HURÛFÎLİK

Fazlullah-ı Hurûfî’nin (ö. 796/1394) kurup geliştirdiği, harflerin esrarına dayanan bâtınî bir akım.

Hurûfîliğin temeli, eski çağlardan gelen ve harflerle sayıların kutsallığını kabul edip bunlara çeşitli sembolik anlamlar yükleyen anlayışa dayanır. Çok eskiden beri tabiatta varlığı kabul edilen gizli güçler şekil ve harflerle ifade edilmeye çalışılmış, sonuçta tabiat bilimlerinden önce efsun, tılsım, sihir gibi tekniklerle “hurûf” ilmi adı altında sözde ilimler ortaya çıkmıştır. Hurûfîliğin ne zaman ve nasıl doğduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte gerçek anlamıyla milâttan önce IV ve III. yüzyıllardan itibaren Ortadoğu’daki Helenistik-gnostik karakterli dinlerde ortaya çıktığı görülmektedir (bk. HURÛF).

İslâm dünyasında harflerin bazı gizli özelliklere sahip olduğu düşüncesi hayli eskidir. Meselâ II. (VIII.) yüzyılda aşırı Şiîler’den Mugīre b. Saîd el-İclî Allah’ı harflere benzetmişti. Daha sonra Hurûfî anlayış ve yorumlar, başta bazı mutasavvıflar olmak üzere çeşitli İslâmî gruplar arasında ilgi görmüş, özellikle İbnü’l-Arabî’nin katkılarıyla bu ilgi daha da artmış, İbn Haldûn ve Kâtib Çelebi gibi âlimler bile bu anlayışın etkisine kapılmışlardır. Fakat İslâm dünyasında bâtınî düşüncelerin ışığında Hurûfîliği bir sistem şekline sokan ve bir fırka halinde yayan kişi Fazlullah-ı Hurûfî olmuştur. Timur’un saltanatı döneminde (1370-1405) İran, Hârizm, Azerbaycan ve Irak bölgeleri çeşitli tarikatlar ve şeyhlerin yaygın şekilde faaliyet gösterdiği muhitlerin başında gelmekte, ilim ve tarikat ehline değer veren Timur’un hoşgörüsü de bunların faaliyetini kolaylaştırmaktaydı. Böyle bir kültür atmosferinde Fazlullah-ı Hurûfî, bâtınî şeyhlerinden olan ve Serbedârîler’le birlikte Horasan’da isyanlara karışan Şeyh Hasan-ı Cûrî (ö. 743/1342-43) ve onun halifelerinin tesiriyle sistemini kurmaya, akîdesini yaymaya çalışmıştır (Meriç, s. 3). Hurûfîliği kurarken Bâtınîler’in te’vil usullerini başarılı bir şekilde kullanan Fazlullah rüya yoluyla gerçeği bulduğunu, bazı sırların kendisine bu yolla bildirildiğini ileri sürerek Arapça’daki yirmi sekiz harf ve bunlara ilâveten Farsça’daki dört harf ile sayılar arasında çeşitli ilişkiler kurmak suretiyle Hurûfîlik sistemini yerleştirmiştir.


