verilir. Bu harflerin cümle içinde gördükleri fonksiyona göre birçok çeşidi vardır: Cer, atıf, nasb, cezm, istifham, cevap, istisna, nida, şart, teşbih, tevkid, tenbih, masdar, kasr, istikbal, sıla, talep, nefy, nehy, emir, tahzîz-tendîm-arz, ta‘lil, temennî, tereccî, ta‘rif vb. harflerle fiile benzeyen harfler gibi.

Sayıları 150’yi aşan hurûf-ı meânî içinde isim soylu olanlar yanında birkaç fiil de vardır. Ancak çoğu harf olduğu için “tağlîb” yoluyla onlar da bu ad altında toplanmıştır. Hurûf-ı meânî arasında yapı itibariyle bir, iki, üç, dört ve beş harften oluşanlar bulunduğu gibi birleşik bir yapıya sahip olanlar da vardır: ك + أنّ ← كأن، لا + ك + أن ← لكنّ gibi.

Harfler fonksiyon itibariyle amel edenler (el-hurufü’l-âmile) ve etmeyenler (el-hurûfü’l-mühmele), amel etmesi de etmemesi de câiz olanlar olmak üzere üç gruba ayrılır. Amel edenler cer, cezm, sadece nasb, nasb ve ref‘ edenler olmak üzere dört grupta toplanır. Kullanım itibariyle sadece isme, sadece fiile ve her ikisine dahil olma özelliği gösterenler de vardır. Meselâ cer harfleri sadece isim ve isim soylu kelimelere, nasb harfleri sadece muzâriye, atıf harfleri ise hem isme hem de fiile dahil olur.

