HÜCVÎRÎ

(الهجويري)

Ebü’l-Hasen Alî b. Osmân b. Ebî Alî el-Cüllâbî el-Hücvîrî (ö. 465/1072 [?])

Keşfü’l-mahcûb adlı eseriyle tanınan sûfî müellif.

Gazne’de doğdu. Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr (ö. 440/1049), Abdülkerîm el-Kuşeyrî (ö. 465/1072) gibi görüştüğü sûfîler hakkında Keşfü’l-maĥcûb’da verdiği bilgilere dayanarak XI. yüzyılın başlarında dünyaya geldiği söylenebilir. İran veya Hint asıllı olan ailesinin Gazne’ye ne zaman yerleştiği belli değildir. Kendisi Keşfü’l-maĥcûb’da Hücvîrî ve Cüllâbî nisbelerini kullanmışsa da zamanla Hücvîrî diye meşhur olmuştur. Bugün Gazne’de Cüllâb ve Hücvîr adlı bir semt bulunmamaktadır. Babası Şeyh Osman’ın mezarının bulunduğu Gazne yakınlarındaki Erbabha mevkiinin eski adının Cüllâb veya Hücvîr olması muhtemeldir. Gulâm Server, Hücvîrî’nin Hz. Ali’ye ulaşan şeceresini vermekteyse de sonradan düzenlenen bu şecereye dayanarak onun seyyid olduğunu söylemek mümkün değildir. Annesinin kabri Gazne’de diğer oğlu Şeyh Tâcülevliyâ’nın kabrinin yanındadır. Dârâ Şükûh bu kabirleri ziyaret ettiğini söyler. Hücvîrî, “hazine bağışlayan ulu velî” anlamına gelen Dâtâ Gencbahş unvanıyla tanınmıştır.


Gulâm Server’in verdiği bilgiye göre bu unvanı onun hakkında ilk defa Çiştiyye tarikatının kurucusu Muînüddin Hasan el-Çiştî (ö. 633/1236) kullanmıştır. Muînüddin, Hücvîrî’nin türbesinde girdiği halveti tamamladığında ona dua ederken bu şekilde hitap etmişti (Ħazînetü’l-aśfiyâǿ, II, 234).

Hücvîrî, Gazne’de babası Şeyh Osman’dan ilk dinî bilgileri aldıktan sonra devrindeki ulemânın geleneğine uyarak çeşitli yerleri gezmeye başladı. Keşfü’l-maĥcûb’da verdiği bilgilerden onun Suriye, Türkistan, Kazvin, Hindistan, Irak, Hûzistan, Azerbaycan, Cürcân, Horasan ve Mâverâünnehir gibi bölgeleri dolaştığı anlaşılmaktadır. Ancak eserde bu seyahatleri ne zaman yaptığına dair bilgi bulunmamaktadır. Hücvîrî, bu gezileri sırasında dönemindeki büyük sûfîlerle tanışma ve onlardan faydalanma imkânı buldu. Ayrıca çeşitli fırka ve mezheplere bağlı olan birçok şahısla karşılaştı. İlk seyahate çıktığında muhtemelen tasavvufa intisap etmiş değildi. Keşfü’l-maĥcûb’un sohbet bahsinin sonunda Bağdat’ı ziyareti sırasında burada mutasavvıf geçinen zındıklar topluluğunu gördüğünü, Fergana’da Bab Ferganî adlı bir zatı ziyaret ettiğini, mürşidi Ebü’l-Fazl el-Huttelî ile Dımaşk civarında tanıştığını, birlikte Azerbaycan’a gittiklerini, vefatına kadar onun yanından ayrılmadığını söyler. Hûzistan, Fars ve Bağdat’ı ziyareti sırasında Hallâc’ın elliden fazla eserini gördüğünü, bir müşkülü çıktığı zaman Bistâm’a gidip Bâyezîd-i Bistâmî türbesini ziyaret ettiğini, Horasan’da gördüğü 300 sûfîden her birinin dünyaya bedel olduğunu, Muzaffer b. Ahmed b. Hamdân’ı görmek için Nîşâbur’a gidip geldiğini, Tûs, Serahs, Merv gibi Horasan’ın diğer şehirlerini gezdiğini, Mâverâünnehir’e gittiğini, Buhara’da Şeyh Ahmed-i Semerkandî ile tanıştığını anlatır. Hac hakkında bilgi verdiği halde Hicaz’a gittiğine dair eserde bir kayıt yoktur. Keşfü’l-maĥcûb’dan anlaşıldığına göre Hücvîrî genellikle Gazneliler’in hâkimiyeti altındaki bölgelerde ikamet etmiş, bir yerde onların nüfuzu azalınca oradan ayrılmış, bu da onun daha çok yeri gezmesine sebep olmuştur. Gazneli Mahmud’un huzurunda yapılan ilmî toplantılara katılmış, bu toplantılardan birinde bir Hint bilgesiyle giriştiği tartışmada onu susturmuştu (Ya‘kūb-i Çerhî, s. 8).