Bu sistemde bütün evren ve varlıklar, insanın yüzünde bulunduğu kabul edilen ve birine “hutût-ı ebiyye”, diğerine “hutût-ı ümmiyye” denilen yedişer hatlı iki görünüşle açıklanır; bütün dinî hükümler yirmi sekiz ve otuz iki sayısına uygulanarak bu hükümlerin insanın yüzünde temsil edildiği ileri sürülür. Âyet ve hadisleri de Hurûfîlik sistemi çerçevesinde bâtınî te’villere tâbi tutan Fazlullah ve diğer Hurûfîler, özellikle hurûf-ı mukattaanın müfessirlerce ileri sürüldüğünün aksine müteşâbih değil muhkem olduğunu savunmuşlar, sayısı on dördü bulan bu harfleri de insanın yüzündeki hatlarla ilişkilendirerek açıklamışlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bütün “fazl” (fadl) kelimeleriyle Fazlullah’ın kastedildiğine inanan, onu Allah’ın zuhuru şeklinde gören Hurûfîler, Fazlullah’ın baş eseri ve Hurûfîliğin ana kaynağı olan Câvidânnâme’yi ilâhî kitap olarak tanırlar; âyetleri, cennet, cehennem ve âhiret hallerini ve bütün dinî hükümleri yirmi sekiz veya otuz iki harfe irca ederek te’vile tâbi tutarlar. Meselâ kelime-i şehâdette geçen Allah lafzında beş harf vardır; bu harflerin adlarının yazımından on dört harf ortaya çıkar; yine kelime-i şehâdetteki Muhammed lafzında da beş harf bulunmakta olup bunların imlâsı da on dört harfi verir; böylece ikisinin toplamı yirmi sekiz eder; buna kelime-i şehâdetin ilk kelimesindeki dört harf eklendiğinde sayı otuz ikiye ulaşır. Şu halde kelime-i şehâdet, Arap ve Fars alfabelerinin tamamını ve bunların içerdiği Hurûfî anlamları ihtiva etmektedir. Bu örnekte de görüldüğü gibi Hurûfîlik sisteminde istenen sonuca ulaşmak için sayı eksik veya fazla ise ilm-i hurûf usullerine başvurulmaktadır. Meselâ sayı değeri altmış olan bir rakam yirmi sekiz ve otuz ikinin toplamıdır. Eğer altmıştan bir eksik ise “bâ”nın (ب) noktası eklenerek altmış bulunur. Ayrıca sayının hal ve mahal durumu göz önünde bulundurularak ihtiyaca göre bir katıyla toplanır veya ikiye bölünür. Farklı sayılara ihtiyaç duyulması halinde mevâlîd-i selâse (maden, bitki, hayvan), anâsır-ı er-baa, havâss-ı hamse, şeş cihet, seb‘a semâvât, heşt bihişt ve nüh felek tabirlerindeki sayılar kullanılır. Başka bir yöntem de kabz ve bast usulüdür. Bu usulde harf söylendiği gibi yazılıp oluşan kelimedeki harf sayısından veya ebced hesabına göre çıkan miktardan faydalanılır. Meselâ “kün” (كن) kelimesinin Hurûfîlik sistemine göre yorumu yapılırken bu kelime bastedilir, yani kelimeyi oluşturan iki harfin Arapça okunuşu (kâf nûn) esas alınır, böylece altı harf ortaya çıkar (ك-ا-ف-ن-و-ن). Bu şekilde elde edilen altı sayısı altı yönü temsil eder; altı yön ise mekânın aslî özelliklerinden olduğuna göre Allah’ın “kün” emriyle oluşun ve âlemin (kevn ve mekân) nasıl meydana geldiği ifade edilmiş olur.

Hurûfîlik akîdesinde evren yorumlanırken merkezî anlam daima insana verilir. Bu fırkanın inancında ruhun bedeni terkettikten sonraki durumu ile âhiretin varlığı, cennet ve cehennem önemli bir tartışma konusudur. Anadolu ve Bağdat Hurûfîleri’nin önemli bir kısmı ölümden sonra hayat olmadığına, birleşik varlıkların tekrar basit hale dönüşeceğine, insanın Hurûfîliğin esasını oluşturan otuz iki kelimenin bilincine varınca kendisinden yükümlülüklerin kalkacağına inanırlar. Bazı Hurûfîler’e göre ise “sâhib-i te’vîl” dedikleri Fazlullah-ı Hurûfî bütün dinî sorumlulukları yerine getirmiştir. Cennette sorumluluk yoktur; buna göre yaşanan an veya zaman da cennetteki an veya zaman gibi düşünülmelidir. Hurûfîliğe dair eserlerden edinilen bilgilere göre bu akımda âhiret ve dinî mükellefiyetlerin çoğu inkâr edilmektedir (Aksu, Amīr Ġıyāŝ al-Dīn, s. 72-75, 80-81, 83-85, 86, 88).

XIV. yüzyılın ikinci yarısında bâtınî yorumları sayesinde gün geçtikçe taraftar kazanan Fazlullah-ı Hurûfî, düşüncelerinin şeriata aykırı olduğu yönünde ulemâ ve fukahanın görüş bildirmesi üzerine Timur tarafından takibata mâruz kaldı ve Timur’un oğlu Mîrân Şah tarafından yakalanıp Alıncak Kalesi’nde hapsedildi. Yargılama sonunda Şirvan hâkimi Şeyh İbrâhim’in kadısı Bâyezîd’in fetvasıyla öldürüldü. Doğum yeri olan Esterâbâd’ın dışında Horasan, İsfahan, Cîlân, Tebriz ve Şirvan gibi yerleri dolaşıp buralarda inancını yayan ve halifeler yetiştiren Fazlullah’ın idam edilmesinden sonra başta en önemli adamı ve başhalifesi Ali el-A‘lâ olmak üzere çok sayıdaki mürid ve halifesi şiddetli baskılara rağmen Horasan, İsfahan, Suriye, Azerbaycan ve Anadolu gibi yerlerde Hurûfîliği yaymaya çalıştılar; inançlarını bazı âlim, şair, sanatkâr ve devlet adamlarıyla seyyidlere benimsettiler; yetiştirdikleri şairler aracılığıyla halk arasındaki konumlarını güçlendirdiler. Zaman zaman saraylara ve sultanlara da nüfuz eden Hurûfîler “dervîşân-ı helâl-hôr ve râst-gûy” (helâl yiyen ve doğru söyleyenin dervişleri) diye tanındılar; seyyid, hâce, derviş, emîr ve mevlânâ unvanlarını kullandılar.

