ÎFÂ

(الإيفاء)

Genelde dinî yükümlülüklerin, özelde borçlanılan edimin gereği gibi yerine getirilmesi anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte “bir şeyi tam yapmak, eksiksiz vermek; sözünde durmak, gereğini yerine getirmek” anlamlarına gelen îfâ Kur’an ve hadislerde de bu mânalarda geçer. Fıkıh literatüründe, yine sözlük anlamı çerçevesinde dinî mükellefiyetlerin ve zamanla borçlanılan edimin gerektiği şekilde yerine getirilmesini ifade eden bir terim olarak kullanılmıştır.

Kur’an ve Sünnet’te geçen, gerek insanlar arası ilişkiler gerekse insan-Tanrı ilişkisi bağlamında kendisine sıkça atıfta bulunulan ahde vefa ilkesi (el-Bakara 2/40; el-En‘âm 6/152; en-Nahl 16/91; el-İsrâ 17/34), haksızlık etmeme, kul hakkına ve emanete riayet etme, sorumluluk bilincine sahip olma gibi hususlar, aynı zamanda akid ve sorumlulukların gereği gibi yerine getirilmesi şeklinde ifade edilen (el-Mâide 5/1; el-A‘râf 7/85) ve hukukî bir bağlamda sevkedilen îfâ kavram ve yükümlülüğünün dinî ve ahlâkî temelini oluşturur. Ayrıca Hz. Peygamber’in, îfâ etmek niyetiyle borçlanan kişiye Allah’ın yardımcı olacağını, îfâ kastı taşımadan borçlanan kimsenin ise Allah’ın huzuruna hırsız olarak çıkacağını belirtmesi, borcunu güzel îfâ eden borçluyu övüp alacağın kırıcı olmayan bir tarzda talep edilmesini ve ödeme sıkıntısı içinde bulunan borçluya kolaylık gösterilmesini tavsiye etmesi, Allah’ın böyle davranan alacaklıya dünya ve âhirette kolaylık göstereceğini haber vermesi böyle bir anlam taşır. Nitekim kendisi de bütün borç ilişkilerinde bu ilkelere uygun davranmış, ödünç aldığı parayı îfâ ettiğinde alacaklıya teşekkür etmiş ve, “Ödüncün karşılığı ancak îfâ ve teşekkürdür” demiştir (İbn Mâce, “Śadaķāt”, 10, 11, 14, 15, 16; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 11). Bütün bunlar, o dönemden itibaren oluşmaya başlayan fıkıh kültüründe dinî ve ahlâkî umdeler olarak yerini almış, îfâya ilişkin hukukî ayrıntılar ise müslüman toplumlarda hukukun gelişimine paralel bir seyir takip etmiştir.

İslâm hukuku meseleci bir tarzda doğup geliştiği, borçlar hukukuna ilişkin meseleler özel borç ilişkileri biçiminde işlenmiş olduğu için klasik literatürde bütün borç ilişkilerini kapsayan genel ve bağımsız bir borç ve îfâ teorisine rastlanmaz. İslâm hukukçularının bu konudaki anlayışları, başlangıçta fer‘î meselelere ve özel borç ilişkilerine getirilen münferit çözümlerde kendini göstermeye başlamış, literatürde model akid olarak kapsamlı bir biçimde işlenen bey‘ akdinde büyük ölçüde örneklendirilmeye çalışılmıştır. Bu sebeple klasik dönemde fürû-i fıkhın çeşitli bölüm ve konuları arasında serpiştirilmiş tarzda mevcut olan İslâm hukukunun genel îfâ teorisini ortaya çıkarmak belli zorluklar taşıdığı gibi yapılacak genellemeler de her zaman bir yanılma payına sahip olacaktır.

Fıkha göre daha ileri dönemde tedvin edilen fıkıh usulünde vâcibin dinî, ahlâkî ve hukukî bütün yükümlülükleri kuşatan geniş bir açılımı vardır. Vâcibin yerine getirilmesi de zaman zaman îfâ, çok defa da edâ ve kazâ terimleriyle ifade edilir. İadenin edâ ve kazâ ile anlam ilişkisi ayrı bir tartışma konusudur. Hanefî usul literatüründe edâ hem vakitli ve mutlak ibadetlerin, hem de hukukî fiil ve işlemlerden doğan borç ve ödevlerin yerine getirilmesini içine alacak şekilde geniş bir kapsama sahipken Şâfiî (mütekellimîn) usulcülerine göre edâ, belli bir zaman dilimi içinde yapılması gereken ibadetlere has bir kavram olup genellikle kazânın karşıtı bir anlamda kullanılır. Kazâ kavramı da iki ekol arasında benzeri şekilde farklı kapsamlara sahiptir. Bu sebeple îfânın edâya göre daha dar kapsamı olduğunu söylemek mümkün olsa bile îfâ, edâ ve kazâ terimleri arasında kesin bir alan ayırımı yapmak kolay değildir. Bununla birlikte edâyı genel anlamda vâcibin yerine getirilmesi şeklinde tanımlayıp îfâ kavramını çağdaş hukuk literatürüne de uyarak borçların edâsı, daha teknik bir anlatımla borçlanılan edimin gereği gibi yerine getirilmesi mânasında kullanmak isabetli olur.

Îfâ, borç ilişkisini değil dar anlamdaki borcu sona erdiren sebeplerden biridir. Ancak borç ilişkisi dar anlamda tek bir borcu içeriyorsa o borcun îfâ edilmesiyle borç ilişkisi de sona erer. Özellikle haksız fiilden doğan borç ilişkileri tek bir borcu içerdiği için o borcun îfâ edilmesiyle borç ilişkisi de son bulur. Akidden doğan borç ilişkilerinde bile dar anlamdaki borç veya borçlar bütünüyle îfâ edildiğinde yine borç ilişkisi sona erebilir. Îfâ, mevcut borç ilişkisinin konusu olan edimin yerine getirilmesinden ibaret olduğuna göre edimden beklenen sonucun fiilen gerçekleşmesi îfâ için yeterlidir. İslâm hukukunda model akid olan bey‘in tasarruf işlemi niteliğinde olması, îfânın bağımsız bir hukukî işlem sayılmasına gerek bırakmamıştır. Hukukî sonuç, borç ilişkisine kaynaklık eden hukukî işlemle gerçekleştiği için îfânın fonksiyonu, hukukî alanda gerçekleşmiş sonucun dış âlemde de gerçekleşmesini temin etmektir. Bu sebeple îfâ maddî bir fiil mahiyetinde algılanmıştır. Îfâ, borçlanılan edimin gereği gibi yerine getirilmesi olduğuna göre bunun gerçekleşebilmesi için sunulan edimin konu, şahıs, yer, zaman bakımından borca uygun olması gerekir. Bunlara îfânın unsurları denir.

A) Îfânın Konusu. Îfânın konusu borcun konusundan ibaret olduğundan ne borçlanılmışsa onun yerine getirilmesi


gerekir. Buna hukuk dilinde “edime uygun îfâ prensibi” denir. Borcun konusu olan edim bir şeyin verilmesi, bir şeyin yapılması veya yapılmaması şeklinde kendini gösterir. Verme borçlarının konusu bir ayn ya da bir deyn niteliğindeki edimden ibarettir. Ayn parça borcunu veya ferden muayyen borcu, deyn ise cins / nevi borçları ile para borçlarını karşılayan birer terimdir. Edim bir yapmadan ibaret ise îfâ o yapmanın borca uygun olarak yerine getirilmesiyle gerçekleşir. Ancak bir şeyin yapılmaması şeklindeki olumsuz borçlar, İslâm hukukunun klasik doktrininde aslî edim olarak değil ona hizmet eden tâli edim niteliğinde görülür.

