İDDET

(العدّة)

Evliliği sona eren kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken süre anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte “saymak, sayılan şeyin miktarı, adet” anlamına gelen iddet kelimesi İslâm hukukunda, evliliğin herhangi bir sebeple sona ermesi durumunda kadının yeni bir evlilik yapabilmek için beklemek zorunda olduğu süreyi ifade eder. Bunun için de iddet evliliğin sona ermesinin belli başlı sonuçları arasında yer alır. Dinî olduğu kadar fıtrî ve insanî bir davranış olarak da algılanan ve Sâmî gelenek başta olmak üzere hemen hemen bütün toplumlarda ve dinlerde rastlanan bu bekleme süresi, Kur’an ve hadiste aile hukukunun diğer konularına nisbetle daha ayrıntılı biçimde ele alınmış, evliliğin sona eriş tarzına veya kadının durumuna göre farklı


süre belirlemelerine gidilmiştir. Bu süre, evlenme yasağının yanı sıra değişik kesimleri yakından ilgilendiren mesken, nafaka, nesep, mirasçılık gibi birçok hak ve yükümlülük için de ölçü kabul edildiğinden bu hususta zengin bir hukuk doktrini oluşmuş, konu, klasik dönem fıkıh literatüründe evliliğin sona ermesinin neticelerinden biri olarak “iddet” alt başlığı altında (bâbü’l-idde) veya müstakil bir bölüm halinde (Kitâbü’l-Ǿİdde / Ǿİded) işlenmiştir.

İslâm öncesi Arap toplumunda kocası ölen kadının bir yıl yas tutması hâkim bir gelenek olmakla birlikte (bk. İHDÂD) boşanmış kadının iddet beklemesi gerekli görülmezdi. Hamile iken boşanan ve ardından yeni bir evlilik yapan kadının önceki kocasından doğuracağı çocuk kural olarak yeni kocanın nesebinde görülür, fakat bu durum daha sonra önemli ihtilâflara yol açardı. Kur’an’da kocalara hitaben, ölmeleri halinde geride bırakacakları eşlerinin bir yıl süreyle, evlerinden de çıkarılmaksızın geçimini sağlayacak bir malı vasiyet etmelerinin tavsiye edilmiş olması (el-Bakara 2/240), ilk bakışta Câhiliye döneminin bu bir yıllık iddet ve yas geleneğine atıf gibi anlaşılabilir. Böyle olduğu için de bazı âlimler âyetin süre ve nafaka vasiyetiyle ilgili hükmünün, aynı sûrenin daha sonra nâzil olan 234. âyetiyle ve mirasçılık konusunda yapılan hukukî düzenlemelerle neshedildiği görüşüne sahip olmuşlardır (Cessâs, II, 118-119). Ancak âyetin devamında, kocası ölen kadınların kendilerine bu mesken ve nafaka imkânı sağlanmış olsa bile daha önce, yani bir yıl dolmadan evi terkedebileceğinin ifade edilmiş olması, âyetin bu durumdaki kadınlar için bir iddet ve ikamet yükümlülüğü getirmekten ziyade bir haktan söz ettiği tezini destekler.

Evliliğin sona ermesinin ardından kadın için getirilen iddet yükümlülüğü, ilk planda kadının önceki kocasından hamile olup olmadığının anlaşılması ve böylece nesebin karışmasının önlenmesi amacına yönelik bir tedbir gibi görünür. Ancak iddet ric‘î talâkta kocaya, bâin talâkta iki tarafa birden yeniden düşünme imkânı vermesi, kadını etrafında oluşabilecek kötü zan ve niyetlere karşı koruması, evliliğin kocanın ölümüyle sona ermesi halinde ölen kocanın hatırasına saygı ve yuvaya bağlılığı simgelemesi, kadının yeni bir hayata ve muhtemel bir evliliğe kendini hazırlamasına imkân vermesi gibi başka önemli amaç ve hikmetler de taşır. İddet aile bağını koruyucu, evlilik kurumunun önemini hatırlatıcı bir işleve de sahiptir. Böyle olunca iddetin sadece hamileliğin tesbiti ve nesebin karışmasının önlenmesi amacıyla sınırlandırılması doğru olmaz ve bu konuda Kur’an’da öngörülen süreler dinin taabbüdî nitelikte hükümlerinden sayılır. Dolayısıyla kadının hamile olup olmadığının tıbben anlaşılabildiği belirtilerek iddet beklemeye artık gerek bulunmadığı ileri sürülemez.

İddet esas itibariyle evliliği sona eren kadınla ilgili bir yükümlülüktür. Bununla birlikte dört karısı olup da bunlardan birini boşayan veya boşadığı karısının kız kardeşi, halası ve teyzesi gibi kendisiyle tek nikâh altında birleştirilemeyecek derecede yakın bir akrabasıyla evlenmek isteyen erkek de evlenmeden önce boşadığı karısının iddetinin bitmesini beklemek zorundadır. Fıkıh literatüründe terim anlamıyla olmasa da kocanın iddeti denince bu durum kastedilir.

