İN‘İKAD

(الانعقاد)

Akdin kuruluşunu ve hukukî varlık kazanmasını ifade eden İslâm hukuku terimi.

Sözlükte “bir şeyin kenarlarını bir araya toplamak, ipin iki ucunu birbirine sıkıca düğümlemek; taahhüt altına girmek” anlamlarındaki akdden türeyen in‘ikād, bu işlemler sonrasında ortaya çıkan durumu ve sağlamlaşmayı ifade eder. İslâm hukuk literatüründe icmâın gerçekleştiği, namaz ve hac gibi ibadetlerin sahih şekilde yerine getirildiği belirtilirken kullanılan in‘ikad kelimesi sözlük anlamını korursa da borçlar hukukunda in‘ikad genelde hukukî işlemlerin, özelde akidlerin hukuk düzenince var sayılacak ölçüde kuruluşunu, yani akdin hukukî varlık kazanmasını ifade eder. Hanefî hukukçuları in‘ikadı, “akid yapan taraflardan birinin sözünün diğeriyle hukukî sonuç doğuracak biçimde irtibatı, taalluku ya da bitişmesi” şeklinde tanımlarlar (Sadrüşşerîa, II, 123; Bâbertî, V, 456; İbnü’l-Hümâm, III, 102; Mecelle, md. 104). Literatürde akid kavramının kapsamında tedrîcî bir daralmanın olduğu ve önceleri tek taraflı hukukî işlemler de akid olarak adlandırılırken ileri dönemlerde akidle daha ziyade satım, kira gibi iki taraflı hukukî işlemlerin kastedilmeye başlandığı görülür. Bu süreç içinde ortaya çıkan akid tarifleri, özellikle akdin hukukî varlığını sağlayan rükünlerin ön planda tutulmasının tabii bir sonucu olarak in‘ikadın tanımıyla büyük çapta örtüşür.

Hanefîler, icap ve kabulün in‘ikad ve mülkiyetin zevali şeklinde iki hükmünün bulunduğu görüşündedir. Bunlardan in‘ikad icap ve kabulle eş zamanlı iken diğeri böyle olmayabilir. Meselâ muhayyerlik müddeti içerisindeki akidde ve kabzdan önce hibede mülkiyetin zevalinden bağımsız olarak in‘ikadın varlığı düşünülebilir. Çünkü bu durumlarda akid in‘ikad etmiştir, fakat henüz akdin konusu bundan etkilenmemiştir. Burada in‘ikadın anlamı, icap ve kabulün hitap ve cevap yöntemiyle birbiriyle buluşması ve bunun şart gerçekleşince bir mülkiyet sebebi olarak varlık kazanmasıdır. Bu aynı zamanda Hanefîler’in in‘ikadla akdin hükmünü birbirinden ayrı düşündüğü anlamına gelir. Böyle olduğu için de onlar in‘ikadda özellikle hitap ve cevap ehliyetine itibar eder, yani icap ve kabulün ehlinden sâdır olup içerdikleri hükmü kabule uygun bir konuya (mahal) yöneldiğinde in‘ikadı gerçekleşmiş sayarlar (Mecelle, md. 361). Mülkiyetin zevali ise mahal üzerindeki hukukî yetki (velâyet) üzerine bina edilir. Şâfiîler, in‘ikadın akdin hükmünü meydana getirmekten başka bir anlamı olmadığı, icap ve kabulün hukuk düzeninin öngördüğü şekilde sâdır olmasının akid konusu üzerindeki mülkiyetin zevali için de bir sebep teşkil ettiği görüşündedir. Ancak Şâfiî hukukçuları hibe ve rehin akidlerini, bunların ilk meşrû kılınışlarında diğer akidlerden şekil bakımından farklı oluşlarını ileri sürerek bu anlayışın dışında tutmuşlardır. Hanefîler’le Şâfiîler arasında, fuzûlînin ve mümeyyiz çocuğun satımı konusundaki görüş ayrılığının temelinde in‘ikad anlayışındaki bu farklılık yatmaktadır.

İslâm hukukunda bir akdin in‘ikad etmiş sayılabilmesi için bazı unsur ve şartları taşıması öngörülmüştür. Bütün akidlerde ortak olan şartlar yanında her bir akde mahsus özel şartlar da bulunmaktadır. Bir akidden bahsedilmesi için her şeyden önce karşılıklı iki irade beyanının, bu beyanları yapacak iki tarafın ve hakkında beyan yapılacak olan bir konunun bulunması zorunludur. Klasik İslâm hukuku terminolojisinde bunlar akdin temel unsurları (erkânü’l-akd) olarak adlandırılır. Akdin in‘ikad etmiş sayılabilmesi için bu temel unsurların ayrıca birtakım şartları taşıması gerekir. Ancak İslâm hukuk ekolleri arasında bu şartların akdin in‘ikadına etkisinin boyutları tartışmalıdır. Hukukçuların çoğunluğu prensip itibariyle akdi in‘ikad, sıhhat ve işlerlik kazanması (nefâz) açısından bir bütün kabul ettikleri için, akdin hüküm ve sonuçlarını doğurabilecek son şekle gelmesini temin edecek bütün şartları aynı önem derecesinde tutma eğilimi gösterirler. Hanefî hukukçuları ise akdin kurulup sonuçlarını meydana getirmesini birbirinden farklı üç merhalede ele almışlar ve her bir merhale için farklı önem derecesinde şartlar ileri sürmüşlerdir. Bu bakımdan Hanefîler’in sıhhat veya nefâz şartı olarak ileri sürdükleri bazı hususlar, diğer hukukçular tarafından in‘ikad şartı olarak görülebilmektedir.

