İNŞÂ

(الإنشاء)

Resmî yazışmaları belirten edebî tür, dil bilimi ve fıkıhta haber karşıtı olarak kullanılan bir ifade kategorisi.

Sözlükte önceleri “ortaya çıkarmak, icat ve ihdas etmek, yaratmak” mânalarına gelen inşâ daha sonra “kurmak, üretmek ve yazmak” gibi anlamlarda da kullanılmış, bu ikinci kullanımdan hareketle “yazmak, yazma sanatı ve kompozisyon” gibi anlamlar kazanarak zaman içerisinde resmî ve özel yazışmaların belirli bir usule göre yapılmasının inceliklerini ve mektup yazma sanatını ifade eden bir terim haline gelmiştir. Bu sanatı konu edinen disipline ilmü’l-inşâ, bu ilmin kurallarına uygun olarak hazırlanmış metinlere münşeat adı verilmiş, resmî yazışmalar ve mektuplardan örnek alınmaya değer görülenler çeşitli mecmualarda derlenerek nakledilmiştir. Bu dar anlamı yanında edebiyatta belli kurallara, belâgat ve fesahat ölçülerine göre söylenmiş veya yazılmış edebî güzellik taşıyan her çeşit söz veya düz yazı da (nesir) inşâ


terimiyle ifade edilir. Bu tür yazıya “sanatlı nesir” (nesr fennî), “güzel nesir” (nesr cemîl) ve “sanatlı yazı” (kitâbe fenniyye) adları da verilmiştir. İnşâ kelimesi ayrıca dil bilimi ve dil felsefesinde, dilin temel iki kategorisinden (inşâ-haber) ve dil üzerindeki araştırmaların kendisine dayandığı aslî kavramlardan biri olarak özellikle meânî ilminin temel konularından birini teşkil etmiştir. Bunların yanında inşâ, fıkıhta “sözle gerçekleştirilen fiiller” anlamında dikkate alınarak bir taraftan naslarda söylenmeleriyle bir fiilin gerçekleştirildiği ve gerçekleşen fiilin teklifî bir unsur da içerdiği kipler (emir ve nehiy gibi), diğer taraftan söylenmeleriyle bir fiilin gerçekleştirildiği ifadeler (inşâî ifadeler) şeklinde ele alınmıştır.

İnşâ konusunda Arapça, Farsça ve Türkçe çok sayıda eser telif edildiği gibi özellikle dil bilimi terimi olarak inşâda bu dillerin bazı özellikleri dikkate alınmıştır. İnşâ eserleri resmî yazışmalarla doğrudan alâkalı olarak ortaya çıktığı için yazıldığı diller de ilgili olduğu devletin resmî yazışmalarında kullandığı dile bağlı olarak gelişmiştir. Önce Arap edebiyatının bir parçası şeklinde ve Arapça, daha sonra Farsça ve özellikle Osmanlı döneminde geniş bir Türkçe inşâ literatürü oluşmuştur. Bu literatürde bazı ortak hususlar, bilhassa Hz. Peygamber’in mektuplarında bulunan ve İslâmî görüşü yansıtan unsurlar muhafaza edilmekle birlikte hem üslûp açısından hem çeşitli makamlar ve bunlara hitap şekillerinde devletlerin durumu ve kurumsal yapısına bağlı olarak önemli farklılıklar ortaya çıkmıştır.

1. Edebî Tür Olarak İnşâ. a) Arap Edebiyatı. Arap edebiyatında inşâ kelimesinin edebî bir türü ifade eden terim olarak ne zaman kullanılmaya başlandığı bilinmemektedir. Kudâme b. Ca‘fer, 288 (901) yılı civarında kaleme aldığı Kitâbü’l-Ħarâc ve śınâǾati’l-kitâbe adlı eserinin çeşitli yerlerinde bu kelimeyi bir terim olarak “inşâü’l-kitâb” (belirli bir usule göre mektup yazımı), “kitâb münşe” (kuralına uygun yazılmış mektup) ve “meclisü’l-inşâ” (dîvân-ı inşâ) şeklinde kullanmış, kelime daha sonra sekreterlik görevinde bulunan kişinin yaptığı işten başka “az veya çok düzenli mektup yazan bir kimsenin yaptığı iş” şeklinde geniş bir anlam da kazanmıştır.

İnşâ ile ilgili yazılar, İslâm devletlerinin bürokratik bir yapı kazanması ile birlikte görülmeye başlanan ve muhtelif devletlerde değişik isimler verilen divan kâtipliği (dîvân-ı inşâ, meclisü’l-inşâ) makamının işlerinin yürütülmesinde duyulan ihtiyacı karşılamak üzere ortaya çıktığı için, bu konuda telif edilen eserler sırf yazı ve mektup yazma sanatıyla alâkalı konuları değil devletin kurumsal yapısı içerisinde bulunan makamları ve bu makamlar arasındaki hitap şekillerinin bilgisini de içermektedir (Vesely, s. 188-189). Bundan dolayı yazıldıkları dönemdeki devletlerin yapısı hakkında da bilgi veren tarihî kaynak mahiyetindeki bu eserler, müelliflerinin kabiliyetlerinin yanı sıra hem telif edildikleri dönemdeki devletin yapısına bağlı olarak hem de devletin konumuna göre farklı muhteva ve özellikler taşımaktadır.

Arap edebiyatında bir tür olarak inşâ ile ilgili eserler ana hatları ile iki grupta toplanabilir. Bunlardan birincisi, divan kâtipleri için resmî ve özel yazışmalarda ve mektuplarda örnek alınmak üzere derlenmiş yazı ve mektuplardan oluşan münşeat mecmuaları, ikincisi, daha çok divan kâtiplerinin görevlerini yaparken üslûp ve konu açısından kendilerine yardımcı olmak amacıyla telif edilmiş eserlerdir.

İnşânın ilk örnekleri, divan kâtipliği müessesesi ortaya çıkmadan çok önce resmî bir özellik taşıyan Hz. Peygamber’in mektuplarında bulunmaktadır. Daha sonra hemen bütün resmî mektuplarda kullanılan ve “tesniye” diye adlandırılan “besmele” ve “hamdele” ile “ba‘diye”, aynı zamanda bir edebî tarz şeklinde mektubun temel unsurları olarak benimsenmiş ve bunlara inşâ eserlerinde yeni unsurlar eklenmiştir.

Esas itibariyle inşâ, resmî yazışmaların nasıl yapılacağını konu edindiği için doğrudan doğruya devlet kurumları içerisinde bu görevi üstlenen bir makamın oluşturulmasıyla birlikte bu makamın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak gelişmiştir. Bir devlet kurumu şeklinde divan kâtipliği Muâviye tarafından Dîvânü’r-resâil adı altında kurumlaştırılmış ve bunun hemen ardından devletin muhtelif makamları arasındaki yazışmaların nasıl yapılacağını gösteren eserler yazılmaya başlamıştır. Önce devlet merkezinde başlayan resmî yazışmalar için edebî kabiliyeti olan ve devlet içerisindeki makamların hiyerarşik düzenini bilen kâtiplerin istihdamı zamanla eyalet valileri tarafından da benimsenerek kâtiplik önemli bir meslek haline gelmiştir. Bu meslek grubunun ihtiyaçlarını gidermek ve muhtemelen bunlar arasında bir standart oluşturmak amacıyla önceleri kâtipliğin nasıl yapılacağını gösteren bir tür tamim şeklinde yazılar ortaya çıkmıştır. Bu yazılardan günümüze ulaşanlarının en eskisi, Emevî Halifesi II. Mervân’ın kâtibi Abdülhamîd el-Kâtib’in (ö. 132/750) “Risâle ile’l-küttâb”ıdır. İnşâ türü eserlerin kaleme alındığı dönemde, Hz. Peygamber devrinden beri oluşmaya başlayan resmî yazı geleneği yanında üslûp olarak Kur’an’dan ve kısmen Bizans ve önemli ölçüde de Fars mektup yazma geleneğinden istifade edilmiştir. Ancak zaman içerisinde inşâ, faydalandığı yabancı unsurları aşarak kendi başına bir edebî tür olarak gelişmiştir. Abdülhamîd el-Kâtib’in yanında eserleri günümüze kadar gelen önemli kâtiplerden biri de Abdullah b. Mukaffâ‘dır (ö. 139/756). Bunların eserleri hem o dönemde yaşayan kâtiplere örnek teşkil etmiş, hem de daha sonra gelişecek olan inşâ türüne bir hareket noktası oluşturmuştur. Bu eserlerde dikkat çeken hususlardan biri, daha önce Resûl-i Ekrem’in mektuplarında bulunan “tesniye”nin yanında secînin ve sanat unsurlarının da kullanılmaya başlanmasıdır.