Mürşidi Ebü’l-Fazl el-Huttelî’nin vefatından sonra Hücvîrî onun vasiyetine uyarak dostları Ahmed b. Hammâd es-Serahsî ve Ebû Saîd Hücvîrî ile birlikte Hindistan’a gitti; Lahor şehrinin batısında Rava ırmağı kıyısında yaptırdığı mescidde talebelere ders vermeye ve İslâmiyet’i yaymaya başladı. Onun faaliyetleri sayesinde başta Lahor nâibi Ray Racu olmak üzere birçok Hintli müslüman oldu. Lahor’a, Gazneli Sultan Mesud’un Selçuklular karşısında yenilgiye uğramasından sonra Gazne’de meydana gelen karışıklıklar sırasında ve muhtemelen 431 (1039) yılında gitmiş olmalıdır. Hücvîrî Keşfü’l-maĥcûb’u telifle meşgulken üç Hint racası birleşerek Lahor’u muhasara edip birçok müslümanı esir aldı (435/1043). Sultan Mevdûd b. Mes‘ûd’un Hintliler’i hezimete uğratarak kurtardığı 5000 müslüman arasında Hücvîrî de bulunmaktaydı.

Hücvîrî’nin vefat tarihi kaynaklarda farklı şekillerde (465/1072, 470/1077, 481/1088, 500/1106) kaydedilmektedir. Bunların içinde Gulâm Server’in verdiği 465 (1072) tarihi doğru olmalıdır. Türbesinin iç duvarlarında yazılmış olan Hâce Muînüddin el-Çiştî, Abdurrahman-ı Câmî ve Muhammed İkbal’e ait üç ayrı şiirin tarih mısraları bu tarihe tekabül etmektedir. Hücvîrî’nin kabri Lahor’daki mescidinin hazîresinde bulunmakta ve Dâtâ Gencbahş Türbesi diye tanınmaktadır. Gazneli Sultan İbrâhim b. Mes‘ûd kabrin yanında bir bina inşa ettirmiş, Ekber Şah zamanında bunlara bazı yeni binalar eklenmiştir. 1861’de Hacı Nûr Muhammed Sado kabrin üzerine kubbeli bir türbe yaptırmıştır. Daha sonra Miyân Gulâm Geylânî, Hücvîrî’nin sağlığında yaptırdığı mescidin yerine yeni bir mescid inşa ettirmiş ve burası bir külliye halini almıştır. Hücvîrî’nin türbesi bugün Pakistan müslümanlarının en çok ziyaret ettiği yerlerden biridir. Bölgede Hücvîrî ismi hiç tanınmadığı halde Dâtâ Gencbahş adını bilmeyen yoktur. Pakistan’da her yıl Hücvîrî adına yedi gün süren anma törenleri düzenlenmektedir. Keşfü’l-maĥcûb’daki mübhem bir ifadesine dayanan Jukovsky onun evlenmediğini, Nicholson ise aynı ibareden hareketle evlendiğini ileri sürmüşlerdir.

Asıl mürşidi Ebü’l-Fazl el-Huttelî olmakla birlikte Hücvîrî Ebü’l-Abbas eş-Şekkânî, Ebü’l-Kāsım el-Cürcânî, Muzaffer b. Ahmed b. Hamdân gibi bazı sûfîlerden de istifade etmiş, bunlar hakkında Keşfü’l-maĥcûb’da bilgi vermiştir. Hücvîrî Huttelî’nin tefsir ilmini iyi bildiğini, tasavvufta Cüneyd-i Bağdâdî’nin görüşlerini benimsediğini, şekle önem veren âlim ve sûfîlere karşı olduğunu söyler. Birçok mutasavvıfla görüşen Hücvîrî bunların bir kısmından faydalanmış, bazılarını da eleştirmiştir. Kendilerinden faydalandığı şeyhlerin bulundukları bölgelere göre bir listesini veren Hücvîrî bunlar hakkında birkaç kelimelik değerlendirmeler yapmıştır.

