HUDÂVENDİGÂR KÜLLİYESİ

Bursa’da I. Murad Hudâvendigâr tarafından yaptırılan külliye.

Şehrin dışında ovaya hâkim Çekirge semtinde inşa ettirilen külliye cami, medrese, zâviye ve türbeden ibarettir. Bulunduğu yerden dolayı bu esere bazı kaynaklarda Çekirge İmareti ve etrafında şifalı


suların çıkması sebebiyle Kaplıca İmareti de denilmiştir. Çevresinde kurulan kaplıcalarla birlikte burada bir yerleşim yeri oluşmuştur. Çekirge semti 1950’lerden itibaren büyümüş ve esas şehirle birleştiğinden Bursa’nın bir mahallesi durumuna gelmiştir. Dolayısıyla külliye de yoğun bir yerleşim yerinin içinde kalmıştır. Hudâvendigâr Külliyesi’nin bir asır önce bile Bursa’nın ne kadar dışında olduğunu gösteren bir resim, Mary Walker adlı İngiliz’in 1880-1890 yılları arasında taş basması olarak yayımlanan albümünde görülebilir.

Külliyenin bânisi olan I. Murad, Neşrî’nin bildirdiğine göre Bursa Hisarı’nda ve buradaki Saraykapısı karşısında ayrıca bir cami yaptırmıştır. Hükümdarın Kosova sahrasında 1389’da şehid edilmesinden dolayı bu cami Şehâdet Camii olarak anılmıştır. Çekirge’deki külliye ise bir ibadet yeri görevinin dışında başka fonksiyonlara sahip olarak düşünülmüş ve o yıllarda şehre uzak yer seçiminde de bu düşünce hâkim olmuştur.

Hudâvendigâr Külliyesi’nin yapım tarihini açık olarak veren kitâbesi yoktur, fakat günümüze kadar gelen bir vakfiye sûreti bilinmektedir. Ayrıca çeşitli kaynaklar, Biga’nın fethiyle Sırp Sındığı zaferinin arkasından I. Murad’ın oğullarını sünnet ettirip kendi adına Bursa’da imaret ve imaret üstünde medrese yaptırdığını bildirir. Bu hususlar dikkate alınarak külliyenin yapımına 766’dan (1364-65) az sonra başlanmış olduğu söylenebilir. Ancak vakfiye 802’de (1400) çıkarılmış bir sûrettir (BA, MAD, nr. 162/5). Ekrem Hakkı Ayverdi’nin tesbitine göre vakfiyenin aslı 787 Cemâziyelâhirinde (Temmuz 1385) düzenlenmiştir. Buna göre Hudâvendigâr Külliyesi’nin 1367-1385 yılları arasında yapılmış olduğunu kabul etmek gerekir. Yine Ayverdi tarafından, bu vakfiyenin Kanûnî Sultan Süleyman döneminde Türkçe’ye çevrildiği ve kitap halinde yazılmış bir nüshasının İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde (TY, nr. 6225) bulunduğu belirtilmektedir. Bu vakfiye ve eki Bursa ve çevresindeki pek çok köyün, arazinin, Mudanya Kalesi’nin, şehrin içinde iki hamamla dükkânların, çevredeki köylerde bağların ve Kurşunlu’nun külliyenin evkafından olduğunu ortaya koymaktadır.

Külliye 926’da (1520) 19.220 akçe harcanarak tamir edilmiş, 5 Zilhicce 970’te (26 Temmuz1563) başka camilerle birlikte tamiri için ödenek çıkarılmış, 1025’te (1616) külliyenin çeşitli yapılarının kurşunlarının yenilenmesi için 59.100 akçe ayrılmış, 1045 Cemâziyelâhirinde (Kasım 1635) tabhâne ile sıbyan mektebinin kurşun ve kiremit örtüleri için 125.241 akçelik bir keşif yapılmıştır (Bursa kadı sicillerindeki belgeler için bk. Ayverdi, s. 234).

Bursa’dan XVI. yüzyıldan itibaren geçen seyyahlar Hudâvendigâr Camii’nden bahsetmişlerdir. Alman elçisi David Ungnad ile 1573’te İstanbul’a gelen din adamı Stephan Gerlach 1576 Ekiminde ziyaret ettiği Bursa’da bu camiyi görmüştür. Ancak 1674’te basılabilen hâtıratında bu eseri, “Bir Rum tarafından ve Bizans üslûbunda yapılmış, üst katında bir dehliz ve mermer sütunlar olan sevimli bir yapı” cümlesiyle tarif eder. Bir müddet sonra İstanbul’a gelen Reinhold Lubenau da Hudâvendigâr Camii’ni ziyaret etmiş ve ondan kısaca bahsetmiştir. Ona göre evvelce hıristiyanlar tarafından yapılmış güzel bir sarayken birçok koridoru, güzel mekânları bulunan bu yüksek bina daha sonra camiye dönüştürülmüştür. A. Gabriel’in de işaret ettiği gibi bu iddia Rumlar tarafından uydurularak hıristiyanlarca yayılmıştır. Aynı Alman yazarı, bu camide görülen taşa işlenmiş bir doğan kuşuyla ilgili bir efsane de nakleder.

