İBD‘

(الإبضاع)

Kârın tamamının sermaye sahibine ait olması şartıyla işleticiye sermaye verme anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte bad‘ “kesip ayırmak, âşikâr olmak, açıklamak”, bu kökten türetilmiş ibdâ‘ da diğer anlamlarının yanı sıra “bir malı sermaye olarak vermek” mânasına gelir. İslâm hukukunda ise ibdâ‘ (mübâdaa) hukukî bir işlem türü olup “bir kimsenin kârı tamamen kendisine olması şartıyla bir kimseye işletmesi için sermaye vermesi” şeklinde tanımlanır (Mecelle, md. 1059). Sermaye sahibine mübdi‘, işleticiye müstebdi‘ denilir. Bidâa kelimesi de genelde ticarî eşya, özelde ibdâ‘ yoluyla işletilen sermaye, bazan da ibdâ‘ akdi anlamında kullanılır.

İbdâ‘, hukuk tekniği açısından müstakil bir hukukî işlem niteliğinde görünmekle birlikte fürû-i fıkıh kitaplarında ayrı bir başlık altında bağımsız bir akid türü olarak ele alınmayıp şirket ve mudârebe bölümlerinde bu hukukî işlemlerin bir türü veya akdî şartı olarak ele alınarak cevazı tartışılır. Bazan da büyû‘, vedîa, emanet gibi bölümlerin fer‘î meseleleri incelenirken konuyla ilgisi oranında temas edilir. Bununla birlikte ibdâ‘, şirket ve mudârebe akidlerinin bir türü değil ayrı bir hukukî işlem olarak görülmelidir. Nitekim mudârebe akdinde kâr ve riskin dengeli bölüşümü esas olduğundan kârın taraflardan birine tahsisi doğru bulunmaz. Böyle bir şart ileri sürüldüğünde fakihlerin bir kısmı akdin karz veya ibdâa dönüşeceği, bir kısmı da fâsid veya bâtıl olacağı görüşündedir. Tarafların başlangıçta ibdâ‘ akdi yapıp kârın tamamının sermaye sahibine ait olmasını sağlamaları câiz görülürken mudârebede böyle bir şartı meşrû saymamaları, fakihlerin lafızcı ve şekilci tutumuyla değil mudârebe akdinin hukukî yapısının korunması ve tarafların bilgisizlik veya dikkatsizlikten doğabilecek zararlarının önlenmesi konusundaki gayretleriyle açıklanmalıdır. Doktrinde böyle bir ayırım yapılıp ibdâın literatürde tâli bir hukukî işlem ve akdî şart olarak ele alınmasının asıl sebebi, bunun ticarî hayatın tabii gelişimi içinde ortaya çıkmış yaygın bir akid türü olmaktan ziyade yetim ve vakıf mallarını, kimsesiz ve yardıma muhtaç kimselerin yararını korumaya yönelik, hayır ve sevap kazanma özelliği ön planda olan istisnaî bir usul olmasıdır. Nitekim Kur’an’da yetimlerin haklarının korunup gözetilmesine vurgu yapılıp onlar için en yararlı ve güzel olan neyse onun tavsiye edilmesi (el-Bakara 2/220; el-En‘âm 6/152; el-İsrâ 17/34), hadislerde de her yıl ödenecek zekâtla zaman içinde erimemesi için yetim mallarının en iyi şekilde işletilmesinin öğütlenmesi (el-Muvaŧŧaǿ, “Zekât”, 21), ileri dönem fakihlerince yetim mallarının ibdâ‘ veya mudârebe yoluyla işletilmesinin şer‘î delilleri olarak tanıtılmıştır (Serahsî, XXII, 19-20).