Abbâsîler’in ilk iki asrında telif edilen inşâ eserleri (münşeat mecmuaları) hakkında fazla bilgi yoktur; bu dönemden günümüze ulaşan eserler daha çok “edebü’l-kâtib” türündendir. Ancak IV. (X.) yüzyıldan itibaren inşâ edebiyatında büyük bir gelişme gözlenmektedir. Abbâsî Devleti’ndeki bürokratik düzenin belirli bir yapı kazanması ve genişlemesi, yazışmaları gereği gibi yapacak kâtiplere olan ihtiyacı arttırmış, buna paralel olarak kâtipler için yazılan kılavuz mahiyetindeki çalışmalar da çoğalmıştır. Bu dönemde inşâ edebiyatının önde gelen müellifleri, özellikle Büveyhîler’in hizmetindeki Dîvânü’r-resâil kâtipleri arasından çıkmıştır. Büveyhî sultanlarının hizmetinde divan kâtipliği yapan Ebû İshak es-Sâbî’den “münşeat” ve “resâil” başlıklı üç ayrı mecmua günümüze ulaşmıştır. Eyalet memurları ve makamlarına yönelik olarak kaleme alınan bu mecmualar rica, uyarı ve tekdir konularında derlenmiş risâleleri ihtiva etmektedir (Bürgel, s. 112-119). Rüknüddevle’nin veziri Ebü’l-Fazl İbnü’l-Amîd’in muhtelif risâlelerinden bölümler bazı eserlerde nakledilmiş, bir kısım parçalar da ayrıca günümüze kadar gelmiştir. Aynı dönemde yaşayan diğer bir inşâ müellifi de Sâhib b. Abbâd’dır. Uzun süre kâtip olarak hizmet ettikten sonra Müeyyedüddevle’ye vezir olan İbn Abbâd’ın Resâǿil’ini Abdülvehhâb Azzâm ve


Şevkī Dayf neşretmiştir (Kahire 1947). Bu devirde yaşayan ve mektupları çeşitli eserler veya mecmualar içinde günümüze ulaşan kâtip ve münşîlerin en önemlileri Ebû Bekir Muhammed b. Abbas el-Hârizmî, Ebü’l-Hüseyin Muhammed b. Hüseyin el-Ahvâzî, Abdülazîz b. Yûsuf eş-Şîrâzî, mektupları Ahmed b. Muhammed el-Meydânî tarafından Münyetü’r-Râđî li-resâǿili’l-Ķāđî adı altında kitap haline getirilen Ebû Ahmed Mansûr b. Muhammed el-Ezdî el-Herevî’dir.

XI ve XII. yüzyıllarda Arapça yanında Farsça’yı da resmî yazışmalarında kullanan devletlerin ortaya çıkmasıyla Arapça ve Farsça resmî mektupların derlendiği mecmualar oluşmaya başlamıştır. Bunlardan Cürcân Emîri Kābûs b. Veşmgîr’in mektupları Abdurrahman b. Ali el-Yezdâdî tarafından Kemâlü’l-belâġa adıyla derlenmiş, Nu‘mân el-A‘zamî ve Muhibbüddin el-Hatîb tarafından neşredilmiştir (Kahire 1341). Arapça ve Farsça mektup yazan müelliflerden biri de Hârizmşahlar sarayında uzun süre inşâ görevinde bulunan Reşîdüddin Vatvât olup Arapça mektupları MecmûǾatü Resâǿili Reşîdiddîn el-Vaŧvâŧ (Kahire 1315), Farsça mektupları da Nâmehâ-yi Reşîdüddîn Vaŧvâŧ (nşr. Kāsım Toyserkânî, Tahran 1338 hş.) adıyla yayımlanmıştır.

Fâtımîler ve Eyyûbîler döneminden oldukça zengin münşeat mecmuaları günümüze ulaşmıştır. Bunların müellifleri arasında yazdığı mektupları Yâkūt el-Hamevî’nin dört, İbn Saîd’in yirmi cilt olarak zikrettiği, ayrıca bazı edebî risâleleri içeren el-Efđaliyyât’ın da (nşr. Velîd el-Kassâb - Abdülazîz el-Mânî, Dımaşk 1982) yazarı olan Ebü’l-Kāsım İbnü’s-Sayrafî ve Kādî el-Fâzıl en önemlilerindendir. Kādî el-Fâzıl’ın mektuplarını, daha sonra halefi Muhyiddin İbn Abdüzzâhir ed-Dürrü’n-nažîm min teressüli ǾAbdirraĥîm başlığı altında derlemiştir (nşr. Ahmed el-Bedevî, Kahire 1959). Bunların ardından divan kâtipliği yapmış pek çok müellifin kaleminden çıkmış olan mektuplar, mecmualar halinde derlenerek nakledilmiş ve bir kısmı neşredilip ilmî açıdan incelenmiştir (Vesely, s. 193-194; ayrıca bk. bibl.).

İnşâ literatürünün önemli bir türü de kâtiplerin uymaları gereken kurallara (edebü’l-kâtib) dair eserlerdir. Bir divan kâtibinin, dili iyi bilmesinin yanında iyi bir fıkıh eğitimi almak zorunda olduğu gibi çeşitli makamların hiyerarşik yerini de bilmesi gerekmekteydi. Edebü’l-kâtible ilgili eserler ya bu konulardan bir kısmını yahut bir kâtibin vazifesini gereği gibi yapabilmesi için, yazı ve yazı malzemesine dair ayrıntılardan teknik ve ahlâkî özelliklere kadar bütün konuları ihtiva etmektedir (bk. Gully, XXIII [1996], s. 147-166).

İnşâ tekniğine dair zengin literatür, II. Mervân’ın kâtibi Abdülhamîd el-Kâtib’in devlet kademelerinde görev alan kâtiplere tavsiyelerini içeren uzun mektubu ile (“Risâle ile’l-küttâb”; Cehşiyârî, s. 73-79) başlamış, Ebû Mûsâ Abdullah b. Abdülazîz el-Bağdâdî’nin Kitâbü’l-Küttâb ve śıfâtü’d-devât ve’l-ķalem ve taśrîfihâ ile (nşr. Dominique Sourdel, BEO, XIV, 129-153) 264’te (878) vezir olan Ebü’l-Yüsr İbrâhim b. Muhammed el-Müdebbir’in kâtiplerin el kitabı mahiyetindeki er-Risâletü’l-Ǿazrâ fî mevâzîni’l-belâġa adlı risâleleriyle devam etmiş, İbn Kuteybe’nin Edebü’l-kâtib’i ile müstakil ve mükemmel eser olarak ilk örneğini vermiştir. Daha sonra Edebü’l-kâtib, Edebü’l-küttâb veya ŚınâǾatü’l-küttâb adlarıyla birçok eser kaleme alınmıştır. Ebû Bekir es-Sûlî, İbn Düreyd, İbnü’l-Enbârî, Ebû Ca‘fer en-Nehhâs, Muhammed b. Hasan el-Lugavî ve Selâhaddin es-Safedî bu adlarla eser veren başlıca yazarlardır. Ancak adları farklı da olsa başlıklarında “kitâbe, sınâa, teressül, kâtib, küttâb, inşâ” kelimeleri bulunan eserlerin çoğu bu türe girer. Bunların başlıcaları şunlardır: Kudâme b. Ca‘fer, Kitâbü’l-Ħarâc ve śınâǾati’l-Kitâbe; İbn Dürüsteveyh, Kitâbü’l-Küttâb; Küşâcim, Kenzü’l-küttâb; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn: el-Kitâbe ve’ş-şiǾr; İbnü’l-Hâcib en-Nu‘mân, Zaħîretü’l-küttâb; (Ali) İbn Halef, Mevâddü’l-beyân; İbnü’s-Sayrafî, Ķānûnü dîvâni’r-resâǿil; İbn Memmâtî, Ķavânînü’d-devâvîn; İbn Şîs el-İsnâî, MeǾâlimü’l-kitâbe; İbn Ebü’l-İsba‘, el-Elfiyye (manzum); Mahmûd el-Halebî, Ĥüsnü’t-tevessül ilâ śınâǾati’t-teressül; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Meŝelü’s-sâǿir fî edebi’l-kâtib ve’ş-şâǾir, el-CâmiǾu’l-kebîr fî śınâǾati’l-manžûm mine’l-kelâm ve’l-menŝûr, el-Veşyü’l-merķūm fî ĥalli’l-manžûm, el-Miftâĥu’l-münşâǿ fî ĥadîķati’l-inşâǿ; İbn Fazlullah el-Ömerî, et-TaǾrîf bi’l-muśŧalaĥi’ş-şerîf; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ fî śınâǾati’l-inşâǿ; Şa‘bân el-Âsârî, el-Elfiyye (manzum); Mer‘î b. Yûsuf, BedîǾu’l-inşâǿ ve’ś-śıfât fi’l-mükâtebât ve’l-mürâselât; Şertûnî, Nehcü’l-mürâsele.

İnşâ literatürü içinde mütalaa edilebilecek bir tür de şürût ve sicillât (vesâik) eserleridir. Divan kâtipliği yanında kazâ makamı da resmî yazışmaların yapıldığı bir kurumdu. Bu yazışmaları kendi imzaları ile yapan kadılar ve çeşitli belgeleri hazırlama yetkisine sahip olan bir tür noterler bulunmaktaydı. Bu belgeler, esas itibariyle olayların şahitleri ortadan kalktıktan sonra da verilen kararların doğruluğunu göstermek amacıyla hazırlanmaktaydı. Bundan dolayı bir taraftan fıkha, diğer taraftan inşâ ve genel olarak da o dönemde geçerli olan âdet ve resmî kurumların uygulamalarına dayanmaktaydı. Zaman içerisinde bunların kararları ve resmî belgeleri nasıl hazırlayacaklarını sistematik bir şekilde ele alan ve “ilmü’ş-şürût” adı verilen (Keşfü’ž-žunûn, II, 1045-1046) bir disiplin ortaya çıktı. Şürût ilmi doğrudan doğruya hukukla ilgili olduğu için bu konuda genellikle fakihler eser telif etmiş, hatta bu alan başından itibaren fıkhın bir alt disiplini olarak gelişmiştir (bk. ŞÜRÛT ve SİCİLLÂT).