Meşrû bir evlilik hayatının sona ermiş olması kadının iddet yükümlülüğünün doğması için yeterlidir. Şâfiîler, gayri meşrû cinsel ilişkinin (zina) kadın için iddet yükümlülüğü getirmediğini söylerken iddetin aile kurumunu korumaya yönelik bir yaptırım olması özelliğinden hareket ederler. Hanefîler’in görüşü de buna yakındır. Mâlikîler ve özellikle Hanbelîler ise nesebin korunması ilkesine ağırlık verdiklerinden aksi görüştedir. Meşrû evlilikle zina dışında kalan durumların, meselâ gayri sahih (fâsid) bir evlilik akdi veya hata sonucu yapılan cinsel ilişkinin ya da cinsel ilişki olmaksızın mücerret evlilik akdinin iddet gerektirip gerektirmeyeceği tartışmalıdır. Geçerli (sahih) bir evlilikten sonra kocanın ölümü halinde evlilik içinde cinsel ilişki (zifaf) gerçekleşmiş olsun veya olmasın kadının iddet beklemesi gerekir. Bu hüküm Kur’an’da, “Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları zevceleri evlenmeden dört ay on gün beklerler” (el-Bakara 2/234) meâlindeki âyetin genel hükmüne dayanır. Ancak geçerli olmayan evlilikten sonra koca ölmüşse kadın evlilik içinde cinsel ilişkinin gerçekleşmiş olması halinde iddet bekler, aksi takdirde beklemesi gerekmez. Çünkü fâsid evlilikte iddet yükümlülüğü evlilikten değil zifaftan doğmakta, bu da öncelikli olarak kadının bu birliktelikten hamile olup olmadığının tesbitine ve nesebin karışmasını önlemeye yönelik olmaktadır. Evlilik bağı, ölüm dışındaki sebeplerden biriyle sona ermişse yine benzeri bir ayırım yapılır. Geçerli evlenmeden sonra zifaf veya sahih halvet, fâsid evlenmeden sonra zifaf iddet yükümlülüğü doğurur, mücerret nikâh akdi ise iddeti gerektirmez. Bu son hüküm Kur’an’ın, “Ey iman edenler! Mümin kadınlarla evlenip temasta bulunmadan onları boşadığınızda artık onlara iddet bekletme hakkınız olmaz” (el-Ahzâb 33/49) meâlindeki ifadesine dayanır. Fakihlerin çoğunluğu ihtiyatı esas alarak sahih halveti hükmen zifaf saymış ve iddeti gerektireceğini söylemiştir. Bu durumdaki kadının iddet beklemesi onu iddet nafakasına da hak sahibi yapacağından, mehrin tamamına hak kazanması hükmüyle birlikte kadının itibarını koruyucu ve erkeği daha bilinçli davranmaya sevkedici bir yaptırım niteliği de taşır. Tâbiînden bir grup âlim, yeni görüşünde Şâfiî, Zâhirîler, Ca‘ferîler ve İbn Abdülber gibi bazı Mâlikîler ise âyette (el-Bakara 2/237) geçen “temas” ifadesini cinsî birleşme olarak yorumladıklarından sahih halvet sebebiyle kadının iddet beklemesinin gerekmediğini söylemişlerdir (bk. HALVET).

İddetle ilgili fıkhî hükümler, ona sebebiyet veren olaya göre ölüm iddeti ve boşanma veya fesih iddeti şeklinde ikiye ayrılarak incelenebildiği gibi iddet süresinin ölçütüne göre hayız iddeti, doğum iddeti ve süreli iddet şeklinde bir ayırıma da tâbi tutulabilir.

Ölüm İddeti. Kocası ölen kadın hamile değilse beklemesi gereken süre dört ay on gündür. Bu hüküm Kur’an’ın kocası ölen kadınların iddetiyle ilgili genel ve sarih ifadesine dayanır (el-Bakara 2/234). Diğer birçok fıkhî ahkâmda olduğu gibi burada da aydan maksat kamerî aydır. Hamile olmayan eş ric‘î boşama iddeti beklerken koca ölürse boşanma iddetini terkederek ölüm iddeti beklemeye başlar. Bâin talâk iddeti bekleyen kadın ise ölüm iddeti beklemez; başlamış olduğu boşanma iddetini tamamlar. Kocası ölen kadın hamile ise onun iddeti doğumla biter; isterse bu doğum kocanın ölümünden çok kısa bir süre sonra gerçekleşsin. Âyetin, “Hamile olanların bekleme süresi ise doğum yapmalarıdır” (et-Talâk 65/4) şeklindeki ifadesi, boşanmış kadınların yanı sıra kocası ölen hamile kadınları da içine alır ve fakihlerin çoğunluğu bu âyetin, daha önce nâzil olan Bakara sûresinin 234. âyetini hamile kadınlar açısından sınırlandırdığı (tahsis) görüşündedir. Hz. Ali ve İbn Abbas ile İbn Ebû Leylâ, Sahnûn gibi bir kısım fakihler ve Ca‘feriyye mezhebi âlimleri


ise her iki âyetin hükmünü de koruyabilmek için birini diğerine tercih yerine ikisini birleştirme usulünü benimseyip kocası ölen hamile kadının hangi iddet süresi geç bitecekse ona tâbi olacağını söylemiştir.