Hurûfîler’in İbâhiyyeci ve zındık olduklarını düşünen ulemânın Hurûfîliğe karşı devlet adamlarını uyarması neticesinde çeşitli baskılara uğrayan Hurûfîler bazan katliama mâruz kaldılar; bu durum faaliyetlerini gizli sürdürmelerine sebep olmuştur.

Fazlullah-ı Hurûfî’den sonra İran topraklarında tutunabilen veya saklanabilenlerin dışında kalan bazı dervişler ülkelerini terketmiş, bunların bir kısmı Hindistan’a gitmiştir. Hindistan’a gidenlerin başında Mahmûd-i Merdûd (Matrûd) gelmektedir. Hurûfî önderlerinden sayılan Mahmûd, İran kültürünün hâkimiyetini savunduğundan Fazlullah’a ters düşmüştür. Ona göre Arap devri bitmiş, Acem devri başlamıştır. Mahmûd, Hindistan’da Hurûfîliğin bir şubesi sayılan Noktavîliği kurarak yaymıştır (a.g.e., s. 32, 38; geniş bilgi için bk. Sâdık Keyâ, Noķŧaviyân yâ Pâsihâniyân, tür.yer.).

XIV ve XV. yüzyıllarda Hurûfîliğin yayıldığı başlıca merkezler şunlardır: Horasan. Hurûfîler’in Horasan ve Herat’taki faaliyetleri Fazlullah zamanında başlamıştır. Herat’ta Hurûfîliği kabul eden kişiler ve bunların âkıbetleri hakkında Şâhruh’a düzenlenen başarısız bir suikast dolayısıyla kaynaklarda bilgi verilmektedir. Bu bilgilerden, Şâhruh’un ordusunda Hurûfîliğin tehlikeli boyutlarda yayılmaya başladığı, bu sebeple birçok Hurûfî’nin çeşitli yerlere sürüldüğü, Ahmed-i Lûr ismindeki bir Hurûfî’nin, cuma namazını kıldıktan sonra camiden çıkan Şâhruh’a kamasıyla saldırıp onu yaraladığı, fakat hemen yakalanarak öldürüldüğü (830/1427), bu olayın Herat’ta Hurûfîler’e karşı geniş çaplı bir harekâta girişilmesine sebep olduğu ve Fazlullah’ın torunu Adudüddin’in de aralarında bulunduğu birçok Hurûfî’nin öldürüldüğü öğrenilmektedir. Ahmed-i Lûr ile görüşen ünlü şair Kāsım-ı Envâr Semerkant’a sürülmüş, yine Ahmed-i Lûr ile ilişkisi bulunduğundan şüphe edilen bazı kişiler, bu arada Fazlullah’ın torunu Emîr Nûrullah, hattat Mevlânâ Ma‘rûf ve Hurûfîliğin önemli kaynaklarından İstivânâme’nin müellifi Emîr Gıyâseddin tutuklanmış, uzun süren yargılamadan sonra serbest bırakılmışlardı. Bazı kaynaklarda Hurûfîler’in Herat’ta takibata uğramalarının gerekçesi olarak bunların Şâhruh’un ordusunda İbâhîliği yaymaları gösterilir. Fazlullah’a intisap ederek onun kızıyla evlenen ve Hurûfîliğin inanç esaslarını Maĥremnâme (Muĥarremnâme) adlı eserinde anlatan Seyyid Emîr İshak da Hurûfîliği Horasan bölgesinde yaymak için


faaliyet göstermiş, bu sebeple Horasan mürşidi diye tanınmıştır. Seyyidü’s-sâdât olarak anılan Emîr İshak Cîlân ve Şirvan’da da Hurûfî propagandası yapmıştır (Karagözlü, VI/31 [1375/1956], s. 67-74).

