HIZLÂN

(الخذلان)

Allah’ın, buyruklarına boyun eğmeyen insanlardan yardımını kesmesi anlamında bir terim.

Sözlükte “yardımını kesmek, kendi haline bırakmak” anlamında masdar olan hızlân genellikle nusret, tevfîk ve lutuf kelimelerinin karşıtı olarak “Cenâb-ı Hakk’ın itaatsiz kullarını kendi haline terketmesi” şeklinde tarif edilir. Hızlân kavramı Kur’an’da üç âyette yer almaktadır. Uhud Gazvesi’nde müslümanların yenilgisinden söz eden âyetlerde, zafer ve başarı için her türlü tedbirin alınmasından sonra Allah’a tevekkül edilmesinin gerektiği vurgulanmakta (Âl-i İmrân 3/156-159), O’nun yardım ettiği toplulukları kimsenin yenilgiye uğratamayacağı, kendi hallerine terkettiği (hızlân) grupları da kimsenin zafere ulaştıramayacağı belirtilmekte, başarı için kararlılık ve tevekkülle çalışmanın lüzumuna işaret edilmektedir (Âl-i İmrân 3/160). Hızlân kavramı bir âyette mübalağa sigasıyla şeytana nisbet edilerek şeytanın dostluğuna asla güvenilmeyen (hazûl) gizli bir düşman olduğu bildirilmektedir (el-Furkān 25/29). Diğer bir âyette ise insan onuruna yakışmayan ve onu kula kul olma seviyesine düşüren şirkten söz edilirken Allah’tan başkasına tapınan kimsenin kınanmış ve kendi başına terkedilmiş (mahzûl) olacağı belirtilerek hızlân kavramı hem Allah’a hem de şahsiyetli insanlara (müminlere) izâfe edilmektedir (el-İsrâ 17/22).

Hızlânın ifade ettiği mâna Kur’ân-ı Kerîm’de nisyan (unutmak) kavramıyla da işlenmiştir. Birçok âyette, insanın kendisini dünya ve âhiret mutluluğuna götüren yoldan sapmasının sebebi unutkanlık olarak gösterilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “nsy” md.). Râgıb el-İsfahânî’nin “zihnî ve irâdî zaaf, gaflet veya kasıt sebebiyle kişinin kendisine tevdi edilen şeyi muhafaza etmemesi” şeklinde tarif ettiği nisyan (el-Müfredât, “nsy” md.) alışkanlık haline getirilmiş bir ilgisizlik ve umursamazlık halidir. Kur’an’da, bu davranış içinde bulunan kimselerin Allah’ı ve âhiret gününü unuttukları için Allah tarafından da unutulacakları haber verilmektedir (el-A‘râf 7/51; et-Tevbe 9/67; es-Secde 32/14; el-Câsiye 45/34). Bütün kâinata yönelik tasarruf, lutuf ve ihsanı aralıksız devam eden, ilmi her şeyi kuşatan, asla yanılıp unutmayan (Meryem 19/64; Tâhâ 20/52) Cenâb-ı Hakk’a bu âyetlerde nisbet edilen unutma mecazi anlamda olup kulun sürekli umursamazlığına bir karşılık niteliği taşır ve hızlân kavramının mânasını pekiştirir.

Çeşitli hadis rivayetlerinde hızlân kavramı sözlük anlamıyla yer almakta (bk. Wensinck, el-MuǾcem, “ħźl” md.), Hz. Ali’den rivayet edilen ve kendisini konu alan bir hadiste bu kavram Allah’a nisbet edilmektedir (Müsned, I, 118, 119). Hadislerde, kulun kendi haline terkedilmesi vekl kökünden türeyen fiillerle de anlatılmış ve kişinin Allah’tan, kendini kendi haline terketmemesini niyaz etmesi tavsiye edilmiştir (a.e., I, 412; V, 191; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 35).