Kocanın kaybolup kendisinden haber alınamaması ve yaşayıp yaşamadığının bilinememesi halinde, yani mefkūdun evliliğinin sona erdirilmesinde nasıl bir prosedürün izleneceği ve hangi sürelerin bekleneceği hususu fakihler arasında yoğun tartışmalara konu teşkil etmiş olmakla birlikte (bk. MEFKUD), mahkemece mefkūd kocanın ölümüne ve bu sebeple tefrike karar verilmesinin ardından kadının ölüm iddeti beklemesi gerektiği açıktır.

Boşanma veya Fesih İddeti. Boşanmış veya bir eksiklik sebebiyle nikâhı feshedilmiş olan kadınların beklemeleri gereken iddet hamile olup olmamalarına ve bazı fizyolojik özelliklerine göre değişmektedir. Hamile olanların iddeti doğumla sona erer. Bu konuda âyetin, “Hamile olanların bekleme süresi doğum yapmalarıdır” (et-Talâk 65/4) şeklindeki genel ifadesi esas alınır. Evlilik dışı bir ilişki sonucu hamile kalanların doğum yapıncaya kadar iddet beklemelerini gerekli görenler de âyetin lafzının genel bir hüküm içermekte oluşundan hareket ederler (İbn Hazm, XI, 635). Hamile olmayıp hayız gören kadınlar, Hanefîler’e ve Hanbelî mezhebinde ağırlık kazanan görüşe göre üç hayız süresince iddet beklerler. Kadın hayızlı iken boşanırsa bu hayız hesaba katılmaz. Üçüncü hayzın sona ermesiyle iddet tamamlanmış olur. Mâlikî, Şâfiî, Zâhirî ve Ca‘ferîler’e göre bu durumdaki kadınların beklemeleri gereken süre üç temizlik müddetidir. Üçüncü hayzın başlamasıyla, Ahmed b. Hanbel’den bir rivayete göre sona ermesiyle iddet tamamlanmış olur. Sahâbe döneminden itibaren devam edegelen bu görüş ayrılığının sebebi, “Boşanmış kadınlar üç kar’ süresi beklesinler” (el-Bakara 2/228) meâlindeki âyette yer alan kar’ kelimesinin çift anlamlı olması, yani hem hayız hem de temizlik anlamında kullanılması, bir kesimin bunu hayız, bir kesimin de temizlik olarak anlamaları yüzündendir. Bu üç dönemin tamamlandığını tesbitte kadının beyanı esastır. 1917 tarihli Hukūk-ı Âile Kararnâmesi’nde üç hayız ölçüsü benimsenmiş olmakla birlikte bu sürenin üç aydan az olamayacağı belirtilerek (md. 134) bir alt sınır tesbitine gidilmiş ve cumhurun görüşünü de içeren bir çözüm tarzı bulunmuştur.

Yaşının küçüklüğü sebebiyle hayız görmeyen veya yaşlılığı dolayısıyla hayızdan kesilmiş kadınların iddeti ise talâk, fesih veya tefrik tarihinden itibaren üç kamerî aydır. Nitekim Kur’an’da, “Kadınlarınız içinde âdetten kesilmiş olanlarla henüz âdet görmeyenlerin iddetlerinde tereddüde düşerseniz onların iddetleri üç aydır” denilir (et-Talâk 65/4). Hayız görmekte olan kadınların boşama iddetinin üç hayız veya temizlik olduğunu bildiren yukarıdaki âyetten sonra bu âyette de âdet görme çağının dışında kalan kadınların iddetleri belirtilmiş, âdeta üç “kar’” yerine üç ay ikame edilmiştir. Böyle olduğu için de üç ay iddet beklemesi gereken kadının süre dolmadan âdet görmeye başlaması halinde Hanefîler geçen süreyi yok sayıp üç hayızlık iddeti yeniden başlatırlar. Aksi durumda da, yani bir iki hayız gördükten sonra âdetten kesilen kadın üç aylık hamile olduğu anlaşılan kadın da hamilelik iddeti bekler.