1. Ayn Borçları. Ayn borçlarında edimin konusu yeteri kadar ayırt edici özellikleriyle belirtilmiş olduğu için îfâ ancak ferden belirlenmiş o şeyin verilmesiyle gerçekleşir. Bu sebeple alacaklı bir başkasını daha değerli de olsa kabule mecbur değildir. Edime uygun îfâ prensibinin en sıkı biçimde bu tür borçların îfâsında uygulandığı görülür. Ferden muayyen şeyin ayıplı olması onu borcun ve buna bağlı olarak îfânın gerçek konusu olmaktan çıkarmaz. Nitekim bir parça satımında satılan şey ayıplı da çıksa alıcıya mağdur olmasını önleyecek birtakım haklar tanınsa bile bunun yerine başka bir şeyin teslim edilmesi isteme hakkı tanınmaz (bk. AYIP). Nitelikleri belirtilerek satılan bir şeyin belirtilen niteliklere uygun çıkmaması halinde de durum aynıdır.

Ferden muayyen borçlarda îfâ imkânsızlığı ortaya çıktığında imkânsızlığa yol açan kusurun hangi taraftan geldiği önemlidir. İmkânsızlık borçlunun kusuru dışında meydana gelmişse borç sâkıt olur, alacaklı aynı türden bir başka şeyin îfâ edilmesini borçludan isteyemez. Hatta konusuz kaldığı için borç ilişkisi de kendiliğinden sona erer. İki taraflı borç ilişkilerinde karşı tarafın yükümlülüğü, hasar sorumluluğu ve sebepsiz zenginleşme ilkelerine göre çözümlenir. Îfânın kısmen imkânsızlaşması halinde ise geri kalan kısmın mahiyeti, borç ilişkisinin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceğini belirler. Îfâ imkânsızlığı borçlunun veya üçüncü şahsın kusurundan kaynaklanmışsa borç yine sona ermekle birlikte alacaklının sorumlu taraftan tazminat talep etme imkânı doğar. Bu taleple birlikte borcun konusu şekil değiştirerek genellikle bir para borcu haline dönüşür. Alacaklı tazminat isteme yoluna gitmediğinde borç tamamen sona erer. Ancak bu borç ilişkisi iki tarafa borç yükleyen türden idiyse alacağından mahrum kalan taraf karşı edim olan kendi borcunu îfâ etmekten kurtulmuş olur. Kusursuz îfâ imkânsızlığında hasarın kime ait olacağı da ayrı bir tartışma konusudur. Meselâ satım akdinde hasar Hanefî ve Şâfiî mezheplerinde teslimle, Mâlikî ve Hanbelîler’de ise akidle karşı tarafa geçer.

2. Deyn Borçları. Verme borçlarından olan deyn hem cins hem de para borçlarını kapsar. a) Cins Borçları. “Nev‘an muayyen borç” da denilen cins borcu ferden değil sadece cins ve miktar itibariyle belirlenmiş olan edimlerdir. Bu sebeple borç, söz konusu cins içinde yer alan herhangi bir fert ile îfâ edilebilir. Îfâ olarak sunulan fert borca aykırı çıkarsa alacaklı o cinse ait başka bir fert talebiyle borçluya rücû eder. Daha doğrusu, o cinsten borca uygun bir fert îfâ edilinceye kadar edim borçlunun zimmetinde kalmaya devam eder.

Alacaklı, daha iyi nitelikteki edimi borçlanılanla aynı türden olması şartıyla kabul etmek zorunda iken daha değerli de olsa farklı türden bir edimi kabul etmek zorunda değildir. Çünkü cins borçlarında tür (nev‘) alacaklı için nitelikten daha fazla önem taşır ve böyle bir îfâ en azından borçlanılan niteliğin ihlâli seviyesinde bir aykırılıktır. Daha düşük kaliteli olanını almaya mecbur olmadığı halde kabul eden alacaklı buna karşılık miktarın arttırılmasını isteyemez. Alacaklının türe ilişkin hakkından vazgeçmesine veya borçlunun daha iyi niteliktekini vermeye rızâ göstermesine de hukukî bir engel bulunmamakla birlikte daha kalitelisini getiren borçlu buna mukabil karşı edimin de arttırılmasını talep edemez. Çünkü kalite tek başına akde konu yapılamaz. Ancak borçlu, borçlanılan edimden miktarca daha fazlasını getirip fazla kısım için ilâve bir meblağ isterse ve alacaklı da bunu kabul ederse ilâveye ilişkin yapılan bu yeni işlem geçerli olur.

Cins borçları tür itibariyle zimmette sabit olduğundan bunlarda îfâ imkânsızlığı çok istisnaî ve nâdir bir durumdur. Fakat yine de böyle bir ihtimali var sayarak çözüm öneren fakihler vardır. Meselâ Hanefîler’den Züfer b. Hüzeyl’e göre cins borcu muaccel hale gelmiş, fakat üretici / borçlu o sene tabii âfetler sebebiyle ürün alamamışsa bu bir îfâ imkânsızlığı hali olup borç bu sebeple doğrudan son bulur; borçlu, daha önce almış olduğu karşı edimi sebepsiz zenginleşme hükümleri gereğince iade eder. Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre bu, imkânsızlıktan ziyade alacaklıya seçimlik bir yetki veren bir durumdur. Alacaklı bu seçimlik yetkiye dayanarak ya akdi fesheder veya edimini bir sonraki yılın ürününden almak üzere beklemeye katlanır (Serahsî, XII, 135-136). Cins borçlarında hasarın teslimle karşı tarafa intikali hususunda bütün mezhepler görüş birliği içindedir.

b) Para Borçları. Taraflar aksini kararlaştırmadıkları sürece para borcunun nakden ve ülke parasıyla (nakdü’l-beled) ödenmesi kuraldır. Borçlu, alacaklının muvafakati olmadığı sürece borcunu çek, posta çeki, altın veya yabancı ülke parası ile îfâ edemez. Çünkü bunlar mahiyeti itibariyle ya bir havale ya da îfâ yerine edim niteliği taşımaktadır. Piyasada, para dendiğinde veya bunu gösteren bir rakam konuşulduğunda hangisinin kastedildiğinde bir belirsizlik bulunacak şekilde farklı değerlere sahip birden fazla para tedavülde bulunuyorsa akid yapılırken bunun da açıkça belirtilmesi gerekir. Aksi takdirde edimin bilinmezliği yapılan akdi geçersiz kılar.

Altın (dinar) ve gümüş (dirhem) paranın tedavülde bulunduğu devirlerde bunların değerinde ciddi dalgalanmalar yaşanmadığından bu dönemlerde yazılan fıkıh kitaplarında paranın değerindeki değişimin vadeli borçlara etkisi konusu üzerinde pek durulmaz. O dönemde altın ve gümüş dışındaki madenlerden yapılan paralar (fels) küçük çaptaki ödemelerde kullanıldığından bunların değerindeki değişimin de ilgili taraf için ciddi bir zarara yol açmayacağı ve akdi etkilemeyeceği düşünülmüştür. Ancak Hanefîler’den Ebû Yûsuf bunu da muhtemel gördüğü için olmalı, fels ve mağşuş para borçlarında akid zamanı ile îfâ zamanı arasındaki sürede paranın değerinde düşme veya yükselme olduğunda akdin yapıldığı zamandaki değer üzerinden îfânın yapılması gerektiği yönünde görüş belirtmiş, mezhepte benimsenen de bu görüş olmuştur. Paranın değerindeki değişimin para borçlarına etkisi konusu, itibarî değer taşıyan ve kısa sürelerde ciddi değer dalgalanması yaşayabilen kâğıt para sistemine geçilmesinden sonra ayrı bir önem kazanmış ve İslâm hukukçuları tarafından tartışılmaya başlanmıştır. Çağdaş İslâm hukukçularının bir kısmı, paranın değer kaybından doğan zararın tazmin ve telâfisini ilke olarak uygun bulmakla birlikte bunu alacaklıya ödetmeyi ve enflasyon oranını îfâya yansıtmayı yetersiz veya sakıncalı bulmakta, diğer bir kısmı ise Ebû Yûsuf’un


yukarıda sözü edilen fetvasından, ayrıca zararın ve sebepsiz zenginleşmenin önlenmesi, paranın gerçek değerinin esas alınması, enflasyon farkının hak edilmeyen bir fazlalık olduğu gibi fikirlerden hareketle münferit çözümlerde buna imkân tanımaktadır. Günümüz borç ilişkilerinde altın, döviz veya eşya değeri kaydının veya bunlarla yapılan borçlanmaların olumlu karşılanması da bu tür gelişmelerin ürünüdür.

