HİYEL

(الحيل)

Şekil bakımından hukuka uygun bir işlemi vasıta kılarak yasaklanmış bir sonucu elde etmek amacıyla yapılan muamele anlamında fıkıh terimi.

Arapça’da “değişmek, maksada ulaşıncaya kadar fikir değiştirmek” mânasında masdar ve “çare, kurnazlık, iyi düşünce, işlerde tasarruf kudreti” anlamında isim olarak kullanılan hîle kelimesinin çoğuludur. Hile Kur’ân-ı Kerîm’de “çare”, “çıkış yolu” mânasında bir yerde (en-Nisâ 4/98), aynı anlamda mahrec de yine bir yerde (et-Talâk 65/2) geçmektedir. Ebû Süleyman el-Cûzcânî gibi bazı âlimler hile yerine özellikle mahrec (çoğulu mehâric) kelimesinin kullanılması gerektiğini söylemişlerdir (Ebü’l-Leys es-Semerkandî, vr. 367b). Bugüne ulaşan en eski hiyel kitabına da el-Meħâric fi’l-ĥiyel adı verilmiştir. Arapça’da hile karşılığında kullanılan hud‘a, hadîa, mekr, keyd, tedlîs, tağrîr, gaşş (gışş) gibi kelimeler daha çok “insanlarla olan münasebetlerde karşı tarafı aldatma, zarara sokma” mânasını ifade etmektedir (bk. HİLE).

Tanımı ve Mahiyeti. İslâm hukukunun başlangıçta meseleci (kazuistik) bir metotla tedvin edilmiş olmasının sonucu olarak literatürde hilenin tanımından ve hileyle ilgili genel kurallardan ziyade hilenin mahiyeti, hangi şer‘î meselelere ne ölçüde uygulanabileceği veya mevcut / muhtemel uygulamaların dinî hükmü gibi konular üzerinde durulur. Hatta ilk dönemlerde hileye sözlük anlamından fazla bağımsız olmayan geniş bir anlam yüklendiğini, bunun için de kişiyi amacına ulaştıran her türlü vasıtanın hile kavramı içinde telakki edildiğini söylemek mümkündür. Bunun sonucunda câiz olan ve câiz olmayan hile ayırımı ortaya çıkmıştır. Buna göre dört tasarruf türü hiyel kapsamı içinde mütalaa edilmiştir. 1. Nikâh, alışveriş ve ruhsatlar gibi meşrû vasıtaları kullanarak meşrû sonuçlara ulaşmak. 2. Namaz kılmamak için içki içip namaz vaktinde sarhoş bulunmak gibi gayri meşrû vasıtalarla gayri meşrû sonuçlara ulaşmak. 3. Başkasının bıçağını çalmak veya gasbetmek suretiyle kendi hayvanını kesmek gibi gayri meşrû vasıtalarla meşrû sonuçlara ulaşmak. 4. Bey‘u’l-îne, hülle gibi meşrû vasıtaları kullanarak gayri meşrû sonuçlara ulaşmak. Burada ifade edilen muameleler hukukî açıdan


değerlendirildiğinde ilk üçünün hükmünün açık olduğu görülür. Birinci durumda câiz, ikinci durumda câiz olmayan, üçüncü durumda ise ilk aşamada câiz olmayan, ikinci aşamasında câiz olan bir davranış söz konusudur. Ancak ileri dönemlerde “hîle-i şer‘iyye” tabirinin dar anlamına tekabül edecek olan dördüncü muamelenin hükmü konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Çünkü ortada görünüş ve şekil bakımından hukuka uygun bir işlem mevcuttur. Ancak bununla hukukun yasakladığı bir sonuca ulaşma amacı söz konusudur. Eğer görünüşe itibar edilecekse bu tasarruf hukuka uygun ve geçerlidir, maksat esas alınacaksa hukuka aykırıdır. Buna göre meşrû bir muamele görüntüsü altında dinin veya hukuk düzeninin emredici bir hükmünü bertaraf ederek dinen-hukuken yasaklanmış bir sonuca ulaşmak amacıyla hareket eden kişinin bu şekilde vardığı sonuçtan hukukî olarak istifade edip edemeyeceği meselesi ortaya çıkmaktadır. Bu tartışma neticesinde hileye, modern hukuktaki kanuna karşı hile tabirine denk düşen daha dar bir anlam yüklenmiş ve hile terim olarak, “şekil bakımından hukuka uygun bir işlem vasıta kılınarak yasaklanmış bir neticeyi elde etme kastıyla yapılan muamele” şeklinde ifade edilebilen bir anlam kazanmıştır. Ancak İslâm hukukunda modern hukuktan farklı olarak hilenin hukukî müeyyidesinin yanı sıra dinî ve ahlâkî sonuçları da tartışılır.

Kanuna karşı hilenin üç unsuru söz konusudur. a) Yapılan muamelenin şekil bakımından kusursuz ve hukuka uygun olması. b) Kanun koyucunun vazettiği normun ruhuna ve maksadına aykırı bir sonuç doğurması. c) Hile kastı. Meselâ borç verdiği kişiden faiz almak isteyen bir kimsenin herhangi bir malını ona 100 milyona veresiye satıp aynı malı 75 milyona peşin satın alması gibi. Burada şekil yönünden hukuka uygun iki alışveriş işlemi arkasına gizlenmiş, alışverişin meşruiyetinin amacına aykırı bir sonuç (faiz alma) elde edilmiş ve bu muamele o maksadı gerçekleştirmek üzere yapılmıştır. Kanuna karşı hilenin en önemli unsuru hile kastıdır. Bu tür muamelelerde böyle bir kasıt yoksa hile gerçekleşmez. Meselâ Hz. Âişe’nin âzatlı câriyesi Berîre kendisine sadaka olarak verilen etin bir miktarını Âişe’ye hediye olarak vermiş, Hz. Peygamber bu etten yiyeceği zaman -sadaka ve zekât almasının haram, hediye almasının helâl olduğu hususu dikkate alınarak- etin mahiyeti kendisine hatırlatılmış, Resûlullah da, “Bu et Berîre’ye sadaka, bize hediyedir” demiştir (Müsned, VI, 180; Buhârî, “Zekât”, 62; Müslim, “Zekât”, 170-172). Yine Hz. Peygamber, Ümmü Atıyye Nesîbe bint Hâris el-Ensâriyye’ye zekât olarak gönderdiği koyunun etinden bir miktarı kendisine hediye edildiğinde onu yemiştir (Buhârî, “Hibe”, 7). Rifâa el-Kurazî hanımını boşadığında kadın tekrar Rifâa’ya dönebilmek için Abdurrahman b. Zebîr ile nikâhlanınca Resûlullah onun maksadına işaretle fiilen evlilik hayatı yaşamadıkça kocasına dönemeyeceğini ifade etmiştir (Buhârî, “Şehâdât”, 3, “Ŧalâķ”, 4; Müslim, “Ŧalâķ”, 1-2, 4). İlk iki olayda kasıt bulunmadığı için hile gerçekleşmemiş, son olayda ise hile kastı bulunduğu için evliliğe izin verilmemiştir.

Mezheplerin Görüşleri. Hiyel konusunda fıkıh mezheplerinin tavırlarının kesin ve genel çizgilerle ifade edilmesi bir hayli zordur. Çünkü hiyelin terim olarak dar anlamı yanında, kişiyi meşrû olup olmadığına bakılmaksızın amacına ulaştıran her vasıtanın ve hukukî tasarrufun geniş anlamda hiyel kapsamında değerlendirilmesi bir kavram kargaşası ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple fakihlerin ve fıkıh mezheplerinin hile kavramına yükledikleri anlam, ayrıca hangi tasarrufları hile olarak değerlendirdikleri hususu belirlenmeden birbirleri hakkındaki isnat ve ithamların anlaşılması mümkün değildir. Hanefî mezhebine ait muteber kitaplarda, Ebû Hanîfe’nin insanlara hile öğreten müftünün hacr altına alınacağı şeklindeki görüşü açıklanırken zekâtı düşürmek için malı hibe etmeyi, nikâh bağını koparmak için dinden çıkmayı tavsiye eden müftü örnek verilmekte, hilenin dinin ifsadı olduğu ve bütün topluma zarar verdiği ifade edilmektedir. Ayrıca Ebû Yûsuf, zekâtı iptal etmek amacıyla hileye başvurmanın bir mümin için helâl olmadığını vurgularken (Kitâbü’l-Ħarâc, s. 80) İmam Muhammed’in de genel anlamda, “Hakkı iptale götüren hilelerle Allah’ın hükümlerinden kaçmak müminlerin ahlâkından değildir” dediği (İbn Hacer el-Askalânî, Fetĥu’l-bârî, XII, 329; Aynî, XXIV, 109; Kastallânî, X, 103) ve özel olarak da zekâtı düşürmek üzere başvurulan hileye ve yine faiz için hile sayılabilecek bey‘u’l-îneye (mal sahibinin veresiye sattığı bir malı aynı kişiden peşin parayla daha ucuza alması) açıkça karşı olduğu bilinmektedir (İbn Âbidîn, IV, 244, 279). Irak fıkhının tâbiîn dönemindeki üstadı İbrâhim en-Nehaî de zekâtı düşürmek için hileye başvurmanın câiz olmadığını söylemiştir (Kal‘acî, I, 535-536). Buna göre Hanefî mezhebi imamlarının meşrû vasıtaları kullanarak gayri meşrû neticelere ulaşma kastıyla yapılan muamelelere cevaz vermedikleri ortaya çıkmaktadır. Gerek hiyelle ilgili olarak müstakil eser yazan gerekse eserlerinde hiyele yer veren Hanefî âlimleri alışveriş, nikâh, talâk, ruhsatlar gibi meşrû yollarla meşrû neticelere ve helâle ulaştıran, günaha düşmekten kurtaran hilelerin câiz olduğunu, bir hakkı veya şer‘î bir hükmü iptal eden hilelerin ise câiz olmadığını belirtmişlerdir. Bu durumda kişiyi hukukun izin verdiği vasıtalarla hukuken meşrû neticelere götüren muameleler hile kabul edilirken hiyel mecazi ve sözlük mânası bakımından ele alınmış, gayri meşrû sonuçlara götüren muameleler ise terim ve dar anlamdaki hile kapsamında düşünülerek cevaz verilmemiştir. Böylece hile konusunda ikili bir ayırım ortaya çıkmıştır. Hanefîler’in ikinci durumdaki hilenin câiz olmadığı hükmüne Ebû Yûsuf bir tek istisna getirmiştir. O da şüf‘a hakkı sabit olmadan önce hile ile onu düşürmeye verdiği cevazdır. Ebû Yûsuf’un, mal sahibini malını istemediği kimseye satmaya zorlanmaması gerekçesiyle ileri sürdüğü bu görüşe İmam Muhammed karşı çıkmıştır.