Esasen kadınların âdet görmeye başlaması da âdetten kesilmesi de (menopoz) fiilî biyolojik bir hadise olup bu da kalıtım, çevre ve iklim gibi birçok faktöre bağlı olarak bünyeden bünyeye değişiklik gösterir; fıkhî hükümlerde de bu fiilî durum esas alınır. Ancak bunun, tarafların ve üçüncü kişilerin haklarını ilgilendiren sonuçları bulunduğundan doktrinde bu fiilî duruma ilâve olarak âdet görme ve âdetten kesilmeyle ilgili alt ve üst sınırlar belirlenerek açık ve objektif bir ölçü getirilmeye çalışılmıştır. Meselâ klasik literatürde âdet görmeye başlama yaşı olarak on biron beş yaşın, âdetten kesilmenin başlangıcı olarak da elli ile yetmiş yaşlar arasında muhtelif sınırların söz konusu edilmesi bundan kaynaklanır (bk. ÂYİSE; BULÛĞ; HAYIZ). Bu iki dönem arasında olan, yani normalde âdet görmesi gereken bir kadın hastalık, süt emzirme gibi ârızî bir sebepten dolayı hayız görmüyorsa bu sebebin sona ermesini müteakip üç hayız ya da temizlik süresi beklenmesi gerekir. Ancak bilinmeyen bir sebepten dolayı hiç hayız görmüyorsa veya bir ya da iki defa görüp daha sonra görmemeye başlamışsa bu kadınların bekleyecekleri iddet süresi fakihler arasında tartışmalıdır. Hanefîler’e ve yeni görüşünde Şâfiî dahil fakihlerin bir kesimine göre bu durumdaki kadınlar hayız görünceye veya hayız görmeyecek yaşa ulaşıncaya, meselâ Hanefîler’e göre elli beş yaşına kadar bekler; ardından tekrar üç ay iddet bekler. Onların aşırı sayılabilecek bu ihtiyatlı tavrı, bazı sahâbîlerin bu yöndeki fetvalarına ve tıbbî bilgilerin sınırlı olduğu o dönemde bu durumdaki kadının hamile olmadığından iyice emin olma arzusuna dayanmaktadır. Fakat bu derece bir ihtiyat, hem boşandıkları halde karısına iddet nafakası ödemeye devam eden koca, hem de ne evli ne bekâr sayılan kadın için son derece mahzurlu ve meşakkatli olduğu gibi kötü niyetli kadınlar için de suistimal edilmeye açık bir yoldur. Ağırlığını Mâlikî, Hanbelî ve Ca‘ferî fakihlerinin oluşturduğu ikinci gruba göre ise bu durumdaki kadınların iddeti sadece on iki aydır. On iki ay, hamileliğin tabii süresi olan dokuz ayın geçmesini müteakip üç ay daha iddet bekletilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. İddet, esas itibariyle önceki evlilikte oluşan çocuğun nesebini korumaya yönelik olduğuna göre on iki aylık bir süre bu gayeye fazlasıyla hizmet etmektedir. Eski görüşünde İmam Şâfiî’nin de hamilelik ihtimalinin ortadan kalkıp kalkmadığı konusunda dönemindeki yaygın telakkileri ve ölçüleri kullanmakla yetindiği, bunun için de bu durumdaki kadının önce dokuz ay, bir başka görüşünde dört yıl, daha sonra da üç ay iddet beklemesini öngördüğü bilinmektedir. 1917 tarihli Hukūk-ı Âile Kararnâmesi’nde, iddet konusunda genelde Hanefî mezhebinin görüşü takip edilmekle birlikte bu konuda Mâlikî mezhebinden istifadeyle, iddet esnasında hayız görmeyen veya bir iki defa gördükten sonra üçüncüsünü görmeyen kadınların yaşı normal menopoz dönemine varmışsa bu tarihten itibaren üç ay, değilse iddetin gerekmesinden itibaren dokuz ay iddet beklemesi öngörülmüştür (md. 140). Kararnâmenin bu hükmü diğer İslâm ülkeleri kanunlarına da tesir etmiştir.

Döl yatağından sürekli kan gelmesi sebebiyle özürlü durumda olan (müstehâza) kadınlar, normal zamandaki hayız ve temizlik süreleriyle ilgili şahsî bilgilerini esas alarak üç dönem beklerler. Bu konuda ölçü alabileceği bir bilgiye sahip bulunmayan kadın fakihlerin çoğunluğuna göre üç ay, Mâlikîler’e ve bazı Hanbelî fakihlerine göre ise yine yukarıda zikredilen hesaplama yöntemi sonucu bir yıl iddet bekler.

Evliliğin liân, muhâlea gibi usullerle sona ermesi veya daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde işlerlik kazanan kazâî boşanma, yani mahkemenin tefrik kararı da kural olarak bâin boşama sayıldığından bunların akabinde boşama iddeti


beklenir. Kocanın evini terkedip gitmesi ve geri dönmemesi halinde mahkemenin vereceği tefrik kararı da ister Mâlikîler’in görüşü esas alınarak bâin boşama, ister Hanbelîler’in görüşü alınarak fesih sayılsın böyledir.

