HİCÂBE

(الحجابة)

Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası görevi.

Sözlükte “örtmek, birinin bir yere girmesine engel olmak” anlamına gelen hicâbe kelimesi terim olarak başta Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası ve kapısının belli zamanlarda ziyaretçilere açılması olmak üzere makām-ı İbrâhim’in, hediye edilen kıymetli eşya ile iç ve dış örtülerin korunması ve bakımı gibi önemli hizmetleri ifade eder. Hicâbe kaynaklarda “Kâbe’ye hizmet etmek” anlamındaki sidâne ile (sedâne) birlikte de kullanılmıştır. Sidânenin Kâbe ile ilgili bütün hizmetleri, hicâbenin ise yalnız kapısıyla ilgili hizmetleri ifade ettiği de ileri sürülmektedir. Hicâbe görevinde


bulunanlara hâcib veya sâdin denilir; ayrıca bunlar hacebî nisbesiyle de anılmışlardır (Sem‘ânî, II, 277).

Rivayetlere göre hicâbe görevi Hz. İsmâil’den bir nesil sonra Cürhümlüler’e, onlardan da Huzâalılar’a geçmişti ve reisleri Huleyl b. Hubşiyye tarafından yürütülüyordu. Huleyl’in kızı ile evlenen Kusay kayınpederinin ölümünden sonra Mekke’nin hâkimi oldu; dolayısıyla Kâbe’ye ve hacılara hizmet etme görevini de üstlendi. Kusayy’ın vasiyetine uygun olarak yerini oğullarından Abdüddâr aldı ve böylece hicâbe de onun soyunun elinde babadan oğula sırasıyla Osman b. Abdüddâr, Abdüluzzâ b. Osman, Ebû Talha (Abdullah) b. Abdüluzzâ, Talha b. Ebû Talha ve Osman b. Talha’ya intikal etti. Bu görev, Mekke’nin fethi sırasında Osman b. Talha’nın uhdesinde bulunuyor ve Kâbe’nin anahtarı da onun annesinde duruyordu. Hicâbenin Abdümenâfoğulları’nda olduğunu ve çekilen kura sonucu Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim b. Abdümenâf’a geçtiğini, onun ölümünden sonra soyuna intikal ettiğini, İslâmiyet’in doğuşu sırasında Benî Hâşim’in elinde bulunduğunu iddia edenler varsa da (el-Ķāmûsü’l-İslâmî, II, 38) bu doğru değildir. Resûl-i Ekrem, Mekke’nin fethedildiği gün tavafın ardından Osman b. Talha’yı çağırdı ve Kâbe’nin kapısını açtırarak Beytullah’ı içerideki resim ve putlardan temizlettikten sonra Bilâl ve Üsâme ile birlikte içeri girip namaz kıldı (Buhârî, “Śalât”, 81). Dışarıya çıktıktan sonra Abbas ve Hz. Ali, sikāye ile birlikte hicâbenin de kendilerine verilmesini istediler. Ancak Resûl-i Ekrem Kâbe’nin anahtarını onlara vermedi ve Osman b. Talha ile amcasının oğlu Şeybe b. Osman’ı çağırarak, “Gün iyilik ve vefa günüdür. Ey Ebû Talha oğulları! Emaneti kıyamete kadar sizde kalmak üzere alın; hicâbeyi sizden ancak zalimler geri alır” (İbn Sa‘d, II, 137) dedi ve anahtarı ikisine teslim etti. Hz. Peygamber’in anahtarı sadece Osman b. Talha’ya verdiği de rivayet edilmektedir; ancak Osman b. Talha’dan sonra hicâbenin Şeybe b. Osman’a geçmesi ve tarih boyunca onun neslinde kalması dikkate alındığında anahtarın ikisine birlikte verilmiş olması ihtimali kuvvet kazanmaktadır. Resûl-i Ekrem’in anahtarı verirken elbisesiyle gizlediği ve onlara da bu yönde davranmaları tavsiyesinde bulunduğu belirtilmektedir. Anahtarın Abdüddâroğulları’na, “Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder” (en-Nisâ 4/58) meâlindeki âyetin nüzûlünden sonra teslim edildiği de söylenmektedir (Taberî, V, 86-88). Öte yandan İbn Kuteybe ve İbn Hazm, Şeybe b. Osman’ın Osman b. Talha’nın oğlu olduğunu kaydediyorlarsa da (el-MaǾârif, s. 70; Cemhere, s. 127) diğer kaynaklarda onun amcasının oğlu olduğu belirtilir ki doğrusu budur.