İbdâ‘ akdinin kuruluşu ve hukukî sonuç doğurması, şirket ve mudârebe akdinin İslâm hukukunda tâbi olduğu genel kurallardan farklılık göstermez. Mahiyeti itibariyle bağlayıcı olmayan, tek taraflı, rızâî ve isimli bir akid olan ibdâ‘ emanet akidleri grubunda yer alır. Akdin unsurlarını taraflar ve akdin konusu teşkil eder. İbdâ‘da veren taraf mâlik, şirket ortağı ve mudâribdir; alan taraf ise karşılıksız çalışmayı kabul eden kimsedir. Yolculuk, nakliye gibi işletme masrafları da işletene aittir. Taraflarda bulunması gereken nitelikler, benzer yanları bulunan vekâlet ve mudârebe akdinin taraflarında aranan özellikler gibidir.

İbdâ‘ akdi, İslâm hukukçularının geneli tarafından karşılıksız tevkil şeklinde kabul edilmiştir. Bununla birlikte ibdâın vekâletten farkının ortaya konmasında bazı zorluklar vardır. Meselâ vekâlette vekil olunan malın mâlumluğu şart iken ibdâ‘da şart olmaması, niyâbetin sahih olduğu her konuda vekâletin geçerli görülmesine karşılık ibdâın sermaye sahibinin işleticiye verdiği malla sınırlı olması, vekâlete göre daha az şeklî bir ilişki tipi gibi görünmesi, ayrıca teberru ve hayır işleme amacının ağırlık taşıması onu vekâletten kısmen ayırıcı hususlardır. Bu sebeple ibdâı vekâlet benzeri bir akid olarak nitelendirenler mevcuttur (Udovitch, s. 102). Bir başka ifadeyle ibdâ‘, ticarî amaçla verilen ücretsiz bir vekâlet türünün özel adıdır.

Bazı Mâlikî fakihleri ücretle de ibdâ‘ yapılabileceğini savunmakla birlikte ibdâ‘da aslolan işçinin karşılıksız (teberruan) iş görmesidir. Bir şahsın veya şirketin bazı mallarının ticarî idaresi güven ve sadakat sınırları içinde kendisine bırakılan müstebdi‘ (işletici) ücretsiz vekil (vekîl-i müteberri‘) konumundadır; ne kazançtan pay alabilir ne de bir ücrete hak kazanır. Kendisi emin, elindeki mal da emanet statüsünde olduğundan kusuru olmaksızın sermayeye gelecek zarardan da sorumlu tutulmaz; zarara sermaye sahibi katlanır. Bidâa veren şirket ise ortaklardan her biri şirket malından ibdâ‘ akdi yapabilir; ancak Şâfiî mezhebine göre bunun için diğer ortakların izni şarttır. Mudârebe şirketinde ise işletici (mudârib), mudârebe malını ibdâ‘ yoluyla başkasına vererek işlettirebilir. Bununla birlikte teoride mümkün görünen bu usulün uygulamada olabilirliğini büyük ölçüde örfte yaygın olup olmaması belirler. Nitekim Hanefî hukukçularından Kâsânî, ibdâı tüccarlar arasında yaygın bir âdet ve tabii bir kazanç yolu olarak tanıtır. Ona göre mudârebe işleticisi ücretle işçi çalıştırmaya yetkili olduğuna göre böyle bir bedel ödenmesini gerektirmeyen ibdâı öncelikli olarak yapabilir (BedâǿiǾ, VI, 87).

Mudârebe akdinde olduğu gibi ibdâ‘ da akid konusunun gerçekleşmesi, fesih, ölüm, tarafların akid ehliyetini yitirmesi, akid mahallinin helâk olması gibi sebeplerle son bulur. Mübdi‘ vefat edince, müstebdi‘ bu vefatı bilsin veya bilmesin ibdâ‘ akdi kendiliğinden sona erer.