Evliya Çelebi Bursa’dan bahsederken Hudâvendigâr Külliyesi üzerinde de durmaktadır. Ancak o da yabancı seyyahlar gibi bu cami için, “Tarz-ı binâsı hiçbir camiye benzemez, gayet musannadır” dedikten sonra, “Aşağısı ibadethâne, fevkanîsi dâiren mâdâr medrese hücreleridir; herkes savmaasında imama iktidâ edip ibadet ederler; görmeğe muhtaç vâcibü’s-seyr bir câmi-i zîbâdır” sözleriyle bu eseri över. Arkasından da daha önce Lubenau tarafından anlatılan ve güya Murad Hudâvendigâr’a itaat etmediği için taşa dönüştürülen doğan kuşu efsanesini nakleder. Aynı efsane, XIX. yüzyıl başlarında Hammer’in ve yüzyılın sonlarında Vital Cuinet’nin eserlerinde tekrarlanır. Hammer, 1804 yılında yaptığı Bursa ve İznik gezisi sırasında Hudâvendigâr Camii’ni de ziyaret etmiş, ruhaniyet ve öğretimin tek bina içinde birleştirilmiş olduğunu vurgulamıştır. Hammer de bu değişik görünüşlü yapının herhalde bir Frenk mimarın eseri olduğunu bildirir.

Fransız mimar ve araştırmacısı Charles Texier, XIX. yüzyılın ilk yarısı içinde Bursa’ya geldiğinde Hudâvendigâr Camii’nin planı ile Türk mimarisinde başka bir benzeri olmayan cephesinin resimlerini çizmiş ve bunların gravürlerini Anadolu hakkındaki eserlerinde yayımlamıştır. 1833’te Bursa’ya ilk geldiği zaman Hudâvendigâr Camii’ni çeşitli renklerde boyanmış ve badanalanmış bir halde bulmuş, fakat 1838’de tekrar ziyaret ettiğinde caminin içinin ve dışının “acımasızca” beyaz badana ile kaplanmış olduğunu görmüştür. Bursa’da 1836 yılında bir süre kalan Miss Julia Pardoe Hudâvendigâr Camii’nin esasında bir manastır olduğunu söyler. Bu İngiliz’in iddiasına göre üst kattaki mekânlar keşiş hücreleriyle manastırın yemekhanesidir. II. Mahmud’un emriyle Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne’yi kuran Avusturyalı Bernard da 1840 yıllarının Bursa’sını anlatırken Hudâvendigâr Camii’nin değişik mimarisiyle diğerlerinden ayrıldığına ve söylentiye göre bir Frenk’in eseri olduğuna işaret eder.

H. Wilde gibi bazı yabancıların kaynak gösterdikleri, Bursa’nın resimli rehberi mahiyetinde olan ve 1900 yıllarına doğru basılan albüm ciddi bir kaynak olarak kullanılamaz. Burada Hudâvendigâr Camii’nin bir Bizanslı ustanın eseri olarak gösterilmesi bir esasa dayanmamaktadır. Aynı iddia, Düyûn-ı Umûmiyye adına Anadolu vilâyetlerinin durumunu inceleyen Vital Cuinet tarafından da ileri sürülmüştür. Ona göre I. Murad camiyi Bizanslı usta Christodoulos’a (!) inşa ettirmiştir. Ancak Cuinet, yapının aslında camiye çevrilmiş eski bir Bizans kilisesi olmasının daha inandırıcı olduğunu ve binanın bütünü gibi en ufak ayrıntılarının da hıristiyan sanatının özelliklerini taşıdığını söyler; minarenin de esasında çan kulesi olduğunu ileri sürer. Bu söylentileri camideki hizmetlilerin ortaya çıkardıkları veya en azından yayılmasına yardımcı oldukları yine Cuinet’den öğrenilmektedir. Bunların anlattığına göre üst kattaki hücrelerin çoğunun boş durmasının sebebi, buraya yerleşen medrese öğrencilerinin hücrelerin eski sahipleri olan keşişlerin ruhları tarafından rahatsız edilmesi ve karanlık dehlizlerde kovalanması, hatta birçoğunun aşağıya atılarak sakatlanmasına sebebiyet verilmesidir.