İnce mânalar, belâgat ve beyânî nükteleri, üslûp hususiyetleri büyük ölçüde hurûf-ı meânîye dayandığı için bunların üzerinde özellikle durulmuş, tefsir ve belâgat âlimleri bu harflerin aslî ve fer‘î mânalarını, nahiv âlimleri amel durumlarını incelediği gibi felsefe ve mantık âlimleri de önerme ve hükümlerdeki fonksiyonlarını ele almışlardır. Gerek alfabe harfleri gerekse mâna harflerine dair pek çok eser kaleme alınmış olup bunlar sadece mâna harflerine ve edatlara, sadece alfabe harflerine veya her ikisine, sadece Kur’an’daki mâna harflerine veya bir tek harfe ait olmak üzere farklılık gösterir. Meselâ yalnız ض، ظ harfleri ve bunların farklarına dair otuzdan fazla eser yazılmıştır. Arap dilinde ve özellikle Kur’an’da geçen elif, lâm ve hâ harfleri üzerine de birçok eser kaleme alınmıştır (harfler hakkında yazılan eserlerin bir listesi için bk. İbnü’l-Enbârî, Zînetü’l-fużalâǿ, nâşirin mukaddimesi, s. 22-35; Müzenî, el-Ĥurûf, nâşirlerin mukaddimesi, s. 5-32).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ĥarf” md.; Lisânü’l-ǾArab, “ĥrf”, “ĥvc”, “Ǿacm” md.leri; Tehânevî, Keşşâf, II, 66-67; J. W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon, İstanbul 1890 → İstanbul 1978, s. 776-778; Buhârî, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 3, 5; Halîl b. Ahmed, Kitâbü’l-Ĥurûf (Ŝelâŝetü kütüb fi’l-ĥurûf içinde, nşr. Ramazan Abdüttevvâb), Kahire 1402/1982, s. 34-47; İbnü’s-Sikkît, Kitâbü’l-Ĥurûf (a.e. içinde), s. 93-111; Müzenî, el-Ĥurûf (nşr. Mahmûd Hasenî Mahmûd - M. Hasan Avvâd), Amman 1403/1983, nâşirlerin mukaddimesi, s. 5-32; Belâzürî, Fütûĥ (Rıdvân), s. 456-460; Zeccâcî, el-Cümel fi’n-naĥv (nşr. Ali Tevfîk el-Hamed), Beyrut 1408/1988, s. 370-378; Fârâbî, eş-Şerĥ li-Kitâbi Arisŧoŧâlis fi’l-Ǿibâre (nşr. W.Kutsch - S. Marrow), Beyrut 1946, s. 29, 43, 51, 54; a.mlf., Kitâbü’l-Ĥurûf, Beyrut 1990, s. 28-29; a.mlf., Kitâbü’l-Elfâž (nşr. Muhsin Mehdî), Beyrut 1986, s. 43-56; Rummânî, Kitâbü MeǾâni’l-ĥurûf (nşr. Abdülfettâh İsmâil Şelebî), Cidde 1401/1981, nâşirin mukaddimesi, s. 2, 7-19; İbn Cinnî, Śırru śınâǾati’l-iǾrâb (nşr. Mustafa es-Sekkā v.dğr.), Kahire 1374/1954, I, 6, 75; Alâeddin b. Ali el-İrbillî, Cevâhirü’l-edeb (nşr. Emîl Bedî‘ Ya‘kūb), Beyrut 1412/1991, nâşirin mukaddimesi, s. 5-16; Ahmed b. Muhammed er-Râzî, Kitâbü’l-Ĥurûf (Ŝelâŝetü kütüb fi’l-ĥurûf içinde, nşr. Ramazan Abdüttevvâb), Kahire 1402/1982, s. 133, 141-156; İbnü’l-Enbârî, Zînetü’l-fużalâǿ (nşr. Ramazan Abdüttevvâb), Beyrut 1407/1987, nâşirin mukaddimesi, s. 22-35; Hasan b. Kāsım el-Murâdî, el-Cene’d-dânî fî ĥurûfi’l-meǾânî (nşr. Tâhâ Muhsin), Bağdad 1974-75, s. 29-30, 86-93; Cürcânî, Şerĥu’l-Mevâķıf, II, 48-50; Fîrûzâbâdî, Beśâǿir (nşr. M. Ali en-Neccâr), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İlmiyye), II, 452; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ (Şemseddin), III, 22, 153-158; İbn Haldûn, el-Muķaddime, II, 961-983; İbn Nûreddin, Meśâbîĥu’l-meġānî (nşr. Âiz b. Nâfi‘ el-Ömerî), Kahire 1414/1993; Hitti, Târîħu’l-ǾArab, Beyrut 1949, I, 93; Cevâd Ali, Târîħu’l-ǾArab, Bağdad 1950, I, 204; Nâcî Zeynüddin, Muśavverü’l-ħaŧŧi’l-ǾArabî, Bağdad 1388/1968, s. 2, 295-302; a.mlf., MevsûǾatü’l-ħaŧŧi’l-ǾArabî, Bağdad 1984, s. 65-66; F. M. Berezin, Lecture on Linguistics, Moscow 1969, s. 137; C. F. Hockett, A Course in Modern Linguistics, Indian 1970, s. 544; Türkî Atıyye Abbûd Cübûrî, el-Ħaŧŧü’l-ǾArabiyyü’l-İslâmî, Bağdad 1395/1975, s. 8-32; Süheyle Yâsîn el-Cübûrî, Aślü’l-ħaŧŧi’l-ǾArabî, Bağdad 1977, s. 19-60; Abdülfettâh Ubâde, İntişârü’l-ħaŧŧi’l-ǾArabî, Kahire, ts. (Mektebetü’l-Külliyyâti’l-Ezheriyye), s. 5-40; M. Tâhir el-Kürdî, Târîħu’l-ħaŧŧi’l-ǾArabî, Mekke 1402/1982, s. 16, 23-45, 295-303; Gānim Kaddûrî Hamed, Resmü’l-Muśĥaf, Bağdad 1402/1982, s. 17-19; Afîf Behnesî, el-Ħaŧŧü’l-ǾArabî, Bağdad 1404/1984, s. 19-35; Yahyâ Sellûm el-Abbâsî, el-Ħaŧŧü’l-ǾArabî, Bağdad 1404/1984, s. 17-37; M. Saîd İsbir - Bilâl Cüneydî, eş-Şâmil, Beyrut 1985, s. 472-475; Hâdî Atıyye Matar el-Hilâlî, Nažariyyetü’l-ĥurûfi’l-Ǿâmile, Beyrut 1406/1986, s. 5, 124-152; a.mlf., el-Ĥurûfü’l-Ǿâmile, Beyrut 1406/1986, s. 7-10; J. Naveh, Alphabet, Jerusalem 1987, tür.yer.; Mahmûd Sa‘d, Ĥurûfü’l-meǾânî, İskenderiye 1988, s. 7-14; Emîl Bedî‘ Ya‘kūb, MevsûǾatü’l-ĥurûf, Beyrut 1408/1988, s. 5-8, 439-441, 460-464; Rekin Ertem, Elifbeden Alfabeye, İstanbul 1991, s. 280; a.mlf., “Elifbâ”, DİA, XI, 39-44; Nihad M. Çetin, “İslâm Hat Sanatının Doğuşu ve Gelişmesi”, İslâm Kültür Mirâsında Hat Sanatı (haz. M. Uğur Derman), İstanbul 1992, s. 14-15; a.mlf., “Arap (Yazı)”, DİA, III, 276-281; Şinasi Tekin, Eski Türklerde Yazı, İstanbul 1993, s. 11-12; Yahyâ Vehîb el-Cübûrî, el-Ħaŧ ve’l-kitâbe, Beyrut 1994, s. 17-25; Bustânî, DM, VII, 4-9; T. H. Weir, “Harf”, İA, V/1, s. 230-231; H. Fleisch, “Ĥurūf al-Hidjāǿ”, EI² (Fr.), III, 617-620; B. F. C. Atkinson, “Alphabet”, EBr., I, 662-669; Mustafa Uzun, “Ebced”, DİA, X, 68-70.