3. Seçimlik Borçların Îfâsı. Borcun konusu birden çok edimden oluşmakla birlikte, borçlunun bunlar arasında bir seçim yapmak suretiyle yalnız birini yerine getirmekle yükümlü olduğu seçimlik borç ilişkisini Şâfiî ve Hanbelîler aşırı bilinmezlik yüzünden bâtıl, Hanefîler ise maslahat ve örf sebebiyle istihsan metodunu işleterek geçerli saymışlardır (İbn Kudâme, IV, 145; Kâsânî, V, 156-157). Bu konudaki görüşleri pek açık olmamakla birlikte Mâlikîler’in de buna olumlu baktıklarını söylemek mümkündür (M. Ali el-Mekkî, I, 170). Ancak İbn Cüzey bunu bir garar türü olarak nitelemekte (Ķavânînü’l-fıķhiyye, s. 262), bu da Mâlikîler’in gararı “cehâlet” kavramıyla eş anlamlı olarak kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Seçim işlemi, akdin konusunu oluşturan edimlerden hangisinin îfâya konu yapılacağını belirlemek anlamına geldiğinden seçim yetkisinin kime ait olduğu hususu ayrı bir önem taşır. Hanefîler’e göre bu, işin mahiyetinden veya örften anlaşılmıyorsa akdin kuruluşu sırasında belirlenmelidir. Aksi takdirde borç ilişkisi fâsid olarak doğar ve ancak kabz ile hüküm ifade eder. Hanefîler’de bu yetkinin borçluya verilmesini akid için bir fesad sebebi sayan görüş (Kâsânî, V, 263) alacaklının mağduriyetini önleme düşüncesine dayanır. Ancak Kerhî, şart muhayyerliğine kıyasen seçim yetkisinin istihsanen borçluya da (satıcı) tanınabileceği görüşündedir (İbnü’l-Hümâm, V, 131). Seçimin yapılmasıyla birlikte edim teke iner ve artık borçlunun îfâ edeceği edim bundan ibaret olur. Bu edim genellikle bir parça borcu halindedir. Dolayısıyla parça borçlarının îfâsındakine benzer bir yöntem izlenir; fakat teke düşürülen edim mislî bir mal olup da ayırt edilmemişse sınırlı bir cins borcu söz konusu olur ve buna göre bir îfâ yapılır. Seçimlik borçlarda hasarın kime ait olacağı konusunda hasarın seçimden önce veya sonra meydana gelmesine, edimlerden birini veya tamamını etkilemesine, hasarda tarafların kusuruna göre ayrıntılı bir doktrin geliştirilmiş, zilyetlik ve emanet sorumluluğu, kusurda illiyet bağı ve hasar sorumluluğunun genel ilkeleri ayrı ayrı gözetilerek tarafların hak ve borçları arasında bir denge kurulmaya çalışılmıştır (Kâsânî, V, 262-263; İbnü’l-Hümâm, V, 132).

4. Kısmî Îfâ. Belirli ve muaccel olan bir borcun miktar itibariyle borçlanılan edimin gerisinde kalacak şekilde yani eksik biçimde îfâ edilmesi demek olan kısmî îfâ, bölünebilen edimlerde tarafların iradesinin ve akdin amacının da buna imkân vermesi halinde mümkün olur. Meselâ edim mahiyeti itibariyle bölünebilir de olsa edimi oluşturan birden fazla şeyler arasında fonksiyon ve amaç yönünden bir bütünlük varsa kısmî îfâ savunulamayacağı gibi satım akdine konu olan iki şeyin fiyatlarının ayrı ayrı belirtilmiş olması veya borçluların birden fazla olması kısmî îfânın yapılabileceğine karîne teşkil etmez (Kâsânî, V, 250).

5. Edime Uygun Îfâ Prensibinin İstisnaları. Borç ne ise kural olarak onun îfâ edilmesi gerekir. Asıl edimden başka bir şey teklif edilmişse alacaklı bunu kabul etmek zorunda değildir. Alacaklı böyle bir edimi kabul etmemekle de mütemerrit olmaz. Kural böyle olmakla birlikte alacaklı, asıl edimden başka bir şeyin îfâ olarak sunulmasına rızâ gösterebilir ve bu maksatla yapılan anlaşmalar iki şekilde vuku bulur; bunlardan birincisi îfâ yerine edim, diğeri îfâ uğruna edim anlaşmasıdır.

a) Îfâ Yerine Edim. Îfâ aşamasında, borçlu alacaklıyla anlaşarak asıl edimi îfâ etmek yerine ona başka bir şey verip asıl edimi îfâ etmiş gibi borcundan kurtuluyorsa îfâ yerine edim anlaşmasından (datio in solutum) söz edilir. Kara Avrupası hukukuna özgü bir kavram olan “datio in solutum”, İslâm hukuk literatüründe “bey‘u’l-mebî‘ min bâiih bey‘u’d-deyn mine’l-medîn, eş-şirâ bi’d-deyn mimmen aleyhi’d-deyn, istibdâl, i‘tiyâd” gibi kavramlar çerçevesinde işlenmiştir (Kâsânî, V, 214, 234, 236; Şirbînî, II, 70).

İslâm hukukunda, öncelikle böyle bir işlemin cevazı kabzdan önce satım yasağı hakkındaki hadisler (Şevkânî, V, 157-158) etrafında geliştirilen geniş bir tartışmaya konu olmuştur. Gerçi bu hadislerde yasak olan satışın satıcıya mı yoksa bir başkasına mı yapılan satış olduğu hususu açık değildir. Bununla birlikte İslâm hukukçuları, yasağın genel olduğu ve her iki türe de şâmil bulunduğu kanaatine sahip olmuş (İbn Kudâme, IV, 128), böylece îfâ yerine edim anlaşmasının bir türü sayılan “bey‘u’l-mebî‘ min bâiih”, kabzdan önce satım yasağı çerçevesinde işlenmeye çalışılmıştır. Bu sebeple İslâm hukuk literatüründe, tarafların mebîe ilişkin yapacakları îfâ yerine edim anlaşması hususunda tam bir akid serbestisinin bulunduğu söylenemez. Bu kısıtlamanın temelinde, mülkiyet alıcıya geçmiş olmasına rağmen hasarın satıcıda kalması ve mebîin ferden muayyen bir borç olması sebebiyle îfâsının sadece söz konusu şeyle yerine getirilebilmesi ve telef olması durumunda da îfânın imkânsızlaşması tehlikesi düşüncesinin yattığı belirtilmişse de (İbn Nüceym, VI, 126) mebîin satıcıya satılmasının da yasak kapsamına alınışındaki gerçek sebebin bey‘u’l-îneyi önlemek olduğu söylenebilir. Öte yandan mebî ve dolayısıyla parça borçları hakkındaki îfâ yerine edim anlaşmasına ilişkin bu katılık para ve cins borçları hakkında nisbeten yumuşatılmış ve doktrinde, selem ve sarftan doğan borçların dışında kalan deyn niteliğindeki borçların îfâ yerine edim anlaşmasına konu yapılabileceği kabul edilmiş ve bu tür anlaşmalar “bey‘u’d-deyn mine’l-medîn, istibdâl, i‘tiyâd” gibi terimlerle ifade edilmiştir (Serahsî, XV, 140-141; Kâsânî, V, 214, 234; Süyûtî, s. 523; İbn Kudâme, IV, 134). Mezheplerin ayrıntıda farklı görüş ve çekinceleri, temelde ribâyı önleme ve ribâ gerekçesiyle yasaklanan diğer işlem türleriyle arada uyumu koruma düşüncesine dayanır.