Hudâvendigâr Medresesi Osmanlı tarihi içinde önemli bir öğretim müessesi olarak görev yapmış, XVI. yüzyıl başlarında “otuzlu” iken 1062’de (1652) “altmışlığa” kadar yükselmiştir. Müderrisleri arasında Molla Gürânî, Zenbilli Ali Efendi, Tâcîzâde Câfer Çelebi gibi ünlü kişilerin adlarına rastlanan bu medresede Cahit Baltacı’nın tesbitine göre XVI. yüzyıl sonuna kadar otuz yedi müderris ders vermiştir. Fakat daha sonra bu müessesenin önemini kaybettiği ve unutulduğu


anlaşılmaktadır. XIX. yüzyılda bazı yabancı seyyahlar medresenin bütünüyle metrûk durumda bulunduğunu kaydeder.

Bursa’da eski eserlerde çok büyük tahribat yapan, hatta birçoğunun yıkılmasına yol açan 1855 zelzelesi Hudâvendigâr Külliyesi’nin başta camii olmak üzere ek binalarında da izler bırakmış olmalıdır. Cami II. Abdülhamid döneminde tamir edilmiş ve bu arada her tarafı beyaz renkte badanalanmıştır. Bu tamire işaret eden 18 Cemâziyelâhir 1322 (30 Ağustos 1904) tarihli dört satırlık ta‘lik hatlı bir levha cümle kapısının üstüne konulmuştur.

Sanat tarihçileri uzun süre, Texier’nin hatalı ve eksik rölövelerine dayanarak Hudâvendigâr Camii’ne yayınlarında yer vermişlerdir. Dresden Teknik Üniversitesi’nden Cornelius Gurlitt’in görevlendirdiği öğrencilerden H. Wilde’in, Bursa’nın Osmanlı-Türk mimari eserlerine dair bir doktora tezi yaparak bunu 1909 yılında kitap olarak yayımlamasından sonra Hudâvendigâr Camii ilim âlemince daha iyi tanınmıştır. Ancak Wilde de bu yapının aslında bir kilise olduğu düşüncesinden sıyrılamamıştır. Çizdiği plan ve kesitler ise Texier’ninkinden daha iyi olmakla beraber yine kusursuz değildir. Hudâvendigâr Külliyesi’nin daha iyi ve hassas rölöveleri 1935-1940 yılları arasında Sedat Çetintaş tarafından çizilmiş, bunun arkasından A. Gabriel de eserin rölövelerini hazırlatmıştır. Daha sonra Ekrem Hakkı Ayverdi Hudâvendigâr Külliyesi’ne büyük eserinde yer vermiştir.

Cami ve Medrese. Hudâvendigâr Külliyesi’nin en önemli parçası camidir. Kesme taş ve tuğladan muntazam diziler halinde karma teknikte yapılmış olup bazı yerlerinde Bizans yapılarından toplanmış devşirme malzeme de kullanılmıştır. Alışılmamış düzeni ve dış mimarisiyle şaşırtıcı bir karakteri olan bu ibadet yeri, Türk sanatında benzeri olmayan bir anlayışla iki katlı olarak yapılmıştır; alt katı cami, üst katı medresedir. Osmanlı dönemi mimarisinde altında medrese, üstünde caminin bulunduğu bir örnek olarak İstanbul’da Saraçhanebaşı’nda Dülgerzâde Camii akla gelir. Ancak bu eserin ibadet yeriyle medresenin üst üste olmasından başka Hudâvendigâr Camii ile benzerliği yoktur.

Dışarıdan birkaç basamak merdivenle çıkılan son cemaat yeri iki katlı bir cephe mimarisinin alt kesimi olup beş bölümlüdür. Kalın ağır pâyelerle taşınan kemerlerden yalnız ortadaki etrafı mermer söveli bir kapı girişine sahiptir. İki yandakiler dışa açık olup korkuluklarla ayrılmıştır. Son cemaat yerinin üstü kubbe ile örtülü olmakla beraber üstte bir galeri olduğundan bu kubbeler dıştan görünmez. Son cemaat yerinden harime geçit veren cümle kapısı sivri kemer altında dikdörtgen açıklıklıdır. Kapı söveleri ve lentosu ile ahşap kanatlar 1904’lerde yapılmıştır.