İlk Hanefî imamlarının çağdaşı olan âlimlerin sözlerinde veya diğer mezheplerin literatüründe Hanefîler’in dar anlamda hileyi de câiz gördükleri şeklinde bazı genelleme ve iddialar mevcutsa da bunlar doğru değildir. Nitekim Câhiliye döneminde bastonuyla hacıların yiyeceklerini çalan hırsızın yakalanmasından sonra, “Ben çalmadım, bastonum çaldı” şeklindeki ifadesinin nakledilmesinin ardından Hammâd b. Seleme’nin, “Bugün yaşasaydı Hanefî mezhebinden olurdu” sözü (Câhiz, III, 18) gerçeği yansıtmadığı gibi şarkiyatçı Tritton’un bu örnekten hareketle dinî fikirlerin her zaman ciddiye alınmadığını ileri sürmesi de (İslâm Kelâmı, s. 58) isabetsizdir. Ayrıca Mâlikî âlimi Ebû Bekir İbnü’l-Arabî ile Şâfiî mezhebinden Bedreddin ez-Zerkeşî’nin Ebû Hanîfe’nin şer‘î esaslara aykırı hileleri câiz gördüğü (bk. Aĥkâmü’l-Ķurǿân, III, 1100; el-Menŝûr fi’l-ĶavâǾid, II, 95), yine İbnü’l-Arabî, Kurtubî ve Şâtıbî ile Hanbelîler’den Muvaffakuddin İbn Kudâme ve Şâfiîler’den Nevevî’nin zekâtı düşürmek için başvurulan hilelerin Ebû Hanîfe ve diğer Hanefîler’ce meşrû sayıldığı (bk. Aĥkâmü’l-Ķurǿân, III, 1100; el-CâmiǾ, IX, 236; el-Muvâfaķāt, IV, 202; el-Muġnî, II, 534; el-MecmûǾ, V, 468) ve Gazzâlî’nin,


Ebû Yûsuf’un zekât vermemek için yılın dolmasına az bir zaman kala malını karısına hibe ettiği ve Ebû Hanîfe’nin bu tutumu onayladığı (İĥyâǿ, I, 18) yolundaki iddiaları asılsız görünmektedir. Hanefîler’e bu tür tenkitlerin yöneltilmiş olmasında onların hiyelden ne kastettiklerinin tam olarak anlaşılamaması, Ebû Hanîfe’nin hayatının anlatıldığı kitaplarda (menâkıb) onun ince anlayış ve keskin kavrayışına işaret için bulduğu bazı meşrû çözümlerin zikredilmesi ve bununla her türlü hileyi câiz gördüğünün zannedilmesinin yanı sıra daha sonraki dönemlerde bazı âlimlerin hileye cevaz vermeleri ve bizzat uygulamaları gibi sebepler rol oynamıştır. Nitekim Hanefî mezhebi imamlarının karşı olmasına rağmen Cemâl el-Malatî bey‘u’l-îne yoluyla birçok kazanç elde etmiştir (Sehâvî, X, 336; İbn Hacer, İnbâǿü’l-ġumr, IV, 348; ).

İmam Şâfiî’nin, şeklen hukuka uygun olan muamelelerle meşrû olmayan sonuçlara ulaşılmak istense bile kişinin maksat ve niyetine göre hükmü ancak Allah’ın vereceği, insanların zâhire göre hüküm vermekle mükellef oldukları, hukukî işlem ve ilişkilerde istikrar ve hukuk güvenliğini sağlamak için objektif ve şeklî kuralları uygulamak gerektiği şeklinde özetlenebilecek bakış açısı, onu dar anlamdaki hileli muameleleri hukukî açıdan geçerli kabul etme sonucuna götürmüştür. Buna göre muamelelerde hukukî ve dinî açıdan ayırım yapılmakta ve bazı muameleler dinî yönden câiz olmasa da hukukî yönden geçerlilik kazanmaktadır. İslâm hukukundaki diyânî hüküm-kazâî hüküm (diyâneten-kazâen) ayırımı da büyük ölçüde bunu yansıtır. Şâfiî mezhebine mensup sonraki âlimler hiyeli hüküm bakımından tasnif etmişlerdir. Kazvînî hileyi mubah, haram ve mekruh olmak üzere üçe ayırırken (Kitâbü’l-Ĥiyel, s. 2) İbn Hacer el-Askalânî, mubah yolla bir hakkı iptal eden veya bâtılı ikameye götüren hilelerin haram, hakkın ikamesini veya haksızlığın önlenmesini sağlayan hilelerin vâcip veya müstehap, mubah bir yolla mekruha düşmekten kurtaran hilelerin müstehap veya mubah, mendubun terkine götüren hilelerin ise mekruh olduğunu söylemiştir (Fetĥu’l-bârî, XII, 326). Kastallânî’nin şu sözleri Şâfiî mezhebinin görüşünü daha açık şekilde yansıtmaktadır: “Kim bey‘ akdiyle ribâya niyet etmişse ribâya düşmüştür. Muamelenin şekil itibariyle bey‘ akdi olması onu günahtan kurtaramaz. Kim üç talâkla boşanmış kadını eski kocasına helâl kılmak amacıyla nikâh akdi yaparsa o “muhallil”dir (hülleci) ve muhallil Hz. Peygamber’in hadisinde lânetlediği kişilere dahil olmuştur. Muamelenin şeklen nikâh akdi olması onu günahtan ve lânetlenmiş olmaktan kurtarmaz. Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi haram ve haram kıldığını helâl kılma amacıyla yapılan her türlü muamele günahtır (İrşâdü’s-sârî, X, 102-103). Buna göre sözlük anlamında şer‘î hileyi kabul edip terim anlamında hileyi reddeden Hanefîler’le Şâfiîler’in benzer görüşü paylaştığı görülür. Mâlikîler ve Hanbelîler ise hiyeli dar anlamda (terim mânasında) anlamışlar ve benimsedikleri “sedd-i zerâi‘” (kötülüğe giden yolları kapama) prensibinin tabii sonucu olarak câiz görmemişlerdir. Aslında dört mezhep imamının konuya yaklaşımı incelendiğinde hepsinin hile meselesindeki tavrının aynı yönde olduğu görülür. Hanefîler ve Şâfiîler geniş anlamda ele aldıkları hileyi harama düşmemek, yasakları çiğnememek için câiz görürken hileye karşı çıkan Hanbelîler ve Mâlikîler dar anlamından hareketle harama götürdüğü, yasakların bu yolla çiğnendiği gerekçesiyle onu reddetmişlerdir. Aslında ne Hanefî imamları ile Şâfiîler ikinci durumdaki hileyi câiz görmüşler, ne de Hanbelîler ve Mâlikîler birinci durumda hile olarak vasıflandırılan muameleleri reddetmişlerdir. Bu sebeple her iki tarafın görüşlerinin delili olarak icmâı zikretmeleri dikkat çekicidir. Bu durum her iki tarafın da farklı ifadelerle aynı şeyi söylediklerini göstermektedir.

Hiyelin esas alınan tanımında uyulması gereken bir normla bundan kaçmaya çalışan mükellefin yumuşak bir mücadelesi tasavvur edilmektedir. Bu durumda kişi hem ilgili hukuk kaidesine itaat etmemek hem de itaatsizliğini hukuken izin verilen bir muamele arkasına gizlemek istemektedir. Ferdin davranış ve hareketlerine birtakım kısıtlamalar getirmesi ya da ona görevler yüklemesi hukukun ayrılmaz özelliğidir. Meselâ şartları oluştuğunda kazancın belirli miktarının ihtiyaç sahiplerine zekât olarak verilmesi, üç talâkla boşanmış bir kadının bir başkasıyla evlenerek o kocasının da kendisini boşayıp iddetini doldurmadıkça eski kocasıyla evlenememesi ve ekonomide faiz yasağı gibi esasların karakteri böyledir. Kanun koyucu bu normları toplumun ve dolayısıyla ferdin menfaatleri için vazetmiştir. Ancak fert çeşitli düşüncelerle bu hükümlerden kaçmak isteyebilir. Bu ihlâlin doğrudan doğruya meydana gelmesi dinî ve kanunî müeyyideyi de beraberinde getireceğinden aynı zamanda kişi böyle bir ihlâlden uzak kalmak ister. İşte ferdin hem âmir hükümlere itaat eder görünüp hem de istediği sonucu elde edebilmesi için en uygun vasıta kanuna karşı hile yoludur. Bu durumda ferdin tasarrufu şekil itibariyle hukuka uygun ve kusursuz olsa bile hukukun maksat ve ruhuna aykırıdır. Meselâ zekât vermekten kurtulmak isteyen bir mükellefin malının bir kısmını çocuğuna veya karısına hibe etmesi halinde muamele şeklen hukuka uygun bir hibe ise de maksat zekâttan kaçmaktır. Böyle bir yola başvuran kişi hibenin meşrû olduğunu ve kendisinin de buna uyduğunu savunacaktır. Halbuki böyle bir hibenin kanun koyucu tarafından mendup kabul edilen gerçek hibe ile alâkası yoktur. Zira hibe, kendisine hibe yapılan şahsın sıkıntı ve ihtiyaçlarının giderilip ona iyilikte bulunulmasını ve sevgisinin kazanılmasını hedeflediği gibi hibe edenin de cimrilik gibi kötü duygularının köreltilmesini sağlar. Burada ise tam aksi bir durum ortaya çıkmakta, hibe, tekrar geri alınması sebebiyle kendisine hibe yapılanın nefretine yol açtığı gibi hibe edenin de cimrilik duygularını kökleştirmektedir.