İsmail Durmuş




TEFSİR. Müslümanlar, Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Peygamber’e indirildiği şekliyle korunması, muhtevasının anlaşılıp uygulanması için olduğu kadar metninin doğru telaffuz edilmesi için de büyük gayret göstermişlerdir. Kur’an’ın okunuşuna rahatlık, yumuşaklık ve mânaya uygun bir tavır kazandırılması gibi estetik amaçların da gözetildiği bu çalışmalar sayesinde genel olarak harflerin fonetik özelliklerinin belirlenmesi yanında, bilhassa Kur’an lafızlarının okunuşuna dair ulûmü’l-Kur’ân içinde başta “tecvîdü’l-hurûf” olmak üzere çeşitli disiplinler geliştirilmiştir (bk. TECVİD). Arapça’daki ث، خ، ذ، ض، ظ، ع gibi harflerin Arap olmayan milletlerin dilinde bulunmaması, Kur’an harflerine gerçek seslerini verebilmek için mehâric-i hurûfun tesbit ve tâlimini zorunlu hale getirmiş, başlangıçtan günümüze kadar sürdürülen Kur’an öğretimine mehâric ve sıfât-ı hurûfun tâlimiyle başlanması gelenek halini almıştır.

Kur’an lafızları yirmi dokuzu aslî, beşi fer‘î olan Arap harfleriyle seslendirilir (Mekkî b. Ebû Tâlib, s. 93, 107-111). Bu