Akdin in‘ikad edebilmesi için tarafların beyan ettiği akid kurma iradelerinin birbirine uygun olması ve beyanın akid meclisinde yapılması gerekir. Tarafların akdi yapma ehliyetlerinin bulunması da yine akdin in‘ikad şartı olmakla birlikte bu ehliyetin alt sınırı fakihler arasında tartışmalıdır. Meselâ Hanefîler’e göre ehliyet oluşumunun alt sınırı akıl ve temyizdir. Buna göre mümeyyiz çocuğun asıl sıfatıyla yaptığı kâr ve zarar ihtimali bulunan akidler in‘ikad etmiş (mün‘akid) sayılmakta, ancak işlerlik kazanabilmesi için velisinin onayına gerek görülmektedir. Mümeyyiz çocuğun temsil yetkisiyle başkası adına yaptığı akidler ise hem mün‘akid hem de işlerlik kazanmış sayılmaktadır. Mâlikîler’in yaklaşımı da buna yakındır. Şâfiî ekolünde ehliyet şartı mükellefiyetle bağlantılıdır. Kişi bulûğa erdiğinde mükellef olacağından mümeyyiz küçüğün yaptığı akidler de mün‘akid olmayıp bâtıldır. Hanbelî hukukçularının görüşü de büyük ölçüde Şâfiîler’in görüşüne benzemekle birlikte mükellef olmanın yanında


reşid olmanın da şart görüldüğü izlenimini vermektedir. Hanbelî ekolünde mümeyyiz çocuğun tasarrufları velinin önceden buna izin vermiş olması şartına bağlanmıştır. Akdin konusuna ilişkin olarak aranan in‘ikad şartları arasında ilk sırayı akid konusunun mevcut olması şartı teşkil eder. Bununla da akid yapan tarafları aşırı ya da beklenmedik zarar ve risklere karşı koruma hedeflenmiştir. Akdin konusunun teamüle uygun olması, yani hem yararlanılabilir hem de hukuk düzeninin bu yararlanmayı câiz görüyor olması da in‘ikad şartları arasında yer alır.

Hanefîler fesad butlân ayırımı yaptığı, in‘ikadı butlânın karşıtı olarak görüp in‘ikad etmiş akdi de sahih, fâsid, nâfiz ve mevkuf gibi bölümlere ayırdığı için onların sistemine göre akdin in‘ikad etmiş olması her zaman doğrudan onun bütün sonuçlarını meydana getireceği anlamına gelmez. Hanefî doktrininde akid, mün‘akid olmakla birlikte eğer sıhhat şartlarından birini taşımıyorsa fâsid olur ve ancak kabz ile hüküm ve sonuçlarını doğurabilir. Şâfiî hukukçuları ise akdin kurulup sonuç doğurmasını bir bütün olarak ele alıp fesad-butlân ayırımı yapmadıkları için Şâfiî literatüründe in‘ikad ve sıhhat arasında bir fark gözetilmemiş, bu iki terim çok defa birbirinin eş anlamlısı olarak kullanılmıştır (bk. BUTLÂN; FESAD).

BİBLİYOGRAFYA:

et-TaǾrîfât, “Ǿaķd” md.; Pezdevî, Kenzü’l-vüśûl, IV, 1351; Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372, II, 346-350; Kâsânî, BedâǿiǾ, V, 135-140; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, İstanbul 1985, II, 4, 141-144; İbn Kudâme, el-MuķniǾ, Beyrut 1399/1979, s. 97-98; Şehâbeddin ez-Zencânî, Taħrîcü’l-fürûǾ Ǿale’l-uśûl (nşr. M. Edîb Sâlih), Beyrut 1402/1982, s. 186-188, 246; Nevevî, el-MecmûǾ, IX, 149-175; Karâfî, el-Furûķ, Kahire 1347, I, 161-169; Sadrüşşerîa, et-Tavżîĥ fî ĥalli ġavâmiżi’t-Tenķīĥ (Teftâzânî, et-Telvîĥ içinde), Kahire 1377/1957, II, 123; Bâbertî, el-Ǿİnâye (İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr içinde), V, 456; İbnü’l-Lahhâm, el-ĶavâǾid ve’l-fevâǿidü’l-uśûliyye, Beyrut 1403/1983, s. 15-30; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr (Kahire), III, 102; Haccâvî, el-İķnâǾ, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma’rife), II, 57-59; Mecelle, md. 102-104, 106-107, 361; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, II, 212-217; Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Fıķhü’l-İslâmî fî ŝevbihi’l-cedîd, Dımaşk 1387/1967-68, I, 312-351; II, 708; M. Ebû Zehre, el-Milkiyye ve nažariyyetü’l-Ǿaķd, Kahire 1977, s. 199-205, 227-240, 284-303; “İnǾiķād”, Mv.F, VII, 14-16.

H. Yunus Apaydın