İbdâın Ortaçağ ve Yeniçağ’da tüccarlar arasında geniş bir uygulama alanı bulması karşılıklı güven ve dostluktan ziyade ortak ihtiyaçlar sebebiyledir. Gerçekten Eski Kahire’de bir sinagogun mahzeninde bulunan ve özellikle Fâtımî devri ticarî hayatı hakkında bilgi veren Genize belgeleri, ibdâın Ortaçağ alışveriş teknikleri içinde önemli bir uygulama alanı bulduğunu gösterir. Nitekim Goitein, “gayri resmî ticarî iş birliği” diye tarif ettiği bu uygulamanın XI. yüzyıl İslâm dünyasının Akdeniz ticaretinde merkezî bir rolü olduğunu tesbit etmiştir (A Mediterranean Society, I, 164-169). Uzak bölgelerle ticarî ilişki içinde olan gezgin tâcirlerin zaman zaman bu bölgelerdeki meslektaşlarının iş birliği ve yardımına ihtiyaç duyduğu ve bu sebeple onlara başvurduğu, kendisine


ihtiyaç duyulan bir zamanda da aynı şekilde arkadaşının işi için çaba harcadığı olurdu. Bunun yanında ibdâın akrabalar arasında rastlanan bir akid olduğuna da işaret edilmelidir. Benzer bir akdin Ortaçağ Batı ticaretinde de uygulandığı ileri sürülmesine rağmen ibdâın İslâm hukukuna ait bir akid hüviyeti taşıdığı söylenebilir.

Mecelle’de tarifi verilen, şirket ve mudârebe akidleri içinde muhtelif hükümlerine temas edilen ibdâın Osmanlı uygulaması hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Mecelle şârihlerinden Hacı Reşid Paşa, Osmanlılar’ca erdemli ve olgun kimselere “bidâalı zattır” denildiğini, fakat şirketlerin sermayesine “bidâa” denilmesinin pek nâdir ve “sermaye” tâbirinin örf-i âmm olduğunu söyler (Rûhu’l-Mecelle, VI, 9).

Galata Şer‘iyye Sicilleri’nde nâdiren rastlanan bidâa kelimesiyle ibdâ‘ akdi değil ticarî sermaye kastedilir. Osmanlı devri fetva mecmualarında da çok sayıda olmamakla birlikte ibdâa ilişkin fetvalara tesadüf edilir. Ali Haydar Efendi kâr paylaşımında üç ayrı usulün muhtemel olduğunu, bunların da kârın belli bir oran dahilinde taraflar arasında paylaşımını içeren mudârebe ile kârın işletene ait olduğu karz ve kârın sermaye sahibine bırakıldığı bidâa (ibdâ‘) şekilleri olduğunu ifade eder (Dürerü’l-hükkâm, III, 227). Öte yandan literatürde para vakıflarıyla ilgili teorik tartışmalarda nukūd-i mevkūfenin işletilme şekilleri olarak mudârabe ve bidâa usullerine sık sık atıf yapılmakta, konuyla ilgili olarak da Züfer b. Hüzeyl’in görüşü zikredilirken vakfedilen paranın nasıl işletileceği sorusuna verdiği cevapta mudârabe ve bidâa usulleriyle işletilip elde edilen kârın şart edildiği veche sarfedileceğini söylediği kaydedilmektedir (Kādîhan, III, 311-312). Ancak uygulamada yüksek risk taşıyan bu gibi işlemlerin Osmanlı toplumunda pek yaygınlık kazanmadığı, para vakıflarının işletilmesinde daha çok sabit bir gelir temin eden muâmele-i şer‘iyye uygulamasının ağırlık kazandığı, aynı durumun yetim mallarının işletilmesinde de söz konusu olduğu söylenebilir (Özcan, s. 74-75, 86-87). Buna istisna teşkil edebilecek bir uygulama olarak bazı vakfiyelerde, vakfedilen paranın yönetim ve işletilmesinin (tevliyet) “hasbî” olarak ya da “meccanen” bir şahıs ya da topluluk tarafından üstlenilmesinin şart koşulduğu ve dolaylı biçimde ibdâ‘ (bidâa) usulüne atıfta bulunulduğu görülür.

