HİL

(الحلّ)

Mekke ve Medine haremlerinin dışında kalan bölge için kullanılan fıkıh terimi.

Sözlükte “bir şeyin helâl olması, bir borcun ödenme vaktinin yaklaşması, bir yeminin yerine getirilmesi” gibi anlamlara gelen hill kelimesi, dinî literatürde sözlükteki “helâl olma” anlamı çerçevesinde terim anlamları kazanmıştır. Fıkıh usulünde hil helâl, mubah ve câiz ile eş anlamlı olarak kullanılırsa da son üç terim daha yaygındır. İhramdan çıkmaya da ihramda yasak olan fiillerin serbestlik kazanması sebebiyle hil veya tehallül denilir. Hil kelimesi örfî ve dinî kullanımda, Mekke ve Medine haremlerinin dışında ve mîkāt sınırları içinde kalan bölgeyi ifade eder (bk. ÂFÂKÎ; HAREM; MÎKĀT). Bu bağlamda hil teriminin, sözlük anlamıyla da ilişki kurularak harem bölgesine mahsus yasakların kalktığı yasaksız bölgeyi veya ihramın sona erdiği bölgeyi ifade ettiği, bundan hareketle Mekke ve Medine (veya sadece Mekke) haremi dışında kalan bütün yeryüzünü kapsadığı ileri sürülebilirse de (Mv.F, XVIII, 103) hillin fıkıh literatüründeki bilinen ve yaygın anlamı, Mekke haremini belirleyen işaretlerin (alem) dışında ve mîkāt sınırları içinde kalan bölge olmasıdır. Bu bölgeye bustân da denildiği gibi bölgede oturanlar hillî, bustânî veya mîkātî diye anılır. Bu anlamda haremhil ayırımının tarih ve coğrafya literatüründe de sıkça kullanıldığı görülür (Ezrakī, II, 130-131, 309; İbn Hişâm, III, 333; Muhammed b. Ahmed el-Fâsî, I, 87, 92, 103, 114-115; Muhammed b. İshak el-Fâkihî, V, 87-88).

Hil bölgesinde oturanlar hac ve umre ibadetinin ifası, özellikle de ihrama girme ve ihram yasakları konusundaki fıkhî hükümler açısından harem bölgesinde oturanlara (haremî veya Mekkî) yahut mîkāt sınırları dışında oturanlara (âfâkî) nisbetle bazı imtiyazlara sahip oldukları gibi bazı mükellefiyetleri de vardır. Gerek Mekke haremi gerekse Medine hareminde yasak olan avlanma, ağaç kesme ve ot koparma gibi davranışlar hil bölgesinde helâl olur. Hilde oturanlar hac veya umre niyetiyle harem bölgesine geçmek istediklerinde hilde ihrama girmek zorundadırlar. Ancak Mâlikîler, bunların ihram mîkātının evleri veya mescidleri, Şâfiî ve Hanbelîler ise oturdukları yerleşim merkezi olduğunu belirtmişlerdir. Hanefîler’e göre evlerinde ihrama girmeleri daha faziletli olmakla birlikte harem sınırına kadar herhangi bir yerden de girebilirler. Buna karşılık hil sakinlerinin hac ve umre dışında bir maksatla harem bölgesine geçmek istediklerinde ihrama girmeleri gerekli görülmemiştir. Âfâkîlerin hangi amaçla olursa olsun mîkāt sınırlarına ihramsız girmeleri câiz görülmemişken hillîlerin veya haremde oturup da hil bölgesine geçenlerin hac ve umre dışında bir maksatla hareme ihramsız girmelerinin câiz görülmesi, harem bölgesine sıkça girip çıkmak zorunda olan bu kişileri böyle bir dinî mükellefiyetle sıkıntıya sokmamak içindir. Daha önce hareme ihramla gelip ihramdan çıktıktan sonra hil bölgesine giden âfâkîler için de hüküm aynıdır. Ayrıca âfâkîler, hareme gitme niyetleri olmadan hil bölgesine geldiklerinde ibadet için değil herhangi bir ihtiyaç için harem bölgesine girmede hil sakinleri gibidirler.

Harem halkının veya herhangi bir amaçla harem sınırları içinde bulunanların umre amacıyla ihrama girmek istemeleri halinde hil bölgesine çıkmaları gerekir. Çünkü umre ibadetinde de hacda olduğu gibi


haremle hil bölgelerini birleştirmek, yani bu ibadetleri hem harem hem de hil bölgelerinde ifa etmek şarttır. Bunların hac ihramı için hil bölgesine gitme mecburiyeti olmaması ise Arafat’ın hil bölgesinde bulunması ve vakfe sırasında bu mükellefiyetin gerçekleşmesi sebebiyledir.