Hiyel Konusunda İleri Sürülen Deliller. Hilenin sözlük ve geniş mânası bakımından ele alınıp meşrû vasıtaların da hile kapsamında değerlendirilmesi durumunda bunun cevazı konusunda delile ihtiyaç yoktur. Çünkü bunlar hukukî çerçeve içindeki muameleleri ifade etmektedir. Ancak hilenin tanımında yer alan kanun koyucunun maksatlarına aykırı olmama kaydı bazı âlimlerce kaldırılarak mutlak mânada hiyelin câiz olduğu düşünülmüştür. Meselâ kaynaklarda, Ebû Ali ed-Dâmegānî’nin zengin bir kimse olmasına rağmen zekât vermemek için senenin dolmasına az bir zaman kala mallarını çocuklarına hibe ettiği, ertesi yıl da aynı şekilde çocuklarının kendisine hibede bulunduğu (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1100; Kurtubî, IX, 236), yine Hanefî ulemâsından Cemâl el-Malatî’nin çeşitli hîle-i şer‘iyye yollarını câiz görmesi sebebiyle bey‘u’l-îneye başvurarak mal kazandığı rivayetleri (yk. bk.) yer alır. Bu düşüncede olan âlimlerle hileyi hüküm bakımından ikiye ayıranların câiz hile için ileri sürdükleri delillerin önemlileri şu şekilde sıralanabilir: Hz. Eyyûb’un karısına yüz değnek vurmaya yemin etmesinden sonra Allah ona, yüz adetten oluşan bir demet sapla vurması halinde yeminini yerine getirmiş olacağını vahyetmiştir (Sâd 38/44). Bu


âyette yapılması meşrû ve mümkün olan bir şeye hile ile ulaşmaya, güçlüğü kendisinden ve başkasından hile ile kaldırmaya cevaz ilkesi vardır. Bu konuda diğer bir delil de Hz. Yûsuf’un kardeşini yanında alıkoymak için Allah’ın kendisine hile yolunu göstermesidir. Buna göre Yûsuf kardeşlerinin yüküne hükümdarın maşrapasını koymuş ve maşrapa kardeşinin yükünde çıkınca onu yanında alıkoymuştur (Yûsuf 12/69-76). Bu görüş sahiplerine göre âyet, mubaha götüren ve hakların elde edilmesine vesile olan hilelerin câiz olduğuna delâlet etmektedir. Aynı konudaki diğer bir delil de Allah’ın emir ve yasaklarına riayet edenlere sıkıntı anında bir çıkış yolu göstereceğini bildirmesidir (et-Talâk 65/2-3).

Sünnetten getirilen delillerin önemlileri de şunlardır: Hz. Peygamber mescidde iken kendisine sorulan bir soruya oradan çıkmadan cevap vereceğini söyledikten sonra dışarı çıkacağı anda bir ayağı dışarıda, bir ayağı içeride iken cevap vermiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 1/1, 15/3, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 9; Tirmizî, “Şevâbü’l-Ķurǿân”, 1). Resûl-i Ekrem’in bu tutumu yeminin sorumluluğundan kurtulmak için delil olarak kullanılmıştır. Buna göre bir şeyi yapmayacağına yemin eden kişinin onun bir kısmını yapmasıyla yeminin bozulmayacağına hükmedilmiştir. Diğer bir delil de şudur: Resûl-i Ekrem, farklı kalitede hurmaların farklı ölçeklerde değişimini yasaklayarak düşük kalitedeki hurmanın satılıp onun parası ile iyi hurma alınmasını emrettiği hadisinde (Buhârî, “BüyûǾ”, 89; Müslim, “Müsâķāt”, 95) faize düşülmemesi için bir çare göstermiştir. Bir malın vadeli olarak alınıp daha düşük bir bedelle aynı kişiye peşin para ile satılmasını faizli muamele saymayıp câiz görenler bu hadisi delil kabul etmişlerdir. Konuyla ilgili olarak ileri sürülen diğer bir delil de Hz. Eyyûb’a Allah’ın gösterdiği çıkış yolu doğrultusunda Hz. Peygamber’in uygulamasıdır. Buna göre ensardan bir kişinin hasta iken yanına gelen bir câriye ile zina etmesi üzerine Resûlullah, yüz adetten oluşan bir demet sapla o kişiye vurulup cezasının yerine getirilmesini istemiştir (Müsned, V, 222; Ebû Dâvûd, “Ĥudûd”, 34; İbn Mâce, “Ĥudûd”, 18). Saîd b. Ali es-Semerkandî, Hz. Peygamber’den itibaren haramlardan kaçma, zarar ve zulmü önleme, harama ve günaha düşmekten korunma hususunda hileye başvurulduğunu, seleften de herhangi bir âlimin buna karşı çıkmadığını, bu sebeple de icmâ meydana geldiğini söylemektedir (Cennetü’l-aĥkâm, vr. 163b).

Hiyelin câiz olmadığı konusunda ileri sürülen belli başlı deliller ise şu şekilde özetlenebilir: Kur’ân-ı Kerîm’de, cumartesi günü avlanma yasağını ihlâl edip taşkınlık göstermeleri sebebiyle yahudilerin maymuna çevrildiği anlatılır (el-Bakara 2/65-66; el-A‘râf 7/163-166). Tefsir kitaplarında kaydedildiğine göre Allah yahudilere cumartesi günü balık avlamayı yasaklamış ve onları denemek için de sürü sürü balıklar göndermişti. Yahudiler de balıkları avlamak istemişler, fakat yasağı açıkça çiğnememek için ağlarını cuma gününden kurmuşlar, balıklar cumartesi gelip bu ağlara takılınca pazar günü gidip almışlardı. Bunun üzerine Allah onları cezalandırmıştı. Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen bu olayda hilenin üç unsuru da mevcuttur.

Sünnette yer alan önemli deliller de şunlardır: Hz. Peygamber amellerin niyetlere göre olduğunu bildirmiştir (Buhârî, “Bedǿü’l-vaĥy”, 1, “Îmân”, 41; Müslim, “Ǿİmâre”, 155). Bu hadis amellerin niyete, akidlerin de maksada göre değerlendirileceğine delâlet etmektedir. Buna göre alışveriş akdiyle bir fazlalık elde edilmeye niyet edilmişse (îne) bu şekilde davranan kimse ribâya düşmüştür. Akdin şeklen alışveriş olması onu günahtan kurtarmaz. Nikâh akdiyle hülleye niyet eden de “muhallil” sıfatını almıştır ve Hz. Peygamber’in lânet ettiği kişiler arasına girmiştir. Akdin şeklen nikâh görünümü taşıması bir şey ifade etmez. Yine Resûl-i Ekrem, “Yahudilerin yaptıklarını yapmayın; onlar Allah’ın haram kıldığı şeyleri en bayağı hilelerle helâl kılmaya yeltenmişlerdir” demiştir (İbn Batta, s. 42). Bir başka hadisin meâli de şöyledir: “Allah yahudilerin belâsını versin; Allah onlara iç yağını haram kılınca yağı eritip sattılar ve parasını yediler” (Buhârî, “Tefsîr”, 6/6, “Müsâķāt”, 71-73, “BüyûǾ”, 103; Müslim, “Müsâķāt”, 71-74). Diğer bir hadiste de hülle yapanla kendisi için hülle yapılana lânet eden Resûlullah (Ebû Dâvûd, “Nikâĥ”, 15; Tirmizî, “Nikâĥ”, 28) îne alışverişini de yasaklamıştır (Müsned, II, 84; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 54). Bu konuda ayrıca sahâbe uygulamasından şu örnek delil olarak gösterilir: Bir kadın Zeyd b. Erkam’a veresiye 800 dirheme bir köle satmış, sonra onu peşin para ile 600 dirheme Zeyd’den geri almıştı. Kadın meseleyi Hz. Âişe’ye sorduğunda Âişe, “Tövbe etmedikçe Hz. Peygamber ile birlikte yapmış olduğu cihadı iptal ettiğini Zeyd’e bildirin. Şu senin yaptığın alışveriş ne kadar kötüdür” demiştir (Abdürrezzâk es-San‘ânî, VIII, 184-185; Dârekutnî, III, 52, nr. 211-212; İbn Teymiyye, s. 135).

İbn Teymiyye, hiyelin haram olduğu konusunda sahâbenin icmâının bulunduğunu, bunun ise kati delil teşkil ettiğini söylemektedir (İķāmetü’d-delîl, s. 246-250). Sedd-i zerâiyi delil kabul eden Mâlikîler ve Hanbelîler, yasaklanmış bir şeyi elde etmeye götüren meşrû vasıtaların kullanılmasının câiz olmadığından hareketle hileli muamelelerin hukuken ve dinen yasaklandığı görüşünü benimsemişlerdir.