Selem alacağı deyn niteliğinde olmakla birlikte Hanefî ve Şâfiî mezheplerinde mebî gibi algılanmış ve mebîe ait hükümlere tâbi tutulmuştur. Hanbelîler’in görüşü de bu çizgide iken Mâlikîler, selem akdinde istibdâl yasağını gıda maddelerine inhisar ettirmekle yetinmişlerdir. Selem alacaklısının selem borçlusuyla olduğu gibi onun kefiliyle de îfâ yerine edim anlaşması yapma imkânı yoktur. Ancak borcu kefil îfâ etmişse asile rücû ederken onunla îfâ yerine edim anlaşması yapabilir. Çünkü kefil asilin emriyle îfâda bulunmuş sayılır ve kefilin bu îfâsı bir karz ilişkisinin doğmasına yol açtığından selem hakkındaki yasağın dışında kalır (Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, V, 45-46).

Sarf alacağının îfâ yerine edim anlaşmasına konu yapılamamasının sebebi ise sarfta mübâdele edilen her iki bedelin genelde paradan ibaret bulunması ve nesîe ribâsının, dolayısıyla yapılan akdin fâsid olmasının önlenmesi için bedellerin akid meclisinde karşılıklı olarak kabzedilmesinin gerekmesidir. Bu bedellerden birinin îfâ yerine edime konu yapılması belirtilen sakıncanın doğmasına yol açar.


Îfâ yerine edim anlaşmasına cevaz verilen durumlarda deyn niteliğindeki asıl edimin yerine ferden tayin edilmemiş bir şey, yani yine bir deyn ikame edilmişse doktrinde bu şeyin akid meclisinde kabzedilmesi gerektiği, aksi takdirde bu işlemin deynin deyn ile satımı olacağı ve hadislerde geçen “bey‘u’d-deyn bi’d-deyn” ve “bey‘u’l-kâlî’ bi’l-kâlî’” yasağının kapsamına gireceği görüşü hâkimdir (Serahsî, XV, 140-141; İbn Cüzey, s. 260). Hatta böyle bir işlemin yasak olduğunda icmâ bulunduğu ileri sürülmüşse de İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye, hakkında yasak bulunan işlemin bey‘u’l-kâlî’ bi’l-kâlî’ olduğunu, bey‘u’d-deyni bi’d-deyn konusunda ne genel bir nassın ne de bir icmâın mevcut olduğunu, bu sebeple de böyle bir işlemi câiz gördüklerini belirtmişlerdir (İbn Kayyim, el-Cevziyye, II, 8-9). Îfâ yerine edim, normal îfâdan farksız olarak aynı hüküm ve sonuçları doğurur. Bu edimin değer bakımından öncekinden daha fazla veya düşük olması önemli değildir. Asıl edim yerine ikame edilen şey kabzedildikten sonra alacaklı artık asıl edime ilişkin talepte bulunamaz. Hatta havalenin îfâ yerine edim olarak kabul edildiği durumlarda ikame edilen alacağın tahsil edilip edilmediğine bakılmaksızın havale işlemi yapılmakla asıl borç îfâ edilmiş gibi sona erer.

b) Îfâ Uğruna Edim. Klasik literatürde vekâlet ve rehin bahislerinde, kısmen de bey‘ bahsinde ele alınmış olan îfâ uğruna edim (Sahnûn, III, 402; İbn Kudâme, IV, 56), îfâ safhasında borçlunun asıl edim yerine bir başka şeyi vermesi, alacaklının da bunu satıp bedelini asıl alacağına mahsup etmesi ve borçlunun mahsup edilen miktar kadar asıl borcundan kurtulması hususunda taraflar arasında yapılan bir anlaşmayı ifade eder. Böyle bir anlaşma, kuruluşu bakımından rehin akdine benzeyen unsur esas alınırsa aynî bir akid sayılacağı için söz konusu şey alacaklıya teslim edilmedikçe hüküm ifade etmeyecek, yani akid tamamlanmış olmayacaktır. Vekâlet akdi ölçü alındığında ise îfâ uğruna edim rızâî bir akid olur ve akid kurulduktan sonra borçlunun vermeyi vaad ettiği şeyi alacaklıya teslim etme borcu doğar. Bu amaçla verilecek şey alacaklıya teslim edildikten sonra alacaklı vekilden daha güçlü bir konum kazanmakta, vekâlette vekâlet veren dilediği zaman vekili azledebilirken burada borçlu bu yetkiye sahip olmamaktadır. Çünkü alacaklı, aldığı şey üzerinde mürtehinden farksız bir yetkiye sahip olmakta, vekâlet verenin ölümüyle vekâlet sona erdiği halde burada borçlunun ölümü alacaklının yetkisine dokunmamaktadır.

Îfâ uğruna verilen şeyin alacaklının elindeyken hasara mâruz kaldığında vekâlet hükümleri esas alınırsa şey alacaklının kusuru olmadan imkânsızlaştığında borçlu hasara katlanır. Rehin hükümleri esas alınırsa -en azından Hanefî doktrini açısından- alacaklının kusursuz helâk olan şeyin hasarına alacağı ölçüsünde katlanması gerektiğinden bu ikinci çözüm tarzı hakkaniyete daha uygun düşmektedir.

B) Îfânın Tarafları. Îfânın îfâda bulunan ve îfâ yapılan şeklinde iki tarafı vardır. Îfâ kural olarak borçlu tarafından yapılırsa da edimin mahiyeti üçüncü bir şahsın îfâsına engel olmadığı sürece onun tarafından bizzat yerine getirilmesi zorunlu değildir. Bizzat borçlu tarafından yapılan îfâ ile elde edilecek sonuç üçüncü şahıs tarafından yapılması halinde de gerçekleşiyorsa, diğer bir ifadeyle îfânın bizzat borçlu veya üçüncü şahıs tarafından yapılması alacaklı için önem taşımıyorsa borçlu bizzat îfâda bulunmaya zorlanamaz. Îfâdan beklenen sonucun, îfâda bulunacak kişilere göre farklılık arzedip etmediği ise sözleşmede aksine bir hüküm bulunmadığı sürece borçlanılan edimin mahiyeti, bu konuda yerleşik örf dikkate alınarak belirlenir. Verme borçları ile bir kısım yapma borçları üçüncü kişi tarafından îfâ edilebilirse de kişisel özelliklerin önem taşıdığı veya bunun alacaklı için önemli sayılabildiği edimlerde îfânın bizzat borçlu tarafından yapılması gerekir. Bu yönde bir hükmün sözleşmede yer almamış olması îfânın üçüncü bir kişiye yaptırılabileceğine gerekçe teşkil etmez.