İsfahan. Fazlullah-ı Hurûfî İsfahan’ı birkaç defa ziyaret edip İsfahan civarındaki Toğcî’de bir süre ikamet etmiş, bir mağarada inzivaya çekilmiş, Hurûfî inançlarını yaymaya başlamıştı. Burada ona ilk inanan kişiler olarak Fahreddin, Celâl-i Burûcirdî, Fazlullah-ı Horasânî, Mîr Abdullah-ı İsfahânî, Ali el-A‘lâ, Muhammed Nâinî ile Deştli bir kişiden söz edilir. Bazı kaynaklar bu sayıyı dokuza çıkararak feleklerin sayısıyla karşılaştırır (Şeybî, II, 161). Fazlullah’ın idamından sonra bir grup Hurûfî ile birlikte İsfahan’a gelen Hacı Surh adlı bir kişi burada propagandaya girişerek taraftar toplamış, 835’te (1431-32) bir ayaklanmanın çıkmasına sebep olmuş, bu sırada Şâhruh’un kumandanlarından Emîr Abdüssamed’in iki oğlu da öldürülmüştür. Bunun üzerine Hacı Surh derisi yüzülerek katledilmiş, taraftarları da çeşitli şekillerde cezalandırılmıştır (Ajend, s. 87).

Tebriz. Başlangıçta Hurûfîler’le iyi ilişkiler içinde olan Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah zamanında Hurûfîler’in Tebriz’de ayaklandığı bilinmektedir (845/1441). Bu ayaklanma ulemânın da desteğiyle kanlı bir şekilde bastırılmış ve 500 kadar Hurûfî öldürülmüştür (M. Cevâd Şekûr, XIII/4 [1357], s. 133-146; Ajend, s. 91, 102). Kaynaklar, Pîr-i Türâbî adında bir kişinin mezarından bahsederken Fazlullah-ı Hurûfî’nin kızı Fatma Hatun’un, eşi Ali el-A‘lâ’nın idam edilmesinden sonra Tebriz’e gelip yerleştiğini ve burada Hurûfîliği yaymaya çalıştığını, öldürülünce Pîr-i Türâbî’nin kabrinin yanına defnedildiğini yazar. Bazıları ise bu kadını cezbeli bir derviş olan Pîr-i Türâbî’nin karısı olarak gösterir (a.g.e., s. 96, 102). Kara Yûsuf ile oğlu Cihan Şah’ın Şiî temayülde olmaları, özellikle Cihan Şah’ın dine ilgisizliği Hurûfîler’in faaliyetlerine elverişli bir zemin oluşturmuş, bu durum ulemânın tepkisine, hatta tedbir almadığı takdirde meşruiyetini yitirmiş sayılacağını ima edip hükümdarı tehdit etmesine yol açmıştır. Bunun üzerine başta Mevlânâ Necmeddin olmak üzere ulemâ heyetinin verdiği fetvaya dayanan Cihan Şah’ın emriyle 500 Hurûfî Tebriz’de öldürülmüş, cesetleri yakılmış, bunlarla ilişkileri bulunan çok sayıda kişi de sürgün edilmiştir (M. Cevâd Şekûr, XIII/4 [1357], s. 138 vd.; Ajend, s. 96-102).

Irak-Suriye. Derviş Emîr Ali Keyvân, Derviş Sadr-ı Ziyâ, Derviş Hamd-i Nâtık, Hacı Îsâ Bitlisî, Hasan Haydarî, Hasan Tîrger, Seyyid Tâceddin ve Seyyid Muzaffer Hurûfîliğin Irak’taki başlıca temsilcileridir. Daha sonra Emîr Nûrullah’la birlikte Azîz-i Cânî ve Muhammed Tîrger de Irak’a gelmiştir (Şeybî, II, 163). Bunlar Bağdat’ta propaganda yapıyor, diğer Hurûfîler’le de ilişkilerini sürdürüyorlardı. Suriye Hurûfîleri’nin önde gelen ismi Seyyid Nesîmî Hurûfîliği Suriye’de yaymakla kalmamış, Anadolu’da çeşitli yerleri gezerek buralarda da faaliyet göstermiştir.

Mısır. Memlükler döneminde Kaygusuz Sultan Tekkesi’nin faaliyete geçmesiyle Hurûfîlik Mısır’da da yayılmaya başlamıştır. Sultan Kansu Gavri Nesîmî’nin şiirlerine büyük ilgi göstermiş ve ona hayranlık duymuştur.