Kulların fiilleri ve Allah-insan ilişkisi meselelerinde hızlân, değişik kelâm ekollerine mensup âlimlerce erken dönemlerden itibaren az çok farklı şekillerde açıklanmıştır. Bu açıklamaları şöylece özetlemek mümkündür: 1. Hızlân, Allah’ın müminlere fazladan ihsan ettiği lutufları kâfirler için dünyada bir ceza olarak terketmesi veya onları kendi başlarına bırakacağına hükmedip “mahzûlûn” diye adlandırmasıdır. Hızlân, Allah’ın kâfirleri hak yoldan uzaklaştırması (idlâl-iğvâ) veya gerçeği anlamalarına mâni olmak için zihnî engeller yaratması şeklinde açıklanamaz. Zira bu, kişinin dinen yükümlü tutulması hususu ile bağdaşmaz. Dolayısıyla hızlân, iman etmek istemeyen insanların ilâhî yardım ve lutuftan mahrum bırakılması tarzında anlaşılmalıdır. Çünkü kulun kendi başına terkedilmesi bir tür cezadır. Hızlân aynı zamanda, müminlerle mücadele eden kâfirlerin kalbine korku salınması şeklinde olabileceği gibi bunların fikrî açıdan güçsüz bırakılması veya eleştirilip kötülenmesi tarzında da gerçekleşebilir. Mu‘tezile âlimleri bu görüştedir (Eş‘arî, s. 264-265; Kādî Abdülcebbâr, el-MecmûǾ fi’l-muĥîŧ bi’t-teklîf, II, 397-398; a.mlf., Müteşâbihü’l-Ķurǿân, s. 164, 726-727; Şehristânî, s. 411). 2. Ebû Hanîfe’ye ve onun fikirlerini benimseyenlere göre hızlân, kişinin Allah rızâsına uygun düşen fiilleri yapmaya muvaffak kılınmamasıdır. Aslında Allah kullarını iman ve inkârdan soyutlanmış olarak yaratmış, daha sonra onlara emirler göndermiş, inkâr yolunu tutanlar buna kendi fiilleriyle yönelmiş, ancak bu yöneliş, kulun inkâr etmeyi istemesi sonucu Allah’ın hızlânıyla gerçekleşmiştir. İman eden de kendi fiiliyle iman etmekle birlikte bu fiil onun imanı istemesine bağlı olarak Allah’ın yardımıyla (tevfîk) vücuda gelmiştir (Beyâzîzâde, s. 57-58). 3. Hızlân, Allah’ın kâfirlerde inkâr etme gücü yaratıp onları kâfir olmaya muktedir kılmasıdır. İnkâr etme gücünün aşağısında kalan itaatsizlik ve isyan etme gücüne ise hırmân denir. Bundan dolayı Allah’ın hızlânı sadece kâfirlere mahsustur. Müminleri yardımsız bırakıp onlara kötülük işleme gücü vermesi hırmân olarak kabul edilmelidir. Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ile ona tâbi olanlar bu görüştedir (İbn Fûrek, s. 36, 109, 123; Şehristânî, s. 412). Eş‘arî’ye göre hızlânın kâfirleri helâk edip cezalandırmakla bir ilgisi yoktur. 4. Hızlân Allah’ın kâfirlerin küfrünü yaratmasıdır. Eş‘arî’nin ehl-i isbâtın bir kısmına nisbet ettiği bu görüş Cebriyye’ye ait olmalıdır (Maķālât, s. 265). 5. İbn Hazm’a göre Hızlân, Allah’ın, kötülük yapmaları için yarattığı fâsıklara bunu kolaylaştırmasıdır. Zira Hz. Peygamber, herkese üzerinde yaratıldığı işin


kolaylaştırıldığını haber vermiştir (el-Faśl, III, 50). Hızlâna, dolayısıyla kulların fiilleri meselesine bu şekilde yaklaşılması Kur’an’a, dil kurallarına, aklın temel ilkelerine ve müctehit âlimlerin görüşlerine uygundur. 6. Hızlân Allah’ın, bütün işlerinde kullarına yardımını kesip onları kendi başlarına terketmesidir. Kullar, ilâhî tevfîk ile hızlân arasında dolaşıp farklı tecellilerle karşılaşırlar. İman ve itaat eden bunu ilâhî tevfîk sayesinde yapar, inkâra ve isyana sapan ise ilâhî hızlân sebebiyle bu duruma düşer. Bu da ilâhî adaletin gereği olur. Zira Allah kula ait hiçbir şeyi onun elinden almaz. İbn Kayyim el-Cevziyye sûfî temâyüllerinin galip geldiği eserlerinde bu görüşü savunmuştur (Medâricü’s-sâlikîn, I, 445-446).

Râgıb el-İsfahânî, hızlânın iradeli ve iradesiz olmak üzere iki şekilde vuku bulabileceğini söyler. İradî hızlân kişinin kendi isteğiyle kötülük yapması, gayr-i irâdî hızlân ise engellerle karşılaşması sebebiyle yapmak istediği bir hayrı gerçekleştirememesidir (el-İǾtiķādât, s. 288). “Nasipsizlik” şeklinde nitelendirilebilen hızlânın bu ikinci türünde karşılaşılan engelin ciddi olması halinde bunda kulun sorumluluğu olmamalıdır.