İstisnaî bir durum olmakla birlikte gayri müslim kadınların veya müslüman olup İslâm ülkesine gelen ve din farklılığı sebebiyle evliliği sona ermiş sayılan kadınların iddetleri de doktrinde tartışılır. Müslüman bir erkekle evli bulunan Ehl-i kitap kadınlar iddet konusunda müslüman kadınlar gibidir. Zimmî kocasının ölümü veya boşaması halinde Ebû Hanîfe’ye göre kendi dinlerinin öngördüğü bir iddet varsa ona uyulur; İmâmeyn’e göre ise İslâm ülkesinde onlar da diğer müslüman kadınlar gibi iddet beklerler. İmam Mâlik, bu zimmî kadının bir müslümanla evlenmek istemesi durumunda iddeti gerekli görür. Müslüman olup İslâm ülkesine gelen kadının müslüman olmayan kocasıyla evliliği sona erer ve bu kadının iddet beklemesi, hicret ederek gelen mümin kadınlarla mehirlerini vererek evlenme izni veren âyetin (el-Mümtehine 60/10) ifadesinden hareket eden Ebû Hanîfe’ye göre zorunlu değildir. İmâmeyn ise böyle bir tercihte bulunan kadının artık İslâm hukukuna tâbi olduğu, bunun için de iddet beklemesi gerektiği görüşündedir.

İddetten Doğan Hak ve Sorumluluklar. İddetin taraflara ve topluma yüklediği en temel sorumluluk kadının iddet süresince evlenmesinin yasak oluşudur. Kur’an’da, kocası ölüp de iddet bekleyen kadınlarla ilgili olarak sevkedildiği anlaşılan âyette geçen, “Farz olan bekleme müddeti dolmadan onlarla evlenmeye kalkışmayın” (el-Bakara 2/235) şeklindeki yasak, bu konuda genel bir hüküm içerdiği için ne tür olursa olsun iddet bekleyen kadınla yabancı bir erkeğin evlenmesi dinen haram ve hukuken de geçersiz sayılır. Bu yasağa riayet edilmeyip evlenilirse araları ayrılır. Hz. Ömer’in, bu şekilde evlenen tarafların arasını ayırıp birbiriyle iddet sonrasında bile evlenmesini yasakladığı rivayet edilir. Osmanlı hukukunda da evlilikleri sona eren ve tekrar evlenmek isteyen kadınlar kadıdan izin alırken iddetlerinin bittiğini ispat etmek zorunda idiler. Kanunnâmelerde iddet tamamlanmadan yapılan evliliklerin feshedileceği, ayrıca bu nikâhı kıyanların cezalandırılacağı hükmü yer almaktadır. İddet içinde evlenme yasağı, diğer birçok hikmetin yanı sıra sona eren evliliğin yeniden canlanmasına imkân tanımayı da hedeflediğinden kesin olmayan bir boşama akabinde koca boşadığı karısına dönmek isterse iddet süresinin sona ermesini beklemesi gerekmez.

İddet süresince evliliğin etkisi, özellikle de kocanın hukuku evliliğin sona erme sebebine de bağlı olarak az veya çok devam ettiği için, ayrıca evlilik kurumuna karşı saygının da gereği olarak iddet bekleyen kadına, bu iddet ister ölümden ister boşama ve fesihten doğsun, yabancı bir erkeğin evlilik teklifinde bulunması câiz görülmemiştir. İddet bekleyen kadına üstü kapalı evlilik teklifi yapılması ise dönülebilir (ric‘î) boşamada, Hanefîler’e göre ayrıca bâin boşamada açıktan evlenme teklifi gibi câiz görülmezken ölüm iddetinde câiz görülür. Fesih ve fâsid evlilikten doğan iddet de fakihlerin çoğunluğuna göre bu açıdan ölüm iddeti gibidir. Bu ayırım, birinci tür iddette evliliğe geri dönüş imkânının bulunması ve evlilik bağının hükmen de olsa güçlü bir şekilde devam ediyor olmasıyla açıklanır. Bunun için Kur’an’ın, “Kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda bir günah yoktur. Allah sizin onlardan söz edeceğinizi bilmektedir. Lâkin meşrû sözler söylemeniz müstesna sakın onlarla gizlice buluşma sözü vermeyin” (el-Bakara 2/235) şeklindeki yasaklaması, bir önceki âyetle ilgi kurulup kocasının ölümünden dolayı iddet bekleyen kadınlar hakkında getirilen bir hüküm olarak anlaşılmıştır.

