İFRİT

(العفريت)

Cinlerin reisi veya en güçlü, zeki, kurnaz ve zararlı olanı.

İfrît kelimesinin menşei hakkında farklı görüşler olmakla beraber ağırlıklı görüşe göre “bir kimseyi yere serme, toza toprağa bulama; çok istenen bir nesnenin zihinde hayal edilip göze bu şekilde gözükmesi” anlamlarına gelen Arapça ‘afr kökünden türetilmiş olup, “kurnaz, şerir, çetin, yaratılışı güçlü, kızgın ve öfkeli kimse” mânasındadır. İfrit, bu anlamları dolayısıyla cin ve şeytanlar için olduğu gibi mecazi anlamda kötülük ve şeytanlıkta aşırı giden insanlar için de kullanılır. İbn Kuteybe, Zemahşerî, Râgıb el-İsfahânî ve İbnü’l-Esîr gibi müellifler kelimenin taşıdığı “habîs, çetin, güçlü kuvvetli” anlamlarına dikkat çekerek bunun hem şeytanı hem de bu karaktere sahip insan ve hayvanları ifade edebileceğini belirtmektedirler. Nitekim Zürrumme bir şiirinde yaban öküzünü tasvir ederken, “O, gecenin karanlığında ifritin izinde parlayan yıldız gibidir” diyerek ifrit kelimesini cin için kullanır. Kisâî de Mesleme b. Abdülmelik’i överken onu ifrite benzetip, “Onların şeytanı olan ifrit, sizin için bir mülkün ve bir yerleşim yerinin olmadığını söylemiştir” der (Kurtubî, XIII, 203). İfrite bazan nifrît ile beraber ikileme biçiminde de rastlanır. Bir hadiste, “Allah, malı ve ehli konusunda belâ ve musibete uğramayan ifrit nifrit kişiye buğzeder” şeklinde geçmektedir (İbnü’l-Esîr, “Ǿafr” md.; Lisânü’l-ǾArab, “Ǿafr” md.).

Ahd-i Atîk’te Hz. Süleyman ve Sebe melikesinden söz edilmesine, Süleyman’ın şöhretini duyan melikenin ona büyük bir alayla ve çeşitli hediyelerle geldiği, Süleyman’ın yanında çok sayıda ordunun


bulunduğu bildirilmesine rağmen (I. Krallar 10/1-4; II. Tarihler, 9/1-12) cinlerden ve ifritten bahsedilmemektedir. Eski Mısırlılar, kötü bir ölümle ölen kimsenin ifrite dönüştüğüne ve onun ruhunun sık sık öldüğü yeri ziyaret ettiğine inanırlardı. Câhiliye Arapları ise gözle görülmeyen varlıkları “hin” ve “cin” olarak iki gruba ayırırlardı; cinlerin insanlarla beraber oturanına “âmir”, çocuklara musallat olanına “ruh”, bunların zalim, bozguncu ve azgınlarına “şeytan”, kötülükte daha aşırı gidenlerine “mârid” (es-Sâffât 37/7) ve en güçlü, en kötü olanlarına da “ifrit” adını verirlerdi (Câhiz, I, 291; Cevâd Ali, VI, 709). Buna göre ifrit “kötülük ve şeytanlıkta çok aşırı gitmiş, tuttuğunu koparan; kuvvetli, becerikli, ele avuca sığmaz bir hilekâr” demektir. İfritin asıl adının İbn Abbas’a göre Sahr, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî’ye göre Zekvân, Şuayb el-Cübbâî ve Nehhâs’a göre Kûzen olduğu rivayet edilirse de ifrit kelimesi özel isim olmayıp bir varlık türünün belirtilen niteliklere sahip olanlarını ifade ettiği için Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığı gibi çoğunlukla “cinden”, “insandan” vb. açıklamalarla kullanılmaktadır. Bununla birlikte cin kavramındaki belirsizlik sebebiyle ifritin mahiyetini tam olarak tesbit etmek zordur. Bir taraftan gūl ve sil‘ât gibi ifritin de cinlerin bir türü olduğu belirtilirken (EI² [Fr.], II, 560) diğer taraftan Kur’an’daki ifritin cinlerden bir taifenin özel adı olmayıp Neml sûresinin 39. âyetinin baş tarafında da ima edildiği üzere “âsi, mağrur” anlamına geldiği ileri sürülmektedir (a.g.e., III, 1076).

Kur’ân-ı Kerîm’de ifrit kelimesi bir defa geçmektedir (en-Neml 27/39). Burada Hz. Süleyman’ın emrinde insan, kuş ve cinlerden orduların bulunduğu bildirilmekte, Belkıs’tan haberdar olan Süleyman’ın Belkıs’ın tahtını kısa zamanda kimin getirebileceğini sorması üzerine “cinlerden bir ifrit”in, “Sen daha yerinden kalkmadan onu sana getirebilirim” dediği haber verilmektedir. Aynı yerde ifrit, kendini Süleyman’a tanıtırken güçlü ve güvenilir olduğunu belirtmiştir. Kur’an’ın cinler arasında yer aldığını bildirdiği ifrit, Taberî’ye göre cinlerin reisi veya onların en güçlüsü, Mücâhid ve Katâde’ye göre en azgını, Ma‘mer’e göre en zeki ve kurnazıdır (Taberî, XIX, 161-162; Fahreddin er-Râzî, XXIV, 197).