Alt katı teşkil eden esas ibadet yeri bir tabhâneli cami, yani Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde çok yaygın olan ahî teşkilâtıyla ilgili, sonraki tekkelerin esasını teşkil eden bir zâviyeli camidir. Yolcular tabhâne odalarında misafir ediliyordu. Yabancı yazarların “ters T tipi, Bursa tipi camiler”, yerli sanat tarihçilerinin “yan mekânlı, çok fonksiyonlu, kanatlı camiler” gibi adlandırmalarının hepsi temelsizdir. Bu düzene sahip dinî binaların ilk giriş mekânları üstü kubbe ile örtülü bir kapalı avlu olarak düşünülmüş, bunun için de kubbenin tepesine bir aydınlık feneri, ortaya da bir şadırvan konulmuştur. Bu ilk mekândan bir iki basamakla çıkılan ikinci mekân esas namaz yeridir. Birincisiyle bunun arasındaki zemin farkında pabuç koyma nişleri yapılmıştır. Genellikle kitâbelerinde, vakfiyelerinde veya halk arasındaki adlandırmalarda “imaret” olarak belirtilen bu vakıf binaların iki yanında, içlerinde ocakları bulunan ve dışarısı ile bağlantılı olup yalnız kapalı avlu durumundaki ilk mekâna geçit veren küçük odalar vardır. Hudâvendigâr Camii de bu türden bir yapıdır. Kapalı avlu olan ve mihrabın bulunduğu kubbeli namaz mekânının iki yanına altı oda yerleştirilmiştir. Orta Asya döneminden beri gelen Türk yapı geleneğinin bir hâtırası olarak da dört eyvan şeması uygulanmıştır. Yalnız girişteki eyvan çok küçük tutularak basit bir dehliz halini alırken karşısındaki eyvan 12,60 metreyi bulan derinliği ve 9,70 metrelik genişliğiyle çok büyümüştür. Burası esas namaz yeri olup kıble yönünde dışarıya taşkın bir yuva içinde mihrap bulunur. Bu yer ayrıca dışarıya beş cepheli bir çıkıntı halinde aksetmiştir ki bazı kiliselerin apsislerini hatırlatır. Tabhâne hücrelerinin arasında kalan yan eyvanlar ise gerçek hüviyetlerindedir. Sebah-Joailler fotoğrafhânesi tarafından yıllar önce çekilen bir fotoğrafta ortada mermer tabanlı bir şadırvan kalıntısı görülür (Ayverdi, rs. 356). Ancak resmin aslı elde edilmedikçe gerçekten buraya ait olup olmadığı hususunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Wilde de bu şadırvanı görmüş ve planında işaretlemiş, ayrıca kitabında buna birkaç satır ayırmıştır (Brussa, s. 17, rs. 6). Bugün burada mermer hazneli bir şadırvan mevcuttur. Bu türden vakıf tesisler, XVI. yüzyılın ortalarından itibaren esas görevlerini kaybederek mahalle camii durumuna girdiklerinde namaz alanında yer kazanmak için bu kapalı avlu ile yan eyvanlar, hatta aralarındaki duvarların boşaltılması suretiyle tabhâne odaları cami mekânına katılmıştır. Hudâvendigâr Camii’nde tabhâneler kapalı mekânlar olarak kalmıştır.

Girişin iki yanındaki kapılardan taş merdivenlerle yukarı kattaki medreseye çıkılır. Ustalıklı biçimde duvar kalınlığı içinde


açılmış bu çifte merdivenler, alttaki giriş dehlizinin üstünde bulunan tonozlu bir mekâna açılır. Buradan son cemaat yerinin üstündeki beş bölümlü galeriye çıkılır. Bölümlerden iki yanda olanlar aynalı tonozlar, ortadaki üçü ise bir sakıfla gizlenen kubbelerle örtülüdür. Bu galeri, ortalarında bir sütunla ayrılmış sivri kemerli beş açıklıkla ovaya bakan hârikulâde bir manzaraya sahiptir. Pâyelerin aralarında bulunan birer sütun her kemeri ikiye ayırır. Aynı sistem galerinin yan cephelerindeki büyük kemerlerde de görülür. Merdivenlerin başındaki hol bir koridora açılır. Bu hol, 3,15-3,50 m. kadar genişlikte “U” harfi biçiminde binanın ortasındaki iki mekânı yukarıdan sarar. İbadet mekânı olan büyük eyvanın etrafında yaklaşık 80 cm. genişliğinde çok dar dehlizler halinde devam ederek mihrabın bulunduğu çıkıntının içindeki kubbeli küçük mekânda son bulur. Buradaki bir açıklıktan namaz mekânı görülebilir. Koridorlardan iki yanda olanlar da ortadaki kubbeli mekâna ikişer pencere ile açılır.