İddetin ikinci önemli hükmü, kadının iddet süresince boşayan veya ölen kocasının evinde oturması ilkesidir. Kadın için bir hak olma niteliği ağır basmakla ve bunun için de literatürde süknâ hakkı olarak adlandırılmakla birlikte bu hükmün belli şartlarda kadın için bir yükümlülük olduğu da görülür. Kur’an’da boşanmış kadınlardan söz edilirken, “Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar” (et-Talâk 65/1); “Onları gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun. Onları sıkıştırıp -gitmelerini sağlamak için- kendilerine zarar vermeye kalkışmayın” (et-Talâk 65/6) buyurulması, erkek tarafına dinî ve ahlâkî bir öğütte bulunmasının ve kadın için bir hakkı öngörmesinin yanı sıra kadına belli bir mükellefiyet de getirdiği, hatta bu yönün daha baskın olduğu görünmektedir. Boşamadan sonra kadının kocasının evinde oturması, meşrû bir mazeret bulunmadıkça burayı terketmemesi ilkesi ister bir hak ister bir yükümlülük olarak düşünülsün, aile birliğinin tekrar kurulmasını sağlama yönünde taraflara düşünme ve görüşme imkânı verme, kadın ve çocukların haklarını koruma ve onlara belli bir süre de olsa güvence sağlama gibi önemli gayelere yöneliktir. Kur’an’da, kocaların geride bırakacakları eşlerinin bir yıllık süreyle geçimini ve evlerinden çıkarılmamasını sağlayacak şekilde vasiyette bulunmasını emreden âyetin (el-Bakara 2/240), daha sonra inen ve dört ay on günlük bir süre bildiren iddet (el-Bakara 2/234) ve miras âyetleriyle ne ölçüde ve hangi yönden neshedildiği fakihler arasında tartışmalı olduğundan kocası ölen kadının iddet süresince kocasının evinde ikametinin müstehap mı yoksa vücûb seviyesinde dinî bir yükümlülük mü olduğu fakihler arasında tartışmalı kalmıştır. İki âyet arasında neshin süre ve vasiyet yönünden olup ikametle ilgili hükmün azaltılmış iddet süresi hakkında devam ettiğini, üstelik anılan amaçların tamamı olmasa da bir kısmının ölüm iddeti için de geçerli olduğunu düşünen fakihler, kadının iddetini ölen kocasıyla müştereken yaşadığı evde geçirmesini gerekli görür. Meselâ Hanefîler bu temayüldedir. Ancak kocası ölen kadına süknâ hakkı tanınmadığında böyle bir ikametten söz etmek de zorlaşacağından doktrinde tartışma, kocası ölen kadının nerede ikamet edeceğinden çok hangi zaman dilimlerinde ve şartlarda evinden dışarı çıkabileceği ve seyahat edebileceği üzerinde yoğunlaşır. Öte yandan kadının ikamet yükümlülüğünde gerek evliliğin boşama veya ölüm sebebiyle sona ermesine, gerekse ikamet edilecek evin fizikî şartlarına, tarafların malî imkânlarına göre bazı ayırımların yapıldığı görülür. Bunda ikametin kadın için öncelikli olarak hak mı yükümlülük mü olduğu tesbitinin de payı vardır. Meselâ ric‘î boşamada ikametin yükümlülük niteliği iyice belirgindir. Bâin veya üçüncü boşamadan sonra ise müşterek meskenin yeterince geniş olmaması veya kadın için el-verişsiz bir ortamın bulunması halinde kadın ayrı bir eve taşınabilir. Bir grup fakih bu şartı da aramaz. Aynı şekilde kadının ikamet yükümlülüğüne bağlı olarak kadının ancak mâkul ve meşrû sebepler bulunduğunda evinden çıkabilmesi, seyahat özgürlüğünün de belli ölçüde kısıtlanması öneri ve tartışmaları gündeme gelir. Bu alanda kadının tâbi olacağı kısıtlılık ve serbestlik düzeniyle ikamet yükümlülüğü arasında zorunlu bir paralelliğin bulunduğu, bunun da evliliğin hükmî


varlığının ve buna bağlı olarak kadın üzerindeki velâyetin ne ölçüde devam ettiğine, yani evliliğin sona eriş şekline bağlı olduğu görülür. Nitekim ric‘î boşamadan bâin boşamaya ve kocanın ölümüne doğru gidildikçe kadının ikamet yükümlülüğü ve seyahat kısıtlılığı azalan bir seyir takip eder. İddet bekleyen kadına yönelik bu kısıtlama ayrıca, gerek kadının nafakasının kocası tarafından sağlanıyor olması ve kadının çalışmaya olan ihtiyacı gerekse kadının karşılaşabileceği muhtemel sıkıntılar göz önüne alınarak doktrinde hayli yumuşatılmış ve birçok istisnaî hüküm sevkedilmiştir.

İddetin taraflar açısından üçüncü temel sonucu ise iddet nafakasıdır. Ancak iddet bekleyen kadının nafaka hakkı her durumda aynı olmayıp iddet esnasında evliliğin hükmî bağının ve kocanın velâyetinin ne ölçüde devam ettiği hususu kadının nafaka hakkının çerçevesini de belirler. Meselâ bu hak ric‘î boşamada çok güçlü iken fâsid evlilik veya hataen cinsî ilişkiden doğan iddette kadının nafaka hakkı bulunmaz.