BİBLİYOGRAFYA:

el-Muvaŧŧaǿ, “Zekât”, 12, “Ķırâż”, 12; Sahnûn, el-Müdevvene, V, 72-73, 75-77, 89, 103-104; Mâverdî, el-Muđârebe (nşr. Abdülvehhâb Havvâs), Kahire 1409/1989, s. 178-180; Bâcî, el-Münteķā, Kahire 1332/1913, V, 176; Serahsî, el-Mebsûŧ, XXII, 19-20, 24-25, 32, 132; Kâsânî, BedâǿiǾ, VI, 68, 71, 83-84, 87; Kādîhân, el-Fetâvâ, III, 162-166, 311-312; Mergīnânî, el-Hidâye, İstanbul 1986, III, 202, 204, 212; İbn Kudâme, el-Muġnî (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî - Abdülfettâh Muhammed el-Hulv), Kahire 1992, VII, 130, 136, 140, 142-143, 161, 187-188; Bâbertî, el-Ǿİnâye (İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr içinde), Bulak 1318, VII, 58, 64, 81; Bezzâzî, el-Fetâvâ, II, 480-481; III, 75-76, 79, 201-202; Molla Hüsrev, Dürerü’l-ĥükkâm, II, 312; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, II, 215, 312-313; Remlî, Nihâyetü’l-muĥtâc, Beyrut 1404/1984, V, 226; el-Fetâva’l-Hindiyye, IV, 285; Yenişehirli Abdullah Efendi, Behcetü’l-fetâvâ, İstanbul 1266, s. 489, 490-491; Dürrîzâde Mehmed Ârif Efendi, Netîcetü’l-fetâvâ, İstanbul 1265, s. 436; İbn Âbidînzâde, Ķurretü’l-Ǿuyûni’l-aħyâr, Kahire 1404/1984, VII, 294, 297, 307; Mecelle, md. 1059, 1351, 1379, 1414; Reşid Paşa, Rûhu’l-Mecelle, İstanbul 1328, VI, 9-10; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, III, 227, 647, 715, 721, 724, 728, 734; Sabri Şakir Ansay, Hukuk Tarihinde İslâm Hukuku, Ankara 1958, s. 180; S. D. Goitein, A Mediterranean Society, The Jewish Communities of the Arab World as Portrayed in the Documents of the Cairo Geniza, Berkeley-Los Angeles 1967, I, 164-169; Abraham L. Udovitch, Partnership and Profit in Medieval Islam, Princeton 1970, s. 101-104, ayrıca bk. İndeks; Zekeriyyâ Muhammed el-Fâsih el-Kudât, es-Selem ve’l-muđârebe min Ǿavâmili’t-teysîr fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Amman 1984, s. 318-319; Bilmen, Kamus2, VII, 57, 86, 101, 105; Zühaylî, el-Fıķhü’l-İslâmî, IV, 837, 849-850, 855; Murad Çizakça, Risk Sermayesi Özel Finans Kurumları ve Para Vakıfları, İstanbul 1993, s. 70-71; Ahmet Akgündüz, İslam Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, İstanbul 1996, s. 224; İsmail Kurt, Para Vakıfları: Nazariyat ve Tatbikat, İstanbul 1996, s. 170; Tahsin Özcan, Kanuni Dönemi (m. 1520-1566/h. 926-974) Üsküdar Para Vakıfları (doktora tezi,1997), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 74-75, 86-87; Fethi Gedikli, Osmanlı Şirket Kültürü XVI.-XVII. Yüzyıllarda Mudârabe Uygulaması, İstanbul 1998, s. 83-84, 189-192, 218; Hamdi Döndüren, “İslam Bankacılığı ve Risk Sermayesi”, İslâmi Araştırmalar, VI/1, Ankara 1992, s. 17-31; Mv.F, “İbđâǾ”, I, 172-178.

Fethi Gedikli