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî, Keşşâf, III, 1360-1361; İbn Kuteybe, Edebü’l-kâtib (nşr. Muhammed ed-Dâlî), Beyrut 1405/1985, tür.yer.; Ya‘kūbî, Târîħ, II, 80-83; Cehşiyârî, el-Vüzerâǿ ve’l-küttâb, s. 1-11, 73-79; Sûlî, Edebü’l-küttâb, tür.yer.; Zeccâcî, Tefsîru risâleti Edebi’l-küttâb li’bn Ķuteybe (nşr. Abdülfettâh Selîm), Kahire 1993, tür.yer.; Kudâme b. Ca‘fer, el-Ħarâc (nşr. Tallâl Cemîl Rifâî), Mekke 1407/1987, s. 135, 175, 183, 210, 211; Nehhâs, ŚınâǾatü’l-küttâb (nşr. Bedr Ahmed Dayf), Beyrut 1410/1990, tür.yer.; Muhammed b. Ahmed el-Hârizmî, Mefâtîĥu’l-Ǿulûm, Kahire 1342/1923, s. 46-50; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, tür.yer.; Ebü’l-Kāsım İbnü’s-Sayrafî, Ķānûn fî dîvâni’r-resâǿil (nşr. Ali Behcet), Kahire 1905, tür.yer.; Ali b. Halef, Mevâddü’l-beyân (tıpkıbasım nşr. Fuat Sezgin), Frankfurt 1407/1986, s. 195-197, 323-355; İbn Memmâtî, Ķavânînü’d-devâvîn (nşr. Aziz Suryal Atıya), Kahire 1943, tür.yer.; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Miftâĥu’l-münşâ li-ĥadîķati’l-inşâ (nşr. Abdülvâhid Hasan eş-Şeyh), İskenderiye 1410/1990, s. 29-91; a.mlf., el-Meŝelü’s-sâǿir (nşr. Ahmed el-Hûfî - Bedevî Tabâne), Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), I-III, tür.yer.; İbnü’l-Ebbâr, İǾtâbü’l-küttâb (nşr. Sâlih el-Eşter), Beyrut 1406/1986, tür.yer.; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, VII, 1-35; Şürûĥu’t-Telħîś, Beyrut, ts. (Dârü’s-sürûr), II, 234-241, 313 vd.; Mûsâ b. Hasan el-Mevsılî, el-Bürdü’l-müveşşâ fî śınâǾati’l-inşâ (nşr. Afâf Seyyid Sabra), Beyrut 1410/1990, s. 29-91; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul 1309, s. 224-246; Kalkaşendî, Śubĥu’l-aǾşâ, tür.yer.; Keşfü’ž-žunûn, II, 1045-1046; Christoph Bürgel, Die Hofkorrespondenz ‘Adud ad-Daulas und ihr Verhaeltnis zu anderen historischen Quellen der frühen Buyiden, Wiesbaden 1965, s. 112-119; Abdülazîz er-Rifâî, Min ǾAbdülĥamîd el-Kâtib ile’l-küttâb ve’l-muvažžafîn, Riyad 1393/1973, s. 49-62; Halîl Merdem Bek, Muĥâđarâtü’l-Ħalîl fi’l-inşâǿi’l-ǾArabî (nşr. Adnân Merdem Bek), Dımaşk 1405/1985, tür.yer.; Mahmûd Sa‘d, eŝ-Ŝeķāfetü’l-İslâmiyye li-kâtibi’l-inşâǿ kemâ tebdû fî Śubĥi’l-aǾşâ, İskenderiye, ts. (Münşeâtü’l-maârif), tür.yer.; Muhammed Nebîh Hicâb, Belâġatü’l-küttâb fi’l-Ǿaśri’l-ǾAbbâsî,


Kahire 1406/1986, tür.yer.; Abdüsselâm M. Hârûn, el-Esâlîbü’l-inşâǿiyye fi’n-naĥvi’l-ǾArabî, Beyrut 1410/1990, tür.yer.; Rudolf Vesely, “Die inšāǿ-Literatur”, Grundriss der Arabischen Philologie III: Supplement (ed. W. Fischer), Wiesbaden 1992, s. 188-194; Adrian Gully, “Epistles for Grammarians: Illustrations from the inshâ’ Literature”, British Journal of Middle Eastern Studies, XXIII, Durham 1996, s. 147-166; H. R. Roemer, “Inѕћāǿ”, EI² (Fr.), III, 1273-1276; Jürgen Paul, “Enšāǿ”, EIr., VIII, 455-457.

İsmail Durmuş





b) Fars Edebiyatı.

Pehlevî dilinde nâ-menevîsî (mektup yazma) kelimesinin karşılığı olan Arapça inşâ, İslâmiyet’in İran’a girişinden sonra Fars edebiyatında “mektup yazma sanatı” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu sanatla uğraşan kişilere (münşî) eski İran’da debîr, bu mesleğe de âyîn-i debîrî deniyordu. Ender Âyînnâmek-i Debîrî adlı Pehlevîce eser Fars edebiyatında inşâ geleneğinin en eski örneğini teşkil etmektedir.

Muhammed b. Abdülhâliķ el-Meyhenî, Destûr-i Debîrî adlı eserinde bir edebî tür olarak mektupları “sultâniyat, ihvâniyat, mehâzir” olmak üzere üçe ayırır. İdarî ve divanî mektuplarla resmî yazışmalar, fermanlar, menşurlar, tevkī‘ler, fetihnâmeler, şikestnâmeler, sevgendnâmeler sultâniyat; özel yazışmalar, kutlama, baş sağlığı, teşekkür, çağrı, şikâyet gibi konulara dair mektuplarla âlim ve mutasavvıfların didaktik amaçlı mektupları ihvâniyat türünü oluşturur. Taahhütnâme, şehâdetnâme, akidnâme, vasiyetnâme niteliğindeki mektuplar da mehâzir grubunda ele alınır. Her üç kategorideki mektuplar, gerek eski İran geleneğinin gerek Arapça örneklerin ışığı altında zamanla belirli formlara kavuşmuş; hitaplar, unvanlar, lakaplar, dualar, mektupların başlangıç ve sonları kurallara bağlı ifadelerle sınırlandırılmıştır. Bütün bunların öğrenilmesi ihtiyacı üzerine de münşîler her türden mektup örnekleri ihtiva eden münşeat mecmuaları hazırlamışlardır.

Saffârîler, Tâhirîler ve Sâmânîler döneminde ihvâniyat ve sultâniyat türündeki mektuplarda sade, didaktik mektuplarda ise edebî tabirler ve şiirsel dil hâkimdir. Gazneliler devrinde sultâniyat türündeki mektuplarda üslûp zaman zaman sadeliğini korumakla birlikte sanatlı ifadeye yöneliş görülmektedir. Ebü’l-Fazl el-Beyhakī’nin Târîħ-i Beyhaķī’sinde bu tarz inşâ örneklerine rastlanmaktadır. Gazneliler döneminden günümüze kadar gelen ihvâniyat veya sultâniyat türündeki mektupları ihtiva eden eserler arasında Gazzâlî’nin Feżâǿilü’l-enâm min resâǿili ĥücceti’l-İslâm’ı (nşr. Abbas İkbâl, Tahran 1363 hş./1984), Aynülkudât el-Hemedânî’nin Nâmehâ-yi ǾAynü’l-ķuđât-i Hemedânî’si (nşr. Ali Nakī Münzevî - Afîf Useyrân, I-II, Tahran 1348-1350 hş./1969-1972) ve Ahmed el-Gazzâlî’nin mektupları (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Farsî, nr. 199) zikredilebilir.

Selçuklular’dan itibaren Fars dili Arapça kelimelerin istilâsına uğramış ve önceki sadeliğini yitirmiştir. Bunda Arap edebiyatından Fars edebiyatına geçen “makāme” tarzının da etkisi olmuştur. Selçuklular döneminde gelişimini sürdüren inşâ sanatında, Sultan Sencer’in münşîlerinden Müntecibüddin Atâbek-i Cüveynî’nin (ö. yaklaşık 552/1157) ǾAtebetü’l-ketebe (Tahran 1329 hş./1950) adlı münşeat mecmuası Selçuklu devlet dairelerinde örnek alınan eserlerdendi.

Hârizmşahlar’dan Atsız’ın Resâǿil-i Śâĥibdîvân’ı, Reşîdüddin Vatvât’ın Nâmehâ-yi Reşîdüddîn-i Vaŧvâŧ (Tahran 1338 hş./1959), Tekiş’in münşîsi Bahâeddîn-i Hârizmî’nin et-Tevessül ile’t-teressül (nşr. Ahmed-i Behmenyâr, Tahran 1315 hş./1984) adlı münşeat mecmuaları türün örnek eserleri olarak kabul edilir. Bu iki eser muvazene, cinas, murâât-i nazîr, ıtnâb, tatvil, tekellüf gibi inşâyı ağırlaştırıcı unsurlar, seciler ve kelime oyunlarıyla doludur. İnşâ sanatı Moğollar, Timurlular, İlhanlılar, Safevîler ve Kaçarlar döneminde de gelişmesini sürdürmüştür. Hindistan ve Anadolu’da da Farsça inşânın güzel örnekleri verilmiştir.