Anadolu. Genel olarak kabul edilen bir görüşe göre Anadolu’da Hurûfîlik, Fazlullah-ı Hurûfî’nin önde gelen halifelerinden damadı Ali el-A‘lâ vasıtasıyla yayılmıştır. Bu zat genç yaşta Fazlullah’a bağlanmış, onun idamından sonra Timurlular tarafından Hurûfîler’e uygulanan baskıdan kaçarak kardeşiyle birlikte Suriye’ye gitmiş, Suriye ve Anadolu’da çeşitli yerleri dolaşarak Hurûfî inançlarını yaymış, Fazlullah’ın Câvidânnâme’sini esas alıp Tevĥîdnâme ve Ķıyâmetnâme gibi çeşitli manzum eserler yazmıştır. Bu arada Kırşehir’e de giden Ali el-A‘lâ bir müddet Hacı Bektâş-ı Velî tekkesinde kalmış, kimliğini gizleyerek Bektaşî gibi görünmüş, buradaki dervişlere Câvidânnâme’yi Hacı Bektâş-ı Velî’nin düşünceleri gibi sunmuş, kitapta yer alan ve dinî hükümleri gereksiz sayan bazı ifadelerin birer ilâhî sır olduğunu söyleyerek bunları gizli tutmalarını istemiştir. Hoca İshak Efendi (ö. 1310/1893) Hurûfîliğin Anadolu’ya bu şekilde girdiğini söyler (Kâşifü’l-esrâr, s. 4 vd.); ancak daha eski kaynaklarda Ali el-A‘lâ’nın Anadolu’daki faaliyetleri hakkında bilgi mevcut değildir. Bazı araştırmacılar, Hurûfîlik hakkında en güvenilir kaynak olan Emîr Gıyâseddin’in İstivânâme’sinde Ali el-A‘lâ’nın Anadolu’ya gittiğine dair bilgi bulunmamasını ve bizzat Ali el-A‘lâ’nın eserlerinde bu yönde bir işaretin mevcut olmamasını göz önüne alarak onun Anadolu’ya geldiğine dair bilgileri ihtiyatla karşılamaktadır (Birge, s. 60-61; Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, s. 28). Öte yandan Abdülbaki Gölpınarlı, Mîr Şerîf’in Ĥacnâme’sinde kardeşiyle birlikte Anadolu’ya gittiğini, Hurûfîliğe dair bazı kitaplarla Fazlullah’ın kitaplarını da yanında götürdüğünü söylemesini, yine Fazlullah’ın halifelerinden


şair Nesîmî’nin Hacı Bayrâm-ı Velî ile görüşmek üzere Ankara’ya gelmesini, Anadolu’da çeşitli yerleri gezmesini, halifeler yetiştirmesini, Beşâretnâme adlı eserin yazarı Refîî’nin onun önde gelen halifelerinden olmasını, Bektaşîler’in Nesîmî’yi kendilerinden saymalarını, Alevîler’in onu yedi büyük ilâhî şairden biri olarak tanımalarını delil göstererek Hurûfîliğin Anadolu’da yayılmasında ve Bektaşîliği etkilemesinde Mîr Şerîf ile Nesîmî’nin rol oynamış olabileceğini ileri sürer (a.g.e., s. 28).

Hurûfî halifelerinin XV. yüzyılın başından itibaren Tebriz ve Halep yoluyla Anadolu’ya gelerek propagandaya başladıkları; inançlarını tasavvuf, vahdet-i vücûd ve ilm-i esrâr-ı hurûf gibi daha önce mevcut olan fikir ve inançlar içinde gizleyerek yaymaya çalıştıkları; Horasan, Azerbaycan ve İsfahan’da olduğu gibi Anadolu ve Balkanlar’da da hem halk hem yöneticiler arasında bir çevre edindikleri ve nihayet Kalenderîler’in arasına sızdıkları bilinmektedir. Çelebi Sultan Mehmed ve oğlu Sultan Murad zamanında başlayan Hurûfî etkisi Fâtih Sultan Mehmed döneminde saraya kadar ulaşmış, Taşköprizâde’nin ifadesine göre genç padişah bile bir ara bu harekete meyletmişti. Hurûfîler Herat, İsfahan ve Tebriz’de uyguladıkları taktikleri Osmanlı ülkesinde de uyguluyor, bir yandan yeniçeriler arasında taraftar bulmaya, bir yandan da padişahı etkileyerek Hurûfîliği devletin resmî mezhebi haline getirmeye ve iktidarı ele geçirmeye çalışıyorlardı. Durumun vehametini gören vezir Mahmud Paşa’nın ulemâ-yı uyarması üzerine Fahreddîn-i Acemî Hurûfîler’in cezalandırılması konusunda padişahı ikna etmiş, bunun üzerine yakalanan Hurûfîler Edirne’de öldürülmüştür (Taşköprizâde, eş-Şeķāǿiķ, s. 120). Hurûfîler Kanûnî Sultan Süleyman döneminde de Osmanlı topraklarından sürülmüştür (Küçük Nişancı Mehmed, s. 234-238). Buna rağmen XVI ve XVII. yüzyıllarda Hurûfîlik Osmanlı toplumunu etkilemeye devam etmiş, bir yandan Bektaşîliğin temel inançları arasına girerken öte yandan Bektaşîlik’ten bağımsız temsilciler yetiştirmiştir. Anadolu ve Balkanlar’da Hurûfîliğin yayılmasında ve yaşamasında Abdülmecid Firişteoğlu ile Nesîmî gibi şairlerin büyük etkisi olmuştur. Muhtelif kayıtlardan, XVI. yüzyılda Anadolu ve Rumeli’deki çeşitli bölgelerde “ışık” (Tâife-i Işıkıyân) adı verilen Hurûfîler’in takip edilmesine, tutuklanıp cezalandırılmasına dair emirnâmeler gönderildiği anlaşılmaktadır (Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, s. 32). Bektaşî görünen Hurûfîler, giderek sayıca azalmalarına rağmen daha sonraki asırlarda da faaliyetlerini gizlice devam ettirmişler, ancak hiçbir zaman devlete karşı ayaklanma gücünü elde edememişlerdir. Horasan, Irâk-ı Acem, Azerbaycan ve Suriye’deki Hurûfîler ise daha erken dönemlerde etkinliklerini yitirmişlerdir. Halep, Bitlis, Sivas, Akçahisar, Eskişehir, İstanbul gibi merkezler yanında Balkanlar’da Deliorman, Arnavutluk, Ergirikasrı, Filibe, Varna, Tatarpazarcığı ve ayrıca İskenderiye Hurûfîler’in zaman zaman varlıklarını duyurdukları merkezler olmuştur.