Vekâlet, mudârebe, ziraî ortakçılık (müzâraa, müsâkāt), icâre, istisna gibi iş görme amacına yönelik olup kişisel özellikler ve güven unsuru ön planda bulunan akidlerde genellikle şahsen îfâ aranırsa da işin mahiyeti, sözleşme veya örfün delâleti aksine de imkân verebilir. Doktrinde, yapma borcu doğuran bu tür akidlerin her birinde şahsen îfânın hangi durumlarda aranıp aranmayacağı hususunda ayrıntılı tartışmalara rastlanır. Fıkıh ekollerinin bu konudaki görüş farklılıkları, îfâda kişisel özelliklerin mi objektif ölçütlerin mi daha baskın olduğu yönündeki değerlendirme farklılıklarından doğmaktadır.

Bizzat borçlu tarafından îfâsı gereken borçlar için kefâlet cereyan etmez. Kefâletin amacı asilden elde edilemeyenin kefilden temin edilmesidir. Bu amaç da ancak maddî edimlerde gerçekleşme imkânı bulur. Halbuki şahsî edimlerde kefil istenilen îfâyı gerçekleştirme imkânından mahrumdur.

Borçlunun veya üçüncü şahsın îfâsının alacaklı açısından önem taşımadığı durumlarda alacaklı üçüncü bir şahsın yapacağı îfâyı kabul etmek zorundadır. Borçlunun îfâ için üçüncü şahsa izin vermiş olup olmaması îfânın geçerliliğini etkilememekle birlikte onlar arasındaki iç ilişkinin niteliğini belirlemede rol oynar. Meselâ bir malı ortaklaşa satın alan iki kimseden birinin satıcının kullanabileceği hapis hakkını önlemek için diğerinin payına düşen semeni de vermesi, rehn-i müsteârda âriyet verenin malını kurtarmak için âriyet alan borçlunun borcunu alacaklı / mürtehine ödemesi durumlarında asıl borçluların îfâya delâleten izni var sayılır. Öte yandan üçüncü şahıs, îfâ aşamasına kadar borçludan açıkça veya zımnen izin alamamış da olsa sonradan borçludan alacağı onay yapılan îfâyı izinli îfâya dönüştürür. Ne türden olursa olsun böyle bir iznin bulunması halinde de edim borçlusu ile îfâda bulunan arasındaki ilişki genelde vekâlet, bazı durumlarda da kefâlet akdi çerçevesinde çözümlenir.

Borçludan herhangi bir şekilde izin almadan onun adına îfâda bulunan üçüncü şahsın ne gibi haklarının bulunduğu ise doktrinde ayrı bir tartışma konusudur. Hanefî ve Şâfiî ekollerinde, îfâda bulunan üçüncü kişi bağışlama maksadı taşımasa bile îfâ borçlunun izni olmadan yapıldığı için teberru maksadına yönelik yapılmış sayılır. Böyle olunca da üçüncü şahıs, borçluya rücû hakkına sahip görülmediği gibi îfâda bulunduğu alacaklıya karşı da herhangi bir hak talebinde bulunamaz. Alacaklının mal varlığında meydana gelen artış haksız bir zenginleşme sayılmadığından ona karşı sebepsiz iktisap iddiası ileri sürülerek yapılan ödemenin iadesini istemek de mümkün olmaz. Buna karşılık Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde, yetkisiz olarak îfâda bulunan iyi niyetli üçüncü kişinin rücû maksadıyla îfâda bulunduğu görüşü ağırlık kazanmıştır. Özellikle İmam Mâlik, bu şekilde yetkisiz iş görene kural olarak emsal ücretin ödenmesi, verme borcunu îfâ edenin de borçluya rücû edebilmesi yönünde görüş bildirmiş, üçüncü şahsı mâzur saydığı durumlarda borçlu îfâya delâleten izninin bulunduğu esasından hareket etmiştir (Karâfî, III, 189-190).

Îfâ kural olarak bizzat alacaklıya yapılır. Bununla birlikte îfânın kime yapılması gerektiği hususu, îfânın gerçekleşmesi


için alacaklının îfâya imkân vermesinin veya îfâya katılmasının gerekli olduğu verme borçlarıyla bazı yapma borçlarında önem taşısa da îfânın sadece borçlunun sergileyeceği davranışla gerçekleştiği, alacaklının katılımına ihtiyaç bulunmadığı durumlarda pratik bir değer taşımaz. Alacaklının rızâsıyla üçüncü bir şahsa, meselâ temsilcisine de îfâ yapılabilir. Ancak îfânın istenen sonucu doğurması için bu temsilcinin îfâyı kabule de yetkili olması gerekir. Bazı istisnaî durumlarda alacaklının rızâsı aranmadan da üçüncü bir şahsa îfâ yapılması mümkündür. Hatta bu tür durumlarda bizzat alacaklıya yapılacak bir îfânın gereği gibi bir îfâ sayılmaması ve borçluyu sorumluluktan kurtarmaması da muhtemeldir. Meselâ alacaklının kabza ehil olmadığı veya alacak üzerinde tasarruf yetkisini yitirdiği hallerde bizzat alacaklıya yapılan îfâ böyledir.

C) Îfâ Yeri. Akid serbestliğinin tabii bir sonucu olarak taraflar diledikleri yeri îfâ yeri olarak belirleyebilirler (Mecelle, md. 287). Edimin mahiyeti icabı, meselâ muayyen bir arsa üzerinde inşaat yapma borcu gibi edimin zorunlu olarak tek yerde îfâya elverişli olduğu borçlar zaruri olarak ancak o yerde îfâ edilebilir ve orası îfâ yeri olarak kendiliğinden taayyün eder. Edimin birden fazla yerde îfâya elverişli olduğu durumlarda îfâ yeri öncelikle tarafların açıkça veya zımnen kararlaştırdıkları yerdir; hatta bazı durumlarda, özellikle vadeli cins borçlarında, îfâ yerinin akid sırasında tayin edilmesi bir kısım fakihlere göre söz konusu işlemin geçerlilik şartıdır (Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, V, 9; Nevevî, Ravžatü’ŧ-ŧâlibîn, II, 13). Edim birden fazla yerde îfâya elverişli olduğu halde taraflar îfâ yerini açıkça veya dolaylı olarak tayin etmemişlerse, îfâ yeri borcu doğuran hukukî olay veya işlemin vuku bulduğu yer esas alınarak ya da işin mahiyeti dikkate alınarak belirlenir.

Muaccel olarak doğan borçlarda işin mahiyeti aksini gerektirmedikçe îfâ yeri, borcu doğuran hukukî olay veya işlemin vuku bulduğu yerdir. Buna göre akdin kurulduğu yer îfâ yeri olarak kendiliğinden belirir. Çünkü taraflar başka bir yeri tayin etmediklerine göre borcun doğduğu yerde îfânın yapılacağını zımnen kabullenmişlerdir. İade borçlarında îfâ yeri aksi kararlaştırılmamışsa şeyin alındığı sırada bulunduğu yerdir. Bu sebeple âriyet, gasp veya karz yoluyla alınan şeyin alındığı yere götürülmesi gerekir ve bu şeyin taşıma masrafları da borçluya aittir. Tipik bir parça borcu olan mebîin, muaccel olarak doğması sebebiyle kural olarak akdin yapıldığı yerde teslim edilmesi gerekir. Ancak akid yapıldığı sırada bir başka yerde bulunuyorsa akdin yapıldığı yere getirilip teslim edilmesi zorunlu değildir; o sırada bulunduğu yerde teslim edilir. Çünkü ferdiyle belirlenmiş şey, cins ve para borçlarından farklı olarak akid yapıldığı sırada dış âlemde somutlaştırılmış durumdadır; dolayısıyla bulunduğu yer tarafların bilgisi dahilinde olup o şeyin bulunduğu yerde îfâ edileceği hususunda zımnî muvafakatleri vardır.