Kaynaklarda yer alan bilgilerden anlaşıldığına göre, hızlânın “ilâhî yardımın kesilmesi ve kulun kendi başına terkedilmesi” anlamına geldiği âlimler arasında genellikle kabul edilen bir husustur. Bu konudaki görüş ayrılığı daha çok hızlânın bütün beşerî fiilleri kapsayıp kapsamadığı noktasında toplanmaktadır. Kelâm literatürü açısından bakıldığında meselenin odak noktasını ilâhî buyruklara boyun eğme hususu oluşturur. Bu çerçevede ileri sürülen görüşler içinde, hızlânın sadece ilâhî emirleri kabul edip itaat etmek istemeyen kâfirler için geçerli olduğunu savunan görüş isabetli görünmektedir. İman ve itaat, inkâr ve isyan gibi dinî konularla ilgili olmayan hususların ise hızlâna konu teşkil etmediğini, bu alanda sünnetullahın geçerli olduğunu söylemek mümkündür.

Bütün tabiatın Allah’ın tasarruf ve idaresi altında bulunduğu şüphesizdir. İslâm dininde en önemli varlık telakki edilen insan, gerek dünyevî gerekse uhrevî hayatı ilgilendiren faaliyetlerinde başarılı olabilmesi için Allah’ın lutfuna muhtaçtır. Bu açıdan bakıldığında kişinin mâruz kaldığı musibet ve âfetlerin de uyarıcı vazifesi gördüğü ve hızlânın değil ilâhî nusretin eseri olduğu söylenebilir. Kul için en kötü şey Allah’ın lutfundan mahrum bırakılması ve azgın dalgalar ortasında kaptansız bir tekne gibi kendi haline terkedilmesidir. Bu kötü sonuç, doğrudan Allah’ın yaratmasıyla değil kulun sürekli iradî faaliyetleri ve genel tutumunun bir eseri olarak meydana gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah ile ilişkisini kesen insanın dünyada mutlu bir hayat yaşayamayacağı gibi âhirette de kör ve ilâhî lutuflardan mahrum olarak haşredileceği haber verilmekte, bunun sebebi ise şöyle açıklanmaktadır: “Sana âyetlerimiz geldiği halde onları umursamadın. İşte bugün de sen aynı şekilde umursanmayacaksın” (Tâhâ 20/124-126). Diğer bir âyette yer alan ifadeler de hızlân konusuna ışık tutar niteliktedir: “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmışlardır” (el-Haşr 59/19). Allah’ı unutan kendini unutmuş ve Allah’ın yardımının dışına çıkarmış olur. Asıl hızlân da budur.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ħźl”, “nsy” md.leri; a.mlf., el-İǾtiķādât (nşr. Şemrân el-İclî), Beyrut 1988, s. 288; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ħźl” md.; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 310; Tehânevî, Keşşâf, I, 449; Wensinck, el-MuǾcem, “ħźl” md.; a.mlf., “Hazlân”, İA, V/1, s. 414-415; a.mlf., “Khidhlān”, EI² (İng.), V, 3-4; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “nsy” md.; Müsned, I, 118, 119, 412; II, 68; IV, 30; V, 191; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 36, “Cihâd”, 35; Eş‘arî, Maķālât (Ritter), s. 264-265; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 263, 264; a.mlf., Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, I, vr. 98b; İbn Fûrek, Mücerredü’l-maķālât, s. 36, 53, 109, 123; Kādî Abdülcebbâr, el-MecmûǾ fi’l-muĥîŧ bi’t-teklîf, Beyrut 1986, II, 397-398; a.mlf., Müteşâbihü’l-Ķurǿân (nşr. Adnân M. Zerzûr), Kahire 1969, s. 164, 726-728; İbn Hazm, el-Faśl, III, 50; Nesefî, Baĥrü’l-kelâm, Konya 1329, s. 20; Şehristânî, Nihâyetü’l-iķdâm, s. 411-414; İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, VIII, 236; İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403/1983, I, 445-446, 448; İbn Ebû Şerîf, Kitâbü’l-Müsâmere, İstanbul 1400/1979, s. 113; Lekānî, Şerĥu Cevhereti’t-tevĥîd, Kahire 1375/1955, s. 143-144; Beyâzîzâde, İşârâtü’l-merâm, s. 57-58, 233, 234, 247, 266, 303.

İlyas Çelebi