Mekke’de bulunanların hil bölgesinde nerede ihrama girmelerinin daha faziletli olduğu hususunda mezhepler arasında görüş ayrılığı vardır. Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre fazilet sıralamasında önce Mescidü Âişe’nin bulunduğu Ten‘îm, ardından Ci‘râne, üçüncü sırada da Hudeybiye gelmektedir. Şâfiî ve Mâlikî mezheplerinde ise bu sıralama Ci‘râne, Ten‘îm ve Hudeybiye şeklindedir. Söz konusu görüş ayrılığı, Resûl-i Ekrem’in Hz. Âişe’yi ihrama girmek üzere Mekke’den Ten‘îm’e göndermesine karşılık (Buhârî, “Ĥac”, 31, 77, 81; “Meġāzî”, 77; Müslim, “Ĥac”, 111-112, 120) kendisinin Mekke’nin fethedildiği yıl Ci‘râne’de ihrama girmiş olması (Müsned, IV, 430; Nesâî, “Menâsik”, 104) uygulamalarına dayanmaktadır. Hanefî mezhebine göre kavlî sünnet fiilî sünnetten daha kuvvetli sayıldığı için Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’yi ihrama girmesi için gönderdiği Ten‘îm bizzat kendisinin ihrama girmek için gittiği Ci‘râne’den efdaldir.

Mekke haremi konusunda fakihler arasında görüş birliği bulunduğu için Mekke’ye ait hil konusunda da görüş birliği mevcutken Medine haremiyle ilgili görüş ayrılıklarına bağlı olarak Medine’ye ait hil bölgesinden söz edilip edilemeyeceği tartışmalıdır. Buna göre Medine’nin de Mekke gibi haremi bulunduğunu ve bu haremin sınırlarının Resûl-i Ekrem tarafından belirlendiğini kabul eden Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre söz konusu harem sınırının bittiği yerden hil sınırı başlamaktadır. Medine’nin haremi olmadığını ileri süren Hanefîler ise bu görüşünün tabii bir sonucu olarak Medine’ye ait bir hil bölgesinin de bulunmadığını söylemektedir.

Öte yandan Kur’ân-ı Kerîm’de işaret edilen (et-Tevbe 9/36) ve Hz. Peygamber tarafından isimleri tek tek zikredilen zilkade, zilhicce, muharrem ve receb ayları (Buhârî, “Bedǿü’l-ħalķ”, 2, “Meġāzî”, 77; Müslim, “Ķasâme”, 29; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 67) haram aylar olarak anıldığı için bu dört ayın dışında kalan sekiz ay da hil ayları olarak bilinmektedir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “ĥll” md.; el-Muvaŧŧaǿ, “Ĥac”, 223; Müsned, IV, 430; V, 37, 73; VI, 177; Buhârî, “Ĥac”, 31, 77, 81, “Meġāzî”, 77, “Bedǿü’l-ħalķ”, 2, “Eđâĥî”, 5, “Tevĥîd”, 24; Müslim, “Ĥac”, 111-112, 120, “Ķasâme”, 29; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 23, 67; Nesâî, “Ŧahâret”, 150, “Menâsik”, 104; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 333; Ezrakī, Aħbâru Mekke (Melhas), II, 130-131, 309; Fâkihî, Aħbâru Mekke (nşr. Abdülmelik b. Abdullah), Mekke 1407/1986-87, V, 87-88; Serahsî, el-Mebsûŧ, IV, 168-170; Kurtubî, el-CâmiǾ, VIII, 134-135; Nevevî, Ravżatü’ŧ-ŧâlibîn (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali M. Muavvez), Beyrut 1412/1992, III, 43-44; Kâsânî, BedâǿiǾ, II,166; İbn Kudâme, el-Muġnî, III, 210; Fâsî, Şifâǿü’l-ġarâm (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Beyrut 1405/1985, I, 87, 92, 103, 114-115, 462-463; Buhûtî, Keşşâfü’l-ķınâǾ, II, 474, 519; el-Fetâva’l-Hindiyye, I, 221; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), II, 474-479; Sâlih el-Ezherî, Cevâhirü’l-iklîl, Beyrut, ts. (Dârü’l-Ma‘rife), I, 196, 198; “İhrâm”, Mv.F, II, 145-151; “Ĥarem”, a.e., XVII, 186-188; “Ĥill”, a.e., XVIII, 103-107; Ahmet Önkal, “Ci‘râne”, DİA, VIII, 25.

Salim Öğüt