HÜMEZE SÛRESİ

(سورة الهمزة)

Kur’ân-ı Kerîm’in yüz dördüncü sûresi.

Mekke döneminde nâzil olmuştur. Dokuz âyet olup fâsıla*sı yalnızca “هـ،ة” harfleridir. Nüzûl sırası itibariyle otuz ikinci sûredir. Sûre ismini 1. âyette geçen, “başkalarını arkadan çekiştirip kötülemeyi huy edinen kimse” anlamındaki hümeze kelimesinden alır. Aynı âyette yer alan lümeze ise “insanları yüzlerine karşı ayıplayıp küçük düşürmeyi huy edinen kimse” demektir. Kaynaklar sûrenin Mekkî olduğunda ittifak etmişlerdir (Süyûtî, el-İtķān, I, 29, 31, 81, 82). Kıyâme sûresinden sonra, Mürselât sûresinden önce nâzil olduğuna dair rivayetler dikkate alındığında


Hz. Muhammed’in peygamber oluşunun üç veya dördüncü yılında indiği söylenebilir. Bu yıllar, İslâm’ın gösterdiği gelişme karşısında Mekke müşriklerinin telâşa kapılıp onu durdurmak ve engellemek için birtakım tedbirlere başvurdukları ve başta Resûl-i Ekrem olmak üzere müslümanların ileri gelenlerini kötüleyip gözden düşürmeye çalıştıkları yıllardır. Sûrenin Cemîl b. Âmir, Ahnes b. Şerîk, Velîd b. Mugīre veya Ümeyye b. Halef hakkında nâzil olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır (Fahreddin er-Râzî, XXIII, 402; Süyûtî, Esbâbü’n-nüzûl, s. 220). Zira bunlar, Hz. Peygamber’i ve ileri gelen müslümanları kötüleyip arkadan çekiştirmeyi huy edinmişlerdi. Ancak âyetteki “li-külli hümezetin lümezeh” ifadesinden bunların birkaç kişiden ibaret olmadığı anlaşılmaktadır. Sûrede bu kişilerin yaptıklarına örnek olmak üzere bir kimseyi arkadan çekiştirip kötülemenin veya kusurlarını yüzüne karşı söyleyip hakaret etmek sûretiyle küçük düşürmenin çirkinliği vurgulanmaktadır.

Sûre, insan ilişkilerinde temel olan ahlâk ilkelerinin önemli bir kuralına dikkat çekmektedir. İnsanları arkadan çekiştirip kötülemek ve karalamak, yüzlerine karşı hakaret ederek veya dolaylı yollardan alay edip küçük düşürmeye uğraşmak, sözlü olarak veya el kol, kaş göz işaretleri yaparak onların şeref ve haysiyetiyle oynamak ve bunu bir alışkanlık haline getirmek çok kötü davranışlardır. “Vay haline!” diye söze başlayarak bu kötü huy sahiplerini şiddetle kınayan sûre kendilerinin çok daha kötü bir duruma düşeceklerini, acıklı bir azaba uğrayacaklarını bildiren âyetlerle son bulur. Üstelik yığdıkları servete ve sayıp durdukları paraya güvenerek insanlarla alay edip kalplerini kıranların, cehennemin, adına “hutame” denilen ve içine atılan her şeyi yakıp bitiren, kırıp geçiren özel bir bölümünde azap göreceklerini haber vermektedir. Bu ateş onları yüreklerinin içinden sarıp yakalayacak, upuzun bir boru içine tıkanıp kalmış gibi çaresiz bırakacaktır. İftiraya ve hakarete uğrayan insanın yüreği nasıl yanarsa dünya malına güvenip herkesi küçük düşürmeye çalışan, küstahça inciten hümeze ve lümeze tipleri de böyle bir özel ateşte yanacaktır. Burada, “Ceza suç cinsinden olmalı” kuralına uygunluk söz konusu olduğu gibi “hutame” kelimesinin “hümeze” ve “lümeze” ile aynı vezinde olması dolayısıyla lafız bakımından da uygunluk bulunmaktadır ki edebiyatta buna “müşâkele” denir.

Bir önceki Asr sûresinde ebedî kurtuluşa erecek insanların başlıca nitelikleri gösterilmişti. Bu sûrede ise servet hırsına kapılan, zenginliğiyle şımarıp kendini âdeta ölümsüz bir varlık gibi görecek kadar küstahlaşan insanlara has ahlâk bozukluklarına işaret edilmekte, aslında Allah’ın kullarını sınamak için verdiği, izâfî bir değer taşıyan serveti ve genel olarak gücü mutlak bir değer gibi telakki edip bu imkânlara sahip oldukları için kendilerinde mâsum insanları tahkir etme hakkı görenler ve böylece insanların kişilik haklarına zarar verenlerin âhirette mâruz kalacakları ceza veciz bir şekilde anlatılmaktadır.

Hümeze sûresinin faziletine dair Übey b. Kâ‘b’dan rivayet edilip bazı tefsir kitaplarında yer alan (meselâ bk. Zemahşerî, IV, 233) ve Allah’ın Hümeze sûresini okuyana Muhammed ashabının sayısı kadar ecir vereceğini bildiren hadisin uydurma olduğu kabul edilmiştir (İbnü’l-Cevzî, I, 239-241; Zerkeşî, I, 432).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “hmz”, “lmz”, “ĥŧm” md.leri; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, Beyrut 1405/1984, XV, 291-296; Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), IV, 233; İbnü’l-Cevzî, el-MevżûǾât (nşr. Abdurrahman M. Osman), Medine 1386/1966, I, 239-241; Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr: Mefâtîhu’l-gayb (trc. Suat Yıldırım v.dğr.), Ankara 1995, XXIII, 401-409; Zerkeşî, el-Burhân, I, 432; İbn Hacer, el-Kâfi’ş-şâf (Zemahşerî, el-Keşşâf [Beyrut] içinde), IV, 188; Süyûtî, Esbâbü’n-nüzûl, [baskı yeri ve tarihi yok] (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), s. 220; a.mlf., el-İtķān (Bugā), I, 29, 31, 81, 82, 212; Cemâleddin el-Kāsımî, Meĥâsinü’t-teǿvîl (nşr. M. Fuad Abdülbâkī), Beyrut 1398/1978, XVII, 250-253; Elmalılı, Hak Dini, VIII, 6085-6096; Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu (İstanbul 1943), İstanbul 1980, s. 706-708; Seyyid Kutub, Fî Žılâli’l-Ķurǿân, Beyrut 1405/1985, VI, 3972-3973; Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân (trc. Muhammed Han Kayanî v.dğr.), İstanbul 1996, VII, 233-234; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara 1989, s. 86; Mahmûd el-Hasan Ârif, “el-Hümeze”, UDMİ, XXIII, 172-173.

Emin Işık