HAYRÂBÂD

(خيدرآباد)

Nâbî’nin (ö. 1124/1712) konusu maddî aşk macerası olan mesnevisi.

Ferîdüddin Attâr’ın İlâhînâme’sindeki bir hikâyenin genişletilmesinden meydana gelmiş olup sonundaki tarih kıtasına göre 1117’de (1705) Halep’te kaleme alınmıştır. Şairin yaşlılık devresi çalışmalarından olan eser her biri Farsça başlık taşıyan yetmiş bölümden oluşmuş ve aruzun “mef‘ûlü mefâilün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Tamamı, değişik nüshalara göre 1996 ile 2007 beyitten ve bir tarih kıtasından ibarettir. Attâr’dan önce de bir Şark efsanesi olarak var olan bu hikâyeyi Nâbî, ilâve ettiği vak‘alarla genişletip zenginleştirerek sürükleyici bir hale koymuştur.

Nâbî, Hayrâbâd’a klasik mesnevi tertibine uyarak tevhid, na‘t ve mi‘râciye ile başlar; dönemin sadrazamı Baltacı Mehmed Paşa’ya ve Sultan III. Ahmed’e yazdığı methiyelerden sonra aklın fazileti ve önemiyle ilgili bir bahis açar; bunların ardından da asıl hikâyeye geçer: Cürcân ülkesi hükümdarı Hürrem Şah, çok sevdiği nedimi Câvid’i bir içki meclisinin hararetli havası içinde ona ilgisini sezdiği şair Fahr-i Cürcânî’ye ihsan eder. Şair Fahr er-tesi günü ayıldığında, Hürrem Şah’ın bu hareketine pişman olacağını düşündüğünden tedbirli davranarak Câvid’i beraberinde götürmeyip taht odasının altındaki “serdâb”da saklar. Nitekim şah kendine gelip yaptığına pişman olunca Fahr’ın tedbirli davrandığını öğrenerek sevinir ve Câvid’i görmek ister. Fakat serdâba inildiği zaman orada sadece bir kül yığını ile karşılaşılır. Burayı aydınlatan büyük mumlardan birinin devrilmesiyle çıkan yangının Câvid’i kül ettiğini sanan Hürrem Şah derin bir üzüntüye kapılarak serdâba çekilir ve ölünceye kadar vaktini orada ibadetle geçirmeye karar verir. Fahr-i Cürcânî de kederinden çöllere düşer.

Hayrâbâd’ın buraya kadar olan bölümü (619-729. beyitler), İlâhînâme’deki “Fahreddîn-i Gürgânî ile Padişahın Kölesi” başlığını taşıyan hikâyenin genişletilmesinden meydana gelmiştir (krş. İlâhinâme, s. 142-147, 1826-1887. beyitler). Nâbî, Attâr’ın hikâyesinin burada sona erdiğini, ancak kendisinin hikâyeyi tamamlamayı arzu ettiğini belirterek mesneviyi şu şekilde devam ettirir: Câvid, Hürrem Şah ve Fahr’ın sandığı gibi yanıp kül olmamış, Çâlâk adlı bir hırsız tarafından serdâbdan çıkarılmıştır. Şahın sarayını soymak için kendi evinden sarayın altındaki


daireye gizli bir yol açan Çâlâk, olay gecesi Câvid’i serdâbdaki yangından kurtarıp kendi evine götürmüştür. Serdâba kapanmış olan Hürrem tesadüfen gizli yolu bularak Çâlâk’in evine ulaşır ve burada Câvid’i bulur. Fakat şahı görünce telâşa kapılan Câvid kaçmaya başlar. Şah Câvid’in, Çâlâk de her ikisinin peşine düşer. Bu kaçış ve kovalayış sırasında Câvid’in bir kuyuya girmesiyle olaylar gelişir. Mesnevinin bu üç kahramanı, içine girdikleri bir bahçede güzel bir kızın ifrit kılıklı Tamtam adındaki haydudun elinde tecavüze uğramak üzere olduğunu görürler. Tamtam’ın adamları şah ile Câvid’i yakalayıp bağlarlar. Olanları uzaktan takip eden Çâlâk ise uyutucu bir ilâçla tesirsiz hale getirdiği Tamtam’ı ve adamlarını öldürür. Sonunda şah, Câvid ve kurtardıkları kız hep birlikte sarayın serdâbına dönerler.