Vadeli olarak doğan borçların îfâ yeri ise edimin mahiyeti dikkate alınarak belirlenmeye çalışılır. Hâkim görüş, parça borçlarının vadeye bağlanamayacağı yönünde olduğu için geriye vadeli olmaya elverişli bulunan cins ve para borçları kalmaktadır. Cins borçları borçlunun zimmetinde sabit olup onun şahsıyla yakından ilgili bulunduğundan îfâ yeri borcun doğduğu sırada borçlunun ikametgâhıdır. Vadeli para borçlarının îfâ yeri doktrinde önceleri iyi niyet esasına göre belirlenmeye çalışılmış, borçlu ile alacaklının karşılaştığı, îfânın da mümkün olduğu yer îfâ yeri olarak benimsenmişse de bu kuralın işletilmesindeki zorluklar sebebiyle para borçlarında alacaklının ikametgâhı îfâ yeri olarak genel kabul görmüştür.

Borçlunun îfâ yerinden başka bir yerde sunduğu îfâyı iyi niyet kuralları gerektirmedikçe alacaklı kabul etmek zorunda değildir. Meselâ îfâ yeri dışında sunulan edimin taşınması masraf gerektiriyorsa veya bu yer güvenli değilse alacaklı böyle bir îfâyı kabul etmeme hakkına sahiptir. Buna karşılık îfâ yeri dışında sunulan borç bir miktar paradan ibaretse ve alacaklının da bunu kabul etmesinde bir zararı yoksa îfâyı reddetmesi iyi niyetle bağdaşmaz. Bu konuda objektif iyi niyet kuralları ve îfâda yer değişikliğinin ilgili tarafa ilâve bir yük getirip getirmediği ölçü alınır.

D) Îfâ Zamanı. Îfâ zamanı alacaklının borçlanılan edimin îfâsını talep edebileceği, borçlunun da bu îfâ talebine uymak zorunda kalacağı ve gerektiğinde îfâ davası açabileceği anı îfâde eder. Bu aynı zamanda borcun muacceliyet kazanması anıdır. Îfâ zamanı borçlu açısından ise borçlanılan edimin îfâ edilebileceği ve alacaklının bunu kabule zorlanabileceği anı ifade eder. Borç muaccel olarak doğmuşsa talep hakkı da onu takip eder, müeccel olarak doğmuşsa talep hakkı ondan ayrı olarak vadenin geldiği tarihte doğar.

Borcun hedefi îfâ olduğundan îfâ zamanıyla ilgili bir kaydı içermeyen akidlerde borç kural olarak muacceldir. Borcun müeccel sayılması için ya tarafların bu yönde anlaşmış olmaları ya da işin mahiyetinin borcun vadeli olmasını gerektirmesi icap eder. Meselâ bir istisna akdinde, borçlanılan eserin meydana getirilmesi zorunlu olarak belli bir zamana ihtiyaç göstereceğinden böyle bir akid haliyle vadeli olarak doğar. Taraflar kuracakları borç ilişkisinde yer alan edimleri, meselâ bey‘ akdinde semeni uygun gördükleri bir vadeye bağlayabilirler. Bu konuda tarafların akid serbestisi bulunmakla birlikte bazı borç ilişkilerinde edimlerin vadeye bağlanması çeşitli mülâhazalar sebebiyle uygun bulunmamıştır. Bunlar, bir anlamda zikredilen akid serbestisinin birer istisnasını teşkil eder. Bu mülâhazalardan biri ribâyı engelleme düşüncesidir. Meselâ edimlerden birinin veya her ikisinin vadeye bağlanması aralarında kurulması gereken dengenin kaybolmasına, dolayısıyla ribânın oluşmasına yol açacağı endişesiyle sarf akdinde karşılıklı bedellerin akid meclisinde kabzedilmesi şartı aranır. Edimlerden sadece birinin bu şekilde vadeye bağlanması halinde nesîe ribâsı oluşur. Her ikisi birden vadeye bağlanmışsa bey‘u’l-kâlî’ bi’l-kâlî’ yasağı kapsamına girilmiş olur. Karz akdinde vadenin bağlayıcı olmadığını savunan çoğunluğun endişesi de aynı türden bir düşünceye dayanmaktadır. Benzeri bir kısıtlama da selem akdinde söz konusu olup selem bedeli (re’sü’l-mâl) peşin ödenmezse her iki bedel vadeli olacağı için akid bey‘u’l-kâlî’ bi’l-kâlî’ yasağı kapsamına girmiş olur.

Edimlerin vadeye bağlanabilmesi serbestisine getirilen bir diğer istisna da ferden muayyen edimlerde söz konusu edilir ve bu tür edimlerin vadeye bağlanması vadenin amaç dışı kullanılması olarak görülür (Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, V, 67; İbnü’l-Hümâm, V, 219; Süyûtî, s. 329). Ancak ferden muayyen edimlerin vadeye bağlanmaya elverişli sayılmamasının temelinde mülkiyetin intikal anı ve hasar düşüncesinin yattığı görülür. Öte yandan mebîi vadeye bağlanmaya elverişli gören fakihler de vardır. Meselâ İbn Kayyim el-Cevziyye’ye göre her mebîin akdi müteakip teslimi dinî bir zorunluluk değildir. Taraflar semende olduğu gibi mebîin de bazan derhal, bazan da bilâhare teslim edilmesini isteyebilir ve bunda özel bir yarar gözetebilirler. Din birine faydası olan, diğerine de bir zararı olmayan şeyi niçin engellesin? Çünkü karşı taraf da teslimin


geciktirilmesine rızâ göstermektedir. Şart ile istisna edilen örf ile istisna edilenden daha kuvvetlidir; hatta din ile istisna edilenden de kuvvetlidir. Şu halde akid, mebîin vadeye bağlanması şeklinde bir kayıt içeriyorsa böyle bir akdin hükmü kararlaştırılan vadeye kadar mebîin müeccel sayılmasıdır (İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn, II, 29-30).

Taraflar îfâ zamanını açıkça veya zımnen belirtmemiş olsa bile bazı borç ilişkilerinin mahiyetleri doğan borcun muaccel değil müeccel olmasını gerektirir. Nitekim Şâfiîler’in dışında kalan fakihlere göre selemin peşin olması mümkün değildir; mutlaka müeccel olması lâzımdır. Bunun için de tarafların akid sırasında vadeyi ileride anlaşmazlığa düşmeyecek tarzda belirlemeleri gerekir. Mahiyeti icabı vadeli olması gereken borç ilişkisinde alacaklı, borcun müeccel olduğuna dair bir kaydın akidde yer almadığını ileri sürerek borçludan derhal îfâda bulunmasını isteyemez. Çünkü borçlu, meselâ bir istisna akdinde borçlandığı edimi temin edebilmesi için zorunlu olarak belli bir süreye ihtiyaç duyar. Yine âriyet veya karz akidleri, alınan şeyin bir süre kullanımını amaçladığından borçlunun aldığından belli bir süre yararlanması tabii karşılanır ve onu hemen iade etmesi düşünülemez. Gerçi bu akidler câiz (gayri lâzım) olduğundan âriyet veya karz verenin her zaman akdi feshedip verdiğini geri isteme hakkı bulunur. Ancak bu talep hakkını borç doğar doğmaz kullanması işin tabiatına ters düşer. İcâre akdinde bedelin kural olarak muaccel mi müeccel mi olacağının Hanefîler’le Şâfiîler arasında tartışmalı olması, bu mezheplerin menfaat mülkiyeti konusunda farklı görüşlerde oluşundan kaynaklanır. Hanefîler’e göre menfaat, ancak fiilen veya hükmen elde edilmekle mütekavvim mal sayılacağından icâre bedeli belirli sürelerin sonunda gerekir.