Hücvîrî’nin eserinden Hanefî olduğu ve fıkıh ilmini bu mezhebe göre tahsil ettiği anlaşılmaktadır. Ebû Hanîfe’nin hayatını anlatırken bu mezhebi benimsediğini açıkça ifade eden müellif, İmam Şâfiî’nin makam ve mevkiye tamah ederek tasavvuftan geri kaldığını söyler. Ona göre Ebû Hanîfe sadece bir fakih değil aynı zamanda bir zâhiddi ve İbrâhim b. Edhem, Dâvûd et-Tâî, Bişr el-Hâfî gibi birçok sûfînin üstadıydı. Hücvîrî’nin fıkıh öğrenimi görmüş olduğu Keşfü’l-maĥcûb’un son kısmında abdest, namaz, oruç, zekât gibi şer‘î hükümler hakkında verdiği bilgilerden anlaşılmaktadır. Hücvîrî, bu bölümlerde ibadetlerin zâhirle ilgili hükümlerini açıkladıktan sonra bunlarla içlerinde saklı bulunan bâtınî mânalar arasındaki bağlantıları yorumlamaya çalışmıştır. Eserde naklettiği 238 âyet ve 138 hadisin tefsirini yapması da onun tefsir ve hadis ilimlerinde yetişkin olduğunu göstermektedir.

Cüneyd-i Bağdâdî’nin tasavvuf anlayışının bilinçli bir temsilcisi olan Hücvîrî derin mânevî tecrübe düzeyine ulaşmış bir mutasavvıftır. Muhâsibî kadar akla önem vermekle beraber Bâyezîd-i Bistâmî ve Hallâc-ı Mansûr gibi sûfîleri candan sever ve onları takdir eder. Hücvîrî geniş, hür ve müsamahalı bir düşünceye sahiptir; hayranı olduğu Hallâc’a uyulmaması ve onun örnek alınmamasını tavsiye edecek kadar da mantıklıdır. Hücvîrî, tasavvufî hayatın derinliklerini kavramak ve bunları ifade etmek için aklî ve mantıkî ölçüleri ve ilkeleri mümkün olan en geniş şekilde kullanmıştır. Bu hususta onun Serrâc’ı, Kelâbâzî’yi, Sülemî’yi ve Kuşeyrî’yi aştığı söylenebilir.

Eserleri. Hücvîrî’nin en meşhur eseri Keşfü’l-maĥcûb’dur. Muhtemelen 435 (1043) yılında Lahor’da yazmaya başladığı bu Farsça eser, tasavvufun teorik ve pratik konularını sistemli bir şekilde işleyen ilk kitaptır. İki bölümden meydana gelen eserin giriş kısmında müellif, Ebû Saîd Hücvîrî’nin kendisinden tasavvufun esaslarını, sûfîlere ait söz ve makamların açıklamasını istediğini, bunun üzerine kitabı yazmaya başladığını bildirir. Divanının kaybolduğunu, Minhâcü’d-dîn adlı eserini bir sahtekârın kendine mal ettiğini anlatan Hücvîrî, Keşfü’l-maĥcûb’un da aynı âkıbete uğramaması için kendi ismini


eserin muhtelif yerlerinde yirmi sekiz defa zikretmiştir. Eserin birinci bölümünde ilim, fakr ve dervişlik, tasavvufun mahiyeti, hırka giyme, sûfîlerin fakr ve sûfîlik konusundaki ihtilâfları ile melâmet konuları işlendikten sonra ilk dört halifenin, Ehl-i beyt imamlarının, tâbiîn neslinden zâhidlerin ve diğer sûfîlerin biyografilerine yer verilmiştir. Daha sonra müellif tasavvufî zümreleri on iki bölümde incelemiş olup bu kısım eserin en orijinal yönünü teşkil etmektedir. Muhâsibiyye, Kassâriyye (Melâmetiyye), Tayfûriyye, Cüneydiyye, Nûriyye, Sehliyye, Hakîmiyye, Harrâziyye, Hafîfiyye, Seyyâriyye, Hallâciyye, Hulmâniyye adlı bu zümrelerin temel tasavvufî kavramları hakkında bilgi veren, bunları değerlendiren ve geniş şekilde yorumlayan Hücvîrî son ikisinin şeriat dışı olduğunu söyler. Eserin ikinci bölümü “Keşfü’l-hicâb” adıyla başlayan on bir alt bölüme ayrılmıştır. Burada mârifetullah, tevhid, iman, namaz, zekât, oruç, hac, sohbet, tasavvufî terimler ve sema perdelerinin sâlike açılması (keşfü’l-hicâb) anlatılır.