Selçuklular resmî dil olarak Farsça’yı kullandıklarından bu devrin inşâ örnekleriyle inşâ kurallarına dair eserleri de Farsça’dır. Aynı döneme ait inşâ kitaplarından Muhammed b. Abdülhâliķ el-Meyhenî’nin Destûr-i Debîrî’si Adnan Sadık Erzi tarafından neşredilmiştir (Ankara 1962). Anadolu Selçukluları’na ait bazı inşâ kitaplarını da Osman Turan Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar (Ankara 1958) adlı eserinde tanıtmış, bunlardan seçtiği tarihî mâlûmat bakımından önemli belgeleri metin, tercüme ve yorumlarıyla yayımlamıştır. Hasan b. Abdülmü’min el-Hûî’nin Nüzhetü’l-küttâb ve tuĥfetü’l-aĥbâb ile (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 5406) Ġunyetü’l-kâtib ve Rüsûmü’r-resâǿil’i (bu iki eser Adnan S. Erzi tarafından neşredilmiştir; Ankara 1963), Ebû Bekir İbnü’z-Zekî’nin Ravżatü’l-küttâb ve Ĥadîķatü’l-elbâb’ı (nşr. Ali Sevim, Ankara 1972), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin tasavvufî ve ahlâkî bilgiler ihtiva eden Mektûbât’ı (nşr. A. Remzi Akyürek, İstanbul 1937; trc. A. Gölpınarlı, İstanbul 1963), anonim el-Muħtârât mine’r-resâǿil (nşr. İrec Efşâr, Tahran 1355 hş./1976), Hâkānî-i Şirvânî’nin MecmûǾa-yi Nâmehâ’sı (nşr. Z. Seccâdî, Tahran 1346 hş./1967), Moğollar’dan Gāzân Han’ın veziri Reşîdüddin Fazlullah-ı Hemedânî’nin oğlu Gıyâseddin Muhammed tarafından derlenen, vezirin çocukları ile vilâyetlerdeki yüksek dereceli devlet görevlilerine yazdığı mektupları ihtiva eden Mükâtebât-i Reşîdî’si (nşr. M. Safî, Lahore 1364/1945), Abdullah-ı Murvârîd’in Şerefnâme’si (nşr. ve trc. Hans Robert Roemer, Wiesbaden 1952), Abdullah Kutb-i Şîrâzî’nin Mekâtîb-i Fârsî’si (Tahran 1339 /1960), Muhammed b. Alî-i Hârizmî’nin Celâliyye’si, Gıyâseddîn-i Hândmîr’in Safevî Devleti’nin kurulduğu yıllarda telif ettiği, “satr” adlı dokuz bölümden oluşan Nâme-yi Nâmî’si, Hâce Muhammed-i Gîlânî’nin Menâžırü’l-inşâǿ ve Riyâżü’l-inşâǿsı, Abdurrahman-ı Câmî’nin Risâle-yi Münşeât’ı, Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin Maħzenü’l-inşâǿ ve Śaĥîfe-yi Ŝânî’si, Muhammed Tâhir-i Kazvînî’nin MecmûǾa-yi Münşeǿât’ı, Nâdir Şah’ın münşîlerinden Mirza Mehdî Hân-ı Esterâbâdî’nin Münşeǿât’ı, Selçuklular döneminden itibaren yazılmış belli başlı münşeat türü eserlerdir. Abdülhüseyn-i Nevâî, Timur döneminden Şah İsmâil’e kadar geçen sürede yazılan mektupları Esnâd ü Mükâtebât-ı Târîħ-i Îrân ez Tîmûr tâ Şâh İsmâǾil (Tahran 1341 hş./1960), Şah Abbas döneminden önceki mektupları da Şâh ǾAbbâs MecmûǾa-yi Esnâd ve Mükâtebât-ı Târîhî (Tahran 1366/1987) adıyla yayımlamıştır.

Kaçarlar döneminin önemli münşîleri şunlardır: Fâzıl Hân-ı Gerrûsî, Abdürrezzâk Han Dünbülî, Feth Ali Şah’ın münşî ve vekāyi‘nigârı Mirza Muhammed Sâdık Humâ-i Mervezî, İngiliz elçiliği münşîsi Mirza Ca‘fer Riyâzî-i Hemedânî, Mirza Îsâ Kāimmakām-ı Ferânânî, Mirza Ebü’l-Kāimmakām-ı Ferâhânî (Münşeǿât-ı Ķāǿimmaķām, nşr. J. Kāimmakām, Tahran 1337 hş./1958), Mirza Takī Aliâbâdî-i Sâhibdîvân, Mirza Habîbullah-ı Kāânî, Mirza Abdülvehhâb Mu‘temedüddevle-yi Neşât, Mirza Râzî-i Tebrîzî, Mirza Muhammed İbrâhim Nevvâb-ı Tahrânî, Hasan Ali Han Emîr-i Nizâm (Münşeǿât, nşr. Mirza Ebû Türâb Han, Tebriz 1321/1903), Mirza Abdüllatîf-i Tesûcî.

Osmanlı dünyasında yazılan münşeatlar arasında en önemlisi Feridun Bey’in


III. Murad’a takdim ettiği, yaklaşık üçte biri Farsça mektuplardan oluşan Münşeǿâtü’s-selâŧîn’idir. Yavuz Sultan Selim’in münşîlerinden biri tarafından kaleme alınan Leŧâǿifü’l-inşâǿ adlı eser ise Arapça, Farsça ve Türkçe inşâ örneklerini ihtiva eder. Abdülgaffâr Sadîkī-i Hüseynî’nin Herat’ta Yavuz Sultan Selim için yazdığı Śaĥîfetü’l-iħlâś münşeat mecmuası Abdurrahman-ı Câmî’nin Risâle-i Münşeǿât’ının taklidi niteliğindedir.

Hindistan’da yetişen Farsça münşeat müellifleri ve eserleri şunlardır: Şah Tâhir-i Dekkenî, Münşeǿât; Yûsuf b. Muhammed-i Herevî, BedâyiǾu’l-inşâǿ; RuķaǾât-ı Hekîm Ebü’l-Fetĥ (Lahor 1968); Feyzî-i Feyyâzî, Laŧîfe-yi Ġaybî; Ebü’l-Fazl el-Allâmî, Mükâtebât-ı ǾAllâmî (Lucknow 1286/1869); Ebü’l-Kāsım Han Nemekî, MünşeǾât-ı Nemekîn; Münîr-i Lâhûrî, Nigâristân ve Nevvâbe; Muhammed Sâlih-i Lâhûrî, Bahâr-i Suħen; Mirza Emânullah Ruķaǿât-ı Emânullāh; Abdülalî-i Tebrîzî, MecmûǾa-yi Münşeǿât; Mahmûd-ı Gâvân, Riyâżü’l-inşâǿ (nşr. Ç. Ahmednagarî, Haydarâbâd 1948); Muhammed Rızâ Kelhûr, Maħzenü’l-inşâǿ (nşr. A. Hânsârî, Tahran 1303/1885).

BİBLİYOGRAFYA:

Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 1958, s. 172-177; Nâmehâ-yi Reşîdüddîn Vaŧvâŧ (nşr. Kāsım Tûyserkânî), Tahran 1338 hş., neşredenin girişi, s. 78-81; Rypka, HIL, s. 315-316; Bahâr, Sebkşinâsî, Tahran 1349 hş., I-III, tür.yer.; Zebîhullah Safâ, Gencîne-i Süħan, Tahran 1353 hş., I, 140-148; Âgā Büzürg-i Tahrânî, eź-ŹerîǾa ilâ teśânîfi’ş-ŞîǾa, Beyrut 1403/1983, XXIII, 622-646; Hüseyn-i Rezmcû, EnvâǾ-ı Edebî ve Âŝâr-ı Ân der Zebân-ı Fârsî, Meşhed 1372 hş., s. 191-200; Abdülhüseyin Zerrînkûb, Ez Gozeşte-yi Edebî-yi Îrân, Tahran 1375 hş., s. 131-141; Mehmet Kanar, Çağdaş İran Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi, İstanbul 1999, tür.yer.; M. Takī Dânişpejûh, “Debîrî ve Nevîsendegî”, Hüner u Merdûm, sy. 101, Tahran 1971, s. 40-47; sy. 102-103 (1971), s. 56-62; sy. 104 (1971), s. 48-51; sy. 105 (1971), s. 56-60; Jürgen Paul, “Anonyme Arabische und Persische inšāǿ, Handschriften aus den Sammlungen der Süleymaniye-Bibliothek (Istanbul)”, ZDMG, sy. 144 (1994), s. 301-329; a.mlf., “Enšāǿ”, EIr., VIII, 455-457; Mehdî Mehdîzâde, “Târîħçe-yi Münşeǿât der Edeb-i Fârsî”, Keyhân-i Ferhengî, sy. 154, Tahran 1378 hş., s. 64-68; H. R. Roemer, “Inѕћāǿ”, EI² (İng.), III, 1242-1243; Ahmad Tafazzolī - Fath-Allāh Mojtabā’ī, “Correspondence”, EIr., VI, 287-293.

Mehmet Kanar - Rıza Kurtuluş





c) Türk Edebiyatı.

Türk edebiyatında inşâ, Arap ve Fars edebiyatlarında bir dil bilimi terimi ve resmî yazışmaları konu edinen bir disiplin olarak kazandığı anlamı yanında bir tür kompozisyon tekniği ve güzel yazı yazma sanatı olarak da anlaşılmıştır. İnşâ -Ziyâ Paşa’nın “Şiir ve İnşâ” adlı makalesinde olduğu gibi- doğrudan doğruya nesir yerine de kullanılmıştır. Ayrıca kelimelerin cümle içinde söz dizimi (terkîb-i kelâm) kurallarına göre sıralanmasını da (Topaloğlu, s. 105) ifade eder. Bu çerçevede ve daha özel anlamda “inşâü’n-nesr” tabiri, “tahrîren ifâde-i merâm etme fenni” veya “yazıların münşî adıyla anılan usta yazarların beğenecekleri özelliklere sahip olması için bilinmesi gerekenleri öğreten fen” olarak tarif edilmiştir (Taşköprizâde, I, 250). Benzer bilgileri tekrarlayan Kâtib Çelebi buna, “İfadede yerine, konusuna ve amacına yakışan güzel ibareler kullanmaktır” şeklinde bir ilâvede bulunur (Keşfü’ž-žunûn, I, 181).