harfler, boğaz bölgesinden dudaklara kadar uzanan ses sisteminde mevcut “mahreç” veya “makta‘” denilen ses bölgelerinden doğar. Boğaz (halk), ağız boşluğu (cevf), dudaklar (şefeteyn), geniz (hayşum) ve dil (lisan) olmak üzere beş bölgede kümeleşen mahreçlerin sayısı Arap dilcilerinden Halîl b. Ahmed’e göre on yedi olup (Kitâbü’l-ǾAyn, I, 157) Mekkî b. Ebû Tâlib ve İbnü’l-Cezerî de bu görüşe katılmışlardır. Sîbeveyhi, İbn Cinnî ve Dânî ise “hevâiyye” denilen ve kendilerinden önceki harflerin uzatılmasını sağlayan med harfleri için (elif, vâv, yâ) ayrı bir mahreç kabul etmediklerinden mahreç sayısını on altıya indirmişler (el-Kitâb, IV, 433; Sırru śınâǾati’l-iǾrâb, I, 46; et-Taĥdîd, s. 104); Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Kutrub ve Cermî gibi dilciler de ر، ل، ن harflerinin aynı yerden çıktığını ileri sürerek mahreçlerin on dört olduğunu söylemişlerdir (Ebû Amr ed-Dânî, et-Taĥdîd, s. 106; İbnü’l-Bâziş, I, 171-173; İbnü’l-Cezerî, et-Temhîd, s. 113). Ağza doğru çıkış sırasına göre “hurûf-ı halk” denilen أ، هـ - ح، ع - خ، غ harfleri boğaz bölgesinden, med harfleri ağız boşluğundan, ب، م، ف، و harfleri dudaklardan, gunneli harfler genizden çıkar. Dildeki on mahreçten, ağzın aldığı çok ince ve müşterek şekillenmeler sonucu dilin kökünden itibaren ق - ك - ج، ش، ى - ت، ط - ث، ذ، ظ - ز، س، ص - ن - ر - ل - ض، د harfleri seslendirilir.

Hemzenin dışındaki aslî harflerden her birinin kendine mahsus ismi, resmi (sûreti, sembolü) ve müsemmâsı (sesi) vardır. Harfler isimleriyle anılır, resimleriyle yazılır, müsemmâlarıyla okunur. Sadece Kur’an’da yirmi dokuz sûrenin başında yer alan ve “hurûf-ı mukattaa” adı verilen الم، طس، حم، ن، ق gibi harfler isimleriyle okunur. Hemzenin kendine has bir resmi olmayıp yerine göre امن’de olduğu gibi elif ile, يومن’de olduğu gibi vâv ile, ايمان’da görüldüğü gibi yâ ile temsil olunur; bazı durumlarda ise دفء (en-Nahl 16/5), الخبء (en-Neml 27/25) kelimelerinde olduğu gibi sadece telaffuz edilir, yazıda görülmez. Hemze için belirleyici işaret olarak ayn harfinin baş kısmı olan عـ sembolünün kullanılması yeni yazı stiline ait bir uygulama olup eski metinlerde bulunmaz (geniş bilgi için bk. ELİF; Mekkî b. Ebû Tâlib, s. 95; Ebû Amr ed-Dânî, et-Taĥdîd, s. 120; a.mlf., el-Muĥkem, s. 138).

Aslî harflerden her biri sâkin ve harekeli olabildiği halde, elif قال، سال، مال kelimelerinde olduğu gibi başka bir harfin değişmesiyle meydana gelmişse aslî, onun dışında daima zâid ve harekesizdir; kendinden önceki harfin harekesi fetha olduğunda med harfidir (Mekkî b. Ebû Tâlib, s. 94).