Hücvîrî, geniş ölçüde Serrâc’ın el-LümaǾ ve Sülemî’nin Ŧabaķātü’ś-śûfiyye adlı eserlerinden faydalanmakla birlikte bunlardan farklı olarak hayat hikâyesini anlattığı her sûfînin en dikkate değer birkaç sözünü naklederek yorumlamıştır. Öte yandan gittiği yerlerde gördüğü kişiler ve olaylar hakkında ilginç bilgiler vermiş, yer yer tasavvufu yanlış anlayan ve uygulayan sahte mutasavvıfları şiddetle eleştirmiştir.

Keşfü’l-maĥcûb ilk olarak 1903’te Lahor’da basılmış, bunu diğer baskılar takip etmiştir (Lahor 1931, 1933, 1978; Semerkant 1330; Tahran 1327, 1336, 1337, 1338; İslâmâbâd 1995). Rus müsteşriki Jukovsky Viyana, Taşkent, Semerkant, Petersburg ve Paris’teki yazma nüshalarından faydalanarak eserin tenkitli bir neşrini hazırlamış, bu çalışma Rusça elli yedi sayfalık bir inceleme yazısıyla birlikte 1926 yılında Leningrad’da basılmış, bu neşrin İran’da birkaç tıpkıbasımı yapılmıştır. Eser Nicholson tarafından bazı yerleri çıkarılarak İngilizce’ye çevrilmiştir (London 1911). Keşfü’l-maĥcûb üzerinde bir doktora tezi yapan İs‘ad Abdülhâdî Kındîl eseri Arapça’ya tercüme ederek teziyle birlikte yayımlamıştır (Kahire 1974; Beyrut 1980). Eser Süleyman Uludağ tarafından Keşfü’l-mahcûb: Hakikat Bilgisi adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir (İstanbul 1982).

Hücvîrî’nin Keşfü’l-maĥcûb’da adlarını zikrettiği diğer eserleri şunlardır: Minhâcü’d-dîn, Kitâbü’l-Fenâ ve’l-beķā, Kitâb der Şerĥ-i Kelâm-ı Ĥüseyn Manśûr Ĥallâc, Kitâbü’l-Beyân li-ehli’l-Ǿıyân, Naĥvü’l-ķulûb, Esrârü’l-ħıraķ ve’l-mülevvenât, er-RiǾâye bi-ĥuķūķıllâh, Kitâbü’l-Îmân. Hücvîrî’ye nisbet edilen Sevâķıbü’l-aħbâr ile (bk. Hediyyetü’l-Ǿârifîn, I, 691) Keşfü’l-esrâr’ın ise (Lahor, ts.) ona ait olduğu kesin değildir.

BİBLİYOGRAFYA:

Hücvîrî, Keşfü’l-maĥcûb, Kāsım Ensârî’nin girişi, s. 39; a.e. (trc. İs‘ad Abdülhâdî Kındîl), Kahire 1974, tercüme edenin girişi, s. 1-188; a.e. (Uludağ), tercüme edenin girişi, s. 1-17; Câmî, Nefeĥât, s. 316-318; Dârâ Şükûh, Sefînetü’l-evliyâǿ, İstanbul 1326, s. 161; Emîr Hasan es-Siczî, Fevâǿidü’l-fuǿâd, Lahor 1966, s. 57; Ya‘kūb-i Çerhî, Risâle-i ǾAbdâliyye (nşr. M. Nezîr Ranchâ), İslâmâbâd 1978, s. 8; R. A. Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, Cambridge 1931, bk. İndeks; Abdülhüseyn-i Zerrînkûb, Dünbâle-i Cüstücû der Taśavvuf-i Îrân, Tahran 1369 hş., s. 71-72; Abdülhay el-Hasenî, Nüzhetü’l-ħavâŧır, I, 66; Hediyyetü’l-Ǿârifîn, I, 691; Emînüddin Ahmed, Teźkiret-i Ĥażret-i ǾAlî Hücvîrî, Lahor 1960; Abdur Rashid, The Life and Teachings of Hazrat Data Ganj Bakhsh [Shaikh Abul Hasan Ali Bin Usman al-Hujwiri al-Jullabi al-Ghaznawi], Lahor 1967, s. 19-42; Nesîm Çühderî, Teźkire-i ǾAlî b. ǾOŝmân Hücvîrî, Lahor 1394; Athar Abbas Rizvi, A History of Sufism in India, Delhi 1978, I, 112; Safâ, Edebiyyât, II, 892; V, 224; Gulâm Server Lâhûrî, Ħazînetü’l-aśfiyâǿ, Lahor 1994, II, 232, 234; Hidayet Hosain - [H. Massé], “Hudjwīrī”, EI² (İng.), III, 546.

Süleyman Uludağ