Vadenin gelmesinden önce borçluya karşı talep hakkına sahip olmayan alacaklı borçlunun kefiline karşı da bu tür bir hakka sahip değildir. Çünkü borçlu ile kefilin sorumlu olduğu borç aynıdır. Buna rağmen kefil böyle bir borcu îfâ edebilir, ancak, vade gelmedikçe asile rücû edemez. Çünkü kefil, vadesinden önce ödemede bulunmakla vade bakımından teberru maksadını gütmüş olmaktadır. Muaccel olmadığı halde îfâ edilmek istenen bir borcu alacaklı kabul etmek zorunda ise bu borç îfâ kabiliyetine sahip demektir. Vaktinden önce yapılacak îfâyı alacaklının kabule mecbur olup olmadığı, vadenin kimin lehine konulduğu sorusuna verilecek cevaba göre belirlenir. Bu da tarafların akid sırasındaki sarih veya zımnî beyanlarından veya edimin mahiyetinden anlaşılabilir. Vade sadece borçlunun yararına konulmuşsa alacaklı, vaktinden önce yapılacak olan îfâyı kabul etmek zorundadır. Ancak vade sadece borçlu lehine de konulmuş olsa alacaklı uygun olmayan şartlarda sunulan, meselâ yağmalanma tehlikesinin olduğu bir zamana denk getirilen bir erken îfâyı kabul etmek zorunda değildir. Vade aynı zamanda alacaklının da yararına veya sadece alacaklı yararına ise alacaklı, yine vaktinden önce önerilen îfâyı kabul etmek mecburiyetinde değildir. Şöyle ki müeccel bir borç, hayvan gibi bakım külfeti olan, çok miktarda buğday gibi depolama masrafı gerektiren veya meyve, et gibi vadesi geldiğinde taze olarak tüketilmek istenilen bir şeyden oluşuyorsa böyle bir edimin vadesinden önce îfâ edilmesi alacaklının zararına olur. Öte yandan îfânın vadeye kadar bırakılmasında alacaklının haklı bir sebebinin bulunmadığı anlaşılırsa borçlunun sadece îfâ yönündeki menfaati dikkate alınarak ona vaktinden önce îfâda bulunma imkânı tanınır. Çünkü vade kural olarak borçluya ait bir haktır. Borçlu bu hakkını düşürüyorsa alacaklının buna karşı koyması iyi niyetle bağdaşmaz. Erken îfâda borçlunun, zamanında îfâda ise alacaklının menfaati varsa, yani erken îfâ konusunda tarafların menfaatleri çatışıyorsa alacaklınınki tercih edilir. Diğer bir ifadeyle borçlunun erken îfâya ilişkin menfaatinin dikkate alınması, îfânın vadeye bırakılmasında alacaklının haklı bir sebebinin olmaması şartına bağlıdır. Borçlu vaktinden önce îfâda bulunduğunda daha sonra alacaklıdan bu îfâ ettiği edimin iadesini talep edemez.

Müeccel bir borcun muaccel hale getirilmesinin edimin miktar veya niteliğine yansıtılması, yani tarafların vaktinden önce îfâ için edimin miktar veya niteliğinde indirime gidilmesi yönünde anlaşmaları, dolaylı şekilde faize yol açacağı endişesiyle müctehid imamlar ve fakihlerin çoğunluğu tarafından câiz görülmemiştir. İbn Abbas, İbrâhim en-Nehaî, Ebû Sevr, İbn Sîrîn ve Hanefîler’den Züfer b. Hüzeyl aksi görüşte olduğu gibi Şâfiî’den de cevaz yönünde bir görüş rivayet edilmiştir. İbn Cüzey çoğunluğun ileri sürdüğü adem-i cevâzın haramlık derecesinde (Ķavânînü’l-fıķhiyye, s. 257), İbn Kudâme ise kerâhet derecesinde (el-Muġnî, IV, 56, 542) olduğunu belirtir.

Vadenin gelmesiyle borç muacceliyet kazanır ve bu andan itibaren artık alacaklı talep hakkına kavuşur. Borçlu da yapılan îfâ talebine uyarak borcunu îfâ eder. Haklı bir gerekçesi olmadığı halde îfâya yanaşmayan borçlu temerrüde düşmüş olacağından bunun sonuçlarına katlanır. Borç, vadenin sadece borçlu lehine konulmuş olmaması sebebiyle muacceliyetten önce îfâ kabiliyetine sahip değilse vadenin gelmesiyle bu özelliğini de kazanır. Artık böyle bir durumda yapılan bir îfâyı alacaklı kabule mecbur kalır ve alacaklının teklif edilen bu îfâyı kabul etmesinde bir zararının bulunup bulunmamasına bakılmaz. Zamanında ve gereği gibi sunulan bir îfâ-yı kabule yanaşmayan alacaklı temerrüde düşer ve sonuçlarına katlanır. Edim îfâ zamanı geçtikten sonra da sunulmuş olsa alacaklı yine kabule mecburdur.

Karşılıklı Edimlerde Îfâ Sırası. Bey‘, icâre, istisna gibi iki tarafa borç yükleyen akidlerde (muâvazât) yer alan karşılıklı edimler hakkında îfâ zamanı değil îfâ sırası söz konusudur. Bu tür akidlerde taraflardan birinin borcunun îfâsı diğer tarafın borcunun sebebini teşkil eder. Dolayısıyla her iki taraf, aynı zamanda hem alacaklı hem borçlu durumundadır ve edimlerden birinin diğeri karşısında bir ayrıcalığı yoktur. Bundan dolayı sözleşme veya işin mahiyeti aksini gerektirmedikçe karşılıklı edimlerin aynı zamanda îfâ edilmesi gerekir. Meselâ sarf veya trampa (mukāyeda) akdinde olduğu gibi karşılıklı edimlerin her ikisinin konusu ferden veya nev‘an muayyen bir şey ya da para ise edimler arasında eşitlik bulunduğundan hüküm böyledir. Bu durumda taraflardan biri, kendi edimini teklif veya îfâ etmeden karşı edimin îfâ edilmesini talep etmişse diğer taraf alacağını elde etmedikçe kendi edimini îfâdan kaçınabilir ki günümüz hukukunda bu savunmaya “ödemezlik def‘i, akdin îfâ edilmediği def‘i” gibi isimler verilmektedir.

Karşılıklı edimlerden biri ferden, diğeri nev‘an muayyen bir şeyden veya paradan ibaretse aralarındaki eşitliğin sağlanması için edimlerden birine îfâda öncelik verilmesi gerekir. Taraflardan birinin önce îfâ ile yükümlü tutulması, diğer taraf için hapis hakkını gündeme getirdiğinden önemlidir. Taraflardan hangisi önce îfâ ile yükümlü tutulmuşsa o, kendi edimini îfâ etmedikçe karşı taraftan îfâ talebinde bulunamaz. Îfâ talebinde bulunduğu takdirde karşı taraf hapis hakkını kullanabilir. Önce îfâ borçlusunun bu yönde açacağı bir dava da yetersizlik sebebiyle reddedilir. Önce îfâ borçlusunun kefil göstermesi


veya rehin vermesi ona, karşı edimi talep edebilme hakkını bahşetmediği gibi yapacağı kısmî îfâ da kendisine karşı edimi isteme hakkını vermez. Çünkü onun yükümlü olduğu tam ve gereği gibi bir îfâdır. Öte yandan, birden fazla önce îfâ borçlusunun bulunması halinde borçlulardan biri kendi payına düşeni îfâ ettiğinde edimin diğer borçluların payına düşen kısmı da îfâ edilmedikçe sonra îfâ borçlusu îfâya zorlanamaz. Çünkü alacaklı açısından böyle bir îfâ kısmî bir îfâdır. Önce îfâ borçlusunun, borçlanılan evsaf ve nitelikleri taşımayan bir edim sunması da böyledir. Önce îfâsı gereken edimin alacaklısı alacağını tecil etmişse, borçluyu tamamen ibrâ etmişse veya borçlusu olduğu üçüncü bir kişiyi borçlunun üzerine havale etmişse (alacağın temliki) artık önce îfâ borçlusu, karşı edimi talep hakkına kavuşur (bk. HAPİS HAKKI).