Yan koridorların arkalarında 2,50-2,70-3,00 × 3,36 ve 2,60-2,70-2,90 × 3,50 m. ölçülerinde, her birinin dışarıdan ışık alan bir penceresi olan, altışardan toplam on iki medrese hücresi sıralanır. Medrese katına çıkışı sağlayan merdivenlerin iki yanında ise diğerlerinden daha büyük ve önlerinde birer hol bulunan ikişerden dört hücre vardır. Bunların tabhânelere nezaret eden şeyhlere veya medresenin müderrislerine ayrılmış olduğuna ihtimal verilebilir. Bu medresenin en azından XIX. yüzyıl başlarından itibaren kullanılmadığı ve birtakım evsiz kimselere sığınak olduğu anlaşılmaktadır.

Binanın sol tarafında yükselen minare, bazı yabancıların yazdığı gibi eski bir çan kulesiyle ilgisi ve benzerliği olmayıp Bursa’da korkunç tahribat yapan 1855 zelzelesini atlatmış orijinal bir yapıdır. Kesme taş üzerinde yükselen tuğla gövde üst kısmında yine tuğladan süslemelere sahiptir. Şerefe çıkmaları ise geniş alveollü beş sıra tuğla mukarnaslarla sağlanmıştır. Zaman içinde herhalde değişmiş olan şerefe korkuluğu düz levhalardan ibarettir. Tuğla peteği tamamlayan kubbecik biçimindeki külâh XIX. yüzyıl işidir. Mukarnaslı kavsarası olan mihrap 1904 yılında yapılan tamirde renkli boyalarla ve yaldızla boyanmış, bu arada minberi de yenilenmiştir.

Yüzyıllardır bir manastır ve Bizans kilisesi olarak görülmek istenen Hudâvendigâr Camii ve Medresesi, bir tabhâneli cami ile bir medresenin ilk ve son olarak üst üste yapılması ile alışılmamış bir uygulama sonunda ortaya konulmuştur. Alt kattaki tabhâneli cami şemasına ise İznik’teki Nilüfer Hatun İmareti’nde de kubbeli kapalı avlu ve dikdörtgen namaz mekânı birleşimiyle karşılaşılır. Fakat iki ayrı binanın tek kitle içinde kaynaştırılması ilk ve son defa burada denenmiştir. Mükemmel bir usta olduğu anlaşılan mimarın buna niçin gerek gördüğünü anlamak zordur. Ancak bunda farklı bir dış cephe yapma isteğinin payı olduğu düşünülebilir.

Binanın sütunlarında, bunların başlıklarında ve kaidelerinde, bazı frizlerde Bizans sanatına ait devşirme parçalar kullanılmıştır. Cephelerde görülen bazı süsleme unsurları, pencere alınlıklarındaki çift renkli geometrik desenli dolgular, saçak çizgisinde sıralanan küçük kemerli konsol dizileri Türk sanatına yabancı unsurlardır. Beş cepheli olarak bir apsis biçiminde dışarıya taşan mihrap yuvası da İstanbul’da XV. yüzyıla ait Çinili Köşk’te, Fâtih Külliyesi’nin dârüşşifâsının mescidinde (sonraları Demirciler Mescidi), Şeyh Vefa Camii’nde ve Dâvud Paşa Camii’nde de görülmekle beraber Türk mimarisine mahsus bir özellik değildir. Bütün bu hususlar dikkate alındığında Hudâvendigâr Camii’nin yapımında yabancı bir elin varlığı belli olmaktadır. Buna göre binanın yapımında yabancı asıllı bir mimar rol almıştır. Wilde gibi bazıları bunu Bizanslı olarak kabul ederler, Gabriel gibileri ise Güney Anadolulu veya Kıbrıslı bir hıristiyan olması ihtimali üzerinde dururlar; hatta daha da ileriye giderek Batı’nın gotik mimarisiyle ilişkiler kurmak isterler. Bunun sebebi, cami ve medrese birleşiminin Türk mimarisinde başka bir benzeri görülmeyen uygulanışıdır.

Hudâvendigâr Camii tabhâneli camilerin ilklerinden olup klasik tabhâneli cami ile yine klasik medresenin tek kitle içinde birleşimi yalnız burada görülen bir yeniliktir. Türk yapı sanatında çok seyrek olarak iki katlı medreselere rastlanırsa da böyle cami ile bütünleşen başka bir örnek bilinmez. Bu birleşmenin sonucu olarak Hudâvendigâr Camii’nde başlı başına yeni bir dış mimari uygulama gereği duyulmuş ve bunun için de ovaya bakan giriş cephesi tasarlanmıştır. Alt kısmı bir silme hizasına kadar kesme taştan olan bu cephe, ilk katın bitimindeki silmeye kadar tek sıra kesme taş ve arada tuğla hatıllarla devam eder. Son cemaat yeri kesme taştan kalın pâyelerle ayrılan iç içe çifte sivri kemerli beş açıklıkla dışa bağlantılıdır. Ortadaki üç kemerin üstünde çok küçük birer pencere bulunur.