Genellikle nesir halinde yazılan mektup türünün de inşâ içinde özel bir yeri vardır. Nitekim Kâtib Çelebi mektubu inşânın bir dalı olarak ele almıştır (a.g.e., I, 398). Tanzimat’tan sonra orta öğretim kurumlarına “usûl-i kitâbet ve inşâ” adıyla bir ders konulması, bu ders için hazırlanan kitapların İnşâ-yı Cedîd (İstanbul 1269), Usûl-i İnşâ ve Kitâbet (Mehmed Tevfik, İstanbul 1307), İlâveli Hazîne-i Mekâtîb yahut Mükemmel Münşeat (Ahmed Râsim, İstanbul 1318) gibi adlar taşıması, nesir-mektup beraberliğinin son zamanlara kadar sürdüğünü göstermektedir. Türk edebiyatında inşâ-mektup münasebeti, türün mahiyeti ve buna dair belli başlı eserler Fevziye Abdullah Tansel, Orhan Şaik Gökyay, Kemal Demiray, İ. Çetin Derdiyok gibi araştırmacılar tarafından incelenmiştir (bk. bibl.). İbrahim Kutluk da münşeat mecmualarını tarayarak bunlarda yer alan özel mektupların bir fihristini hazırlamıştır (bk. bibl.). Ayrıca Tercüme ile (nr. 77-80) Türk Dili (nr. 274) dergileri birer mektup özel sayısı çıkarmışlardır. Bu özel sayılarla mektup türünde başlangıçtan beri ortaya konan edebî birikim büyük ölçüde yayımlanmış ve türün gösterdiği gelişmenin metinlerden takip edilmesi sağlanmıştır.

İnşâ kelimesi dar anlamda, daha çok münşeat adıyla anılan her türlü resmî yazışma ile bunların bir parçası sayılabilecek mektup vb. metinlerin kaleme alınmasını ve ilgili kuralların bilgisini ifade eder. XV. yüzyıl münşîlerinden Yahyâ b. Mehmed el-Kâtib’in, II. Murad ve Fâtih Sultan Mehmed devirlerindeki resmî yazılara yer veren eseri Menâhicü’l-inşâ, Sarı Abdullah Efendi’nin II. Bayezid’den itibaren IV. Murad dönemi dahil olmak üzere 170 belgeyi ihtiva eden münşeat mecmuası Düstûrü’l-inşâ adını taşımaktadır. Selçuklular’da Dîvân-ı İnşâ, Osmanlılar’da Dîvân-ı Hümâyun denilen, devletin resmî yazışmalarının yürütüldüğü dairede sultanlar adına kaleme alınan hatt-ı hümâyun, irâde-i seniyye, menşur, emirnâme gibi resmî yazıların tamamı inşânın bu türü içinde yer alır. Ayrıca buyruldu, telhis, takrir, tahrirat, tezkire, kāime, temessük, sened, ilmühaber, müzekkire, mazhar, mazbata, lâyiha adını taşıyan belgelerle fetva, i‘lâm, hüccet ve vakfiyeler de inşânın konusunu teşkil etmektedir. Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik) adlı eserinde (İstanbul 1994), yukarıda bazıları sayılan resmî yazışma türlerinin nasıl kaleme alınacağını inşâ kitaplarından nakiller yaparak anlatmıştır. Agâh Sırrı Levend’in listesini verdiği münşeat mecmualarını (bk. bibl.), öğretici mahiyette eserlerle antoloji özelliği gösteren ve sadece örneklerden ibaret olanlar şeklinde iki grupta ele almak gerekir. Birinci gruba giren eserlerin çoğu “münşeat” veya “mecmua” adını taşımakla birlikte bunlar Arap edebiyatındaki “edebü’l-kâtib”ler gibi doğrudan doğruya inşâyı, özellikle mektup ve belge yazma usulünü öğretmek amacıyla kaleme alınmış kitaplardır. Bu özellikleriyle karakteristik örnek teşkil eden bir eserde (Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 760) ilm-i inşâ tanıtılmış, münşîlerin sahip olması gereken vasıflar sayılmış, nesir hakkında bilgi verilmiş, menşur, fetihnâme, ferman, ahidnâme, tehniyetnâme, tâziyetnâme, arîza ve mektubun çeşitleri, bunları yazmanın usulleri gösterilmiştir (B. Kütükoğlu, s. 169-176). Arapça, Farsça, Türkçe münşeatı toplayan bir mecmuada yer alan Kavâid-i Tahrîrât-ı Münşeât adlı risâle de (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3337, vr. 165a-170b) bu tarza bir örnek teşkil eder. Bu konuda kaleme alınmış dikkat çekici münşeatlardan biri de Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki (Esad Efendi, nr. 3326) küçük mecmuadır. Eserde bir kâtibin bilmesi ve kullanması gereken kelime kadrosu alfabetik olarak düzenlenmiş, kelimelerin sözlük anlamları ve türeme biçimleri de gösterilmiştir (vr. 62-84). Başka örnekleri de bulunan bu tarz sözlükler (İnşâ-i Mergūb, İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet, nr. K 36; İnşâ-i Cedîd, İstanbul, ts.; Meşkli İnşâ-i Cedîd, İstanbul, ts.), özellikle resmî ve hususi yazışmalarda kullanılan kelimelerin


tesbiti bakımından önemlidir. Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’nin Kevâib-i Şi‘r ü İnşâ’sı da (İstanbul 1287) mensur ve manzum örnekler içermektedir. Antoloji özelliği gösteren münşeat türü eserlerin en tanınmışı ise Feridun Bey’in Münşeâtü’s-selâtîn’idir.

Dîvân-ı Hümâyun ve diğer devlet kurumlarında nişancı, münşî, küttâb denilen kâtipler ve kalem efendilerinin yazdıklarıyla mahkemelerde ve özellikle Tanzimat’tan sonra gelişen nezâret kalemlerinde yazılan yazılar ayrı bir nesir dili ve üslûbunu geliştirmiştir. Bunlardan mahkeme yazışmalarında kullanılan ve ilm-i sak adıyla anılan nesir konusunda müstakil kitaplar hazırlanmış, Çavuşzâde Aziz Mehmed Efendi’nin Dürrü’s-sükûk adlı eseri gibi bazıları da basılmıştır (İstanbul 1277).

Mevcut bilgilere göre Türkçe inşâ kitaplarının en eski tarihlileri, Ahmed-i Dâî’nin XV. yüzyılın başlarında telif ettiği küçük risâlesi Teressül (Manisa İl Halk Ktp., Murâdiye, nr. 1856/3), Yahyâ el-Kâtib’in Menâhicü’l-inşâ, Hüsamzâde Mustafa Efendi’nin Mecmûa-yı İnşâ ve Mehmed b. Edhem’in Gülşen-i İnşâ’sı ile XVI. yüzyıl şairlerinden Mesîhî’nin 100 kadar örneği ihtiva ettiğinden dolayı Gül-i Sadberg adını taşıyan eseridir.

Resmî ve hususi yazışmalarda ortaya koydukları usul ve kaideler yanında geliştirdikleri imlâ ve üslûpla bir gelenek oluşturan, kendilerinden sonra adları inşâda ortaya koydukları esaslarla birlikte anılan Osmanlı münşîlerinden de bahsetmek gerekir. Tâcîzâde Câfer Çelebi ve Koca Nişancı lakabıyla bilinen Celâlzâde Mustafa Çelebi bunların başında gelir. Özellikle Celâlzâde’nin inşâ için koyduğu esaslar, kullandığı hitap, lakap ve ifade biçimleri XVII. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı bürokrasisinde örnek alınmıştır. Celâlzâde kadar şöhret bulduğu için “Küçük Nişancı” lakabıyla tanınan Ramazanzâde Mehmed Çelebi ile Münşeâtü’l-inşâ adlı eserin müellifi Okçuzâde Mehmed Şâhî ve Hamza Paşa da bu sahanın tanınmış isimleridir. Bunlara Münşeât sahibi Nergisî ile Veysî ve değişik yönleri olan Sinan Paşa, Lâmiî Çelebi, Âlî Mustafa Efendi, Kemalpaşazâde, Ganîzâde Mehmed Nâdirî ve Azmîzâde Mustafa Hâletî gibi bazı şahısları da eklemek mümkündür. Bu eserlerden sonra gittikçe zenginleşen Osmanlı inşâ literatürü Walter Björkman (“Die Anfange der Türkischen Briefsammlungen”, Orientalia Suecana, V [1956], s. 20-29) ve Josef Matuz (“Über die Epistolographie und İnşâ’ Literatur der Osmanen”, Deutscher Orientalistentag 1968 [ZDMG Supplementa I, Wiesbaden 1970], s. 574-594) tarafından ele alınmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Taşköprizâde, Mevzûâtü’l-ulûm, I, 250-255; Keşfü’ž-žunûn, I, 181, 398; II, 1860-1861; Diyarbekirli Said Paşa, Mîzânü’l-edeb, İstanbul 1305, s. 219-240; Yahyâ b. Mehmed el-Kâtib, Menâhicü’l-inşâ (nşr. Şinasi Tekin), Roxbury 1971, s. 5-17; Özege, Katalog, II, 731-732; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri I: Belâgat, Ankara 1980, s. 46-54; İsmail E. Erünsal, The Life and Works of Tâcîzâde Ca‘fer Çelebi, with a Critical Edition of his Dîvân, İstanbul 1983, s. LXV-LXIX; Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1984, I, 113-116; Bekir Kütükoğlu, “Münşeat Mecmualarının Osmanlı Diplomatiği Bakımından Ehemmiyeti”, Tarih Boyunca Paleografya ve Diplomatik Semineri: 30 Nisan-2 Mayıs 1986 Bildiriler, İstanbul 1988, s. 169-176; Ahmet Topaloğlu, Dil Bilgisi Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1989, s. 105; Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik), İstanbul 1994, s. 100, 160, 174-175, 221-222; Fevziye Abdullah Tansel, “Türk Edebiyatında Mektup”, Tercüme, XVI/77-80, Ankara 1964, s. 387; Orhan Şaik Gökyay, “Tanzimat Dönemine Değin Mektup”, TDl., sy. 274 (1974), s. 17-19; Kemal Demiray, “Tanzimattan Günümüze Değin Mektup”, a.e., sy. 274 (1974), s. 88-96; İbrahim Kutluk, “Münşeatlar ve Günümüze Dek Gelen Mektup Betikleri Üzerine”, a.e., sy. 274 (1974), s. 367-378; V. L. Ménage, “The Gül-i Sad-Berg of Mesīhī”, Osm.Ar., VII-VIII (1988), s. 11-32; Halil İnalcık, “Şikâyet Hakkı: ‘Arz-ı Hâl ve ‘Arz-ı Mahzar’lar”, a.e., VII-VIII (1988), s. 33-54; Christine Woodhead, “Ottoman Inşa and Art of Letter-Writting: Influences upon the Career of the Nişancı and Prose Stylist Okçuzade (d. 1630)”, a.e., VII-VIII (1988), s. 143-159; İ. Çetin Derdiyok, “Osmanlı Devrinde Mektup Yazma Geleneği”, Yeni Türkiye, VI/34, Ankara 2000, s. 277-286; Pakalın, II, 74; Ömer Faruk Akün, “Sarı Abdullah”, İA, X, 218; a.mlf., “Âlî Mustafa Efendi”, DİA, II, 420; M. Tayyib Gökbilgin, “Nişancı”, İA, IX, 301; H. R. Roemer, “Inѕћāǿ”, EI² (İng.), III, 1241-1244; Günay Kut, “Ahmed-i Dâî”, DİA, II, 57; Celia J. Kerslake, “Celâlzâde Mustafa Çelebi”, a.e., VII, 261; Jürgen Paul, “Enšā”, EIr., VIII, 456-457.