Hiyelin câiz olduğuna dair ileri sürülen deliller karşı görüşte olan fakihler tarafından değerlendirmeye tâbi tutulur. Meselâ Hz. Eyyûb’la ilgili olarak Kur’an’da anlatılan hiyel örneği farklı yorumlara tâbi tutulmakta olup bu konudaki görüşleri şu şekilde özetlemek mümkündür: 1. Bu âyetin hükmü, “Her biriniz için bir yol ve yöntem kıldık” (el-Mâide 5/48) âyetiyle neshedilmiştir. 2. Âyette ifade edilen hüküm Hz. Eyyûb’a hastır. Başkaları için delil teşkil etmez. Çünkü Hz. Eyyûb’un şeriatında kefâret yoktu, bu sebeple Allah ona böyle bir yol göstermiştir. İslâm dininde kefâret olduğu için buna ihtiyaç yoktur. 3. Hz. Eyyûb karısına vuracağına dair yemin etmemiş, adak adamıştı. 4. Bu âyet, had cezalarına dayanamayacak durumda olan hastalar için böyle bir ruhsatın bulunduğunu bildirmektedir. 5. Âyetin ifade ettiği husus İslâm dininin esaslarına uymayan, dolayısıyla müslümanlar için delil teşkil etmeyen daha öncekilerin şeriatıyla ilgilidir. Ancak bu âyet Kur’ân-ı Kerîm’de zikredildiğine göre müslümanları alâkadar eden bir yönü bulunmalıdır. Hz. Peygamber’in, bir câriye ile zina eden kişinin ileri derecede hasta olması sebebiyle ona bu türde bir ceza uygulaması örneğinde olduğu gibi (Müsned, V, 222; Ebû Dâvûd, “Ĥudûd”, 34; İbn Mâce, “Ĥudûd”, 18) iyileşmesi umulmayan veya dayanamayacak durumda olan kişilere sembolik bir ceza tatbik edilmesinin ceza felsefesi açısından önemi büyüktür. Çünkü sembolik de olsa hiçbir suçun cezasız kalmayacağı fikrinin toplumda yerleşmiş olması ehemmiyet arzetmektedir. Ayrıca Hz. Eyyûb’la ilgili olayda ortaya konulan şey, bazı âlimlerin ifade ettiği gibi Allah’ın rahmet ve merhametine örnek olarak zikredilmiş Eyyûb’a has bir hüküm de olabilir.

Gerek Kur’ân-ı Kerîm’de anılan bu olayda gerekse Hz. Peygamber’in hasta şahısla ilgili uygulamasında, yasal yolları kullanarak hukukun izin vermediği sonuçlara ulaşmanın cevazına bir delil yoktur. Hz. Yûsuf’a kardeşini yanında alıkoyabilmek


için Allah’ın öğrettiği hile (Yûsuf 12/76), hürmete lâyık hukuk nizamına karşı değil Firavun’un yasalarına karşı başvurulmuş bir çare idi. Bundan başka burada söz konusu edilen çare Allah’ın tasarrufunda olan bir tedbirdir. Allah bunu dilediğine meşrû kılar. “Kim takvâ üzere olursa Allah ona bir çıkış yolu gösterir” (et-Talâk 65/2) âyeti de bu açıdan ele alınmalıdır. Yine Resûl-i Ekrem’in farklı ölçeklerde hurma değiştiren kişiye âdi hurmayı satıp onun parasıyla daha kalitelisini almasını söylediği hadiste hiyelin cevazıyla ilgili ve özellikle înenin câiz olduğuna dair bir delil yoktur. Aynı cins malın farklı ölçülerde değişimi ribâdır. Burada Hz. Peygamber faize düşülmesini önlemek için meşrû bir alım satım yolu göstermiştir.

Kitap ve Sünnet’ten hiyele karşı ortaya konulan delillerin daha açık ve tutarlı olduğu söylenebilir. İlgili naslarda yasaklanan davranış ve işlemler (yahudilerin cumartesi günü avı, iç yağını eritip satmaları, bey‘u’l-îne ve hülle gibi) hiyelin tanımında yer alan üç unsuru da ihtiva etmektedir. Aslında hiyelin câiz görülmesi hukuk politikası açısından uygun olmadığı gibi hukuk kurallarının varlık sebebine de aykırıdır. Bu bakımdan “câiz hile” tabiri de kendi içinde çelişkili ve tutarsızdır. Çünkü hukuk kuralları ya bir şeyi emreden ya da yasaklayan, uyulması zorunlu ve bir ihtiyacı karşılayan kurallardır. Hukukun bunları hileli muamelelerde olduğu gibi dolaylı veya doğrudan ihlâle izin vermesi onun varlık sebebine aykırıdır. Bu açıdan hukuk kaidelerinin dolaylı ve dolaysız ihlâlleri arasında fark yoktur. Tesbit zorluğu bakımından dolaylı ihlâller daha tehlikeli bir durum arzeder. Bu sebeple hileye başvuran kişiyi varmak istediği sonuçtan mahrum bırakmak, âmir hükümlerin doğrudan ihlâli ile hileye başvurularak ihlâlini aynı neticeye tâbi kılmak, toplumda hukuka ve haklara saygı fikrini yerleştirmek bakımından büyük önem arzetmektedir.

Hiyeli Ortaya Çıkaran Sebepler. Mezhep imamlarının karşı çıkmasına rağmen daha sonraki dönemlerde fakihlerin hile sayılabilecek çözümler ürettikleri ve zaman zaman hile yoluna başvurulduğu bilinmektedir. Ancak hiyeli ortaya çıkaran sebepleri göz ardı ederek bazı şarkiyatçıların ve Türk hukukçularının iddia ettikleri gibi hiyelin İslâm hukuk sisteminin statik bir yapıya sahip olmasından, dolayısıyla bizzat hukukun özünden kaynaklandığını ileri sürmek doğru değildir. Çünkü İslâm hukukunun iki temel kaynağı olan Kitap ve Sünnet, kıyamete kadar her devirde ortaya çıkabilecek problemlere uygulanabilecek genel prensipleri ortaya koymuş, bunların yorumunu ve olaylara tatbikini müctehid hukukçulara bırakmıştır. Bu durum İslâm hukukuna donukluk değil dinamizm kazandırmıştır. Öte yandan İslâm hukuk doktrininin zamanla belirli bir statik yapı kazandığı, mezhep ve gelenekte yerleşik kurallar aşılamadığında yeni çıkış yollarının arandığı ve üretildiği iddiası belli ölçüde haklı görülebilir. Ancak bunu hiyelin ortaya çıkışının tek ve en etkili âmili olarak göstermek doğru olmaz. Schacht gibi bazı araştırmacıların hiyelin doğuşuna tesir eden âmiller arasında gösterdikleri zaruret hali de esasen hukukî anlamda bir zaruret değildir. Zira hiyelin zaruretten doğduğunu kabul etmek, hukukun kendi koyduğu kuralları yine kendisinin ihlâl mecburiyetine sevketmesi anlamına gelir. Bu ise hukuk mantığına aykırı bir tutumdur. Ayrıca zaruret halinin sonucu hiyel değil ruhsattır.

Hiyeli ortaya çıkaran sebepleri şu şekilde sıralamak mümkündür: 1. Siyasî sebepler. Tarihçilerin verdikleri bilgilerle hiyel kitaplarındaki hile örnekleri birleştirildiğinde sebep-sonuç ilişkisini tesbit etmek mümkün olmaktadır. Buna göre Emevîler ve Abbâsîler dönemlerinin bazı devirlerinde halkın biat etmek istemediği halife adayları için yemin, talâk şart koşmak ve adak gibi yollarla zor kullanılarak biat alınmaya başlanınca insanlar yemin, talâk ve adaktan sonra “inşallah” demek suretiyle (istisna) bu ifadeleri geçersiz hale getirmişlerdir. Bu uygulama Hz. Peygamber’in, “Kim yemin eder ve ‘inşallah’ diyerek istisna yaparsa yemin ettiği şeyi yapıp yapmama konusunda muhayyerdir. Yemin ettiğinin aksini yapsa da yeminini bozmuş sayılmaz” (Buhârî, “Keffârât”, 9; Ebû Dâvûd, “Eymân”, 9, 17; Nesâî, “Eymân”, 18, 39, 43) meâlindeki hadisine dayanıyordu. Burada terim anlamında değil sözlük anlamında bir hile (çare) söz konusudur. Yine bu dönemlerde halk idarecilerin zekât mallarını meşrû sarf yerlerine harcamamaları, zekât toplama memurlarının dinî yaşayışlarının düzgün olmayışı, bazan da vermiş oldukları zekâtı bir başka görevlinin tekrar almak istemesi gibi sebeplerle devlete zekât vermemenin çarelerini aramışlardır. Bunun için ya mallarını sene tamamlanmadan küçük çocuklarına, hanımlarına ya da bir başkasına hibe etmek suretiyle veya nisab miktarına ulaşan malı ikiye, üçe bölerek nisabdan düşürmek yahut da ayrı bulunan malları birleştirip devlete daha az zekât vermek şeklinde hilelere başvurmuşlar ve zekât mallarını sarf mahalline kendileri aktarmışlardır. 2. Dinî duyguların zayıflaması. Hukuk kurallarına saygı ve bağlılığın da temeli olan dinî duyguların zayıflaması, kişinin emir ve yasaklara uygun hareket etme anlayışını olumsuz yönde etkiler. Faiz alabilmek için başvurulan hileli yollar bunun tipik örneğidir. Her hukuk kuralı fert açısından psikolojik bir sınırlama ve kısıtlama anlamı taşıdığından fert hukuka bağlılık duygusundan uzaklaştığı nisbette bu kurallardan kurtulma yolunu arar. 3. Hukukî muamelelerin muteberliği konusunda -İmam Şâfiî’nin görüşünde olduğu gibi- hukukî güvenliği ve istikrarı koruma, hukukî ilişkileri objektif kriter ve kurallara bağlama amacıyla şekli ve dış görünüşü esas alıp maksat ve niyetleri ikinci derecede önemli saymak veya hiç göz önünde bulundurmamak da hiyeli ortaya çıkaran sebeplerden kabul edilmiştir. 4. Belli bir dönemden sonra ictihad müessesesinin işletilmeyişi ve ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara daha önceki ictihadlar çerçevesinde çözüm arama anlayışı ile, daha uygun çözüm bulunan diğer mezheplerin görüşlerinden istifade yoluna gidilmemesi de hiyele sebebiyet veren âmillerdendir. Temliki zekâtın rüknü kabul edip askerî müesseselere zekât verilemeyeceğini söyleyen Hanefîler’in daha sonra buna ihtiyaç hâsıl olunca zekâtı önce bir fakire verip onun da ribât veya donanmaya hibe etmesi şeklinde bir yola gitmesi bunun örneklerindendir. Bu konuda ictihad müessesesi çalıştırılmadığı gibi buna cevaz veren Mâlikî mezhebinin görüşünden de istifade edilmemiştir. 5. Diğer sebepler arasında meseleci metoda yönelme, mahkemelerde tek mezhebe bağlılık, hukuk kuralları ile ferdî menfaatlerin çatışması, zorlama (ikrah) halinde boşamada olduğu gibi istismara müsait katı ictihadlara uyma ve yabancı kültürlerin tesirini saymak mümkündür.