Taştan bir silme ile ayrılan üst kat, aynı karma teknikte taş ve tuğladan yapılmış olup alttaki kemer sistemini yukarıya aksettirir. Fakat burada tuğladan klasik sivri kemerlerin içindeki boşlukların her biri bir sütunun ayırdığı ikiz kemerlere bölünmüştür. Böylece cephe hem renkli hem de mimari bakımdan hareketli bir görünüm kazanmıştır. Bazı kısımlarda Bizans yapı tekniğini hatırlatan ayrıntıların bulunması ise herhalde burada yerli hıristiyan işçilerin çalışmış olmasından dolayıdır. İstanbul’da Süleymaniye Külliyesi’nin inşaat defterlerinde de görüldüğü gibi vakıf inşaatlarında hıristiyan el emeğinden kaçınılmıyordu. 1955-1956 istimlâklerinde yıktırılan Yenibahçe’de Attar Halil Mescidi önündeki iki yüzlü çeşme de caminin inşasında çalışan bir hıristiyan tarafından yapılmıştı. Gotik sanatın son döneminde Kuzey İtalya’daki bazı sarayların cepheleriyle benzerlik bulunduğu bellidir. XIV. yüzyılda yapıldığı bilinen Bizans kiliselerinde de böyle cephelerle karşılaşılır. Batı Yunanistan’da Epiros’ta Arta (Türk döneminde Narda) şehrindeki Paregoritissa Kilisesi yüksek ve katlı


cephesiyle Hudâvendigâr Camii’ne benzer. Makedonya’da Ohri’de yine aynı yüzyılda Ayasofya’ya ilâve edilen dış narteks bölümü de benzer bir mimari karakterdedir. İstanbul’da Vefa semtinde, eski bir kiliseden dönüştürülen Molla Gürânî Camii’nin de yine XIV. yüzyılda eklenen dış narteksi, tek kat üzerine yapılmış olmakla beraber aynı mimari anlayışa ve estetik eğilime sahiptir. Galata’da Cenova hâkimiyetinin bulunduğu yıllarda XIV. yüzyıl içinde yapılan Palazzo Comunale, eski Voyvoda (şimdi Bankalar) caddesi genişletilirken yıktırılıncaya kadar bu karakterde çok katlı bir cepheye sahipti. Bu örnekler, XIV. yüzyıl içinde aynı sanat zevkinin Batı’dan Doğu’ya tesirini gösterdiğini ve değişik çevrelerde uygulandığını ortaya koyar. Bursa’daki Hudâvendigâr Camii ile medresesi de bu akımdan nasibini almış görünmektedir. Bu binayı tasarlamış olan mimarın bir yabancı olup olmadığı hakkında kesin bir şey söylenemez. Yabancı bile olsa bu usta, erken Osmanlı döneminin Türk mimarisinin prensiplerine uzak değildir. Bunun yanında Akdeniz çevresinde o dönemde yaygın olan bir dış mimari estetiğinden de haberdardır ve bunları birleştirip kaynaştırmak suretiyle bu eseri meydana getirmiştir.

Türbe. Hudâvendigâr Külliyesi’nin ikinci önemli unsuru, caminin önünden geçen yolun öteki tarafında ve ovaya hâkim bir set üzerinde yer alan I. Murad’ın türbesidir. Kosova sahrasında 1389’da şehid edildikten sonra burada cesedinden çıkarılan iç organların gömüldüğü yerde bir türbe yaptırılmış, cesedi de Bursa’ya getirilerek defnedilmiş ve üzerine bir türbe yaptırılmıştır. Yapımıyla ilgili kitâbesi bulunmayan türbenin çevre duvarındaki girişin üstünde ta‘lik hatla yazılmış 1154 (1741) tarihli sekiz mısralık bir kitâbe mevcuttur. Ayverdi, kitâbede geçen “sakf” kelimesinden hareketle türbeye bir çatı veya sakf ilâvesinin söz konusu olduğunu ileri sürer.