Fer‘î harfler, mütevâtir kıraatlerle fasih Arapça’da kullanılan ve resimleri olmayan ara seslerdir. Bunlar şu şekilde sıralanabilir: 1. Hemze-i müsehhele. Mahreci boğazın en derin kısmında (aksa’l-halk) bulunduğu ve şiddet sıfatı taşıdığı için telaffuzu zor olan hemze, yerine göre kendine yakın vokalist elif, vâv, yâ harflerinden biriyle değiştirilmiş; özellikle iki hemze yan yana geldiğinde ikinci hemze tahfif, tebdil, teshil, tesbit, hazf vecihlerinden biriyle telaffuz edilmiştir. Hemze-i müsehhele, Sîbeveyhi’ye göre kendi telaffuz özelliğinde “beyne beyne” bir harftir. Bu sebeple hemzeden önceki harf fethalı olduğunda hemze elif, zammeli olduğunda vâv, kesreli olduğunda yâ harfine yaklaştırılmak suretiyle yapısındaki şiddet hali giderilir ve sühûletle okunur (el-Kitâb, III, 541). Hafs b. Süleyman, sadece Fussılet sûresinde geçen (41/44) ءعجمى’deki ikinci hemzeyi teshil ile rivayet etmiştir (geniş bilgi için bk. İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, I, 362-491; Süyûtî, I, 98). 2. Lâm-ı müfahhame. Türkçe’de “lala, hala” gibi kalın sesle (tefhim, tağliz) okunan “lâm”a denir. Nâfi‘ kıraatinin Verş rivayetinde تصلى، بظلام - الطلاق، الصلوة kelimelerindeki lâm harflerinin konumunda görüldüğü üzere lâm harfi fethalı, ondan önceki harf de fethalı veya sâkin ص، ط، ظ harflerinden biri olursa lâm kalın sesle (müfahham) okunur. 3. Elif-i mümâle. Yâ sesine meyleden ara bir sesle okunan elife denir. Elifin imâle ile okunuşu mütevâtir kıraatlerin hepsinde yer almakla birlikte daha çok Hamza b. Habîb, Ebû Amr b. Alâ, Kisâî ve Halef b. Hişâm kıraatlerinde الهدى، اسارى، الضحيـ راى، أبصارهم، الناس gibi kelimelerin eliflerinde uygulanır. Âsım kıraatinin Hafs rivayetinde sadece مجريها (Hûd 11/41) kelimesinde “râ”dan sonraki elif imâle ile okunur, râ harfi de buna bağlı olarak ince telaffuz edilir (İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, II, 288; Ahmed b. Muhammed el-Bennâ, II, 125). 4. Sâd-ı müşemme. Sâd harfinin, صراط، الصراط kelimeleriyle قصد (en-Nahl 16/9) ve فاصدع (el-Hicr 15/94) kelimelerinde işmamla (z sesiyle) “zirâta, ez-zirâta, kazdü, fezda‘” şeklinde okunmasıdır. Hamza b. Habîb’in râvisi olan Halef b. Hişâm Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün صراط، الصراط kelimelerini, aynı imamın diğer râvisi Hallâd b. Hâlid ise sadece Fâtiha sûresindeki الصراط kelimesini sâd-ı müşemme ile rivayet etmiştir (Ahmed b. Muhammed el-Bennâ, I, 365; Hâmid b. Abdülfettâh, s. 5). 5. Nûn-ı muhfât. İhfâ harflerinden önce gelen tenvin veya sâkin “nûn”un kendi mahrecinden ayrılarak gunne ile okunmasıdır (fer‘î harfler hakkında geniş bilgi için bk. Sîbeveyhi, III, 541 vd.; Mekkî b. Ebû Tâlib, s. 107-112; İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, I, 201-202; Ebû Saîd es-Sîrâfî, s. 306 vd.; Kastallânî, s. 184; ayrıca bk. GUNNE).