Literatür. Hiyele dair eser yazma geleneğinin müctehid imamlar döneminde başladığı konuya dair tartışmalardan anlaşılmaktadır. Ancak ilk eseri kimin yazdığı hususunda farklı görüşler mevcuttur. Hatîb el-Bağdâdî, Abdullah b. Mübârek’in şöyle dediğini nakletmektedir: “Kim Ebû Hanîfe’nin Kitâbü’l-Ĥiyel’ine bakarsa Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kılmıştır” (Târîħu Baġdâd, XIII, 426); “Kimin yanında Ebû Hanîfe’nin


Kitâbü’l-Ĥiyel’i varsa ve onu kullanır yahut onunla fetva verirse haccı bâtıl, karısı da boş olur” (a.g.e., XIII, 427); “Bu kitabı yazan, taşıyan ve muhtevasına rızâ gösteren kâfirdir” (a.g.e., XIII, 428). Bu sözler diğer kaynaklarda da yer almakla birlikte (İbn Hibbân, III, 70-71; İbn Teymiyye, s. 168-169; İbn Kayyim el-Cevziyye, III, 176-177) onlarda Ebû Hanîfe’nin adı geçmemektedir. Abdullah b. Mübârek’i yukarıdaki sözleri söylemeye sevkeden sebep, kitapta kaydedilen ve kocasından ayrılmak isteyen kadına irtidadı tavsiye eden görüştür. Ayrıca sözü edilen kitapta ramazan orucunu tehir, zekâtı, haccı ve şüf‘a hakkını düşürme, faizi helâl kılma, akidleri feshetme, yalan söyleme, yalancı şahitlikte bulunma gibi hususlara cevaz veren hükümlerin bulunduğu ifade edilmektedir (İbn Teymiyye, s. 170; İbn Kayyim el-Cevziyye, III, 178). Öyle anlaşılıyor ki Abdullah b. Mübârek’in sözlerine Ebû Hanîfe’nin ismi sonradan eklenmiştir. Zira onun hiyelle ilgili görüşleri açık biçimde günümüze intikal ettiği gibi Abdullah b. Mübârek’in Ebû Hanîfe hakkındaki övücü sözlerini yine Hatîb el-Bağdâdî nakletmektedir. Buna göre Abdullah b. Mübârek, Ebû Hanîfe’yi insanların en fakihi olarak görmekte (Târîħu Baġdâd, XIII, 342-343) ve fıkhı ondan aldığını ifade etmektedir (a.g.e., XIII, 324, 355, 369-370). Şam’da Evzâî’nin Ebû Hanîfe hakkındaki olumsuz kanaatinin değişmesine gayret eden ve bunda başarılı olan İbnü’l-Mübârek (a.g.e., XIII, 338), Ebû Hanîfe’yi aşağı görenleri zayıf delillerle gerçek dışı sözler söyleyen cahiller olarak nitelemektedir (İbnü’n-Nedîm, s. 255). Fakat Kitâbü’l-Ĥiyel’in Ebû Hanîfe’ye nisbetini uygun görerek İbnü’l-Mübârek’in ifadelerine onun ismini ilâve edenler, muhtemelen Ebû Hanîfe’nin irtidad eden kadının nikâhının düşeceği şeklindeki görüşünden (Serahsî, X, 108; Kādîhan, III, 581; el-Fetâva’l-Hindiyye, II, 254, 283) hareket etmektedirler. Halbuki onun görüşü irtidad tavsiyesi değil irtidadın neticesi olan ictihadî bir hükümdür. Nitekim daha sonraki Hanefî âlimleri, bu yolla kocasından ayrılmak isteyen kadınlar ortaya çıkmaya başlayınca bu tür irtidadın kadını kocasından ayırmayacağına hükmetmişlerdir (Yahyâ b. Ebû Bekir el-Hanefî, vr. 76a). Ayrıca Hanefî mezhebine göre böyle bir teklif küfrü gerektirmektedir (a.g.e., vr. 75b-76a; Saîd b. Ali es-Semerkandî, vr. 233a). Birçok âlimin tenkidine uğrayan bu kitabın Ebû Hanîfe tarafından kaleme alınmış olması söz konusu değildir.

Ebû Yûsuf’un da hiyele dair bir eser kaleme aldığı bazı kaynaklarda zikredilmekle birlikte (Câhiz, III, 11-12; Hassâf, s. 88; İbn Hacer el-Askalânî, Fetĥu’l-bârî, XII, 326) böyle bir kitabın varlığı henüz bilinmemektedir. İmam Muhammed’in de aynı konuda bir eser yazıp yazmadığı tartışılan konular arasındadır. Öğrencilerinden Ebû Süleyman el-Cûzcânî hocasının böyle eser yazmadığını söylemektedir. Fakat onun zamanında elde dolaşan bir hiyel kitabını kimin yazdığı sorulduğunda Kerh sahafları (Ebü’l-Leys es-Semerkandî, vr. 355a-b), Kerhli bir sahaf (Saîd b. Ali es-Semerkandî, vr. 163b), Bağdat sahafları (Serahsî, XXX, 309), Verrâk adında bir şahıs (Kureşî, III, 576) şeklinde cevap verdiği nakledilmektedir. Kâtib Çelebi de hiyel kitapları arasında (Keşfü’ž-žunûn, I, 695) böyle bir eser kaydetmemektedir. Ancak İmam Muhammed’in bir diğer talebesi olan Ebû Hafs el-Kebîr hocasının böyle bir eser yazdığını söylemekte, Serahsî de bu görüşü tercih etmektedir (el-Mebsûŧ, XXX, 209). İbnü’n-Nedîm İmam Muhammed’in eserleri arasında Kitâbü’l-Ĥiyel’i de kaydederken (el-Fihrist, s. 257) İbn Kayyim el-Cevziyye, câiz gördüğü hilelere verdiği bazı misalleri onun Ĥiyel’inden naklettiğini belirtmektedir (İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn, III, 383). Safedî’nin verdiği bilgi de böyle bir eserin varlığını teyit etmektedir (el-Vâfî, II, 334). Çağdaş İslâm hukukçularından Muhammed Ebû Zehre adı geçen kitabın Bağdat sahafları tarafından derlendiğini, kitabın muhtevasını hocasının görüşlerine uygun gören Ebû Hafs’ın eseri ona nisbet ettiğini ileri sürüp iki görüşü telife çalışmaktadır (Ebû Ĥanîfe, s. 419). M. Zâhid Kevserî ise Ebû Hafs’ın bir hakkı iptal etmeden, bâtılı haklı göstermeden, hikmet-i teşrîi ihlâl etmeksizin darlıktan kurtaran ve çıkış yollarını gösteren bir hiyel kitabından söz ettiğini, İslâm’ın özüne aykırı hileler ihtiva eden bir eserden bahseden Cûzcânî’nin bu kitaptan haberi olmadığını, zira bu ikisinin farklı zamanlarda İmam Muhammed’in yanında bulunduğunu söyleyerek daha mâkul bir görüş ortaya koymaktadır (Ĥüsnü’t-teķādî, s. 86; bu konudaki diğer görüşler ve tartışmalar için bk. Köse, İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile, s. 28-37). Nitekim Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Âşir Efendi, nr. 90) İmam Muhammed’in adına kayıtlı Kitâbü’l-Aśl fi’l-fürûǾ adlı eser içinde bir “Kitâbü’l-Ĥiyel” bölümü bulunmaktadır (IV, vr. 1b-19b). Fakat buradaki bölümün başlangıcı Serahsî’nin tesbitine uygun olmakla birlikte bitişi onun söylediği gibi değildir (krş. el-Mebsûŧ, XXX, 244).

Hiyel konusunda yazılan en önemli ve en eski kaynaklardan biri el-Meħâric fi’l-ĥiyel adlı eserdir. Joseph Schacht 1930 yılında Leipzig’de neşrettiği bu kitabı İmam Muhammed’e nisbet etmekte, bazı araştırmacılar da bu görüşe katılmaktadır. Bazılarına göre ise bu eser Ebû Yûsuf’a aittir. Ancak kitabın müellifiyle ilgili olarak henüz kesin bir karara varmak mümkün görünmemektedir (tartışmalar için bk. Köse, İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile, s. 37-48). İmam Muhammed’in öğrencilerinden Mûsâ b. Nusayr er-Râzî’ye ait Kitâbü’l-Meħâric’in bu isimle anılan eserlerin en güzellerinden biri olduğu belirtilmektedir (İbn Kutluboğa, s. 74). Günümüze ulaşıp ulaşmadığı bilinmeyen esere Saîd b. Ali es-Semerkandî Cennetü’l-aĥkâm adlı kitabında atıflarda bulunmaktadır (vr. 233a).

Buhârî’nin el-CâmiǾu’ś-śaĥîĥ’i hiyele yer veren tek hadis kitabıdır. Buhârî bu konuya on beş bab ayırmış ve hiyel taraftarlarını eleştirmiştir. Onun eserine yazılan şerhler içinde Kirmânî’nin el-Kevâkibü’d-derârî, Kastallânî’nin İrşâdü’s-sârî, İbn Hacer’in Fetĥu’l-bârî, Aynî’nin ǾUmdetü’l-ķārî, Keşmîrî’nin Feyżü’l-bârî adlı eserleri, hiyele dair bilgilerin yanı sıra Buhârî’nin görüşlerinin değerlendirilmesi açısından da önemlidir.

