HARRE

(الحرّة)

Arabistan yarımadasındaki bazalttan oluşan volkanik alanlar.

Arapça’da ateşte yanmış gibi görünen, siyah bazalt kütleleri veya parçaları ile örtülü düzlük ve tepeciklerden meydana gelen volkanik alanlara harre (sıcak, kızgın) denilmektedir; lâbe de (lâve, lav) harre ile eş anlamlıdır. Yanardağların püskürmesi sırasında akan lavların soğuyarak katılaşması sonucunda teşekkül eder ve geniş bir alana yayılır. Arabistan’daki yükselti ve vadilerin çoğunun bu şekilde oluşması yarımadanın karakteristik özelliklerindendir. Harre alanlarının ortaya çıkması uzun zaman alır ve bu uzun zaman zarfında tepelerden kopan parçalar eteklerde birikir, sonra da bu bölgeler herhangi yeni bir harekete mâruz kalmadığında yavaş yavaş çöle dönüşür. Bazı yorumcular, bu durumun Tevrat’ın Yeremya bölümünde (17/6) tasvir edilen çöllerle uygunluk arzettiğini söylemektedir (İA, V/1, s. 301). Yarımadada İslâm öncesi dönemde yanardağ patlamalarına başta Antere olmak üzere birçok şairin temas ettiği görülür. Hz. Ömer zamanında 19 (640) yılında Harretü Leylâ diye bilinen yerde patlama olmuş (İbn Kesîr, VII, 96), Hz. Osman döneminde de Medine yakınındaki volkanik dağların birinden duman çıkmıştı. Hicaz bölgesinde vuku bulduğu tesbit edilen en son volkanik patlama, 28 Haziran 1256’da Medine’nin doğusunda meydana gelmiş, birkaç hafta süren bu faaliyet sırasında sık sık yer sarsıntıları olmuş ve yanardağdan çıkan lavlar Harretü’l-Arîd’e kadar uzanmıştı (a.g.e., XIII, 190; Semhûdî, I, 100). Ancak bu patlamadan Medine herhangi bir zarar görmemiş ve olayı rivayet eden tarihçiler hayretle karşıladıkları bu durumu Hz. Peygamber’in şehre ilişkin hadisleriyle yorumlamaya çalışmışlardır. O tarihten beri Arap yarımadasının herhangi bir kesiminde bu tür bir yer hareketine rastlanmamakla birlikte bölgedeki volkanların tam olarak pasifleşmediği ve zaman zaman faaliyete geçebileceği tahmin edilmektedir.