Mahreçleri aynı olan aslî harfler farklı karakterleriyle birbirinden ayrılır. Bu farklılıklar kaynaklarda harflerin sıfatları, lakapları, sınıfları ifadeleriyle yer almıştır. Mekkî b. Ebû Tâlib, yirmi dokuz harfin sıfatlarını uzun müddet araştırdığını ve kırk dört sıfat bulduğunu söylerken (er-RiǾâye, s. 115) Dânî harflerdeki sıfatların on altı olduğunu ileri sürmüştür (et-Taĥdîd, s. 107). Sıfatların en belirgin olanlarına yer verilen bu tesbitte harfler şöyle tasnif edilir: 1. Hurûf-ı mehmûse. Harfin çıkışı sırasında mahreç tam kapanmayıp zayıf kaldığından mahreçten nefesin akması suretiyle telaffuz edilen harflerdir. Mahreçteki zaaf sebebiyle bu sıfata “hems” (gizli ve hafif ses, fısıltı) denmiştir. Hems sıfatlılar ت، ث، ح، خ، س، ش، ص، ف، ك، هـ şeklinde sıralanan on harftir. 2. Hurûf-ı mechûre. Hurûf-ı mehmûsenin dışında kalan on dokuz harftir. Harfin, mahrecinden kuvvetle ve ses halinde (cehr) çıkması sebebiyle söz konusu harfler bu sıfatla anılır. 3. Hurûf-ı şedîde. Şiddet sıfatlı أ، ب، ت، ج، د، ط، ق، ك harfleridir. Bu sekiz harften her biri söylenirken mahreç şiddetle kapanır, ses ve nefes akmaz. Bu kapalılık, harfte ayrıca mevcut olan hems veya kalkale sıfatı gereği süratle açılır. Harflerden beşi (ب، ج، د، ط، ق) kalkale harfidir. Diğer üç harften hemzenin şiddet sıfatı elif, vâv, yâ harflerinden birine ibdal ile hafifletilir. Tâ ve kâf harflerinin şiddet sıfatı sebebiyle kapanan mahreçleri ise bu iki harfte ayrıca bulunan hems sıfatı ile açılır. 4. Hurûf-ı rihve. Şiddet sıfatının zıddı olan rihve (rehâve) sıfatını taşıyan harfler telaffuz edilirken mahreçten ses veya nefes akar. Rihve (gevşeklik, yumuşaklık), mahreçten akan ses veya nefesin duyulması halidir. Rihve sıfatlılar, med harfleriyle (ا، و، ى), ث، ح، خ، ذ، ز، س، ش، ص، ض، ظ، غ، ف، هـ harflerinden oluşan on üç harftir. 5. Hurûf-ı mutbaka. Itbâk (yapışma, uyuşma), dilin harfe göre


farklı kısımlarının damağa yapışması hali olup ıtbak sıfatlılar ص، ض، ط، ظ harfleridir. 6. Hurûf-ı münfetiha. İnfitâh (açılma) ıtbâkın zıddıdır. Kendilerinde infitâh sıfatı bulunan harfler, dilin damaktan ayrılıp açılması suretiyle telaffuz edilir. Itbâk sıfatlılar dışındaki yirmi dört harf bu gruba girer. 7. Hurûf-ı müsta‘liye. Yirmi dokuz harfin en kalınları olan خ، ص، ض، ط، ظ، غ، ق harfleridir. Telaffuz edilirken dilin üst damağa yükselmesi sebebiyle bu yedi harfe “hurûf-ı müsta‘liye” (hurûf-ı isti‘lâ) denmiştir. Kalın okunmaları sebebiyle bunlara “hurûf-ı mufahhame” de denir. Kur’ân-ı Kerîm kıraatinde bu harflerin fethalı halleri a sesiyle (elifle) med edilirse “fetha-i şedîde” ile (â sesiyle) okunur. 8. Hurûf-ı müstefile. İsti‘lânın zıddı olan istifâle (alçalma), dilin damağa yükselmeyip aşağıda kalması halidir. Hurûf-ı müstefile, hurûf-ı müsta‘liyenin dışında kalanlar olup evvelindeki harfin fethalı veya zammeli olması sebebiyle tağliz ile okunan “Allah” lafzının “lâm”ı ve fethalı veya zammeli râ dışında kalanları ince (terkīk ile, “a-e” arası bir sesle) okunur. 9. Hurûf-ı med ve lîn. Med harfleri, kendinden önceki harfin harekesi kendi cinsinden olan elif ile sâkin vâv ve sâkin yâ’dır. “Hurûf-ı hevâiyye” de denilen ve kendilerinden önceki harfin sesinin uzatılmasını sağlayan bu harflerin her üçünün de mahreci ağız boşluğudur. Fethalı bir harften sonra gelen sâkin vâv ile sâkin yâ’ya “lîn harfleri” denir. Belirtilen konumuyla bu iki harfte lîn (yumuşak olma) sıfatı bulunur. 10. Hurûf-ı safîre. Safîr, ز، س، ص harflerinde rihve sıfatının yaygın olması sebebiyle bu harfler mahreçten çıkarken ıslığa benzer bir sesin duyulması halidir. 11. Hurûf-ı kalkale. “Mahrecin kuvvetli bir ses işitilecek şekildeki hareketi” şeklinde tarif edilen kalkale ب، ج، د، ط، ق harflerine ait bir sıfattır. Her biri şiddet sıfatı da taşıyan bu harfler, kelime içinde veya vakıf sebebiyle sâkin olduklarında mahreçlerinin önce şiddetle kapanıp hemen ardından kuvvetli bir titreşimle açılması suretiyle telaffuz edilir. 12. Hurûf-ı münharife. İnhiraf, ل، ر harflerinin telaffuzu esnasında dilin damağa doğru meyletmesi, yükselmesi halidir. Meyil “lâm”da hemen dil ucunda, “râ”da ise dilin daha geniş kısmında olur. 13. Harf-i mütefeşşî. Tefeşşî (yayılma), telaffuzu esnasında ش harfinin mahrecinin akışındaki özel sestir. 14. Harf-i müstetîl. ض harfinin sıfatı olan istitâle (uzatma), harfin yumuşak bir tarzda çıktığı mahrecinde biraz tutulup uzatılması halidir. 15. Harf-i mütekerrir. Telaffuz edilirken mahrecinde tekrarlanır gibi bir ses oluşması sebebiyle ر harfi tekrîr sıfatı ile anılır. 16. Gunneli harfler. Gunne, ihfâ ve idgamların uygulanması sırasında م، ن harflerine mahsus genizden gelen sestir (harflerin sıfatları hakkında geniş bilgi için bk. Sîbeveyhi, IV, 432-436; İbn Cinnî, I, 46-48; Mekkî b. Ebû Tâlib, s. 115; Ebû Amr ed-Dânî, et-Taĥdîd, s. 107; İbnü’l-Cezerî, et-Temhîd, s. 115; Gānim Kaddûrî Hamed, s. 227 vd.).