Hiyel literatürünün temel eserlerinden biri Hanefî âlimi Hassâf’a aittir. Çok zengin bir muhtevaya sahip bulunan ve kendinden sonraki birçok eserin kaynağı olan Kitâbü’l-Ĥiyel Şemsüleimme el-Halvânî, Şemsüleimme es-Serahsî ve Hâherzâde tarafından şerhedilmiştir (Keşfü’ž-žunûn, I, 695). Bu üç şerhin bir özeti Telħîśu şerĥi Ĥiyeli’l-İmâm el-Ħaśśâf adıyla Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye’de mevcuttur (Fıkhü’l-Hanefî, nr. 7438, 36 varak). Hassâf’ın eseri önce Kahire’de (1316), daha sonra bu kitapla ilgili bir doktora tezi hazırlayan Joseph Schacht tarafından Hannover’de (1923) neşredilmiştir. Hanefî mezhebinde hiyel konusundaki klasik eserlerden biri de Saîd b. Ali es-Semerkandî’nin Cennetü’l-aĥkâm ve cünnetü’l-ħiśâm adlı kitabıdır. Eserin müellifi hakkında fazla bilgi yoktur. Ancak kitabında en son Serahsî’den nakil yaptığı dikkate alınırsa V. (XI.) yüzyılın sonlarında veya VI. (XII.) yüzyılın başlarında yaşadığı söylenebilir. Günümüze ulaşmış bulunan müstakil hiyel kitaplarının en hacimlisi olan bu eserde müellif, kendi dönemine kadar hiyel konusunda yazılan


birçok eser ve âlimden nakilde bulunmuştur. Otuz yedi başlık altında incelediği konularda önce konuyla ilgili genel hükümleri ortaya koymuş, bu arada Hanefî mezhebi imamları arasındaki görüş ayrılıklarına yer vererek gerektiğinde İbn Ebû Leylâ ve İmam Şâfiî’nin fikirleriyle de mukayeselerde bulunmuş ve ardından o konudaki hileleri zikretmiştir (Süleymaniye Ktp., Yenicami, nr. 1186).

Fıkhî meseleleri tasavvuf ve felsefenin bakış açısından ele aldığı görülen Hakîm et-Tirmizî Kitâbü’l-Ekyâs ve’l-muġterrîn adlı risâlesinde (DTCF Ktp., İsmail Saib Sencer, nr. 1571) özellikle hülle üzerinde durmuştur. Bu risâle mutasavvıf fukahanın hiyel konusundaki görüşlerini yansıtması, hileye karşı çıkan müelliflerin ondan ne anladığını ve hangi delillerden hareketle karşı çıktıklarını ortaya koyması yönünden oldukça önemlidir. Şâfiî mezhebi âlimlerinden Muhammed b. Abdullah es-Sayrafî ile İbn Sürâka el-Âmirî’nin de hiyel türünden teliflerde bulundukları bilinmektedir (Keşfü’ž-žunûn, I, 695). Ebû Hâtim Mahmûd b. Hasan el-Kazvînî ile Bedreddin ez-Zerkeşî tarafından kullanılan bu kitaplardan dolaylı olarak istifade etme imkânı vardır. Şâfiî mezhebinde yazılan eserlerden Kazvînî’nin Kitâbü’l-Ĥiyel’i zamanımıza ulaşmıştır (Hannover 1924). Müellif kitabın yazılış sebebinin mubah, haram ve mekruh olmak üzere üç kısma ayırdığı hilelere misaller vermekten ibaret olduğunu belirtmektedir. Buna göre eserin Hanefîler’e rekabet veya özenti ya da Hanefî hilelerinin meşrû olmadığını göstermek amacıyla kaleme alındığı iddiası tutarlı değildir.

Hanbelî mezhebinde hiyele karşı el-ĦulǾ ve mâ yeĥıllü minhü ve mâ lâ yeĥıllü ve ibŧâlü’l-ĥîle li’l-ħurûc mine’l-aĥkâmi’l-meşrûǾa adıyla (nşr. Muhammed Hâmid el-Fıkī, Min Defâǿini’l-künûz içinde, Kahire 1349/1931) bir eser yazan İbn Batta’dan sonra Kādî Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ’nın kaleme aldığı İbŧâlü’l-ĥiyel adlı eserin günümüze ulaşıp ulaşmadığı bilinmemektedir. İbn Teymiyye ve talebesi İbn Kayyim el-Cevziyye bu eseri görmüş ve ondan istifade etmişlerdir (İķāmetü’d-delîl, s. 116, 135, 150, 169, 211, 284, 354; İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn, III, 215; IV, 17). VII. (XIII.) yüzyıl Hanbelî fukahasından Abdurrahman b. İbrâhim b. Osman kendi yaşadığı dönemde, Ebû Hanîfe ve Şâfiî’nin görüşlerine dayanarak borç münasebetlerinde hile ile faizin mubah sayılıp yaygınlaşması üzerine onların görüşlerinden bu tür muamelelere bir cevaz çıkarılamayacağını ortaya koymak ve hiyele karşı deliller serdetmek üzere el-ǾUķūdü’l-müteżammine li’l-iĥtiyâl Ǿalâ istibâĥati’r-ribâ Ǿinde’l-Ĥanefiyye ve’ş-ŞâfiǾiyye adlı risâlesini yazmıştır (Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye, Usul, nr. 502). Hiyel literatürü söz konusu edildiğinde ön planda adı geçen İbn Teymiyye özellikle hülleye karşı cephe aldığı İķāmetü’d-delîl Ǿalâ ibŧâli’t-taĥlîl adlı eserinde (el-Fetâva’l-kübrâ’nın III. cildi içinde) hiyelin felsefesi ve tahlilini yaparak birçok âlimden nakillerde bulunmuş ve delillerini ortaya koymuştur. Yine MecmûǾu fetâvâ adlı külliyatında yer yer hiyelin doğuşu ve tahliline dair önemli bilgiler vermiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye de İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn ve İġāŝetü’l-lehfân adlı eserlerinde hiyele çok geniş yer ayırarak hocasının görüşlerinin takipçisi olmuştur. İbn Kayyim, hiyel konusunda eser veren veya görüşlerini belirten birçok âlimden sonra yaşamış olmanın sağladığı imkânla onlardan nakillerde bulunmuş, bu arada naklî ve aklî delillere ve örneklere geniş yer vermiştir. Hiyelin tanımı ve felsefesi konusunda Mâlikî âlimi Şâtıbî’nin el-Muvâfaķāt’ındaki bilgiler de önem taşımaktadır. Bu hususta kayda değer bir eser de Âlim Muhammed b. Hamza el-Aydînî’nin (ö. 1284/1867) Risâle fi’l-ĥülle adlı eseridir (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1038).

Hiyel konusunu müstakil eserler halinde işleyen ya da eserlerinde buna oldukça geniş yer veren bu müelliflerden başka hiyele genel muhtevalı fıkıh kitapları içerisinde bir bölüm olarak yer veren âlimler de vardır. Özellikle Hanefî mezhebine mensup âlimlerin kaleme aldıkları fıkıh kitapları ve fetva mecmualarındaki hiyel bölümlerinde hiyelin tanımı ve cevazıyla ilgili delillerden sonra meseleci bir metotla çeşitli konulardaki hileler sıralanmaktadır. Bunlar arasında Ebü’l-Leys es-Semerkandî’nin en-Nevâzil (Süleymaniye Ktp., Damad İbrâhim Paşa, nr. 724), Ħizânetü’l-fıķh (nşr. Selâhaddin en-Nâhî, Bağdad 1385/1965) ve ǾUyûnü’l-mesâǿil’i ile (nşr. Selâhaddin en-Nâhî, Bağdad 1386 /1967) Serahsî’nin el-Mebsûŧ’u ayrı bir öneme sahiptir. Ahmed b. Muhammed b. Ebû Bekir el-Hanefî’nin Ħizânetü’l-fetâvâ adlı eserinde özellikle Hassâf’ın Kitâbü’l-Ĥiyel’indeki meselelerden birçoğu çeşitli konular içinde zikredilmiştir (TSMK, nr. A 799/1-2; Süleymaniye Ktp., İzmir, nr. 268). Velvâlicî el-Fetâvâ, (TSMK, nr. A 783), Tâhir b. Ahmed el-Buhârî Ħulâśatü’l-fetâvâ (Leknev, ts.), Hüseyin b. Muhammed es-Sem‘ânî Ħizânetü’l-müftîn (TSMK, nr. A 813) ve Bezzâzî el-Fetâva’l-Bezzâziyye’de hiyele yer vermişlerdir. Hanefîler’in önemli kaynak eserlerinden kabul edilen Âlim b. Alâ’nın el-Fetâva’t-Tatarħâniyye’si ile (Süleymaniye Ktp., İsmihan Sultan, nr. 234-235) el-Fetâva’l-Hindiyye’nin “Kitâbü’l-Ĥiyel” bölümleri oldukça hacimlidir. Şâfiî mezhebi âlimlerinden Zerkeşî’nin el-Menŝûr fi’l-ķavâǾid adlı eseri Hanefîler’den İbn Nüceym’in el-Eşbâh ve’n-nežâǿir’i, bunun Ahmed b. Muhammed el-Hamevî tarafından yazılan Ġamzü Ǿuyûni’l-beśâǿir adlı şerhindeki hiyel bölümleri de zikre değer. Zahîrüddin Hasan b. Ali el-Mergīnânî’nin el-Fetâva’ž-Žahîriyye (TSMK, nr. A 830), İbn Murtazâ’nın el-Mefâtîĥ (Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 118), Ebü’l-Kāsım Nâsırüddin Muhammed b. Yûsuf es-Semerkandî’nin Kitâbü’l-Mülteķāt, Şevkânî’nin Ķaŧrü’l-velî adlı eserleri de hiyele yer veren diğer bazı kitaplardır. Burada zikre değer bir konu da Hanefî fıkıh kitaplarının zekât ve şüf‘aya dair bablarında genellikle hile konusunu tartışmalarıdır.