Bu defa da Kirman şahı, öteden beri kin beslediği Hürrem Şah’ı bir adamı vasıtasıyla öldürtmek ister. Şah yine Çâlâk’in yardımı ile ölümden kurtulur. Öte yandan şahı inzivâ hayatından vazgeçirmek için serdâba inen saray erkânı, orada hükümdarlarını yandığı sanılan Câvid ve kızla birlikte görüp hayretler içinde kalırlar. Daha sonra şah Câvid’i kızla evlendirir. Düğün gecesi ortadan kaybolan Çâlâk ise kısa bir süre sonra Kirman şahını esir alarak geri döner; Hürrem Şah da onu affedip ülkesine gönderir. Hürrem Şah, Câvid, Çâlâk ve Fahr-i Cürcânî bundan sonraki ömürlerini mutluluk içinde geçirirler.

Tasavvufî remizlerin bulunmadığı, tamamen sergüzeşte dayanan Hayrâbâd, birçok mesnevinin aksine güzel bir şekilde sona ermesi ve içindeki olayların zenginliğiyle mesnevi edebiyatında özel bir yere sahiptir. Eser merak uyandırıcı olayları, güzel tasvirleri ve ifade gücüyle Nâbî’nin sanatındaki ustalığını göstermekteyse de Şeyh Galib’in tenkitlerinin tesiriyle mesneviyi başarısız kabul edenler de vardır. Şeyh Galib Hayrâbâd’ı lüzumsuz yere uzatılmış, ifadesi ağır bir mesnevi olarak nitelendirir. Ziyâ Paşa da Harâbât mukaddimesinde Şeyh Galib’in tenkitlerinde haklı olduğunu belirtir. Ayrıca Hayrâbâd’da belirli bir görüş ve düşünce bütünlüğünün olmadığı da ileri sürülmüştür.

Devrinde takdir edilen ve pek çok yazma nüshası bulunan Hayrâbâd’ın sadece İstanbul’da belli başlıları Süleymaniye (Ayasofya, nr. 3851, Lâleli, nr. 721; İzmir, nr. 569), Millet (Ali Emîrî Efendi, Manzum, nr. 418/1, 420/1), Topkapı Sarayı Müzesi (Revan Köşkü, nr. 764/2) ve İstanbul Üniversitesi (TY, nr. 612, 5090) kütüphanelerinde olmak üzere yirmi kadar nüshası bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Hayrâbâd Mesnevisinin Transkripsiyon ve Edisyon Kritiği (haz. Şâkir Sağır, lisans tezi, 1971), Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Ktp., nr. 1098; Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk (nşr. Abdülbâki Gölpınarlı), İstanbul 1968, s. 57-60, ayrıca bk. neşredenin önsözü, s. 29-32; Attâr, İlâhinâme (trc. Abdülbaki Gölpınarlı), İstanbul 1967, s. 142-147; Gibb, HOP, III, 370-374; Sevin Ünlü, Nâbî’nin Hayrâbâd’ı (lisans tezi, 1965), AÜDTCF; Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 468-469; Banarlı, RTET, II, 676-677; Abdülkadir Karahan, Nâbî, Ankara 1987, s. 46-47; a.mlf., “Nâbî”, İA, IX, 6; Büyük Türk Klâsikleri, V (Hüseyin Ayan v.dğr.), s. 268, 297-301; Meserret Diriöz, Eserlerine Göre Nâbî, İstanbul 1994, s. 137-146, ayrıca bk. tür.yer.; Mahmut Kaplan, Hayriyye-i Nâbî, Ankara 1995, s. 41-42; “Hayrâbâd”, TDEA, IV, 178.

Mine Mengi