Hurûfîler inançlarını yaymak amacıyla pek çok eser kaleme almışlardır. Bu eserlerde bazı bilgiler üstü kapalı biçimde verilmiş, bazan da harflere ve sayılara birtakım anlamlar yüklenerek sembolik bir anlatım yoluna gidilmiştir. Bu sebeple Hurûfî metinleri ve özellikle Fazlullah’a ait Câvidânnâme zor anlaşıldığından bunlar için Luġat-ı Esterâbâdî gibi sözlükler yazılmıştır. Sâdık Keyâ’nın Vâjenâme-i Gürgânî (Tahran 1330 hş.) adlı eseri de bu niteliktedir.

Hurûfîliğin ana kaynağı Câvidânnâme’dir. Fazlullah’ın anlaşılması zor olan Esterâbâd (Gürgân) lehçesiyle yazdığı Câvidânnâme’ye Câvidânnâme-i Kebîr, buna nisbetle daha kısa olan Câvidânnâme’ye de Câvidânnâme-i Śaġīr denilmektedir. Derviş Murtaza adlı bir Bektaşî Câvidânnâme-i Śaġīr’i esas alarak 1048’de (1638) eseri Dürr-i Yetîm adıyla Türkçe’ye çevirmiş, Seyyid Kemal Hâşimî de Câvidânnâme’yi şerhetmiştir (EIr., II, 843). Abdülmecid Firişteoğlu’nun Işknâme adlı Türkçe muhtasar tercümesine de Câvidânnâme veya Câvidânnâme-i Sagīr denilmektedir. Fazlullah’ın diğer eseri Muĥabbetnâme Abdülmecid Firişteoğlu tarafından Hidâyetnâme adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir.

Ali el-A‘lâ ile Emîr Gıyâseddin’in eserleri, Seyyid İshâk-ı Esterâbâdî’nin Taĥķīķnâme ve Ħâbnâme’si, Nesîmî’nin divanı ve Mukaddimetü’l-hakāik’ı, Nesîmî’nin halifesi Refîî’nin Beşâretnâme ve Gencnâme’si, Firişteoğlu’nun eserleri, Mîr Şerîf’in Beyânü’l-vâķıǾı, Işkurt Dede’nin Śalâtnâme, Gülbaba’nın Miftâhu’l-gayb adlı eserleri de Hurûfîliğin başlıca kaynaklarıdır. Ħuŧbetü’l-beyân ve Miftâĥu’l-ĥayât isimli eserler de (Hoca İshak Efendi, s. 5, 7) Hurûfîlik’te önemlidir.