Türbe dıştan 17,60 × 17,60 m. ölçülerinde bir karedir. Bir duvarı masif üç payanda ile dışarıdan desteklenmiştir. 3,50 m. kadar genişlikte bir dehliz ortada sütunlarla bölünmüş kısmı dört taraftan kuşatır. Dehlizin üstü beşik tonozla örtülüdür. Kubbe ve tonozların dış yüzeyleri kurşun kaplanmıştır. Kıble duvarında bir mihrap nişi vardır ve her cephede açılmış pencereler içeriye bol ışık sağlar. Bugün görülen türbe binası, Ayverdi’nin düşüncesine göre XIV. yüzyılda yapılan bina olmayıp eski temeller üzerine oturtulmuştur. Ayverdi bu yenilemenin tarihi hususunda bir şey yazmaz. Bursa’da çok büyük tahribat yapan 1855 zelzelesinde Osman ve Orhan gazilerin türbeleri tamamen yıkılarak bir süre sonra aynı temeller üstüne bugün görülen binaların inşa edildiği bilindiğine göre Hudâvendigâr Türbesi de bu tarihte bir değişikliğe uğramış olmalıdır. Esasen Wilde de Hudâvendigâr Türbesi’nin temeline kadar yıkıldığını bildirir (Brussa, s. 61). Halbuki Gabriel, açılan sıvaların altında aynen camideki gibi taş ve tuğla karma teknikte duvarların görüldüğünü yazmaktadır (Une capitale turque Brousse, s. 62). Ortada sekiz mermer sütun kare bir bölümü sınırlar. Bu sütunlar camide olduğu gibi eski Bizans yapılarından devşirilmiş parçalardır. Sütunların taşıdığı yarım yuvarlak kemerlerin üstünde kasnaksız basık bir kubbe bulunur.

Burada sütunların çevirdiği bölümde ortada I. Murad’ın sandukası ile bir yanında torunu Süleyman Çelebi’nin, diğer yanında Yıldırım Bayezid’in çocukken ölen oğlu Mûsâ Çelebi’nin sandukaları vardır. Murad Hudâvendigâr’ın sandukası pirinç bir parmaklıkla çevrilmiştir. Pâyelerle desteklenen duvarın önündeki dehlizde beş kabir görülür. Bunlardan birinin I. Murad’ın oğlu Yâkub Çelebi’ye, diğerinin Süleyman Çelebi’nin oğlu Orhan ile II. Bayezid’in oğlu Şehzade Mehmed’e ait olduğu tesbit edilmişse de diğer ikisinin sahipleri bilinmemektedir.

Türbeyi ziyaret etmiş olan yabancılar, burada Hudâvendigâr’ın zırhı ile şehid edildiği sırada üstünde bulunan kanlı gömleğinin muhafaza edildiğini bildirirler. Nitekim Hammer 1804’te bunu gördüğünü yazmıştır. Ahmed Tevhid Bey de türbe hakkındaki makalesinde (TOEM, III/17 [1328], s. 1047-1051), bazıları Mısır’dan Memlük Sultanı Berkuk tarafından gönderilmiş eşyanın listesini vermiştir.

Sıbyan Mektebi. Kayıtlarda muallimhâne olarak geçen sıbyan mektebinin tam yeri kesin olarak tesbit edilememekle beraber birkaç defa tamir edildiği belgelerden anlaşılan mektebin kubbeli bir yapı olduğu bilinmektedir. Son tamiri 1261’de (1845) olan bu bina belki de 1855 zelzelesinde yıkılmış ve türbenin hizasında 1320 (1902) yılında yeni bir bina yapılmıştır.

Aşhane-İmaret. Caminin kıble yönünde arka tarafında büyükçe bir bina vardır. Ayverdi bunu tabhâne-zâviye olarak kabul eder. Fakat tabhâne hücreleri cami içinde olduğuna göre burası külliyenin yiyecek ihtiyacını karşılayan aşhane-imaret olmalıdır. Bina, uzun kolu caminin yan duvarına paralel olarak uzanan “L” harfi biçimindedir. Ortasında bir avlu vardır. Kapısı üstündeki altı satırlık kitâbede, II. Abdülhamid’in 12 Receb 1324’te (1 Eylül 1906) bu imareti “tecdîden” inşa ettirdiği bildirilir. Külliyenin diğer binaları ile birlikte buranın da yenilendiği anlaşılmaktadır. Esas yapı hakkında ise bilgi yoktur. Ayverdi bundan sadece bir pencerenin kalmış olduğunu bildirir. Üstü çatı ile örtülü ve içinde beş ocak yeriyle bacalar olan bina çok harap durumda iken 1976-1978 yıllarında tamir edilmiştir.

Helâlar ve Gusülhâne. Hudâvendigâr Külliyesi’nin son parçası caminin sol tarafında bulunan, halk arasında Girçik Hamamı adıyla tanınmış ve birçok yayına öylece girmiş olan küçük kubbeli binadır. Kare biçimindeki yapının içinde yine kare biçiminde bir sofa vardır. Bunun üstünü yaklaşık 6 m. çapında ortası aydınlık fenerli bir kubbe örter. Kareden kubbe eteğine geçiş Türk baklavaları denilen mimari unsurla sağlanmış, bunun üstüne de bir dizi tomurcuk işlenmiştir. Orta sofanın bir kenarındaki kapılardan 1,40 m. genişliğinde, üzerleri beşik tonozlu iki dar mekâna geçilir ki Ayverdi bunların gusülhâne olduğu görüşündedir. Biri 5, diğeri 2 m. kadar uzunluktaki bu çok dar mekânların gusülhâne kabul edilmesi biraz düşündürücüdür. Caminin bir avlusu ve şadırvanı olmadığına göre bunun şadırvanın abdest alma yeri olması daha inandırıcı görünmektedir.