Ebü’l-Esved ed-Düelî (ö. 69/688), Nasr b. Âsım ve Yahyâ b. Ya‘mer’le başlayan Kur’an lafızlarının doğru okunmasını temine yönelik çalışmalar her asırda gelişerek devam etmiştir. Filolojik çalışmalar içinde de yer alan harflerin yapı özellikleriyle ilgili incelemeler, IV. (X.) yüzyılın başlarından itibaren çeşitli kıraat rivayetlerinde, özellikle tecvid ilminin temel konusu olması bakımından bu disiplin içinde ön plana alınarak devam ettirilmiştir. Bu alanda eserleri kaynak kabul edilen müelliflerin başında İbn Mücâhid (ö. 324/936), Mûsâ b. Ubeydullah, İbn Galbûn, Mekkî b. Ebû Tâlib, Ebû Amr ed-Dânî, Şâtıbî, Sehâvî, Ebû Şâme, Ca‘berî, İbnü’l-Cezerî ve Kastallânî (ö. 923/1517) gibi âlimleri zikretmek gerekir.

Daha özel bir alan olan tecvid “harfleri güzel telaffuz etme” ilmi olduğundan harflerin hem seslendirilmesi hem de özellikleriyle meşgul olmuş, bu konuda IV. (X.) yüzyılın başlarından itibaren birçok eser verilmiştir. Gānim Kaddûrî Hamed, XIII. (XIX.) yüzyılın sonuna kadar el-li beş müellife ait 109 eserden bahseder (ed-Dirâsâtü’ś-śavtiyye, s. 23-46).