Osmanlı kültürü ve sanatı, içtimaî ve siyasî hayatı üzerinde Hurûfîler’in önemli tesiri vardır. Hurûfîlik inançları bir yandan Bektaşîler aracılığıyla yeniçeriler üzerinde etkili olmuş, öte yandan Kalenderîler ve Bektaşîler aracılığıyla halk arasında yayılmıştır. Hurûfîlik, bilhassa İslâmiyet’i yeni kabul eden Balkanlar’daki halk içinde de taraftar bulmuştur. Bazı Osmanlı devlet adamları ile şairlerin bu hareketten etkilendikleri, özellikle Nesîmî’nin pek çok Bektaşî ve Alevî şaire tesir ettiği bilinmektedir. Refîî, Timinnâî, Usûlî, Kânî, Sarı Abdullah Çelebi, Penâhî, Muhyiddin Abdal, Akyazılı İbrâhim-i Sânî, Yemînî, Gülbaba (Misâlî), Oğlanlar Şeyhi İbrâhim Efendi, Rûhî-i Bağdâdî, Âşık Vîrânî, Rûşenî, Diyarbekirli Halîlî, Muhibbî (Kanûnî), Bâkî, Âzerî şairlerinden Habîbî, Hakīkī, Hatâî (Şah İsmâil), Hayretî, Muhîtî, şair ve tarihçi Gelibolulu Âlî Mustafa Efendi, Mîr-i Alem Celâl Bik gibi kişilerin Hurûfîlik etkisi altında kaldıkları belirtilmektedir (Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, s. 28-30; Norris, s. 93; Muhtar, IV [1986], s. 219-226).

Hurûfîlik metinleri üzerinde çeşitli araştırmalar yapılmış, bu hareketle ilgili eserlerin listeleri yayımlanmıştır. Bunların başlıcaları E. G. Browne’un “Some Notes on the Literature of the Hurufi Sect” (JRAS, XXX [1898], s. 61-89), “Further Notes on the Literature of the Hurufis and their Connection with the Bektashi Order of Dervishes” (a.g.e., XXXIX [1907], s. 533-581), “Nüvistehâ-yı Ĥurûfiyyân” (trc. Atâullah Hüseynî, Ferheng-i Îrânzemîn, XXVI [1365], s. 206-245) adlı makaleleriyle Abdülbaki Gölpınarlı’nın Hurûfîlik Metinleri Kataloğu’dur (Ankara 1973). Hurûfîliğin Anadolu ve Balkanlar’daki etkileri üzerinde de çeşitli çalışmalar yapılmış olup bunların başlıcaları şunlardır: Harputlu Hoca İshak Efendi, Kâşifü’l-esrâr ve dâfiu’l-eşrâr (İstanbul 1291); Ahmed Rifat, Mir’âtü’l-Makāsıd (İstanbul 1293); M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (İstanbul 1918, s. 363); Abdülbaki Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu (Ankara 1973, s. 1-33), “Fađlallāh-i Hurūfī’nin Oğluna Ait Bir Mektup” (ŞM, I [Ankara 1956], s. 37-57), “Fađlallāh-i Hurūfī’nin Wasiyetnāma’sı veya Wāsāyā’sı” (a.g.e., II [İstanbul 1957], s. 53-62), “Bektaşīlik-Hurūfīlik ve Fađl Allāh’ın Öldürülmesine Düşürülen Üç Tarih” (a.g.e., V [1964], s. 15-22), “Hurûfîlik ve Mîr-i ‘Alem Celâl Bik’in Bir Mektubu” (TM, XIV [1965], s. 93-110); Cemal Muhtar, “Hurûfî Türk Şairleri” (MÜİFD, IV [1986], s. 219-229).

BİBLİYOGRAFYA:

Muhammed İşkurt Dede, Śalâtnâme, Millet Ktp., Ali Emîrî, FY, nr. 1043; Emîr Gıyâseddin,