Mustafa Uzun





2. Dil Bilimi Terimi Olarak İnşâ.

İnşâ, bir dilde bulunan ifadelerin veya hitap şekillerinin tasnifiyle ilgili gayretlerin neticesinde tesbit edilen temel iki kategoriden birini gösterir (Taşköprizâde, II, 138). Bir dilde bulunan ifadeler, bu ifadelerin delâlet ettiği şeyle irtibatları açısından iki kısma ayrılmış, bunlardan birincisi, dış dünyada mevcut olan veya mevcut olacak bir şeye delâlet edeni ifade etmek üzere haber olarak adlandırılmış, ikincisi, “dış dünyada mevcut olan herhangi bir şeyi ifade etmeyip anlamını telaffuzu ile oluşturan ifadeler” mânasında inşâ olarak adlandırılmıştır (İbn Mâlik et-Tâî, I, 30; İbn Hişâm en-Nahur, s. 25). Bu sebeple bir dildeki bütün ifadeler, doğrulanıp doğrulanamayacağı kriterine bağlı olarak ihbârî ve inşâî olmak üzere ikiye bölünmüş, ihbârî ifadeler, doğrulanabilir-yalanlanabilir ifadeler kategorisini belirten teknik terim olurken inşâî ifadeler, doğrulanıp-yalanlanamaz ifadeler kategorisini belirtmek için kullanılmıştır (Ahmed en-Negerî, s. 181; Bohas v.dğr., s. 130-131). İbn Haldûn’un belirttiği gibi ihbârî ifadeler, anlamlarını kendileri ve dış dünya ile olan mutabakatları sayesinde kazanırken inşâî ifadeler anlamlarını sadece kendileri sağlar (Muķaddime, I, 331). İnşâ terimi, felsefî düzlemde dilin pasif bir şekilde sadece dış dünyayı yansıtmakla kalmadığının, aynı zamanda onu oluşturmaya katkıda bulunmasının bir ifadesi olması bakımından belli bir varlık anlayışının dil bilimindeki tezahürü olarak görülebilir.

Bu kelimelerin bu anlamda terim olarak ne zamandan itibaren kullanıldığını tesbit etmek güçse de en azından haberin bir terim olarak Sîbeveyhi’den itibaren kullanıldığı bilinmekte, nahiv ve belâgat âlimlerinin hem dil üzerinde düşünürken hem eserlerini telif ederken fıkıh ve fıkıh usulü ile irtibatlı olarak çalıştıkları anlaşılmaktadır. Haber ve inşâ kategorileri, birbirlerinin mukabili olarak önceleri nahiv ve belâgat eserlerinde ele alınmazken fıkıh usulü eserlerinde başından itibaren haber, istihbar ve talep şeklindeki tasnifle karşılaşmak mümkün olabilmektedir (aş. bk.). İlk dönem nahivcilerinin eserlerinde her ne kadar isim cümlesi, fiil cümlesi, şart cümlesi gibi tasnifler bulunmaktaysa da haber-inşâ veya haber-talep-inşâ yahut haber-istihbar-talep gibi tasnifler yer almamakta veya tayin edici bir önem arzetmemektedir. Meselâ IV. yüzyıl müelliflerinden Ebü’l-Hüseyin İbn Vehb el-Kâtib, her ne kadar haberle talebi birbirinden ayırıp esaslı bir tahlile tâbi tutarak dilde sıdk ve kizbin sadece haber hakkında söz konusu olduğunu söylese de onun eserinde talep kategorisinin edindiği nisbeten önemli yer istisnaî olarak kabul edilebilir (el-Burhân, s. 113-114, 269-278). Ancak bu durum zaman içerisinde değişmiş, özellikle V. (XI.) yüzyıldan itibaren başta Abdülkāhir el-Cürcânî olmak üzere aynı dönemde yaşayan belâgat âlimlerinin eserlerinde bu tasnifler gittikçe artan bir önemle yer almıştır. İnşâ-haber ayırımının nahiv eserlerinde yer edinmesi içinse VI. (XII.) yüzyılı


beklemek gerekmiştir. VII. (XIII.) yüzyılda telif edilen birçok nahiv eserinde kullanılmaya başlanan bu ayırım daha sonra yaygınlaşmış ve genel anlamıyla dil biliminin en esaslı iki teriminden biri inşâ olmuştur (Larcher, XXXVIII [1991], s. 247). İfadelerin tasnifi konusunun nahiv eserlerinden önce belâgat kitaplarında, ondan önce de fıkıh usulü eserlerinde yer alması, muhtemelen nahivcilerin dili söz dizimi (sentaks) bakımından ele almaları, buna karşılık usulcülerin, her ne kadar dili sentaks açısından ele almayı önemli görseler de bu yönün onların dille olan irtibatlarını sağlayamadığı anlaşılmaktadır. Nahivciler dili daha çok sentaks-semantik ilişkisi bakımından görürken fukaha için mesele esas itibariyle dilin kullanımı ve bu kullanım sonucunda ortaya çıkan farklılıklardır. Bundan dolayı yalnız sentaks seviyesinde kalıp ifadenin gerçeklikle irtibatı söz konusu olmadıkça nahivciler ve usulcüler arasında herhangi bir ihtilâf ortaya çıkmamıştır (Mustafa Cemâleddin, s. 258). Ancak cümlelerin dış dünya ile irtibatı bakımından meselenin ele alınması söz konusu olduğunda usulcülerle nahivciler arasında başından itibaren farklı bir bakış açısı mevcutken zaman içerisinde fıkıhçıların bakış şeklinin dikkate alınması yönünde belâgat âlimleri ve özellikle Abdülkāhir el-Cürcânî tarafından esaslı bir adım atılmış, bu tutum daha sonra Sekkâkî ve Hatîb el-Kazvînî tarafından daha ciddi biçimde sürdürülmüştür. Bilhassa Sekkâkî, bütün dil alanına tahsis ettiği Miftâĥu’l-Ǿulûm adlı eserinde meânî ilminin iki temel konusu olarak haber ve talebi ele almış olmakla birlikte bu eserde de inşâ henüz bir terim gibi kullanılmamaktadır. Hatîb el-Kazvînî ise klasik yaklaşım şekline esas teşkil eden ve Sekkâkî’nin adı geçen eserinin yine kendisi tarafından yapılan telhisinin muhtasarı olan el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa’sında teknik bir terim olarak inşâyı kullanarak meânî ilminin temel ve klasik konularını ifade etmiştir. Meânî alanında gelinen bu aşamadan sonra el-Kâfiye şârihi Radıyyüddin el-Esterâbâdî’de ve İbn Hişâm’da açıkça görüldüğü gibi usul ve meânîde artık tam olarak yerleşmiş ve geçerliliği farkedilmiş olan haber-inşâ ayırımı, VII. (XIII.) yüzyıldan itibaren nahiv eserlerinde de yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır.