Hiyel konusu şarkiyatçılarla günümüz müslüman araştırmacılarının da dikkatini çekmiş, buna dair çeşitli tezler ve çalışmalar yapılmıştır. Özellikle şarkiyatçılar, İslâm hukukunun çağdaş ihtiyaçlara cevap veremeyecek statik bir yapıya sahip olması sebebiyle hiyelin ortaya çıktığı tezini savunarak genellikle çalışmalarını bu ön yargı üzerine kurmuşlardır. Bu çerçevede Hassâf’ın Kitâbü’l-Ĥiyel’i üzerine bir doktora tezi hazırlayan Joseph Schacht hiyel kitaplarının neşrine özel bir önem vermiş, konuyla ilgili çeşitli dergilerde makaleler yayımlamış ve verdiği konferanslarda hiyeli devamlı gündemde tutmuştur. Lyon Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bir doktora çalışması yapan Jean Bazda (Essai sur la fraude à la loi en droit musulman, Paris 1938), tezinde İslâm hukukunun statik olduğu iddiasına genişçe yer vermiştir. Eserde müellif 1900’lü yıllardan önce Cezayir, Tunus, Mısır gibi bazı İslâm ülkelerindeki kanuna karşı hile durumlarına yer vererek uygulamalardan söz etmiştir. Ezher Üniversitesi hocalarından Muhammed Abdülvehhâb el-Buhayrî, el-Ĥiyel fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye ve şerĥu mâ verede fîhâ mine’l-âyât ve’l-eĥâdîŝ ev keşfü’n-niķāb Ǿan mevķıǾi’l-ĥiyel mine’s-Sünneti ve’l-Kitâb adlı eserinde (Kahire 1394/1974) hiyelin lehine ve aleyhine olabilecek âyet ve hadisleri bir araya getirerek açıklamalarını


yapmış, nasların tesbitinde daha ziyade Buhârî’nin el-CâmiǾu’ś-śaĥîĥ’indeki “Kitâbü’l-Ĥiyel” ile İbn Teymiyye’nin İķāmetü’d-delîl’i ve İbn Kayyim’in İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn adlı eserlerini kullanmıştır. İslâm hukuku ve modern hukukta hile meselesinin ele alındığı Abdüsselâm Zihnî’nin el-Ĥiyelü’l-maĥžûr minhâ ve’l-meşrûǾ (Kahire 1946) adlı kitabında İslâm hukukundaki hiyelle ilgili kısımda genellikle Buhayrî’nin el-Ĥiyel’inden istifade edilmiştir. Ezher Üniversitesi Külliyyetü’ş-şerîa ve’l-kānûn’da 1973 yılında Muhammed eş-Şerkāvî el-Ĥiyelü’ş-şerǾiyye ve eŝeruhâ fî nümüvvi’l-fıķhi’l-İslâmî (Külliyyetü’ş-şerîa ve’l-kānûn Ktp., nr. 433), Necâşî Ali İbrâhim el-Ĥiyel fi’l-fıķhi’l-İslâmî (I-II, Külliyyetü’ş-şerîa ve’l-kānûn Fakülte Ktp., nr. 498-499) adıyla birer doktora tezi hazırlamışlardır. Hiyele oldukça geniş yer veren bir başka doktora tezi de Hâdî Ahmed el-Hâdî tarafından 1985 yılında Kahire Üniversitesi Dârülulûm Fakültesi’nde yapılmıştır (Eŝerü’l-bâǾiŝ ġayri’l-meşrûǾ fi’l-Ǿuķūd ve’t-taśarrufât, el-Mektebetü’l-Merkeziyye, nr. 4392). Muhammed Abdülhamîd Mekkî, Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ceza hukuku alanındaki hileyi konu alan bir doktora çalışması yaparak modern hukukun yanı sıra İslâm hukukuna da geniş yer vermiş (el-İĥtiyâl fî ķānûni’l-Ǿuķūbât dirâse muķārene, 1988, Hukuk Fakültesi Ktp., nr. 345/432), Mahmûd Abdürrahim ed-Dîb ise Kahire Aynişems Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde hazırladığı doktora tezinde modern hukukta kanuna karşı hileyi ele almış ve İslâm hukuku ile mukayeselerde bulunmuştur (el-Ĥiyel fi’l-ķānûni’l-medenî dirâse muķārene bi’l-fıķhi’l-İslâmî, 1992, Fakülte Ktp., nr. 349/6). Hiyel konusunda Muhammed b. İbrâhim (el-Ĥiyelü’l-fıķhiyye fi’l-muǾâmelâti’l-mâliyye, Tunus 1983) ve Sâlih b. Suûd Âl-i Ali (eź-ŹerâǿiǾ ve’l-ĥiyel fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd, nr. 1393-1394) birer yüksek lisans tezi hazırlamışlardır.

Konuyla ilgili olarak Türkiye’de de bazı çalışmalar yapılmıştır. Hâmide Topçuoğlu Kanuna Karşı Hile (Kanundan Kaçınma Yolları, İzmit 1950) adıyla hazırladığı doktora tezinde hilenin felsefesini ve sosyolojik tahlilini yapmış, sonunda da İslâm hukukundaki hiyel meselesine kısaca temas etmiştir. Ahmet Şen tarafından hazırlanan İslâm Hukukunda Hiyel (1991, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü) adlı yüksek lisans tezinden sonra Saffet Köse İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile (Hîle-i Şer‘iyye) (1993, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) adıyla bir doktora çalışması yapmıştır. Bu tezde hiyelle ilgili çalışmaların değerlendirilmesine, hiyel teriminin tahliline ve benzeri kavramlarla mukayesesine, hiyeli ortaya çıkaran sebeplere, hiyele dair tartışmalara ve örneklere yer verilmiştir. Faruk Çaykara’nın İslâm Hukukunda Hîle-i Şer‘iyye’nin Mahiyeti ve Hilede Gözetilen Gayeler adıyla hazırladığı yüksek lisans tezinde (1994, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) hile ve hîle-i şer‘iyyenin mahiyeti, bazı kavramlarla ilişkisi, tarihçesi, hukukî sonuçları, dayanakları ve hîle-i şer‘iyyede gözetilen amaçlar ele alınmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “ĥvl” md.; Feyyûmî, el-Miśbâĥu’l-münîr, “ĥvl” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “ĥvl” md.; Müsned, II, 84; V, 222; VI, 180; Buhârî, “Keffârât”, 9, “Ĥiyel”, 1-15, “Zekât”, 62, “Hibe”, 7, “Şehâdât”, 3, “Ŧalâķ”, 4, “Tefsîr”, 1/1, 2/84, 6/6, 15/3, “Feżâǿilü’l-Ķurǿân”, 9, “BüyûǾ”, 89, 103, “Bedǿü’l-vaĥy”, 1, “Îmân”, 41, “Müsâķāt”, 71-73; Müslim, “Zekât”, 170-172, “Ŧalâķ”, 1-2, 4, “Müsâķāt”, 71-74, 95, “İmâre”, 155; İbn Mâce, “Ĥudûd”, 18; Ebû Dâvûd, “Eymân”, 9, 17, “Ĥudûd”, 34, “Nikâĥ”, 15, “BüyûǾ”, 54; Tirmizî, “Şevâbü’l-Ķurǿân”, 1, “Nikâĥ”, 28; Nesâî, “Eymân”, 18, 39, 43; Ebû Yûsuf, el-Ħarâc, s. 80; Şeybânî, el-Aśl fi’l-fürûǾ, Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 90, IV, vr. 1b-19b; el-Meħâric fi’l-ĥiyel, Süleymaniye Ktp., Molla Çelebi, nr. 57; a.e. (nşr. J. Schacht), Leipzig 1930; Şâfiî, el-Üm, III, 65-69; V, 71; a.mlf., İħtilâfü’l-ĥadîŝ (nşr. Âmir Ahmed Haydar), Beyrut 1405/1985, s. 47-60; a.mlf, er-Risâle, s. 217, 322, 341; Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muśannef, VIII, 184-185; Câhiz, Kitâbü’l-Ĥayevân, III, 11-12, 18; Hassâf, Kitâbü’l-Ĥiyel, Kahire 1316, s. 88; Hakîm et-Tirmizî, el-Eķyâs ve’l-muġterrîn, AÜ DTCF Ktp., İsmail Saib Efendi, nr. 1571; İbn Hibbân, el-Mecrûĥîn, III, 70-71; Cessâs, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, III, 176, 384; Ebü’l-Leys es-Semerkandî, en-Nevâzil, Süleymaniye Ktp., Damad İbrâhim Paşa, nr. 724, vr. 355a-369a; Dârekutnî, es-Sünen, Beyrut, ts., III, 52 (nr. 211-212); İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 255; İbn Batta, el-ĤulǾ ve mâ yeĥillü minhü ve mâ lâ yeĥillü ve ibŧâlü’l-ĥîle li’l-ħurûc mine’l-aĥkâmi’l-meşrûǾa (nşr. M. Hâmid el-Fıkī, Min Defâǿini’l-künûz içinde), Kahire 1349/1931; Ebû Hâtim el-Kazvînî, Kitâbü’l-Ĥiyel (nşr. J. Schacht), Hannover 1924; Halvânî, el-Mebsûŧ, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 1381, vr. 707a; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-Mebsûŧ, Tahran 1351 hş., V, 95-98; Hatîb, Târîħu Baġdâd, XIII, 324, 338, 342-343, 355, 369-370, 426-428; Serahsî, el-Mebsûŧ, X, 108; XXX, 209-244, 309; Saîd b. Ali es-Semerkandî, Cennetü’l-aĥkâm ve cünnetü’l-ħisâm fi’l-ĥiyel ve’l-meħâric, Süleymaniye Ktp., Yeni Cami, nr. 1186/3, vr. 163b, 233a; Gazzâlî, İĥyâǿ, I, 18; Ahmed b. Muhammed el-Hanefî, Ħizânetü’l-fetâvâ, TSMK, III. Ahmed, nr. A 799/1-2, II, vr. 376a-379a; a.e., Süleymaniye Ktp., İzmir, nr. 268, vr. 109b, 138b-140b; Sehâvî, eđ-Đavǿü’l-lâmiǾ, X, 336; Velvâlicî, el-Fetâvâ, TSMK, III. Ahmed, nr. A 783, vr. 66b-67a, 105b, 426b-429a; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, III, 1100-1102; IV, 1651-1652; Kādîhân, el-Fetâvâ, II, 279-280; III, 581; İbnü’l-Cevzî, Śaydü’l-ħâŧır, Beyrut, ts. (Dârü’l-Kütübi’l-ilmiyye), s. 31; İbn Kudâme, el-Muġnî, II, 534; Kurtubî, el-CâmiǾ II, 440; VII, 306; IX, 236; Kureşî, el-Cevâhirü’l-muđıyye, III, 576; Yahyâ b. Ebû Bekir el-Hanefî, Eŝîrü’l-melâĥide, Bekir Topaloğlu özel kitaplığı, vr. 75a-76b; Nevevî, el-MecmûǾ, V, 468; İbn Murtazâ, Mefâtîĥ, Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 118, vr. 202b; İbn Teymiyye, İķāmetü’d-delîl Ǿalâ ibŧâli’t-taĥlîl (el-Fetâva’l-kübrâ, III. cilt içinde), Kahire 1385/1965; Hüseyin b. Muhammed es-Sem‘ânî, Ħizânetü’l-müftîn, TSMK, III. Ahmed, nr. A 813, vr. 188a, 407a-b, 617b-618a; İbn Kayyim el-Cevziyye, İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn, Beyrut 1973, III, 159-403; IV, 3-117; a.mlf., İġāŝetü’l-lehfân, Kahire, ts. (Dârü’l-Hadîs), II, 387-494; Safedî, el-Vâfî, II, 334; Âlim b. Alâ el-Ensârî, el-Fetâva’t-Tatarħâniyye, Süleymaniye Ktp., İsmihan Sultan, nr. 234-235, II, vr. 423b-434a; Kirmânî, el-Kevâkibü’d-derârî, Kahire 1356/1937, XXIV, 73-94; Şâtıbî, el-Muvâfaķāt, II, 378-390; IV, 201-202; Zerkeşî, el-Menŝûr fi’l-ķavâǾid (nşr. Fâik Ahmed Mahmûd), Küveyt 1402 /1982, II, 93-105; İbn Hacer, Fetĥu’l-bârî (Hatîb), XII, 326-351; a.mlf., İnbâǿü’l-ġumr, IV, 348; Aynî, ǾUmdetü’l-ķārî, Kahire 1348 → Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), XXIV, 108-126; İbn Kutluboğa, Tâcü’t-terâcim, s. 74; Kastallânî, İrşâdü’s-sârî, Bulak 1304-1306, X, 102-118; İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-nežâǿir (nşr. M. Mutî‘ el-Hâfız), Dımaşk 1403/1983, s. 477-488; Ebüssuûd Efendi, el-Fetâvâ, Süleymaniye Ktp., İsmihan Sultan, nr. 223, vr. 26b-27a, 53a-57a; el-Fetâva’l-Hindiyye, II, 254, 283; VI, 390-437; Hamevî, Ġamzü Ǿuyûni’l-beśâǿir, Beyrut 1405/1985, IV, 219-285; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, Kahire 1357/1938, V, 206-208; VI, 138-140; a. mlf., Ķaŧrü’l-velî, Kahire, ts. (Dârü’l-Kütübi’l-hadîse), s. 371-382; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr, IV, 244, 279; V, 93; Keşmîrî, Feyżü’l-bârî, Kahire 1357/1938, IV, 479-489; Keşfü’ž-žunûn, I, 695; J. Baz, Essai sur la fraude à la loi en droit musulman, Paris 1938; Ferit H. Saymen, Kanuna Karşı Hile İstimali, İstanbul 1940; a.mlf., “Hile-i Şer’iyye”, Hukukî Bilgiler Mecmuası, III/135, İstanbul 1941, s. 7376-7378; Abdüsselâm Zihnî, el-Ĥiyelü’l-maĥžûr minhâ ve’l-meşrûǾ, Kahire 1946; M. Ebû Zehre, Ebû Ĥanîfe, Kahire 1366/1947, s. 417-434; Vedad Sevig, Devletler Hususî Hukukunda Hile Teorisi, İstanbul 1950; Hâmide Topçuoğlu, Kanuna Karşı Hile, İzmit 1950; N. J. Coulson, A History of Islamic Law, Edinburgh 1964, s. 139-142; a.mlf., Conflicts and Tensions in Islamic Jurisprudence, Chicago 1969, s. 87-91; M. Zâhid Kevserî, Ĥüsnü’t-teķādî, Kahire 1387/1968, s. 82-89; a.mlf., Buluġu’l-emânî, Kahire 1388/1969, s. 83; a.mlf., Teǿnîbü’l-Ħaŧîb, Beyrut 1401/1981, s. 177-179; J. Schacht, An Introduction to Islamic Law, Oxford 1971, s. 76-85; a.mlf., “Die arabische hijal Literatur”, Isl., XV (1926), s. 211-232; a.mlf., “Fî Târîħi’l-fıķhi’l-İslâmî, II-III”, el-Meşriķ, XXXIII/3-4, Beyrut 1935, s. 361-367, 547-556; a.mlf., “Notes sur la sociologie du droit musulman”, RAfr., XCVI (1952), s. 322-329;