Bazı yayınlara Bekâr Hamamı adıyla geçen bu binanın esasında hamam olarak yapıldığını ileri süren K. Klinghardt ve


daha sonra A. Gabriel, bunun bazı bölümleri yıkıldıktan sonra umumi helâya dönüştürüldüğünü ileri sürerler. Sofanın diğer duvarı boyunca ise beş helâ hücresi sıralanır. Bu küçük bina cami ile birlikte yapılmış ve orijinal hüviyetini korumuştur. İçinde kubbeye geçişte kullanılan motifler bunu açıkça belli eder. Ayverdi, medresenin içinde helâ olmadığından bir köprü ve bir kule ile üst kattaki galerinin bu helâya bağlanmış olduğunu ve bunların 1935 yılına kadar durduğunu bildirir. Bugün ise hiçbir izleri yoktur. Külliyenin bitişiğinde bir de çeşme vardır. Ayrıca XVI. yüzyılda Bursa’ya gelen R. Lubenau, burada içinde kırmızı balıkların dolaştığı bir havuzun varlığından bahseder. Lubenau’ya göre caminin önünde, içine lülelerden hem sıcak hem soğuk su akan, yarım insan boyu derinliğinde bir havuz vardır. Bunun soğuk suyun toplandığı bölümünde kırmızı balıklar yüzüyordu. Bu havuz herhalde şimdi yolun geçtiği yerde bulunuyordu.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, MAD, nr. 162/5; S. Gerlach, Türkisches Tagebuch, Frankfurt 1674, s. 259; R. Lubenau, Beschreiburg der Reisen (nşr. W. Sahm), Königsberg 1914-30, II, 84; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, II, 14; J. Pardoe, The City of the Sultans and Domestic Manners of the Turks in 1836, London 1837, II, 49-50; Ch. Texier, Description de l’Asie mineure faite de 1833 à 1837, Paris 1839-49, I, 64-65, 71-72; lV, 16, 19-21; a.mlf., Asie mineure, Paris 1862, lV, 36; C. A. Bernard, Les bains de Brousse en Bithynie: Turquie d’Asie, Istanbul 1842, s. 71; a.e.: Kaplıca Risâlesi, İstanbul 1265, s. 74; Hammer, Umblick auf einer Reise von Constantinopel nach Brussa und Olympos, Pesth 1818, s. 33-34, 51; Cuinet, IV, 127-128; H. Wilde, Brussa: eine Entwickelungsstätte Türkischer Architektur in Kleinasien unter der Ersten Osmanen, Berlin 1909, s. 12-20, 61, rs. 6-19; Kâzım Baykal, Bursa ve Anıtları, Bursa 1950, s. 27-29, 163-164; Sedat Çetintaş, Türk Mimarî Anıtları: Osmanlı Devri: Bursa’da Murad I ve Bayezid I Binaları, İstanbul 1952, s. 19, lv. 1-15; A. Gabriel, Une capitale turque Brousse, Paris 1958, s. 51, 62; a.mlf., “Bursa’da Murad I. Camii”, VD, II (1942), s. 37-43; Ayverdi, Osmanlı Mi‘mârîsi I, s. 231-264, 275, 289-290, 290-293, rs. 340-390; Baltacı, Osmanlı Medreseleri, s. 249-253; Semavi Eyice, Son Devir Bizans Mimarisi: İstanbul’da Palaiologos’lar Devri Anıtları, İstanbul 1980, s. 135-136; a.mlf., “İlk Osmanlı Devrinin Dinî-İçtimaî Bir Müessesesi: Zâviyeler ve Zâviyeli Câmiler”, İFM, sy. 21 (1963), s. 32; Bedri Yalman, Bursa, İstanbul 1984, s. 171-176; M. M. Walker, Guide album de Brousse, İstanbul, ts.; Ahmed Tevhid, “İlk Altı Padişahın Bursa’da Kâin Türbeleri: Hüdâvendigâr Murad Türbesi”, TOEM, III/17 (1328), s. 1047-1051; M. Tayyib Gökbilgin, “Murad I. Tesisleri ve Bursa İmareti Vakfiyesi”, TM, X (1951-53), s. 216-234.

Semavi Eyice