İnşâ kategorisiyle ilgili klasik denilebilecek tavır Kazvînî tarafından ifade edilmiş, bu teori daha sonra gelen Teftâzânî ve Seyyid Şerîf el-Cürcânî gibi âlimler tarafından telhis, şerhler ve bunlar üzerine yapılan hâşiyelerde sürdürülmüştür. Özellikle Teftâzânî ve Seyyid Şerîf, bu alanları daha da derinleştirerek meseleyi felsefî bir boyutta ele almışlar, dil biliminin felsefîleşmesi süreci, bilhassa Desûkī’nin Muħtaśarü’l-meǾânî’ye yazdığı hâşiyede bu alanın zirve eserlerinden birini ortaya çıkarmıştır. İnşâ konusu, bir taraftan genel dil bilimi meselesi olarak ele alınırken diğer taraftan özellikle Osmanlı medreselerinde temel ilimler içinde meânînin okutulmasıyla yüksek kültürün bir parçası haline gelmiş ve aynı zamanda edebî bir sanat şekli olarak görülüp bilhassa şiirde ve divan edebiyatında kullanılmıştır. Bu gelişmeden dolayı belâgat ilimlerinin ve bunun içinde inşânın sırf edebî bir sanat olduğu gibi bir galat-ı meşhur ortaya çıkmıştır. Ancak inşâ, hemen her dilde bulunan temel iki ifade kategorisinden biri olarak sadece edebî eserlerde karşılaşılan bir sanatı değil edebî sanatların da parçasını teşkil ettiği dilin kullanım şekillerini ifade eden bir dil bilimi ve dil felsefesi kavramıdır. Bu terimin geliştirilirken dikkate alındığı ve örneklerinin seçildiği dilin Arapça olması, terimin sadece Arapça’ya has bir kategoriyi ifade ettiği gibi ikinci bir yanlış anlamayı da beraberinde getirmiştir. Fakat diğer dillerdeki belâgat eserleri bu kavramın sadece Arapça’ya has olmadığını gösterdiği gibi Batı’da John Langshaw Austin’in 1950’lerde inşâ (performative) kategorisini keşfinden sonra ulaşılan performative-constative (inşâ-haber) ayırımı ve bunun dil bilimi, dil felsefesi ve genel anlamda insan bilimleri açısından ortaya çıkardığı sonuçlar da (meselâ bk. Jürgen Habermas, Theorie des kommunikativen Handelns, I-II, Frankfurt 1981) bazı değişmelerle hemen bütün diller için geçerli, bu anlamda evrensel bir geçerliliği olan esaslı bir kavramın geliştirildiğini göstermektedir (bu konuda ayrıca bk. Austin, tür.yer.; Searle, tür.yer.; Levinson, tür.yer.).

Kazvînî el-Îżâĥ adlı eserinde, daha önce Sekkâkî tarafından sırf talep olarak ele alınan kısmın inşânın sadece bir bölümünü teşkil ettiğini farketmiş, talebî ve gayr-i talebî kısımlarına ayırdığı inşâyı talebi de içine alacak şekilde bir üst terim olarak kullanmıştır. Bu husus inşânın tanımı ile doğrudan alâkalıdır. Kazvînî, dış dünyada karşılığı olmayıp anlamını söylenmesiyle icat eden ifadelerin sadece talepten ibaret olmadığını, kendisi bir talep içermediği halde anlamını söylenmesiyle oluşturan başka ifadeler de bulunduğunu farketmiştir. Talep anlamı taşıyan inşâî ifadelerin çok sayıda kipleri varsa da bunların en önemlileri emir, nehiy, soru, temenni, nida ve duadır (el-Îżâĥ, s. 78-86; bunların geniş bir sayımı için bk. Taşköprizâde, II, 138-144). Talep ifade etmeyen inşâî ifadeler ise esas itibariyle haber sîgasında söylenen ve söylenmesiyle bir fiilin gerçekleştirildiği, “aldım, sattım, boşadım, tayin ettim” gibi ifadelerdir. Bu ifadeler herhangi bir talep unsuru ihtiva etmemekte, söylenmeleriyle anlamlarını oluşturmaktadır (Hatîb el-Kazvînî, s. 86).

İnşâ terimi, yukarıda adı geçen eserlerin yanında özellikle Teftâzânî’nin el-Muŧavvel’inde, Muħtaśarü’l-meǾânî’sinde, Desûkī’nin bu sonuncu esere yazdığı hâşiyesinde hem dil bilimi hem dil felsefesi açısından esaslı bir şekilde işlenmiştir (Ĥâşiye Ǿalâ Muħtaśari’l-meǾânî, I, 637-725). Bunların yanında meânî ilmiyle ilgili çok sayıda eserde bu terim müstakil bir başlık altında ele alınmıştır.

Günümüz Arap edebiyatçıları ve edebiyat tarihçileri, eserlerinde ve ders kitaplarında inşâ konusunu ele almışlarsa da bu çalışmalarda klasik eserlerde bulunan muhteva genellikle lengüistik ve felsefî boyutu dikkate alınmadan nakledilmektedir (meselâ bk. Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, s. 77-165).

İnşâî cümlelerin fakihler ve nahivciler tarafından nasıl ele alındığını araştıran Mustafa Cemâleddin’in doktora tezinin (bk. bibl.) ilgili bölümü yanında Pierre Larcher, metalengüistik bir ayırım olarak kabul ettiği inşâ-haber terimlerini VII. (XIII.) yüzyılda telif edilmiş nahiv eserlerini esas alarak fıkıh usulü eserleriyle de irtibatlı bir tahlile tâbi tutmuşsa da (bk. bibl.) inşâ üzerinde henüz yeterince çalışma yapılmış değildir.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Vehb, el-Burhân fî vücûhi’l-beyân (nşr. Ahmed Matlûb - Hatîce el-Hadîsî), Kahire 1387/1967, s. 113-114, 269-278; İbn Mâlik et-Tâî, Şerĥu’t-Teshîl (nşr. Abdurrahman es-Seyyid - M. Bedevî el-Mahtûn), Kahire 1410/1990, I, 30; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâĥ fî Ǿulûmi’l-belâġa, Beyrut, ts. (Dârü’l-cîl), tür.yer.; İbn Hişâm en-Nahvî, Şerĥu Şüźûri’ź-źeheb (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1355, s. 25, 31-33; Teftâzânî, el-Muŧavvel, İstanbul 1304, s. 173-190; a.mlf., Muħtaśarü’l-meǾânî, İstanbul 1307; İbn Haldûn, Muķaddime, I, 331; Taşköprizâde, Mevzûâtü’l-ulûm, II, 138-144; Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, Ĥâşiye Ǿalâ Muħtaśari’l-meǾânî, İstanbul 1306-1307, I-II; Ahmed en-Negerî, Düstûrü’l-Ǿulemâǿ (nşr. Refîk el-Acem v.dğr.), Beyrut 1997, s. 181; J. L. Austin, How to do Things with Words, Oxford 1962; a.mlf., “Performative-constative”, The Philosophy of Language (ed. J. Searle), Oxford 1971, s. 13-22; J. Searle,


Speech Acts, Cambridge 1969; Mustafa Cemâleddin, el-Baĥŝü’n-naĥvî Ǿinde uśûliyyîn, Bağdad 1980, s. 258-275; J. Habermas, Theorie des kommunikativen Handelns, Frankfurt 1981, I-II; Stephen C. Levinson, Pragmatics, Cambridge 1983; Ali Cârim, el-Belâġatü’l-vâżıĥa, Kahire 1984; Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, Ǿİlmü’l-meǾânî, Kahire 1408/1988, s. 77-165; G. Bohas v.dğr., The Arabic Linguistic Tradition, London 1990, s. 130-131; Nasrullah Hacımüftüoğlu, “Ahmet Cevdet Paşa’nın Belâgat-ı Osmaniye’si ve Yankıları”, Ahmet Cevdet Paşa (1823-1895), Vefatının Yüzüncü Yılına Armağan, Ankara 1997, s. 185-222; Pierre Larcher, “Quand en Arabe on parlait de l’arabe ...”, Arabica, XXXV, Leiden 1988, s. 117-142; XXXVIII (1991), s. 246-273; XXXIX (1992), s. 358-384.

Tahsin Görgün





3. Fıkıh.

“İcat ve ihdas” anlamına gelen inşâ dilde ve buna bağlı olarak fıkıhta, söylenmesiyle aynı zamanda bir fiili de gerçekleştirmiş olan ifadeler için kullanılmaktadır. İnşâî ifadeler, mahiyetleri gereği kendilerinde aynı zamanda bir talep unsuru taşıdıkları için bir şeyin yapılması veya yapılmamasıyla ilgili iradenin dildeki karşılığını teşkil eder. Bu tip ifadelerdeki talep unsuru onların normatif bir muhteva taşıdığını göstermekte olup bu özellik lafızdan hüküm çıkarmayı da mümkün kılmaktadır. Dolayısıyla inşâî ifadelerin mahiyetlerinin tesbiti, fıkıh ilminde lafızlardan hüküm elde edilmesi işleminin anlaşılması için gerekli görülür ve bu husus fıkıh usulü eserlerinin önemli konularından birini teşkil eder.

İnşâî bir ifadenin doğrudan ilgili olduğu (müteallak) husus öncelikle onun söylenmesiyle gerçekleşen fiil olduğundan inşâî ifadeler müteallaklarını kendileri oluşturur. Bu yönleriyle de müteallakları olmuş veya olacak olanı bildiren, yani müteallakını kendisi oluşturmayan haberlerden ayrılır. Gerçek anlamıyla inşâî ifadeler emir, nehiy, soru, dua, temenni gibi kiplerin kendilerinde taşıdıkları anlamlara tekabül ederken sadece olanı veya olacağı bildirmekle birlikte bunun ötesinde ek bir şeyi ifade eden bazı ihbârî ifadeler de mecazen “inşâ anlamında haber” olarak adlandırılmaktadır. Buna göre emir, nehiy, soru, dua, temenni gibi kiplerde söylenen sözler aynı zamanda emretme, yasaklama, soru sorma, dua etme, temenni etme fiillerinin de gerçekleşmesi anlamına gelmektedir; bunun yanında özellikle akidlerde ve tayinlerde kullanılan “kabul ettim, sattım, tayin ettim” gibi ifadeler sîga olarak haber olsalar da mecazen inşâ olmakta ve kabul etme, satma, tayin etme fiillerinin gerçekleşmesini ifade etmektedir (Ebü’l-Bekā, s. 197-198).