“Cinlerden bir ifrit” ifadesi bazı hadislerde de geçmektedir. Ebû Hüreyre’den gelen bir rivayette cinlerden bir ifritin namazını ifsat etmek için Hz. Peygamber’e musallat olduğu, Resûlullah’ın onu yakalayarak mescidin direklerinden birine bağlamak istediği, fakat Hz. Süleyman’ın bir duasını hatırlayınca ifriti köpek kovar gibi kovduğu bildirilmektedir (Müsned, II, 298; Buhârî, “Śalât”, 75, “Enbiyâǿ”, 40, “Tefsîr”, 38/2; Müslim, “Mesâcid”, 39). Bu hadisin farklı bir rivayetinde ifritin kedi sûretinde Hz. Peygamber’in karşısına çıkıp yüzüne bir ateş parçasıyla çarpmaya kalkıştığı ifade edilmiştir. Hz. Âişe’ye atfedilen rivayete göre Resûl-i Ekrem onu yakalayıp yere yatırarak hırpalamıştır. Yahyâ b. Saîd’den nakledilen bir rivayette Resûlullah’ın İsrâ gecesi cinlerden bir ifriti gördüğü kaydedilmektedir (el-Muvaŧŧaǿ, “ŞiǾr”, 10).

Bazı İslâmî kaynaklarda anlatıldığına göre cinlerden olan ifrit diğer cinlerdeki özellikleri taşıyan, onlar gibi irade sahibi, erkeği-dişisi bulunan, çeşitli şekillere girebilen bir varlıktır. Câhiliye dönemine ait bir kısım telakkilerin aksine Kur’an’da cinlerin güçlerinin sınırlı olduğuna işaret etmek için “kitaptan ilmi olan kişinin” (en-Neml 27/40) Belkıs’ın tahtını ifritten daha çabuk getireceği vurgulanmıştır.

Halk edebiyatında ifrit dumandan yaratılmış dev gibi bir cin olarak tasvir edilir ve bu özelliği sebebiyle onun sıkıştırılmış olarak bir şişe içerisine konulup hapsedilebileceğine inanılır. Kur’an’da yer alan, cinlerin “hâlis ateşten” yaratıldığı bilgisiyle (er-Rahmân 55/15) halk edebiyatındaki ifritin dumandan yaratıldığı inancı arasında bir ilgi kurulabilir. İfritin kanatlı bir mahlûk olduğu, büyük bir güce sahip bulunmasına rağmen bazı büyü vasıtalarıyla emir altına alınabildiği yine halk edebiyatında rastlanılan telakkilerdir. Halk kültüründe ifritin şekli, gücü ve yaptığı işler çerçevesinde oluşan inançlar İslâmî kaynaklardan çok İslâm öncesi din, kültür ve medeniyetlere dayanmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Cevherî, eś-Śıĥâĥ, “Ǿafr” md.; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Ǿafr” md.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “Ǿafr” md.; Lisânü’l-ǾArab, “Ǿafr” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “Ǿafr” md.; Kāmus Tercümesi, II, 584; Ahmed Rızâ, MuǾcemü metni’l-luġa, Beyrut 1379/1960, “Ǿafr” md.; el-Muvaŧŧaǿ, “ŞiǾr” 10; Müsned, II, 298; Buhârî, “Śalât”, 75, “Enbiyâǿ”, 40, “Tefsîr”, 38/2; Müslim, “Mesâcid”, 39; Abdullah b. Yahyâ el-Yezîdî, Ġarîbü’l-Ķurǿân ve tefsîruh (nşr. Muhammed Selîm el-Hâc), Beyrut 1405/1985, s. 287; Câhiz, Kitâbü’l-Ĥayevân, I, 291; İbn Kuteybe, Tefsîru ġarîbi’l-Ķurǿân (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Beyrut 1398/1978, s. 324; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, Beyrut 1984, XIX, 161-162; Mes‘ûdî, Mürûcü’ź-źeheb, II, 222; Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), III, 143; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XXIV, 187-189; Kurtubî, el-CâmiǾ, XIII, 203; Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl, İstanbul 1984, IV, 523; Bedreddin eş-Şiblî, Âkâmü’l-mercân fî aĥkâmi’l-cân, Beyrut 1408/1988, s. 20-21; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿân, VI, 202; Demîrî, Ĥayâtü’l-ĥayevân, II, 32; Tecrid Tercemesi, II, 402-406; Süyûtî, ed-Dürrü’l-menŝûr fi’t-tefsîr bi’l-meǿŝûr, Beyrut 1403/1983, VI, 359-360; Âlûsî, Rûĥu’l-meǾânî, XIX, 203; Elmalılı, Hak Dini, V, 3678; Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, İstanbul 1969, X, 4013; Cevâd Ali, el-Mufaśśal, VI, 709; J. R. Strayer, Dictionary of the Middle Ages, New York 1989, VII, 112; D. B. Macdonald - [H. Massé], “Ғјinn”, EI² (Fr.), II, 560; J. Chelhod, “ǾIfrīt”, a.e., III, 1076-1077; “Cin”, TA, XI, 10.

Ali Erbaş