Kur’an’da, iddet bekleyen kadına kocasının evinde ikamet hak veya yükümlülüğü getiren ve iddet süresince kadına zarar verilmemesini emreden âyetler bu süre zarfında kadın için nafaka hakkını da öngörmüş olmaktadır. Ayrıca iddet bekleyen hamile kadınlar hakkında, “Eğer hamile iseler doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin” (et-Talâk 65/6) hükmü yer alır. Böyle bir yaklaşımdan yola çıkan Hanefîler’e göre ric‘î ve bâin boşamanın yanı sıra istisnaları olmakla birlikte fesih iddeti bekleyen kadınların yiyecek, giyecek, mesken vb. ihtiyaçlarının giderilmesi boşayan kocasına aittir. Kadın, nafaka hakkının düşmesine yol açan bir suç işlememiş olması kaydıyla ayrılığa kadının bulûğ muhayyerliği veya velisinin fesih hakkını kullanması gibi bir durumun yol açması, boşanan kadının hamile olup olmaması nafaka hakkını etkilemez. İslâm dininden çıkma, kocanın usul veya fürûundan biriyle sıhrî haramlığı gerektirecek bir harekette bulunma gibi durumlarda kadının giyim ve gıda şeklindeki nafaka hakkı düşer, sadece mesken hakkı devam eder. Fakihlerin çoğunluğu ise yukarıdaki âyetlerin lafzî anlatımını ön planda tutup ric‘î boşama ve kadının hamile olması halinde bâin boşama iddetinde kadının nafakasının kocaya ait olduğu, kadının hamile olmadığı bâin boşamalarda böyle bir nafaka gerekliliğinin bulunmadığı görüşündedir. Onlara göre bu durumda kadın için sadece mesken hakkı söz konusudur.

Hanefîler’e, Hanbelî ve Ca‘feriyye mezhebinde hakim görüşe, Şâfiî mezhebinde bir görüşe ve İbn Hazm’a göre ölüm iddeti bekleyen kadına kocasının malından mesken ve nafaka tahsisi gerekmez. Kocası ölen kadının hamile olması, nikâhın sahih veya fâsid olması da sonucu değiştirmez. Çünkü koca öldüğünde kişiliği ve böyle bir yükümlülük için gerekli olan vücûb ehliyeti sona ermiş ve mal aralarında bu kadının da bulunduğu mirasçılara intikal etmiştir. Cenin de sağ doğduğu takdirde mirastan pay alacak ve aile içinde bir sonraki nafaka yükümlüsünün bakımına girecektir. Dolayısıyla ölen kocanın veya diğer mirasçıların böyle bir nafaka borcuna muhatap kılınması doğru olmaz. Mâlikî ve Şâfiîler, nafaka hakkı konusunda çoğunluğun yanında yer almakla birlikte mesken hakkında farklı düşünürler. Nitekim Şâfiî mezhebinde ağırlıklı görüş kocası ölen kadının sadece süknâ hakkının bulunduğudur. Mâlikîler, müşterek meskenin ölen kocanın mülkü olması veya iddet süresini de kapsayacak şekilde kira bedelinin onun tarafından ödenmesi halinde ölüm iddeti süresi olan dört ay on gün boyunca kadının süknâ hakkının bulunduğu görüşündedir. Aralarında sahâbe ve tâbiînden bazı âlimlerin ve Hanbelî fakihlerinin bulunduğu diğer bir gruba göre nafakayı hamile olma şartına bağlayan âyetin (et-Talâk 65/6) genel ifadesi gereği, kocası vefat eden hamile kadınlar doğum yapıncaya kadar kocasının malından mesken ve nafakaya hak kazanır. İmâmiyye ve Zeydiyye mezhepleri ise bu şartı da aramayıp hamile olsun veya olmasın kocası ölen kadının iddet süresince nafaka ve mesken ihtiyacının kocasının malından karşılanacağı görüşündedir. Fâsid evlenme akdinin veya evlilik dışı da olsa cinsel ilişkinin iddet gerektirdiği görüşünde olanlardan bir kısmı kadına bu tür iddet süresince nafaka ve mesken hakkı tanırken diğer bir kısmı, bunlardan yalnız hamile olanlara nafaka ve mesken veya sadece mesken hakkını tanır.

Kocası ölen kadının iddet süresi, aynı zamanda onun kocası için yas tutma yükümlülüğünün de ölçüsü kabul edilir. Bu yöndeki bir hadisten de hareketle (Buhârî, “Ŧalâķ”, 46; Müslim, “Ŧalâķ” 58; Ebû Dâvûd, “Ŧalâķ”, 43) fıkıh kültüründe bunun kadın için dinî bir mükellefiyet olduğu, bu süre zarfında kadının sevinç ve mutluluk gösterisi sayılan belli davranışlardan kaçınması gerektiği görüşü hâkimdir. Boşama iddetinde yas tutmanın gerekliliği fakihler arasında tartışmalı olduğu gibi kocası ölen kadının sadece üç gün yas tutması gerektiğini, dört ay on günlük sürenin yas değil evlenme yasağı için konulduğunu söyleyen fakihler de vardır.