İlk dönemlerde terim olarak inşâ kullanılmasa da kavram olarak inşâ, hem terim hem kavram olarak haberden tefrik edilip talep veya emir ve nehiy diye adlandırılmıştır. Meselâ tâbiîn dönemi müfessirlerinden Mücâhid b. Cebr, Saîd b. Cübeyr ve İkrime el-Berberî, neshin sadece bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını ifade eden emir ve nehiyler için söz konusu olduğunu, olmuş veya olacak bir şeyi bildiren haberlerde neshin söz konusu edilemeyeceğini söylemişlerdir. Dahhâk b. Müzâhim ise diğerleriyle aynı görüşü paylaşmakla birlikte bazı haberlerin emir ve nehiy anlamına geldiğini, emir ve nehiy anlamında kullanılan haberlerin de neshe konu olabileceğini ifade etmiştir (Hibetullah b. Selâme, s. 23-24). Bu tefrik oldukça yaygın bir şekilde usul eserlerinde kullanılarak sözün haber, istihbar ve talep kısımlarına ayrıldığı kabul edilmiştir ki istihbar ve talep kısımları inşâ kategorisine tekabül etmektedir (Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl, I, 11; Ebü’l-Muzaffer es-Sem‘ânî, I, 50; Ebü’l-Vefâ İbn Akīl, I, 54-58). Bilinen fıkıh usulü eseri müellifleri arasında inşâ kelimesini, “kendisiyle bir fiilin gerçekleştirildiği söz” anlamında bir terim olarak ilk defa kullanan kişi Hanefî fakihi Ebû Zeyd ed-Debûsî’dir. Debûsî konuşma nevilerinin ihbar, istihbar, emir ve nehiy olmak üzere dörde ayrıldığını söyledikten sonra “kölemi sattım” veya “onu âzat ettim” ifadeleriyle, “köleyi satma” ve “onu âzat etme” fiillerinin gerçekleştiğini (inşâ) belirtmektedir (Taķvîmü’l-edille, vr. 13b). İfadelerin emir-nehiy ve haber olarak tasnifi ilk dönemlere kadar gitmekte ve bu tasnifin usule müteallik bir mesele olarak başından itibaren fukahayı ilgilendirdiğini söylemek mümkün olmaktadır.

Fukaha dinin medarı olarak emir ve nehiyleri görürken (Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl, I, 11) İbn Haldûn şer‘î haberlerin çoğunun inşâî bir karakter taşıdığını söyler (Muķaddime, I, 331). Dinin esas itibariyle inşâî olması ve inşâî olanın din açısından tayin edici bir konumda bulunması, dinin vahiy yoluyla ifade edilmiş olan ilâhî irade dışında bir kaynağının olamayacağını da göstermektedir. Bundan dolayı fıkıh usulü kitaplarında inşâî ifadelerin en önemlilerini teşkil eden ve dinî bildirimin inşâî özelliğini gösteren emir ve nehiy bahisleri, üzerinde en fazla durulan konulardan olduğu gibi Hz. Peygamber’den nakledilen haberler de ilk bakışta sadece onun ne yaptığını ve ne söylediğini bildiren haberler olmakla birlikte inşâî özellikleri dolayısıyla dikkate alınmıştır.

İnşâî ifadeler, fıkıh usulünde genel anlamda dinle ve özel olarak da hükümlerin esasını teşkil eden asıllarla alâkaları açısından ele alınmıştır. Bu durumda daha çok emir ve nehiy gibi inşâî ifadelerle onların anlamları arasındaki ilişki üzerinde durularak inşâî ifadelerin hükümlerin tesbiti açısından yeri ve önemi incelenmiştir. İnşâî ifadelerin usuldeki yeri bir taraftan içerdikleri normatif güç (icap veya ilzâm) üzerinde yoğunlaşırken diğer taraftan hüsün ve kubuh meseleleri yine bu ifadelerin içerdikleri hususlar olarak ele alınmış, özellikle emir ve nehiyler, ahlâkî açıdan iyi ve kötünün ne olduğunun anlaşılmasının da esasları olarak görülmüştür (Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl, I, 60-65, 78-79; Ebü’l-Vefâ İbn Akīl, I, 111). İnşâ ile ilgili bu anlamda ilk sistematik tahlillerden birinin Şehâbeddin el-Karâfî tarafından yapıldığı, onun haberle inşâ arasındaki farkı müstakil bir başlık altında ele aldığı görülür (el-Furûķ, I, 35-104). Karâfî haberi, “doğrulanma (tasdik) veya yalanlanma (tekzip) ihtimali bulunan söz” diye tanımlarken inşâyı “kendisiyle delâlet ettiği (medlûl) veya ilgili olduğu (müteallak) husus vücuda gelen söz” olarak tarif etmektedir. Buna göre haber doğrulanma veya yalanlanmayı kabul eden söz olurken inşâ, söylenmesiyle birlikte medlûlü veya müteallakını var kılan söz olduğu için doğrulanıp yalanlanma ihtimali taşımaz. Diğer bir anlatımla inşâî ifade, onu söylemeye ehil biri tarafından makamında söylendiğinde medlûlünü zorunlu olarak var kılar. Karâfî, tekzip ve tasdiki kizb ve sıdktan ayırarak tekzip ve tasdikin varlıkla ilgili bir ifade şekli olduğunu, buna karşılık kizb ve sıdkın haberin konusuna mutabakatla ilgili bulunduğunu söyler. Bunu söylerken de haber, haber veren, hakkında haber verilen ve muhatabı birbirinden ayırır. Buna göre tekzip ve tasdik, haberle muhatap veya haber veren arasındaki ilişkide, sıdk ve kizb ise haberle hakkında haber verilen arasındaki ilişkide ortaya çıkar. Ancak inşâî ifadeler doğrulanma ve yalanlanmanın konusu olmazken geçerli olup olmadığından söz edilebilir. Meselâ satım akdindeki “aldım-sattım” ifadeleri, uygun şahıslar tarafından uygun şartlarda söylenmeleriyle geçerli, geçerli olmaları ile birlikte alma-satma fiili de gerçekleşmiş olur.


İnşâî ifadeler, doğrudan doğruya telaffuzlarıyla gerçekleştirilen bazı fiillerin geçerliliğiyle alâkalı olarak fürû-i fıkhın da konusunu teşkil eder. Bu yönden sözle gerçekleştirilen bütün fiiller, meselâ bir şahsın kadı olarak tayini, yetkili şahıs tarafından kadı tayin edilecek olan şahsa yönelik bir şekilde, “Seni kadı tayin ettim” veya, “Seni kadılığa getirdim” demesinden veya bunu yazılı olarak bildirmesinden ibaret olan bir ifade ile gerçekleşmektedir (Mâverdî, XVI, 22-23). Bu ifadenin söylenmesiyle anlamı, medlûlü veya müteallakı olan “bir şahsın kadı olarak tayini” gerçekleşmiş olur. Aynı şekilde siyerin önemli konulardan biri olan “eman” meselesinde de bir müslüman tarafından harbîlere eman anlamına gelen bir söz söylendikten sonra bu sözle birlikte, bu söze muhatap olanların malları ve canları konusunda ismet ve hukukî geçerlilik ortaya çıkmaktadır (Şemsüleimme es-Serahsî, Şerĥu’s-Siyeri’l-kebir, I, 258). Buna göre fürû kitaplarının akidler, nikâh (meselâ bk. İbnü’l-Hümâm, III, 190-191) ve yemin gibi bölümlerinde akidlerin, kendilerini ifade eden sözün (icap ve kabul) uygun şartlarda ve uygun şahıslar tarafından söylenmesiyle gerçekleştiği belirtilerek sözlü olarak gerçekleştirilen fiillerin geçerlilik şartları üzerinde durulur (a.g.e., V, 58).

BİBLİYOGRAFYA:

Hibetullah b. Selâme, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl içinde), Kahire, ts. (Mektebetü’s-sekāfeti’d-dîniyye), s. 23-24; Debûsî, Taķvîmü’l-edille, Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 690, vr. 13b; Mâverdî, el-Ĥâvi’l-kebîr (nşr. Ali M. Muavvaz - Âdil Ahmed Abdülmevcûd), Beyrut 1414/1994, XVI, 22-23; Şemsüleimme es-Serahsî, Şerĥu’s-Siyeri’l-kebîr (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), Kahire 1971, I, 252, 258; a.mlf., el-Uśûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372 → Beyrut 1973, I, 11, 60-65, 78-79; Ebü’l-Muzaffer es-Sem‘ânî, ĶavâŧıǾu’l-edille fi’l-uśûl (nşr. M. Hasan eş-Şâfiî), Beyrut 1997, I, 50; Ebü’l-Vefâ İbn Akīl, el-Vâżıĥ fî uśûli’l-fıķh (nşr. G. Makdisî), Beyrut 1417/1996, I, 54-58, 111; Karâfî, el-Furûķ, Beyrut 1998, I, 35-104; İbn Haldûn, Muķaddime, I, 331; İbnü’l-Hümâm, Fetĥu’l-ķadîr, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), III, 190-191; V, 58; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 197-198.

Tahsin Görgün