M. Abdülvehhâb Buhayrî, el-Ĥiyel fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Kahire 1394/1974; M. Hadi Hussain - Abdul Hameed Kamali, The Nature of the Islamic State, Karachi 1977, s. 119-130; M. Tâhir b. Âşûr, Maķāśıdü’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Tunus 1978, s. 108-120; M. Mahrûs Abdüllatîf el-Müderris, Meşâyiħu Belħ mine’l-Ĥanefiyye, Bağdad 1978-79, II, 789-816; Abdülmecîd Mahmûd, el-İtticâhâtü’l-fıķhiyye Ǿinde aśĥâbi’l-ĥadîŝ, Kahire 1399/1979, s. 613-640; Muhammed b. İbrâhim, el-Ĥiyelü’l-fıķhiyye fi’l-muǾâmelâti’l-mâliyye, Tunus 1983; A. S. Tritton, İslâm Kelâmı (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1983, s. 58; M. Hişâm Burhânî, Seddü’ź-źerâǿiǾ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Beyrut 1406/1985, tür.yer.; Hâdî Ahmed el-Hâdî, Eŝerü’l-bâǾiŝ ġayri’l-meşrûǾ fi’l-Ǿuķūd ve’t-taśarrufât: dirâse muķārene (doktora tezi, 1985, Câmiatü’l-Kahire Külliyyetü Dâri’l-ulûm), el-Mektebetü’l-Merkeziyye, nr. 4392, s. 391-461; Saîd Ramazan el-Bûtî, Đavâbitü’l-maślaĥa, Beyrut 1406/1986, s. 293-324; M. Reşîd Rızâ, er-Ribâ ve’l-muǾâmelât fi’l-İslâm, Beyrut 1406/1986, s. 140-153; M. Revvâs Kal‘acî, MevsûǾatü fıķhi İbrâhîm en-NeħaǾî, Beyrut 1986, I, 535-536; Mustafa Baktır, İslâm Hukukunda Zarûret Hali, Ankara, ts. (Akçağ Yayınevi), s. 153-164; a.mlf., “İslâm Hukukunda Hile-i Şer’iyye”, İslâmî Araştırmalar, sy. 2, Ankara 1986, s. 71-89; a.mlf., “Buhârî’nin Sahihindeki Kitâbü’l-Hiyel’i Hakkında Bazı Mülahazalar”, EAÜİFD, sy. 10 (1991), s. 59-79; M. Şerîf er-Rahamûnî, er-Ruħaśü’l-fıķhiyye ve’s-sünnetü’n-nebeviyye, Tunus 1992, s. 602-616; Mahmûd Abdürrahîm ed-Dîb, el-Ĥiyel fi’l-ķānûni’l-medenî (doktora tezi, 1992, Câmiatü Ayni’ş-şems Külliyyetü’l-Hukūk), el-Mektebetü’l-Külliyye, nr. 349/6; Ebû Ubeyde Meşhûr b. Hasan, Kütübün ĥaźźere minhe’l-Ǿulemâǿ, Riyad 1415/1995, I, 179-197; Saffet Köse, İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile: Hile-i Şer‘iyye, İstanbul 1996; a.mlf., “Mezhep Görüşleriyle İlgili Farklı Nakiller”, İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi, III/1, İstanbul 1415/1995, s. 105-108; Mir Siadat Ali Khan, “The Mohammedan Laws Against Usury and How They are Evaded”, Journal of Comparative Legistation, II (1929), s. 233-244; H. Lammens, “el-Ĥiyel ve’l-meħâric”, el-Meşriķ, XXIX, Beyrut 1931, s. 641-646; Abdullah el-Merâgī, “Isķātü’l-aĥkâmi’ş-şerǾiyye bi’t-taĥâyüli memnûǾ”, ME, XXVI/7 (1954), s. 373-377; Abdul Hameed Kamali, “Kitab al-Hiyal in the Political Philosophy of the Ummah”, Iqbal Review, VII/3, Lahore 1966, s. 59-81; Hüseyin Halef el-Cebbûrî, “el-Ĥiyel ve mevķıfü’l-fuķahâǿ minhâ”, Mecelletü Külliyyeti’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, V, Bağdad 1393/1973, s. 113-136; Sâlih b. Fevzân, “er-Ribâ”, Eđvâǿü’ş-şerîǾa, X, Riyad 1399, s. 235-274; Abdullah b. Muhammed et-Tarîkī, “Ĥükmü beyǾi’l-Ǿîne”, Mecelletü’l-Buĥûŝi’l-İslâmiyye, sy. 14, Riyad 1405-1406/1985, s. 261-294; Muhammed b. Ahmed es-Sâlih, “Mevķıfü’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye min nikâĥi’t-taĥlîl”, a.e., sy. 15 (1406/1985-86), s. 139-171; Muhammed el-Mes‘ûdî, “el-Ĥiyel”, Mecelletü’l-CâmiǾati’l-İslâmiyye, XVIII/71-72, Medine 1406, s. 97-168; Şa‘bân M. İsmâil, “Seddü’ź-źerâǿiǾ beyne’l-ilġā ve’l-iǾtibâr”, Ĥavliyye Külliyyeti’ş-şerîǾa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, sy. 6, Devha 1408/1988, s. 317-326.

Saffet Köse