Literatürde îfânın ispatında vasıf istishâbı üzerine bina edilmiş fıkhî kaideler esas alınmıştır. Alacaklının gereği gibi bir îfânın sunulmasına imkân vermemesi veya gereği gibi sunulan îfâyı haklı bir sebebe dayanmadan kabul etmemesi onu temerrüde düşürür. Bu durumda bir taraftan borçlunun sorumluluğunu hafifleten hükümler devreye girerken diğer taraftan ona tevdi, fesih gibi kurumlara başvurarak borçtan kurtulma imkânı tanınmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 11; İbn Mâce, “Śadaķāt”, 10, 11, 14, 15; Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Aśl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Beyrut 1410/1990, V, 6, 9, 23, 45-46, 51-52, 67, 75, 79; Şâfiî, el-Üm, Beyrut 1983,VIII, 209; Sahnûn, el-Müdevvene, III, 402; IV, 16-17, 42, 51, 96-97; Şîrâzî, el-Müheźźeb, I, 103, 301; Serahsî, el-Mebsûŧ, XII, 135-136, 139, 200; XIII, 192-195; XV, 41, 106-118, 139-141; XIX, 11, 32, 144, 159; XX, 81-82; Kâsânî, BedâǿiǾ, V, 156-158, 214-219, 233-240, 244-245, 250-251, 262-263, 292; VI, 11-19, 29, 98; VII, 171, 395; İbn Kudâme, el-Muġnî (Herrâs), IV, 56-59, 121-128, 134, 145, 327, 334-341, 360, 530, 542, 577, 581, 588, 593, 617; V, 48-49, 97, 116, 159-160, 413, 434, 443, 460-461, 475, 528, 660-661; Karâfî, el-Furûķ, Kahire 1347, III, 189-190, 253-254, 289; M. Ali el-Mekkî, Tehźîbü’l-Furûķ (Karâfî, el-Furûķ içinde), I, 170; İbnü’ş-Şât, İdrârü’ş-şürûk (Karâfî, el-Furûķ içinde), III, 253; Nevevî, el-MecmûǾ, IX, 270-271; a.mlf., Ravżatü’ŧ-ŧâlibîn, Beyrut 1985, II, 13; IV, 13, 31; İbn Cüzey, el-Ķavânînü’l-fıkĥiyye, Tunus 1982, s. 252-254, 257, 260-263; İbn Kayyİm el-Cevziyye, İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn, Beyrut, ts., II, 8-9, 29-30; Zerkeşî, el-Menŝûr fi’l-ķavâǾid (nşr. Fâik Ahmed Mahmûd), Küveyt 1402/1982, I, 102; İbn Receb, el-ĶavâǾid, Riyad, ts. (Mektebetü’r-Riyâd el-hadîse), s. 55-56; Burhâneddin İbn Ferhûn, Tebśıratü’l-ĥükkâm, Kahire 1301, I, 127; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr (Bulak), V, 131-132, 219; Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-nežâǿir, Kahire 1378/1959, s. 329, 395, 523; İbn Nüceym, el-Baĥrü’r-râǿiķ, Beyrut, ts., VI, 126; Şirbînî, Muġni’l-muĥtâc, II, 65-70, 115-119, 237; Derdîr, eş-Şerĥu’ś-śaġīr Ǿalâ Aķrebi’l-mesâlik, Birleşik Arap Emirlikleri 1989, III, 195-196, 200, 203, 280-285, 513; Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, V, 157-158; Mecelle, md. 41, 287, 293-294; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, tür.yer.; Hüseyin Ali ez-Zünnûn, en-Nažariyyetü’l-Ǿâmme li’l-fesħ fi’l-fıķhi’l-İslâmî ve’l-ķānûni’l-medenî, Kahire 1946, tür.yer.; Subhî Mahmesânî, en-Nažariyyetü’l-Ǿâmme li’l-mûcebât ve’l-Ǿuķūd, Beyrut 1948, tür.yer.; Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Fıķhü’l-İslâmî fî ŝevbihi’l-cedîd, Dımaşk 1958, I, 288-289; Abdürrezzâk Ahmed es-Senhûrî, Meśâdirü’l-ĥaķ fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Kahire 1954, tür.yer.; a.mlf., Nažariyyetü’l-Ǿaķd, Beyrut, ts., s.130-131, 464-486; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1974-82, I-II, tür.yer.; a.mlf., “Akid”, DİA, II, 251-256; a.mlf., “Ayn”, a.e., IV, 257-258; Feyzi Necmeddin Feyzioğlu, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 1976, I, tür.yer.; II, 11, 19-20, 100, 109; Abdünnâsır Tevfîk el-Attâr, Nažariyyetü’l-ecel fi’l-iltizâm fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye ve’l-ķavânîni’l-ǾArabiyye, Mısır, ts., tür.yer.; Talbe Vehbe Hattâb, Aĥkâmü’l-iltizâm beyne’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye ve’l-ķānûn, Kahire, ts., tür.yer.; Ahmed Haccî el-Kürdî, Fıķhü’l-muǾâvedât, Dımaşk 1982; Selâhattin Sulhi Tekinay v.dğr., Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 1988, s. 1037-1038, 1079; Cevdet Yavuz, Borçlar Hukuku Dersleri Özel Borç İlişkileri, İstanbul 1989, tür.yer.; a.mlf., “Dâva”, DİA, IX, 12-16; Ali el-Hafîf, el-Milkiyye fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Beyrut 1990, s. 164-179; a.mlf., eđ-Đamân fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Kahire 1971, tür.yer.; Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 1991, III, 94-98, 129, 142; Beşir Gözübenli, “Para Kavramına İslâmî Yaklaşım Üzerine Bazı Düşünceler”, Para, Faiz ve İslâm, İstanbul, 1992, s. 69-79; Bilal Aybakan, İslam Hukukunda Borçların Îfâsı, İstanbul 1998, tür.yer.; İbrahim Kâfi Dönmez, “Ĥükmü icrâǿi’l-Ǿuķūd bi-vesâǿili’l-ittiśâli’l-ĥadîşe fi’l-fıķhi’l-İslâmî muvâzenen bi’l-fıķhi’l-vażǾî”, Mecelletü mecmaǾi’l-fıķhi’l-İslâmî, II/6, Cidde 1990, s. 966-1050; a.mlf., “Cehâlet”, DİA, VII, 219-222; “Garar”, a.e., XIII, 366-371; Ali Bardakoğlu, “Bey‘”, a.e., VI, 13-19; a.mlf., “Cins”, a.e., VIII, 20-21; a.mlf., “Edâ”, a.e., X, 389-392; a.mlf., “Fesih”, a.e., XII, 427-436; Mehmet Âkif Aydın, “Borç”, a.e., VI, 285-291; a.mlf., “Deyn”, a.e., IX, 266-268; Hamza Aktan, “Damân”, a.e., VIII, 450-453; Yunus Apaydın, “Fesâd”, a.e., XII, 417-421.

Bilal Aybakan