Arabistan’ın orta ve batı taraflarında Havran’ın doğusuna kadar uzanan kısımda “harre” denilen birçok yer vardır; bunların çoğu Dımaşk ile Medine arasında bulunmaktadır. İslâm coğrafyacıları, SuriyeYemen arasında günümüzde on üç tanesi bilinen (Bayumi, s. 9) yirmi dokuz harre olduğunu ve bunların en meşhurlarının Medine çevresinde yer aldığını kaydetmektedirler. Arap yarımadasındaki harrelerin güvenilir bir haritası, 1882’de A. Stübel’in seyahat hâtıralarıyla birlikte indeksli olarak neşredilmiştir (ZDMG, XXII [1868], s. 365 vd.). Otto Loth, Yâkūt’un zikrettiği yirmi dokuz harrenin yerlerini belirlemeye çalışır ve onun Güney Arabistan, Hadramut ve Yemen’de bulunan bazı harrelere temas etmediğini, ismini verdiği bazılarının da bugün mevcut olmadığını söyler. Hamed el-Câsir de özellikle adları birbirine karışmış olan bazı harreleri tesbit etmeye çalışır. En geniş alanı kaplayan Hayber ve Uveyrıd harreleridir. Harrelerden çoğu Câhiliye döneminde veya İslâmî dönemde meydana gelen bir olayla meşhur olmuş ve bu olayla ya da üzerinde yaşayan kabilenin adıyla anılmıştır; dolayısıyla isimlerin çoğunluğu mahallîdir. Hicaz bâdiyelerinde her kabilenin kendine mahsus bir harresi vardı; buralara gelerek çadır kurar ve “harrî” dedikleri develerini otlatırlardı. Bu bölgeler Araplar’ın eskiden beri taş ve madencilik alanları idi; özellikle bazalttan değirmen taşı yapılırdı. Bugün de Vâdilkurâ ile Teymâ arasında bulunan Harretünnâr boraks madeninin en bol olduğu yerdir. Sert ve muhtelif ebatlardaki dağınık taşlardan meydana gelen harrelerde yaşamanın zorluğuna rağmen halkın buralara gelmesinin sebebi zengin su kaynaklarının bulunmasıydı. Çünkü bazalt tabakalarının altında su rezervleri bulunuyordu. Nitekim günümüzde de Medine’yi besleyen zengin su kaynaklarının çoğunun harre bölgelerinde yer aldığı Bayumi’nin çalışmasıyla teyit edilmektedir (bk. bibl.). Bunların yanı sıra üzerinde sürekli olarak ikamet edilenler de vardı. Meselâ Medine harrelerinden Harretü Vâkım’ın iki mahallesinde Benî Kurayza ve Benî Nadîr yahudileri, üç mahallesinde de Evs kabilesinin üç kolu oturuyordu. Benî Abdüleşhel’in oturduğu mahallede ise bu kola ait bir kale bulunuyordu. Hicret’ten sonra Benî Nadîr yahudileri burada kuşatılarak Medine’den çıkarılmış, ayrıca Benî Kurayza yahudileri de yine burada mağlûp edilmişti (Ahmed İbrâhim eş-Şerîf, s. 312). Yapılan arkeolojik kazılarda bulunan içi kurşun kaplı muhkem bir sarnıç ile seramik ve tuğla ocakları, nübüvvetin başlangıcında bu harrelerin muntazam bir iskân gördüğünü doğrulamaktadır.

Hz. Peygamber hicretten önce ashabına, “Sizin hicret edeceğiniz yerin iki kara taşlık (harre) arasında hurmalık bir şehir olduğunu gördüm” demiş (Buhârî, “Kefâlet”, 4) ve bu haber başta Selmân-ı Fârisî’nin İslâm’a girişiyle ilgili rivayetler olmak üzere ilk devir literatürünün tamamında yer almıştır (İbn İshak, s. 68; İbn Sa‘d, I, 137; IV, 58). Hicretten sonra Medine hareminin sınırları Resûl-i Ekrem tarafından iki harre (Harretü Vâkım ve Harretülvebere) arasında bulunan alan olarak belirlenmiştir (Müsned, II, 286, 376; Buhârî, “Feżâǿilü’l-Medîne”, 1; Belâzürî, s. 8-9). Hz. Peygamber’in hicret haberini alan Medineliler her gün kuşluk vakti Harretülvebere mevkiine çıkarak öğle sıcağı bastırıncaya kadar beklemişler ve sonunda ona ilk defa burada kavuşmuşlardı (İbn Hişâm, II, 134; İbn Kesîr, III, 184). Resûlullah, Hadramut heyetiyle Medine’ye gelerek müslüman olan Rifâa b. Zeyd ve yanındakilerin Harretürreclâ’da ağırlanmasını emretmişti. Erken İslâmî dönemde irtidad edenlerle recme mahkûm edilenlerin cezalarının Medine harrelerinde yerine getirildiği rivayet edilmektedir (Müslim, “Ķasâme”, 2). Hicretten önce Medine’de ilk cuma namazının Harretü Benî Beyâza’da kılındığı haber verilmektedir (İbn Hişâm, II, 82-83). Hz. Peygamber Tebük Gazvesi sırasında Tebük harresinde konaklamıştı. Medineliler’le Emevîler arasında cereyan eden ünlü Harre Savaşı da (63/683) Harretü Vâkım’da vuku bulmuştur. Öte yandan Abbâsî Halifesi Vâsiķ-Billâh’ın, Medine ve çevresinde ayaklanan bedevî Süleymoğulları’nın üzerine Sâmerrâ’dan gönderdiği Türk kumandanı Boğa el-Kebîr, isyancıları 230 (844) yılında kalelerinin bulunduğu Harretü Benî Süleym’de mağlûp etmişti (Taberî, IX, 130).