Osmanlı müellifleri de pek çok eserle bu alandaki çalışmalara katılmışlardır. İmam Muhammed Birgivî’nin ed-Dürrü’l-yetîm fî Ǿilmi’t-tecvîd’i, bunun tercümesi olan Eskicizâde Ali b. Hüseyin’in Terceme-i Dürrü yetîm’i, Hamza Hüdâî’nin Tecvîd-i Edâiyye’si, Mağnisî’nin Terceme-i Cezeriyye’si, Molla Abdurrahman Karabaşî’nin Karabaş Tecvîdi adlı risâlesi, Mehmed Zihni Efendi’nin el-Kavlü’s-sedîd fî ilmi’t-tecvîd’i, Debreli Hoca Abdülkerîm’in Mîzânü’l-hurûf’u, Abdülazîz b. Abdülfettâh’ın ĶavâǾidü’t-tecvîd’i bu alanda basılan en tanınmış eserler olup Cumhuriyet döneminde de özellikle 1950’lerden sonra Ali Rıza Sağman, Demirhan Ünlü, İsmail Karaçam, Abdurrahman Çetin gibi müellifler aynı alanda eser vermeye devam etmişlerdir.

BİBLİYOGRAFYA:

Halîl b. Ahmed, Kitâbü’l-ǾAyn (nşr. Mehdî el-Mahzûmî), Beyrut 1988, I, 57; Lisânü’l-ǾArab, XI, 41-44; Sîbeveyhi, el-Kitâb (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1977, III, 541 vd.; IV, 432-436; Ebû Saîd es-Sîrâfî, es-Sîrâfiyyü’n-Naĥvî fî davǿi şerĥihî li-Kitâbi Sîbeveyhi (nşr. Abdülmün‘im Fâiz), Şam 1983, s. 306; İbn Cinnî, Sırru śınâǾati’l-iǾrâb (nşr. Hasan Hindâvî), Beyrut 1985, I, 13, 46-48; Mekkî b. Ebû Tâlib, er-RiǾâye (nşr. Ahmed Hasan Ferhad), Amman 1984, s. 83-96, 107-112, 145; Ebû Amr ed-Dânî, et-Taĥdîd fi’l-itķān ve’t-tecvîd (nşr. Gānim Kaddûrî Hamed), Bağdad 1988, s. 104-107, 120; a.mlf., el-Muĥkem fî naķdi’l-meśâhif (nşr. İzzet Hasan), Dımaşk 1379/1960, s. 4-7, 108 vd.; İbnü’l-Bâziş, el-İķnâǾ, I, 171-173; İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, I, 201-202, 362-491; II, 125, 288; a.mlf., et-Temhîd fî Ǿilmi’t-tecvîd (nşr. Gānim Kaddûrî Hamed), Beyrut 1986, s. 113, 115; Süyûtî, el-İtķān, Kahire 1951, I, 98; Kastallânî, Leŧâǿifü’l-işârât li-fünûni’l-ķırâǿât (nşr. Âmir es-Seyyid Osman - Abdüssabûr Şâhin), Kahire 1972, s. 184; Ahmed b. Muhammed el-Bennâ, İtĥâfü füđalâǿi’l-beşer (nşr. Şa‘bân M. İsmâil), Beyrut 1987, II, 125, 365; Saçaklızâde, Cühdü’l-muķıl, Süleymaniye Ktp., Erzincan, nr. 8, vr. 10b-57a (“sıfâtü’l-hurûf” babı); Hâmid b. Abdülfettâh, Zübdetü’l-Ǿirfân fî vücûhi’l-Ķurǿân, İstanbul 1894, s. 5; Ali Rıza Sağman, Sağman Tecvidi, İstanbul 1964, s. 18 vd.; Demirhan Ünlü, Kur’ân-ı Kerîm’in Tecvidi, Ankara 1975, s. 41 vd.; Gānim Kaddûrî Hamed, ed-Dirâsâtü’ś-śavtiyye Ǿinde Ǿulemâǿi’t-tecvîd, Bağdad 1986, s. 23-46, 227 vd.; Abdurrahman Çetin, Kur’an Okuma Esasları: Tecvid, İstanbul 1987, s. 31 vd.; İsmail Karaçam, Kur’ân-ı Kerîm’in Faziletleri ve Okunma Kaideleri: Mufassal Tecvid, İstanbul 1991, s. 185 vd.

Mehmet Ali Sarı