Osman b. Talha Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye döndü ve Resûlullah’ın vefatına kadar orada kaldı. Bu zaman zarfında hicâbe görevi Şeybe b. Osman ve oğulları ile kardeşi Vehb b. Osman tarafından yürütüldü; Osman b. Talha da geri dönünce onlara katıldı. Osman b. Talha’nın vefatı üzerine görevi Şeybe b. Osman ve onun ahfadı (Benî Şeybe) devam ettirdi. İbn Kuteybe (ö. 276/889), Belâzürî (ö. 279/892-93), İbn Abdülber en-Nemerî (ö. 463/1071), İbnü’l-Esîr (ö. 630/1233), Kalkaşendî (ö. 821/1418) ve Eyüp Sabri Paşa (ö. 1308/1890), kendi zamanlarında hicâbenin Benî Şeybe tarafından yürütüldüğünü kaydetmektedirler; günümüzde de bu görev Şeybe ailesinin elindedir (Muhammed b. el-Alevî el-Abbas, s. 125).

Hz. Peygamber Mekke’nin fethi sırasında yaptığı bir konuşmada şunları söylemiştir: “Dikkat edin! Kâbe’nin hizmeti (sidânetü’l-beyt) ve hacılara su temini (sikāye) dışında geçmişe ait bütün mefâhir iddiası, kan ve mal davaları şu iki ayağımın altındadır” (Müsned, II, 36, 103).

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “ĥcb”, “sdn” md.leri; Müsned, II, 11, 36, 103; III, 410; Buhârî, “Śalât”, 81; Vâkıdî, el-Meġāzî, II, 837-838; İbnü’l-Kelbî, Cemhere (Abdüssettâr), I, 216-217; İbn Hişâm, es-Sîre2, IV, 412; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, II, 136-137; Zübeyrî, Nesebü Ķureyş, s. 251-253; İbn Habîb, el-Muĥabber, s. 17; Ezrakī, Aħbâru Mekke (Melhas), I, 111, 114, 265-268; İbn Kuteybe, el-MaǾârif (Ukkâşe), s. 70, 575; Belâzürî, Ensâb, I, 53; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, V, 86-88; İbn Hazm, Cemhere, s. 126-127; İbn Abdülber, el-İstîǾâb (Bicâvî), II, 712-713; Nâsır-ı Hüsrev, Sefernâme (trc. Abdülvehhab Tarzi), İstanbul 1967, s. 117-119; Sem‘ânî, el-Ensâb, II, 277; III, 486-487; İbn Cübeyr, er-Riĥle, Beyrut 1400/1980, s. 70-71; İbn Kudâme, et-Tebyîn fî ensâbi’l-Ķureşiyyîn (nşr. M. Nâyif ed-Düleymî), Beyrut 1408/1988, s. 249-251; Muhibbüddin et-Taberî, el-Ķırâ li-ķāśıdi Ümmi’l-ķurâ (nşr. Mustafa es-Sekkā), Kahire 1390/1970, s. 502 vd.; Kalkaşendî, Nihâyetü’l-ereb (nşr. İbrâhim el-Ebyârî), Kahire 1991, s. 310; İbn Hacer, el-İśâbe (Bicâvî), IV, 450-451; Tecrid Tercemesi, II, 417-418; VI, 25; X, 311-312; Şâmî, Sübülü’l-hüdâ, V, 366-368; Mir’âtü’l-Haremeyn, I, 306-309, 968-969; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, V, 248, 250; Muhammed b. el-Alevî el-Abbâs, Fî Riĥâbi’l-Beyti’l-Ĥarâm, Cidde 1979, s. 125; Köksal, İslâm Tarihi (Medine), VIII, 894; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Tuğ), II, 894; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), I, 194-196; Kehhâle, MuǾcemü ķabâǿili’l-ǾArab, Beyrut 1991, II, 623; el-Ķāmûsü’l-İslâmî, II, 38; III, 282; G. Demombynes, “Şeybe”, İA, XI, 458-460.

İbrahim Sarıçam