İbnü’n-Nedîm, “Kitâbü harre” adıyla birçok eser telif edildiğini ve bunların coğrafya kitapları arasında geniş bir yer tuttuğunu kaydetmektedir (el-Fihrist, s. 244, 460, 482, 532). Bu tür çalışmaların başlıcaları, Ebû Ubeyde Ma‘mer b. Müsennâ’nın (ö. 209/824) Kitâbü’l-Ĥarrât, Ali b. Dâvûd’un Kitâbü’l-Ĥarre ve’l-ümme, Medâinî’nin Kitâbü Ĥarreti Vâķım ve Gallâbî’nin Kitâbü’l-Ĥarre adlı eserleridir. Vâkıdî’nin bu isimle yazdığı kitap ise Semhûdî ve Ebü’l-Arab’ın eserleri içerisinde günümüze ulaşmıştır.


BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “ĥrr” md.; Wensinck, el-MuǾcem, “ĥarre”, “lâbe” md.leri; Müsned, II, 286, 376; Buhârî, “Feżâǿilü’l-Medîne”, 1, “Kefâlet”, 4; Müslim, “Ķasâme”, 2; İbn İshak, es-Sîre, s. 68; İbn Hişâm, es-Sîre (nşr. Abdüsselâm Tedmürî), Kahire 1987, II, 82-83, 134; III, 17-18, 138; IV, 259, 261; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt (nşr. M. Abdülkādir Atâ), Beyrut 1410/1990, I, 137, 263-264; IV, 58; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 8-9; İbn Şebbe, Târîħu’l-Medîneti’l-münevvere, I, 224, 268; II, 422, 431, 765; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), IX, 130; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Şüveymî), s. 244, 460, 482, 532; Bekrî, MuǾcem, I, 435 vd.; Yâkūt, MuǾcemü’l-büldân (Cündî), II, 283-288; a.mlf., el-Müşterik, s. 137-138; İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 184; VII, 96; XII, 199-205; XIII, 190; Semhûdî, Vefâǿü’l-vefâǿ, I, 100, 144, 145; Mir’âtü’l-Haremeyn, II, 1189; C. M. Doughty, Travels in Arabia Deserta, Toronto 1926, s. 75, 379-381, 402, 406, 417-424, 430-431, 440-443; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, I, 145-150; Ahmed İbrâhim eş-Şerîf, Mekke ve’l-Medîne fi’l-Câhiliyye ve Ǿahdi’r-Resûl, Kahire 1985; A. Musil, Şimâlü’l-Ĥicâz (trc. Abdülmuhsin el-Hüseynî), İskenderiye 1988, s. 27, 92, 96, 133-139, 143; Abdülkuddûs el-Ensârî, Âŝârü’l-Medîneti’l-münevvere, Medine 1406, s. 206-209; Hamed el-Câsir, el-MuǾcemü’l-coġrâfî, Riyad, ts. (Dârü’l-Yemâme), I, 407 vd.; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), II, 68-69, 207; T. Bayumi, Groundwater Resources of the Northern Part of the Harrat Rahat Plateau (doktora tezi, 1992), Mekke Câmiatü Melik Abdilazîz, s. 9; O. Loth, “Die Vulkanregionen (Harrá’s) von Arabien nach Jâqût”, ZDMG, XXII (1868), s. 365-382; “Harre”, İA, V/1, s. 300-301; L. Veccia Vaglieri, “al-Ĥarra”, EI² (İng.), III, 226-227.

Mustafa Sabri Küçükaşcı