Mektûb, Millet Ktp., Ali Emîrî, FY, nr. 825; Mevlânâ, Mesnevî, V, 366; İbn Teymiyye, MecmûǾu fetâvâ, XII, 209; İbn Haldûn, Muķaddime, III, 1; Taşköprizâde, Mevzûâtü’l-ulûm, I, 130-136, 389-399; a.mlf., eş-Şeķāǿiķ, s. 120; Küçük Nişancı Mehmed Paşa, Târih, İstanbul 1279, s. 234-238; Latîfî, Tezkire, s. 110; Mecdî, Şekāik Tercümesi, s. 81-83; Meŝnevî-i Penâhî (nşr. İsmail Hikmet Ertaylan, Hurûfî Edebiyatı Örnekleri içinde), İstanbul 1946; Refîî, Gencnâmei-RefîǾî (nşr. İsmail Hikmet Ertaylan, a.e. içinde), İstanbul 1946; Keşfü’ž-žunûn, I, 650-651; Hoca İshak Efendi, Kâşifü’l-esrâr ve dâfiu’l-eşrâr, İstanbul 1291; Cl. Huart - Rıza Tevfik, Textes ĥourufîs avec Traduction, Leiden 1909; E. G. Browne, The Dervishes or Oriental Spritualisme, London 1868, s. 228; a.mlf., Ez SaǾdî tâ Câmî (trc. Ali Asgar Hikmet), Tahran 1339, s. 657; a.mlf., Târîħ-i Edebiyyât-ı Îrân (trc. Reşîd-i Yâsemî), Tahran 1357, III, 508; a.mlf., “Nüvistehâ-yı Ĥurûfiyyân” (trc. Atâullah Hüseynî), Ferheng-i Îrânzemîn, XXVI, Tahran 1365, s. 206-245; Besim Atalay, Bektâşîlik ve Edebiyatı, İstanbul 1341, s. 35-36, 43; M. Ali Terbiyet, Dânişmendân-ı Âźerbâycân, Tahran 1314 hş., s. 388; Rıfkı Melûl Meriç, Hurûfîlik (lisans tezi, 1936, İÜ Ed.Fak.), s. 3; J. K. Birge, The Bektashi Order Dervishes, London 1937, s. 60-61; Sâdık Keyâ, Vâjenâme-i Gürgânî, Tahran 1330 hş., s. 9-32; a.mlf., Noķŧaviyân yâ Pâsihâniyân, Tahran 1330; a.mlf., “Âgâhihâ-yi Tâze ez-Ĥurûfiyyân”, Mecelle-i Dânişkede-i Edebiyyât ve ǾUlûm-i İnsânî, II/2, Tahran 1960, s. 39-42; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, 277; Şeybî, eś-Śıla, tür.yer.; Ali Alparslan, Cavidânnâme’nin Nesîmî’ye Tesiri (doçentlik tezi, 1967, İÜ Ed.Fak.); Abdülbaki Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, Ankara 1973; a.mlf., “Bektaşîlik-Hurûfîlik”, ŞM, V (1964), s. 15-29; Hımarlu Takī, İmâdüddin Nesîmî ve Nehzethâ-yi Ĥurûfiyye, Tebriz 1357; Hüsamettin Aksu, Amīr Ġıyāŝ al-Dīn Muĥammed al-Astarābādī ve İstivā-Nāma’si (doktora tezi, 1981, İÜ Ed.Fak.); a.mlf., “Ali el-A‘lâ”, DİA, II, 381; a.mlf., “Câvidânnâme”, a.e., VII, 178; a.mlf., “Emîr Gıyâseddin”, a.e., XI, 130-131; a.mlf., “Fazlullâh-ı Hurûfî”, a.e., XII, 277-279; a.mlf., “Firişteoğlu, Abdülmecid”, a.e., XIII, 134-135; Yakub Ajend, Ĥurûfiyye der Târîħ, Tahran 1369; H. T. Norris, “The Ĥurufî Legacy of Fadlullah of Astarabad”, The Legacy of Mediaeval Persian Sufism (ed. L. Lewisohn), London 1992, s. 87-97; H. Ritter, “Die Anfaenge der Hurufisekte Studien Zur Geschichte der Islamischen Frömmigkeit, II.: Die Anfaenge der Hurufisekte”, Oriens, VIII/1 (1954), s. 1-54; M. Cevâd Şekûr, “Fitne-i Ĥurûfiyye der Tebrîz”, Berresîhâ-yi Târîħî, XIII/4, Tahran 1357 hş., s. 133-146; Azîzullah Beyât, “Ĥurûfiyyân”, a.e., XIII/5 (1357 hş.), s. 229-242; Cemal Muhtar, “Hurûfî Türk Şairleri”, MÜİFD, IV (1986), s. 219-229; Sakî Ali Muhammed, “Ĥurûfiyye der Loristân”, Zemîn-i Îrân Şinâsî, Tahran 1368, s. 33-48; Ali Rıza Zekâveti Karagözlü, “Cümbüş-i Ĥurûfiyye der ǾAśr-ı Tîmûrî”, Âşinâ, VI/31, Tahran 1375/1996, s. 11-15, 67-74; Cl. Huart, “Ĥurûfîlik”, DMİ, VII, 362; “Firişteoğlu”, İA, IV, 652; “Ĥurûfîlik”, a.e., V/1, s. 598-600; Alpay Günay, “Refîî”, a.e., IX, 668; H. Algar, “Astarābādī, Fazlallāh”, EIr., II, 841-844; Dihhudâ, Luġatnâme, XI, 476 vd.; Ahmet Yaşar Ocak, “Bektaşîlik”, DİA, V, 375.

Hüsamettin Aksu