Kadınlar için iddet süresinin öngörülmüş olması esasen evlilik ilişkisinden doğan çocuğun nesebinin korunmasına yönelik olduğu, iddet süresince de evliliğin hükmî varlığı ve etkileri bir ölçüde devam ediyor sayıldığı için iddet içinde doğan çocuğun nesebi kocaya aittir. Ölüm veya boşama iddeti bekleyen ve iddetinin sona erdiğini bildirmeyen kadın, ölüm veya boşamadan itibaren âzami hamilelik süresi içinde doğum yaparsa çocuğun nesebi yine kocaya bağlanır. Ric‘î boşamalarda bu süre ihtiyat olarak daha uzun tutulur. İddetinin sona erdiğini beyandan itibaren altı ay içinde doğum meydana geldiğinde de durum böyledir. Klasik dönem literatüründe bu süreyi çok daha uzun tutan, hatta kadının yeni bir evlilik yapmasına kadar uzatan görüşlere de rastlanır. Bu farklı görüşler, hamileliğin tesbiti ve âzami süresiyle ilgili tıbbî bilgilerin yeterli seviyede olmadığı bir dönemde çocuğun nesep bağını korumaya yönelik bir ihtiyattan kaynaklanmaktadır.

Ric‘î boşamayı takip eden iddet süresi, evlilik bağının hükmen devam ettiği bir zaman dilimi olduğundan bu süre içinde taraflardan birinin ölümü halinde diğeri ona mirasçı olur. Boşamanın ölüm hastalığında yapılmış olması, kocanın iradesiyle veya kadının talebi üzerine meydana gelmesi sonucu etkilemez. Bâin boşamada ise evliliği sona erdirme iradesi daha güçlü, geri dönüş imkânı daha zayıf olduğu için mirasçılık kural olarak işlemez. Ancak ölüm hastası kocanın karısını bâin türde boşamasında kocanın boşama iradesinden ziyade karısını mirastan mahrum etme maksadı daha belirgin olduğundan fakihlerin çoğunluğuna göre kadının mirasçılık hakkı kural olarak devam eder. Hanefîler bu hakkı iddet süresiyle sınırlandırır, yani iddet sona ermeden koca öldüğünde kadını mirasçı sayarlar. Mezhepte, kadının boşama ve ölüm iddetlerinden daha geç tamamlanacak olanına tâbi olduğu görüşü ağırlık taşımakla birlikte 1917 tarihli Hukūk-ı Âile Kararnâmesi’nde boşama iddeti öngörülür (md. 147). Ahmed b. Hanbel, bu durumdaki kadının mirasçılık hakkını yapacağı ikinci evliliğe kadar sürdürür; Mâlikîler bu kaydı da aramazlar (bk. MARAZ-ı MEVT).


BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Ŧalâķ”, 46; Müslim, “Ŧalâķ”, 58; Ebû Dâvûd, “Ŧalâķ”, 43; Cessâs, Aĥkâmü’l-Ķurǿân (Kamhâvî), II, 118-135; IV, 346-361; İbn Hazm, el-Muĥallâ, XI, 621-741; Şîrâzî, el-Müheźźeb, II, 142-155; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aĥkâmü’l-Ķurǿân (nşr. Ali M. el-Bicâvî), Kahire 1394/1974, I, 183-186, 207-215; III, 1551-1552; IV, 1840; Kâsânî, BedâǿiǾ, III, 192-229; İbn Kudâme, el-Muġnî, Kahire 1389/1969, VIII, 96-170, 234-235; Nevevî, Ravżatü’ŧ-ŧâlibîn (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali Muhammed Muavvaz), Beyrut 1412/1992, VI, 340-417; Remlî, Nihâyetü’l-muĥtâc, Beyrut 1404/1984, VII, 126-171; İbn Âbidîn, Reddü’l-muĥtâr (Kahire), III, 502-530, 609-611; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, V, 556-558; M. Ebû Zehre, el-Aĥvâlü’ş-şaħśiyye, Kahire 1377/1957, s. 372-385; M. Yûsuf Mûsâ, Aĥkâmü’l-aĥvâli’ş-şaħśiyye, Kahire 1378/1958, s. 345-358; M. Mustafa Şelebî, Aĥkâmü’l-üsre fi’l-İslâm, Beyrut 1397/1977, s. 627-668; Ârif el-Basrî, Nafaķātü’z-zevce fi’t-teşrîǾi’l-İslâmî, Beyrut 1401/1981, s. 307-390; Zühaylî, el-Fıķhü’l-İslâmî, VII, 624-669; Bilmen, Kamus2, II, 368-394, 488-494; M. Âkif Aydın, İslâm-Osmanlı Aile Hukuku, İstanbul 1985, s. 49-51, 123-124, 205-206, 231; G. R. Hawting, “The Role of Qur’ān and Hadīth in the Legal Controversy About the Rights of a Divorced Women During Her ‘Waiting Period’ (‘Idda)”, BSOAS, LII/3 (1989), s. 430-445; Y. Linant de Bellefonds, “ǾIdda”, EI² (İng.), III, 1010-1013; “Süknâ”, Mv.F, XXV, 113-117; “Ǿİddet”, a.e., XXIX, 304-358.

H. İbrahim Acar